Toprak sürülüp,
altı üstüne getirilip, sularla istilâ edilip, güneşte yanıp kavrulduktan; ancak
bu çileleri çektiktan sonra, bağrına bırakılan tohuma analık etmeye başlıyor.
Bağrında ona yer veriyor.
İnsanın istediği
kıvama gelinceye kadar toprak; kendisine verilen yetiştiricilik kabiliyet ve
potansiyelini harekete geçirerek; tohum ve çekirdeği sıcak ve soğuklarla
yoğurup, güneşin ışınlarını içine çekip, sabahların serin havasıyla sinesini
doldurduktan sonra, bir süre bu iş ve faaliyetler sonunda bağrındaki tohum; ya
bir çiçek, ya bir ağaç, ya bir sebze ya da bu gibi yetiştiriliş ve bitirilişler
olarak bize sunuluyor, hizmetimize veriliyor, zevkimize âmâde kılınıyor.
İnsan da öyle
değil mi? Allah’ın ilminden, sırasıyla Ruhlar Âlemi!ne, oradan Ana Rahmi’ne,
oradan Dünya’ya. Dünya’da nice meşakkat ve zorluklarla haşir neşir olduktan
sonra; yetişmiş olgun bir insan olarak; diğer insanlar arasındaki mukadder /
takdir edilen yerini alıyor.
Kendisinden
bekleneni yapmaya çalışarak maddeten ve manen dünya kademelerinden geçerek,
daha doğrusu geçirilerek istenen kıvama getirilip, kendine yeter bir hâlde,
dünya hayatının kendine ayrılmış köşesinde; ebed yolculuğunun başlayacağı güne
kadar çırpınıp duruyor.
Kısaca ancak
“Hamdım, piştim, yandım.” safhalarından geçerek; yaratılış gayesini yerine
getirerek; Allah’a lâyık bir muhatap / kendisine hitap edilecek bir duruma
yükselmiş oluyor.
x
İnsanlık tarihine
baktığımızda, insanlarda bir yaratıcıya inanmak, ona tapmak ve taptıkları için
çeşitli mâbetler, tapınaklar yapmak hep olagelmiştir.
Taptıklarına
verdikleri isimler farklı, tapınaklar çeşitli olsa da, tarihin her devrinde
insan; bir yaratıcıya tapma ihtiyacını hep duymuş ve hissetmiştir. Fakat bu
ihtiyaç peygamber olmadıkça veya
peygamberden uzak kalınca; insanların çok detaylı menfî dalâlet
yollarına sapmalarına ve düşmelerine sebebiyet vermiş; insanların doğru olan
fıtrî ihtiyaçlarını teminde ve yoluna koymakta, çok yanlış adımlar atmasıyla
neticelenmiştir.
Bu insanların
akılları yok muydu? Vardı. Fakat o aklın da akıllı olmaya ihtiyacı vardı. O
akıl; akıl olmalıydı. Yani o ihtiyaç duyduğu sahayı; enine boyuna bilmeliydi.
Çünkü akla da, akıl gösterici bir akıl gerekiyordu. Tıpkı ışık olmayınca göz;
bir işe yaramadığı gibi, göz hükmünde olan aklın da, bir ışığa ihtiyaç ve
gereksinimi vardır. O ışık ise, konuşmak istediği veya yazmak arzu ettiği;
kısaca fikir yürütmek istediği sahada ehil olması, o hususu en ince teferruat
ve ayrıntısıyla çok iyi bilmesidir. Yoksa belli bir konuda eğitim almamış bir
akıl; o konuda bir işe yaramaz.
Tıpkı fizik
eğitimi almayan birinin “Aklım var!” diyerek, fizik hakkında konuşmaya çalışarak,
kendini maskara etmesi gibi.
Fizikçi iki
kişinin, fizik hakkında konuşmaları, tartışmayı güzel, faydalı, verimli ve ilmî
bir sonuca götürürken;
Fizik bilmeyenin,
fizik bilmeyenle veya fizik bilmeyenin fizik bilenle; aklım var diyerek, fizik
hakkında tartışmaya girişmesi;
O insanı nasıl
gülünç bir duruma düşüreceği, herkesin üstünde karar kılacağı şüphe
götürmez mantıkî bir hakikattir.
Nitekim:
“Çıkar âsâr-ı
rahmet, ihtilâf-ı rey-i ümmetten.”
Rahmet eserleri, bir
konuda aynı eğitimi almış kişilerin; farklı fikir ve düşünceler ileri sürerek;
aynı mevzuda tartışmalarından ortaya çıkar, denilmiştir.
Ayrıca:
“İhtilâfu ümmetî
rahmetün.”
Hadîsini, bir de
bu açıdan ele alabiliriz:
Yani, aynı konuda
mütehassıs / yetkin olan ehil kişilerin;
Konuya farklı
açılardan bakmaları ve ona göre yorumda bulunmaları rahmettir.