Asrın depremini yaşadık; Jeolojik ve sosyal artçılar devam
ediyor. Çaresiz kaldık; kolumuz kanadımız kırıldı. Deprem, turnusol oldu bizim
için; kalitemiz ortaya çıktı; kendimizi, birbirimizi test ettik; “Biz neymişiz
meğer?” veya “Biz böyle değildik, bize ne oldu?” dedik. Birlikte yaşadığımız
kuzuların, bulanık havada nasıl kurt oluverdiklerini gördük; ayni zamanda it
ürüse de kervanın yürüyeceğine olan inancımızı daha da kuvvetlendirdik.
Merkez üssünün Kahramanmaraş olduğu bilinen depremle birlikte
zeminin üç, beş hatta otuz metre kadar kaydığı söyleniyor. Tarihte eşi emsali
pek yokmuş böyle bir depremin. Medyada, yer kabuğundaki çatlamalar, kaymalar
sık sık gösteriliyor, bizler şaşkınlık yaşıyoruz. Kayan, çatlayan, ıslahı
mümkün olmayan zihinlerin farkında değiliz, buna hiç şaşırmıyoruz.
Depremden kurtulan bir çocuk, yardım ekibine ısrarla annesin
ve babasının göçükte kaldığını söylüyor. Ekip sesleniyor; ancak bir cevap
alamıyor. Çocuğun ısrarıyla bir süre devam ediyor göçüğe doğru seslenmeler. Gelen
sesten sonra, kısa bir kazı çalışması neticesinde anne ve baba kurtarılıyor.
Kendilerine, kazı öncesi yapılan çağrıya niçin cevap vermedikleri sorulduğunda
iki depremzede “Biz Suriyeliyiz, Türkçe bilmiyoruz, Arapça cevap verseydik
belki bizi kurtarmazdınız, diye düşündük.” diyorlar. Ülkemizde yıllardır
oluşturulan “ırkçılık” algısının somutlaşan çirkin yüzüne şahit oluyor,
utanıyoruz. Hala utanmayanlar var.
Siyasi kokartlı biri çıkmış, video çekmiş. “Yandaş ve
hükümet destekli yardım kuruluşları öncelikle kendi yandaş depremzedelerini
kurtarıyor, onlara yardım ediyor, diğerlerini görmezlikten geliyor.” diye
bağırıyor. Yine bir sosyal medya platformunda bir bayan, deprem alanında
devletin acizliğinden söz ediyor ve “Alevi mahallelerine gidilmiyor.” diye
ağlıyor. Daha sonra anlaşılıyor ki, o bayan muhalefetteki bir siyasi partinin
reklam ajansında çalışıyormuş. Kör siyasetin ve sağır muhalefetin, insani
acıların en trajik olanının yaşandığı depremi bile istismar etmesinin
iğrençliğine bir kez daha şahit oluyoruz.
“Çöplüğü karıştıranlar, köpeklerdir.” der Necip Fazıl.
Memleket yıkılmış, yangın yerine dönmüş, canlar yıkıkların altında feryat
ederken bazılarının çıkıp yapılaşmayla ilgili geçmiş yıllardaki suiistimaller,
yanlış politikalar üzerine muhalefet yapma fırsatçılığına soyunduklarını da
gördük. Yanlış zamanda yanlış laf üretenlere bu milletin niçin yüz vermediğini
daha iyi anladık. Her hata konuşulmalıdır. “Havlamayı bilmeyen köpek, sürüye
kurt getirir.” der atalarımız. Acılarımız bitmeyecek, ancak azaldığında yapılan
her türlü idari, mimari, siyasi yanlışlık konuşulmalı, herkes suçu oranında
cezalandırılmalıdır. Adalet, bunu gerektirir.
Samimi dindarlığından şüphe etmediğim birinin telefonda
konuşmasına muhatap oluyorum. Memlekette bu kadar ahlaksızlık, zina varken
depremin İlahi bir uyarı ve ceza olduğundan söz ediyor. “Ahlaksızlığı, zinayı
başka bölgelerdeki insanlar yaptığı halde bunun cezasını niye deprem felaketine
uğrayanlar çeksin, bu Allah’ın adaletine aykırı değil mi, yıkılan binalar
sağlam zeminde usulüne uygun şekilde yapılsaydı bu kadar insan ölür müydü?”
diye soruyorum, ikna edici cevap alamıyorum. Biz dini de yanlış anlıyor ve
uyguluyoruz. “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız
yüzündendir…”, “Allah, aklını kullanmayanları pisliğe mahkûm eder…” ayetlerini,
bize sorumluluk yüklediği için görmezden geldiğimize bir kez daha şahitlik
ediyorum. Kederimizi, kader diye izah etme kolaylığına ve istismarına
yöneliyoruz. Kader, belayı davet etmek değil, musibetlere karşı tedbirli ve
uyanık olmaktır. Deprem yıkar, soğuk üşütür. Sen tedbirini alırsan ne depremde
ölürsün ne de soğukta üşüyüp hasta olursun. Allah’ın insana kader diye verdiği
akıl, bunu yapmayı gerektirir.
“Aklını başına al.”
der büyüklerimiz. Biz aklı başında değil, yüreğinde olan bir milletiz. Mağdura,
mazluma, düşküne yardım etme konusunda her türlü fedakârlığı yapıyoruz. Yüce
gönüllülüğe sahibiz, dünyada emsalimiz yok. Memleketimin insanı, tereddüt
etmeden yardıma koştu, yardım gönderdi, insanüstü bir çabayla depremzedeleri
göçükten çıkardı, imkânlarını bağışladı, evine misafir etti. Kendisine “Bu
millet yıkılmaz.” dedirtti. Gördük ki yüreğimize yerleşen aklımız, başımıza
hayli mesafeli kalmış. Aklımız, yüreğimizde yer ettiği kadar, kendine başımızda
yer bulabilseydi, binalarımızı güvenilir zeminlerde, bilimin gerektirdiği
ölçülere göre yapardık; inşaat malzemesinden çalma ahlaksızlığının ve çabuk
zengin olma ihtirasının doğuracağı sonuçları öngörebildik.
Her toplum, layık olduğu gibi yönetilir. Kumaş kalitemiz bu.
Hangi siyasi terzi gelirse gelsin, bu kumaştan bu kalitede elbise çıkacaktır.
Öncelikle kumaşın kalitesini artırmak gerekir. İşe, zamanımızı işgal eden,
ümitlerimizi çalan, hayallerimizi yıkan siyasi kişilerle başlamak gerekir.
Balık, baştan kokar.
Kavga etmeye gerek yok. Asrın felaketiyle anladık ki, biz
“bu”yuz. Bir taraftan yaralarımızı sararken bir taraftan da kaliteli insan ve
toplum oluşturma sürecini başlatmalıyız. Din anlayışımızı, siyasi ahlakımızı,
fiziki alt yapımızı, konjonktürümüzü, doğru bildiğimiz yanlışlıklarımızı,
iktisadi yapımızı, varlık nedenimizi cesaretle sorgulamalı, tartışmalıyız.
Sıkıntılarımızı çözmeliyiz. Şerden hayır çıkarma kaderi böylece tecelli etmiş
olsun.
Bir daha soralım: “Kaderimiz olan ne; ölmek mi, ders almak
mı?”