“Takkeni al, önüne koy ve düşün.” derdi rahmetli dedem

204

Hicri Ramazan ayı ile birlikte toplumumuzda bir Ramazan iklimi de esmeye başlıyor. İbadetlere dikkat ediliyor, yardımlaşma ve paylaşma artıyor, insanlar daha da duygusallaşıyor. Bir sihirli değnek sanki sinerji enjekte ediyor.

İnanç ve ilgi düzeyi farklılık gösterse de pek çok insan din olarak İslam’ı daha iyi öğrenme ve yaşama çabasına giriyor. Kur’an-ı Kerim’i okuyorlar, anlamaya çalışıyorlar.

İslam’ın teorisini Kur’an’dan, pratiğini sünnetten öğrenmek en doğru yol. Kur’an asıl, sünnet usuldür. İşin içine gelenekten beslenen hocalar veya her şeye fetva veren dini yarım kişiler girince din kirleniyor, özünden uzaklaşıyor. Bunların dışında bir asılı ve usulü tercih edenlerin duvara toslamaları kaçınılmazdır.

İslam, bize, dinsiz olsa dahi, her insana hakkaniyetli davranmamızı emrediyor, bizse insanları senden benden diye ayrıştırıyoruz, kendimiz gibi düşünenleri ya da bizim mahallede oturanları ön yargıyla her işte haklı görüyoruz. “Muzluma din sorulmaz.” prensibini çiğniyoruz. “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin.” buyruğunu görmezden geliyoruz.

Tevekkül, herhangi bir işte gereğini yaptıktan sonra sonucunu Allah’ın takdirine bırakmaktır. Deveyi sağlam kazığa bağlamak metaforu bilinen bir örnektir. Dinde, tembellik yoktur. Birtakım uyanık Müslümanlar, tembelliğin adını tevekkül koymuşlar, böylece hem dini kirletmişler hem de bu milletin geri kalmasına yol açmışlar.

Nasrettin Hoca’nın “Ye kürküm ye” deyişini hatırlayalım. Dış görünüşe, mal çokluğuna, makam yüksekliğine izzet ve itibar yüklemişiz. Hâlbuki izzet, Allah’ın ölçüsüne göre, takvadadır. Takva, tam teslimiyet, güvendir. Kalpler, ancak Allah’ı zikrederek huzura erer, kişileri ezerek veya kandırarak değil. Veren elin sahibi, alan elin sahibinden üstündür. Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz.

Can boğazdan gelir, deriz; fazla yemeyi gerekli görürüz. H3albuki din bize az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı tavsiye eder. Fazla konuşmanın kalbi kararttığını, çok uyumanın bedeni tembelleştirdiğini ve beyni körelttiğini bilmek istemeyiz. Çünkü bilmek, sorumluluk getirecektir.

Dünyada zafer veya başarı diye adlandırılanların İslami anlayışta bir değeri yoktur; sefer vardır, samimiyet vardır, duruş sahibi olmak vardır. Dünyadaki her başarı, oyun ve eğlenceden ibarettir. İnsanoğlu bunun farkında değildir, pek gafildir. Hem de nankördür.

Din, niteliğe önem verir, niceliğe değil. Keyfiyet, kemiyetten mühimdir. İnsanların çokluğu sizi kandırabilir, onlar yanılgı içinde olabilirler. Çokluk, doğruluk değildir her zaman. Çokluğun ölçü alındığı kararlar ve çokluğa dayalı siyasi sistemler hakkaniyet ve adaletten uzaksa İslam’a göre yöntem olarak önerilmez. Devletin dini, adalettir. Toplum liderleri de “senden benden” veya “şucu bucu” taassubuna göre değil, “adalet”teki yetkinliğine, ifa edeceği görevdeki liyakatine göre seçilmelidir.

Havanda su dövmenin, akıntıya karşı kürek çekmenin bir anlamı yok. Din, bize kaderi, ölçüyü, sünnetullahı zorlamanın yanlışlığını, yaradılıştaki ölçüyle uyumlu yaşamamız gerektiğini söylüyor. Bu uyumlu ilişkide kaderin tecellisi, gayrete bağlı. “Kader, gayrete âşıktır.” sözünü çok anlamlı bulurum.

Yaşamak toplumsal, hesap bireyseldir. Herkes kendi hesabını verecektir. Kimin Cennet’e veya Cehennem’e gideceği, bir başkasının yetkisinde değil. Bu yetki bizde olsaydı, kendimiz ve taraftarlarımız dışındaki herkesi Cehennem’e gönderirdik. Biz kendi akıbetimizle ilgilenmek durumundayız, bunun kaygısını çekmek ve buna göre dünya hayatımızı tanzim etmek mecburiyetindeyiz.

İslam, beşeri insan yapmak için indirilmiş bir dindir. İnsanlığın kadar dindarsın, Müslümansın. “Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir.”, “Sağ elin verdiğini sol el duymayacak.”, “Bir insanı öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibidir.” prensipleri, bunlar gibi pek çok ilke ve direktif, iyi insan olmakla ilgilidir. İyi insan olmayanın dindarlığı da zayıftır, belki de yok hükmündedir.

Din, bize ne olmamız veya hangi mesleği icra etmemiz gerektiğini söylemez, dosdoğru insan olmamızı telkin eder, emreder. Ne tür bir kıyafet giymemiz gerektiğini de söylemez, ancak örtmemiz gereken yerleri söyler. Kıyafetin formu zamana, çevreye, geleneğe göre değişir. Önemli olan kişinin hicap edilen yerlerinin görünmemesidir. Dünya hayatında kişiye değer katan meslekler, İslam’a göre sadece bir iş bölümüdür. Ne olursa olsun, mesleğini hakkıyla yerine getiren kişi, kariyeri en yüksek kişiden daha kıymetlidir.

İndirilen din ile yaşadığımız din arasındaki derin uçuruma yuvarlanmamak için Ramazan mevsimi iyi bir fırsat. Durup ses dinlemek ve silkelenmek gerek. Mezarlıklar, dünya gemisini yalnız kendisinin idare edebileceğini zanneden kaptanlarla dolu. “Takkeni al, önüne koy ve düşün.” derdi rahmetli dedem.

Mekanı Cennet ola dedemin tavsiyesine uyalım mı?