Cumhuriyet; adalet, meşveret, hürriyet ve şûra temeli üzerine kurulan bir rejimdir.
Kuvvetler ayrılığı, denge ve denetim mekanizmalarını işleten bir nizamdır.
Demokratik bir cumhuriyet olup, adalet ve meşverete dayanarak;
Tam bir hürriyet içinde kanun hâkimiyetini sağlayan, vatandaşların rahat bir nefes aldıkları;
İnsana en lâyık bir düzendir.
Cumhuriyet, demokratik usullerle ve gerçek bir seçimle seçilen bir cumhurbaşkanı /
Devlet başkanı tarafından temsil edilir.
Cumhuriyeti benimsemek; demokrasi, adalet ve hürriyet taraftarı olmaktan geçer.
Meşrutiyetle (1908) cumhuriyet yoluna çıkılmış; anayasalı rejim ve kuvvetler ayrılığı;
Ta o zamanlarda kuvvetle desteklenmiştir.
Cumhuriyet; çoğunluk sağduyusunun söz sahibi olduğu,
Hakkın ve hakkaniyetin hâkim olduğu, insana en çok yakışan bir idare tarzıdır.
Cumhuriyette demokrasi ve fikir hürriyeti varsa, hiç şüphesiz lâiklik de kesinkes var demektir.
O Cumhuriyet ki:
Avrupa zâlimlerinin son İslâm – Türk / Osmanlı Devleti
Ve O’ndan doğmak üzere olan Türkiye Cumhuriyeti’nin
Varlığını söndürmek niyetiyle yaptıkları müthiş / dehşetli bir suikast planına,
Yani Anadoluyu işgal ve yapılacak olan Türk İstiklâl Savaşı’na engel olma gayretleri karşısında;
Türkiye hamiyet ve milliyetperverleri yani Türkiye vatanseverleri;
Kılıç ve kalemle gösterdikleri destansı, olağanüstü kahramanlık, gayret
Ve hamiyetleri neticesinde, bu menhus plâna fırsat vermemişler;
Üstelik Hürriyet ve Cumhuriyeti ilân etmekle,
İsteklerini kursaklarında bırakmasını bilmişler;
Cumhuriyeti; adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet /
Kuvveti kanunun tasarrufuna bırakmak suretiyle benimsemişlerdir.
Çünkü Allah, insanları hür olarak yaratmıştır.
Fıtrat ve yaratılışlarındaki kabiliyet ve istidatları; ancak hürriyet ile inkişaf eder, gelişir.
Zira hürriyet, imanın hassası ve özelliğidir. İnsan ancak, imanın kazandırdığı şahsiyet sayesinde
Zâlimlere boyun eğmez. Zillete düşmez. İmanın verdiği şefkatle zulmetmez.
Nitekim “Veşavirhüm fi’l-emr.” (Âl-i İmran: 159) / “İşini onlara danış.” Ve “Emruhum şura
Beynehüm.” (Şura: 38) / “Onların işi aralarında danışma iledir.”
Âyetleri bu hususta bizlere ışık tutmaktadır.
1876’da hayatımıza giren meclis ile, bir bakıma cumhuriyete de adım atılmıştır.
Hz. Peygamber dönemi, Asr-ı Saadet ve Hulefa-i Raşidîn dönemi;
Aslında bir cumhuriyet dönemi olarak kabul edilebilir. Nitekim:
“Derde deva olan cumhuriyetin kendisi değil. Demokratik cumhuriyettir.
Bakın cumhuriyetin daha adı yokken, İkinci Meşrutiyet ilan edilince…
İkinci Meşrutiyeti(n) alkışla(n)masının sebebi de budur. (Ve bu şekilde)
Hürriyet, meşveret ve ortak akılla ülkenin idare edilmesidir. (Nitekim:)
Peygamber kendisinden sonra ‘Benim yerime şu geçsin!’ demedi.
‘Kendi aranızda en ehil olanını siz belirleyin.’ dedi.
Bugünkü mânâda popüler bir seçim değildi ama, sonuçta
Seçime ve tercihe dayalı o günkü toplumun iradesini yansıtan bir seçim vardı…
Hz. Peygamber vahye mazhar olan(dı). Kendisine iyi kötü, doğru yanlış; vahiyle bildirilen
Birisinin, istişareye ihtiyacı var mıydı?
Bu, ümmete verilen bir derstir..Konfüçyüs’ün de dediği gibi
‘Eğer hükümdar âdil olursa kanuna gerek yoktur. Hükümdar âdil değilse,
Kanunun anlamı yoktur. Dünyanın en iyi kanununu âdil olmayan zâlim bir adamın eline verin
Kendisine benzetir.” (Prof. Dr. Hüseyin Çelik)