Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesi ve terörü kaynağında vurarak yok etmesi konusunda yapılan tartışmalar üzüntü verici bir mecrada cereyan ediyor.
Devletin büyüklüğü öncelikle kararlı olmasıyla gösterilir. Bugün Türkiye’yi yönetenler terörle mücadele politikası konusunda kararsızlık içindedir.
Başbakan kısa bir süre önce Talabani ve Maliki ile görüşebileceğini söylerken, bugün aşiret reisleriyle görüşmesinin mümkün olmadığını söylüyor.
Genelkurmay Başkanı K.Irak’a müdahalenin yararlı ve sonuç alıcı olacağını açıklarken, Başbakan “Türkiye’de bulunan 5000 teröristi tesirsiz hale getirememişken, K.Irak’taki 500 terörist için harekât yapılması anlamsızdır” diyor.
Başbakanın bu beyanatından sonra Türkiye’nin K.Irak’a bir müdahalesinin söz konusu olmadığı mesajı verildiği için, PKK’nın, Barzani’nin ve ABD’nin rahatladığı muhakkaktır. Bu beyanattan sonra, Türkiye’nin artık ABD ve Irak yönetimine “PKK’ya karşı operasyon yapın, bu örgüte karşı işbirliği yapın” deme imkânımızın kalmadığı da ortada.
Daha sonra bu rakamların yanlış olduğu, hatta “teröristlerin çoğu Türkiye’dedir” tezinin de doğru olmadığı, içeride 1500, dışarıda 3500 terörist olduğu ertesi gün Başbakan’ın açıkladığı rakamlardan anlaşılıyor.
Bu politikayla AKP’nin seçimlerde ABD desteğini sağlaması; Barzani ve bölge milletvekillerini memnun etmesi ve böylece Güneydoğu’da alacağı oyları artırması mümkün olur mu, bilinmez. Ancak bu politikanın terör konusunda Türkiye’nin mücadele gücünü zayıflattığını söylemek herhalde abartılı olmaz.
Hükümet gerektiği zaman müdahale etmek üzere Meclis’ten K.Irak’a müdahale için yetki alabilir ve bu kararlılığı caydırıcı unsur olarak kullanabilirdi. Buna bile cesaret edilemedi.
Başbakan’ın “K.Irak’taki unsurları rahatlatıcı beyanlarının” hem de Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Dışişleri, MİT, İçişleri temsilcilerinin katılacağı mini MGK diyebileceğimiz toplantıdan birkaç saat önce yapılması, Türkiye genelinde önemli bir seçmen kitlesi tarafından “devlet adamı ciddiyetinden uzaklık”, “gafletten de öte” olarak algılandı.
Devlet kurumları arasındaki bu iletişimsizliği bir yana bırakalım. Sonucu bir savaşa varabilecek müdahale kararını almanın güçlüğünü de kabul etmek durumundayız. Yapılacak müdahale geçici olarak belli bir derinliğe kadar girip, Kandil Dağı ve çevresini bombalamakla sınırlı kalması halinde yeterince başarılı olunamayacağı ortadadır.
Uzun süre kalmak üzere ve geniş bir alana yayılmış müdahalenin ise iki türlü riskinin olacağı vurgulanmaktadır: Coğrafyanın zorluğu ile Peşmerge ve ABD askerleri ile çatışma ihtimali.
Burada esas üzerinde durulması gereken ABD’nin tutumudur. ABD’nin bir NATO ülkesi olan Türkiye’ye karşı savaşa girmesi, NATO’nun parçalanmasını göze alması ihtimali yok gibidir. Zaten yüz bin civarındaki askeriyle Irak’ta kontrolü sağlayamayan ABD’nin Türkiye’nin cepheye süreceği iki yüz bin iyi yetişmiş askeriyle çarpışmayı göze alması mümkün görülmemektedir.
Askeri açıdan ABD ile bir çatışma söz konusu olmamakla beraber, ABD’ye rağmen yapılacak müdahalenin ekonomik ve siyasi açılardan ciddi sıkıntılar yaratacağı muhakkaktır. Ekonomimiz çok kırılgan bir yapıya sahiptir ve dış müdahalelerden çok çabuk etkilenmektedir. Bu bakımdan alınacak bir müdahale kararından önce atılması gereken bütün siyasi adımların atılması, ABD ile ortak çıkar noktalarında buluşulması gereklidir.
Bir ülkenin komşusu olan bir ülkeye karşı terörün lojistik ve siyasi destek merkezi haline gelmesini uluslararası hukuk himaye etmez. Irak hükümeti terörist örgüte karşı gerekli önlemi almadığı sürece Türkiye’nin hukuken müdahale hakkı vardır. Kaldı ki, ABD kendisine karşı yapılan “terör hareketi”ne cevap vermek için ta Afganistan’ı işgal ettiğine göre, aynı kararlılığı gördüğü Türkiye’ye karşı belirli ölçüler içerisinde “anlayışlı” olmak durumundadır.
Bu kararlılığın göstergesi olarak Habur sınır kapısının kapatılması, İncirlik’in masaya yatırılması, K.Irak ile ticari ilişkilerin kesilmesi, Barzani’nin Türkiye’deki şirketlerinin faaliyetine son verilmesi gibi uygulamaların başlaması gerekli görülmekte.
Bırakın bu uygulamaların başlamasını, Türkiye’de kararları uygulayacak olan ve aralarında işbirliği ve koordinasyon olması gereken birimler birbirlerine mesajlarını medya üzerinden veriyor.
Böyle zor ve çok yönlü bir problemin bu anlayışla çözülmesi mümkün değildir. Bu demektir ki, maalesef daha çok şehit cenazesi defnedeceğiz. Ve hükümet, cenazelerdeki kendisine yönelik tepkileri sindirmek için, tepki gösterenleri kameralarla takip gibi abes işlerle uğraşmaya devam edecek. Ta ki bu anlayış sona erinceye, Türkiye büyük devlet olduğunu hatırlayıncaya kadar.