Birleştirmek için ayrıştırmak mı gerek

116

Son üç beş yıldır yoğun şekilde karşılaştığımız bazı tartışmalar ve meydana gelen gelişmeler, farklı yollarla da olsa aynı projenin ülkemizde de devreye sokulduğunu gösteriyor.

Önce Türkiye’de kaç etnik gurup olduğunun çetelesini tutmakla işe başladık. Otuzdu, kırktı, derken Sayın Başbakan’ın ağzından otuz altı rakamı çıkıverdi.

Sonra birileri farklı etnik kökenlerden gelenlerin toplam nüfus içerisindeki oranlarını ve ne kadar olduklarını yazıp çizmeye, söylemeye başladılar.

Allah Allah..

Bir de öğreniverdik ki aslında Türkiye’de azınlık durumunda olan kitle Türk soyundan gelenlermiş.

Arkasından evet öyledir anlamında yorumlar dillendirilmeye başlandı.

İş yalnızca etnik ayrıştırmayı öne çıkaran söylemlerle sınırlı kalmadı.

Aynı anda farklı inanç guruplarının ve mezheplerin ne kadar bağlılarının bulunduğu ile ilgili söylemler de yoğunlaşmaya başladı.

Hayırdır, nereden çıktı bu tür söylemlerdeki yoğunlaşmalar sorusunun cevabını bulmak için aslında fazlaca zeki olmanın gerekmediği ortada.

Bir yerlerden, belli merkezlerden yönlendirilen ve koro halinde seslendirilen bir söylem birliği olgusu kendisini açıkça hissettiriyor.

Siz aynı millete mensup değilsiniz…

Siz aynı inanca mensup değilsiniz…

Siz farklısınız….

Onun için bırakın şu Türk Milleti veya Müslüman Türk Milleti gibi lafları

Siz;                

Türksünüz, Kürtsünüz, Zazasınız, Çerkezsiniz, Lazsınız, Abazasınız, Boşnaksınız,

Arapsınız, Arnavutsunuz, Alevisiniz, Sünnisiniz, Caferisiniz, Hristiyansınız, Süryanisiniz, Protestansınız, Bahaisiniz vs.

Yetmedi

Türkmensiniz, Azerisiniz, Manavsınız vs vs

Sayın sayabildiğiniz kadar.        

Sizin ortak paydanız, aynı coğrafyada yaşamak ve aynı ülkenin vatandaşı olmaktır.

Onun için gelin Türk Milleti demekten vazgeçin.

Çünkü siz otuz altıda birsiniz.

Ne yani büyüklerimizden daha mı iyi bileceksiniz?

Türkiyelilik deyin. Ve tabii ki Türk Devleti de demeyin.

Vay be… Biz neymişiz de haberimiz yokmuş.

Şaka gibi geliyor değil mi?

O zaman ta rahmetli Özal zamanından bu yana ara sıra duyduğunuz ama pek ciddiye almadığınız Anadolu Federe Devleti sözleri üzerinde biraz düşünün isterseniz.

Sahi durup dururken nereden çıkıyor bu tür sözler?

Alıştıra alıştıra sonuca varmak veya kurbağa ısındığını zannederken

Alışırlar alışırlar diyordu rahmetlinin biri.

Hakikaten alıştırıyorlar.

Ve alıştırırken de aynı zamanda tepkisizleştiriyorlar.

Baksanıza;

Önce açılın dediler, olur dedik ve şöyle bir açılmaya başladık.

Sonra baktık ki açıldığımız yerlerden neler giriyor içeriye neler.

Önce Habur’dan bir girdiler ki sormayın. Sanırsınız ki sefere gidenlerin zaferler kazanmış edalarıyla dönüşleri ve muzaffer ordular gibi karşılanışları…

En son giren de bildiğiniz gibi Özerk Kürdistan naraları oldu.

Ne olur yani? Bir bayrağın yanında bir başka bayrak daha dalgalansa kıyamet mi kopar?     Sınırlar da dillendirilmeye başlandı yavaş yavaş. Antep’ten çık yukarı, Maraş’ın yarısı, Sivas’ın yarısı, Erzincan’ın, Erzurum’un yarısı vs.

Daha hızlılar da var.

E canım bu özerk(!) yapının Karadeniz’de ve Akdeniz’de de bir çıkışı olsa fena mı olur..

Kurbağanın hikayesini bilirsiniz.

Altındaki su ısıtılmaya başlanınca başına geleceği düşünemez ve ısınıyorum zanneder. Isındıkça refleksleri kaybolur ve son anda durumu fark etse de artık yapacağı bir şey yoktur ve malum sonuç gerçekleşir,ölür gider.

Biz kurbağalar kadar saf değiliz herhalde

…             

Bu film epey zamandır sahnede ama…

            

İnsan hafızasının unutkanlık hastalığı bulunduğu hep söylenir. Şüphesiz ki doğrudur.

Onun için hafızamızı şöyle bir yoklayalım ve geriye doğru gidelim.

Hemen fark edeceğimiz ilk husus şudur. Bu özerklik-eyalet hikayeleri aslında bu gün piyasaya çıkan hikayeler değil.

1960’lı yıllarda,. dönemin hükümetine ve Başbakanına yapılan ve ta Okyanus ötesinden bu tarafa doğru gelen telkin eyalet sistemine geçiş telkinidir.

1980 ihtilalini yapanlara önceden bu konuda telkin mutlaka yapılmış ki dönemin önce Milli Güvenlik Konseyi Başkanı sonra da Cumhurbaşkanı olan Netekim Paşa’mız Sayın Kenan Evren, Türkiye’yi sekiz eyalete bölmeyi düşündüklerini ama sonradan vazgeçtiklerini açıkça söylüyor.

1990 yıllarda hem Başbakanlık hem de Cumhurbaşkanlığı yapan eskimez Baba (!) siyasetçi Sayın Süleyman Demirel bu dönemde kendisine Avrupalı ve ABD’li birçok siyasetçi ve devlet adamının Üniter yapıyı değiştirmeyi önerdiğini ve Türkiye’nin sıkıntılarının kaynağının Üniter yapı olduğunu söylediklerini çok kere açıkça ifade etti.

Açıkça görüyoruz ki bu gün de aynı çevrelerden daha da artan ısrarlarla aynı telkinler ve yönlendirmeler yapılmaya devam ediliyor.

Bu günkü tek fark şu.

Eskiden bu tür dış telkinlerin ülke içerisinde yeterli etkileyiciliği yoktu. İçerde toplumsal tabanı olmayan ve bu yüzden de fazla can sıkıcı olmayan telkinler halindeydi.

Ama bu gün farklı.

İçerde epey çalışıldığı, yükselen seslerin ve seslerin arkasındaki cesaretin fazlalığından belli.

Yani alıştırıla alıştırıla, uygun ortam birazcık oluşturulmuş.

Baltalara diyeceğimiz yok ama ah şu sapları var ya..

 

Hedef ülkelere ve toplumlara yönelik emperyalist yayılmaların yalnızca zorla ve silahlarla olacağını ancak geri zekalılar düşünebilir.

Çünkü savaşlar topyekündür ve en önemlisi süreklidir.

Ekonomik, sosyal, kültürel, dini, ahlaki, siyasi, askeri vs her alanda ve birbirini tamamlayan süreçlerle topyekün ve sürekli bir mücadele söz konusudur.

ABD ve Avrupa’da sayısı yüzleri bulan vakıflar, sivil toplum örgütü görüntüsündeki yarı resmi yapılar, yıllardır bu coğrafyalarda yerli sivil toplum örgütlerinden, gazetecilere, yazarlara, çizerlere, siyasetçilere para aktarıyor.

Merak edenlerin bunları öğrenmeleri zor falan değil. Çünkü adamlar saklamıyor ve kime ne verdiklerini de niçin verdiklerini de açık açık yazıp söylüyorlar.

Bu paraların niçin verildiklerini veya niçin alındıklarını anlamak istiyorsanız alanların söylediklerine, yazdıklarına ve yaptıklarına bakmanız kafidir.

Hepsinin koro halinde şunları söyleyip dillendirildiklerini görürsünüz.

Türk Milleti demeyin,

Türk Bayrağı demeyin(Çok anlı şanlı bir Prof’umuzun bir TV kanalında “Türk

Bayrağı dememek lazım. Zira birileri bundan rahatsız olabilir. En doğrusu Türkiye Bayrağı tabiridir.) sözleri hala kulaklarımda. Türk tabirini belki de ırkçı bir tabir olarak görüp kucaklayıcı görmeyen zatı muhterem’in Türkiye tabirini nasıl kucaklayıcı olarak kabullenebildiği de ayrıca düşündürücü ya..

Türkiyelilik deyin,(Gerçi bir müddet sonra Anadolu Federasyonu diyelim talepleri de yükselebilir ya)

Çok kültürlülük, çok dillilik, çok dinlilik deyin..

Üniter yapıdan bahsetmeyin, Eyaletlerden, Özerklikten veya Federalizm’den bahsedin. vs.vs.  

Her çaba bir müddet sonra öyle veya böyle bir sonuç verir. Nitekim geçmişi epey eskilere dayanan bu tür çabaların ulaştıkları neticeleri yavaş yavaş görmeye başladık. Çizilmeye çalışılan sınırlar, Yükselen perdesiz sözler ve balkonlardan sallandırılan üç renkli bayraklar.

Hikaye bu ya. Kesileceğini anlayan ağaç baltaya dönmüş ve şöyle demiş.Sana bir lafım yok ama ah şu sapın var ya sapın. O bizden. Bu hazmedemiyorum.

Ebesi başkaları olsa da yeni çocuğunuz hayırlı olsun.

Gerçi her doğan çocuk büyüyecek diye bir kural yok. Hayat uzun bir yolculuk. Bazen ayı çıkıp parçalayabilür, daş düşüp altına alıp ezebilür. Hatta hiç bilinmez, doğumuna vesile olanlar bile yaşamasını sakıncalı bulup bir şekilde işini bitirebilirler…

Kimbilir?…

…