Bir Umuttur Yaşamak

105

Anne karnında, kordon denen bağla alırız ilk gıdamızı. Annemizin yediği her şey, bizim yediğimizdir. Sonra dünyaya açılır kapımız. Kordondan kurtulmuşuzdur. Belli bir bilince ulaşırız, bizi hayata bağlayan kordonun adı, umut olur bu defa. Umut; ışığımızdır, gıdamızdır, gücümüzdür artık. Umutsuz bir hayat, canlı ceset olmaktır.

Karınca, kışın rahat edeceği umuduyla çalışır bütün yaz, öğrenci iyi not alma umuduyla bağlanır derslerine, anne ve babalar iyi bir insan olabilmesi için emek verirler çocuklarına. Hasta, iyileşme umuduyla bekler sıkıntılı gecelerin sabahını. Balıkçı ağlarını doldurabilme umuduyla “Vira, bismillah!” der. Bütün koşuşturmaların temelinde yatan dinamo, umuttur.

Hiçbir iş adamı, zarar etmek amacıyla yatırım yapmaz. Hiçbir muhacir, daha zor bir hayat için göç etmez. Hiçbir hasta, daha kötü olmak için ilaç içmez. Hep bir iyiye yönelme, güzele ulaşma, mükemmele kavuşma vardır içimizde. Bunun adı, umuttur.

Sevgi, aşk, nefret, intikam gibi pek çok duygu barındırırız bedenimizde. Bunların içinde en üretkeni umuttur. Sevgiyi, aşkı umutla yaşatırız. Aldığımız nefeste, attığımız adımda, tükettiğimiz gıdada hep bir umut vardır. Bir şeyleri yaşatmak veya yaşamak umuduyla yaparız bunların hepsini. Umut bittiğinde, bütün dinamikler, kendiliğinden sonlanır. Umut, enerji kaynağımızdır.

Umut; bizi arzumuza, idealimize intikal ettiren sihirli bir güçtür. Ayakta kalmak isteyen kişiler, yıkılmamak ve yarınlarda da yaşamak isteyen toplumlar öncelikle umutlarını sürekli beslemelidirler. Beslendikçe güçlenir her değer. Umut da böyle.

Atalarımızın, önlerine koydukları hedeflere ulaşma umuduyla yaşadıklarını, Orta Asya’dan kalkıp Viyana’lara kadar uzandıklarını, gittikleri her yere insan olma örnekliğini taşıdıklarını, oralarda medeniyet tesis ettiklerini, huzuru sağladıklarını söylemek mümkün olduğu halde, bugünkü insanımızın aynı umut içinde olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. “Ben doğmadan ölmüşüm.” felsefesi, içimizdeki umudu söndüren güçlü bir kurt olarak yaşatılıyor, besleniyor.

Yaşadığım kentin bilmediğim yerleri de varmış. Geçen akşam, ilginç bir yer gördüm. Harabe görünümlü bir binanın içinden yüksek müzik sesleri geliyordu. Şöyle bir göz attım kirli camlardan içeriye. İnsanlar, mum ışığında baş başa vermiş bir şeyler yudumluyorlardı. Cinsiyet ayrımı yoktu masalarda. Bazıları da kapı dışarı çıkmış, sigara içiyordu. Sigara yasağı olmasaydı, eminim, duman altı olacaktı hepsi. “O gürültü ve loş ortam, insana ne verebilir yaşama sevinci adına?” diye düşündüm, bir cevap veremedim kendime. Orta yaşın biraz altındaki bu insanlar, hem zamanlarını yitiriyorlar hem umutlarını tüketmişler göründü bana. Bulundukları ortam, insana bezginlik, kırgınlık veriyordu sanki. Umudu besleyen değil, tüketen bir ortam. Bu tür mekanların, kentimizde fazlaca bulunduğunu öğrendim daha sonra. Yazık, insanımıza yazık!

Karıncanın hikayesini biliriz: Hacca gitmeye niyetlenmiştir. Derler ki: “Sen bu ayakla mı varacaksın hacca?” Karıncanın cevabı: “Hiç olmazsa yolunda ölürüm.” olur. Umut, zaferi değil, seferi emreder bize. Ancak, zafer için sefere niyet şarttır, yani umut…

Karamsarlık, umudun düşmanıdır. Yarasanın, ışıktan rencide olması gibi, karamsarlık, hiç sevmez umudu. Birinin olduğu yerde, diğeri barınamaz. Karamsarlık, yalnız kötüyü görmek değil, iyiyi de kötü yorumlamaktır. Yıkıcı bir virüstür o, içimizde. Kötümserlik, inancımızda da yasaklanmıştır. İnançlı insan, korku ile ümit arasında, korkudan çok ümide yakın olmalıdır. Tövbe kapısı zaten bunun için vardır ve sürekli açıktır. Bu kapının kapandığını düşünmek, küfürdür.

Umut gıdasıyla beslenerek menzil-i maksuda yürüyen gençliğe