Devletin borçlandırılarak tavizler koparılmaya çalışıldığı, dış
politikada ve iktisadi hayatta çeşitli kamu kuruluşlarına özelleştirme
adı altında el konulduğu bir dönemden geçmekteyiz.
Bununla da yetinilmemekte; halk borçlandırılarak sırf borcunu
ödemeyi düşünen, kendi dışındaki sorunlarla ilgisiz fertler yaratılmaya
çalışılmaktadır. Henüz yeterli alt yapının tamamlanmadığı bir ortamda,
devletin sosyal yükümlülükleri dışlanmaktadır. Dış ve iç borç son beş
senede %100’e yakın bir artış göstermiştir. Cari açık (döviz gelir ve
gider farkı) ve sıcak para girişi ekonomi üzerinde her an krize sebep
olabilecek durumdadır. İhracatın 106 milyar dolara yükseldiği ilân
edilmekte, ama nedense ithalatın 160 milyar dolara yaklaştığı gözlerden
kaçırılmaktadır.
İktidar, yeterli üretemeyen, bilhassa ara malı ithalatına dayalı
ihracat ile övünmektedir. Kamu kaynakları bir takım menfaat gruplarına
ve bunların insafına ihale edilmekte; kamu görevlileri ve memurlar ile
alay eder gibi ücret artışları yapılarak kamuda verimsizlik
arttırılmaktadır. Bu yol, kamudan kaçışı hızlandırmaktadır. Belki de
amaç; devlet üniversiteleri dahil kamu sektörünün içinin
boşaltılmasıdır.
Bu görüşlerimiz özel sektör karşıtlığı değildir. Tam tersine
amacımız, özel sektörü yıpratacak, onu kamu yararı aleyhine yanlışlara
sürükleyecek, yozlaştırıcı bir anlayışın çelişkilerini ortaya
koymaktır. Türkiye’de dün de bugün de özel sektörsüz bir iktisadi hayat
düşünülemez. Üretimin dışlandığı, ithalatın prim kazandığı bugünkü zor
şartlar altında istihdam yaratan herkese saygı duyulur.
1980 öncesi ülkemiz dövize muhtaç bir görünümdeydi. Bugün ise;
Türkiye’de döviz bolluğu var. Yüksek faiz ve düşük kurda ısrar, Türk
lirasının değerini aşırı kıymetlendiriyor. Tabii ki ihracatı da
baltalıyor ve ucuz ithalatı teşvik ediyor. 1980 öncesi ve 1980’lerde
enflasyonun altında seyreden faizler bugün oldukça tartışmalı olan
enflasyon oranının üstündedir. Türkiye’de enflasyonun %8’ler dolayında
olmadığını ülkeyi yönetenler de biliyor.
Bir dönem sanayileşmeye ve istihdama dayalı nispeten yüksek
enflasyonlu büyüme yaşadık. Bugün ise; yüksek faiz-düşük kur, cari açık
ve sıcak para ekseninde ithalata dayalı bir büyüme ve ihracat
içindeyiz. Sanayileşmeyi ve istihdamı unuttuk.
Bu çelişkinin sebebi, günü kurtarma şeklindeki kısır politikalardır.
Türkiye, her alanda yol ayırımındaki bir ülke görünümüne sokulmuştur.
Ekonominin dış mihraklarca kıskaca alınması, dış politikada hareket
imkânını sınırlamaktadır. İthal bakan Kemal Derviş’in yönlendirdiği
2001 yılı ekonomik krizi ve enflasyonu önleme politikası, enflasyon
düşürülmesine rağmen sürdürüldü. Bu zahmetsiz bir yoldu. Ülke aleyhine
kısır bir döngü yürütüldü.
Nereden bakarsak bakalım; 2008 yılı ekonomik bakımdan krize gebedir
ve kolay geçeceği zannedilmemelidir. 2001 yılında alınan ve olumlu
sayılabilecek tedbirler, IMF ile olan ilişkiler 2004 yılında önemli
değişikliklere uğramalı ve IMF ile nikâhı sonlandırmalıydık.
Sayın Başbakan’ın “Bizden önceki iktidarlar da IMF’siz olamadı”
şeklindeki beyanları haklı sayılamaz. Halkımız iktidarlara şartları
düzeltsinler diye rey vermektedir. Yanlışlarda ısrarın ne anlamı var?
İktidar ve iktidara talip olmanın gerekçesi nedir? Bütün yanlışlar geçmişte yapıldı; ne yapalım, biz de devam ettiriyoruz demek siyasi bir çözüm müdür?
2004 yılından itibaren yatırımı teşvik eden, iç üretime dayalı, reel
dengeleri göz önüne alan, rekabet gücümüzü arttıracak, işsizliği
azaltacak bir yapı değişikliği yapılamamıştır. Yanlış ve çelişki buradadır.
İktidar sıcak paranın ve borçlanmanın yanından uzaklaşamamıştır.
Oysa, döviz kurlarının gerçekçi bir seviyeye çekilmesi sağlanmadan
ekonomi canlanamaz. Ancak, iktidar sıcak paranın yurt dışına çıkmasına
ve özel sektörün sürekli artan dış borçlarından dolayı zor duruma
düşmesine katlanamamakta ve her geçen gün ülke bundan kaybetmektedir.
Türkiye’de iktidardan ayrılanlar hep aklandığı ve sorumluluktan
kurtulduğu için günlük politikalar geçerli olmaktadır. Dış çıkarlara
hizmet ederek dış destek sağladığınız takdirde, ülkeyi yangın yerine
çevirebilirsiniz.