15 yılı
aşan köşe yazarlığım sürecinde ilk defa bir ay süre ile yazı yazmadım.
Amerika’ya yaptığım seyahat sırasında kendimi zorlasam belki yine haftada iki
gün yazabilirdim. Ama bu defa yazmak içimden gelmedi.
Yazdıklarımın
hem benim kendi duygu ve düşüncelerimin berraklaşmasına ve hem de okuyucunun
düşünce dünyasının zenginleşmesine katkı sağladığı kanaatindeyim. Bu yüzden
yazmayı çok seviyorum.
Elbette,
zaman zaman ben de, “söylesem faydası yok, sussam gönül razı değil” sözündeki
gibi bir ruh haline giriyorum.
Bu
durumdan “mesajlarımın ulaşması gereken bir kişi varsa ve O’na ulaşıyorsa
maksat hasıl olmuştur” tesellisi ile çıkış yolu buluyorum.
Buna
rağmen bir ay yazmadım.
****
Tarihi
tecrübelerden, benim gibi gazete yazıları yazan birinin toplumda kısa zamanda
büyük değişimler yaratmasının mümkün olmadığını farkındayım.
Yani
beni yazmaktan alıkoyan yazdıklarımın somut meyvelerini görememek değildi.
Aksine tanımadığım veya az tanıdığım bazı kişilerin yazılarımı takip
ettiklerini, kendi duygularına tercüman olduğunu söylediklerinde, samimi teşekkürlerini
duyduğumda motive oluyorum.
Böyle
bir ay ara vermeme, belki de zihinsel ve ruhsal bir detoks ihtiyacı
sebep olmuştur.
Çünkü
içinde bulunduğumuz sosyal, siyasi ve ekonomik atmosferin yüklediği ağır bir
stres (baskı) altındayız. Farkında olsak da olmasak da bu stresi azaltma ve
hatta boşaltma ihtiyacı içindeyiz.
*****************************
Sosyal Değişimin Zorluğuna Dair Örnekler
Bir
topluma verdiğiniz sosyal ve kişisel değişime davet eden mesajların karşılık
bulması kolay değil. Çünkü yılların birikimi ve alışkanlıkları değişime karşı
bir direnç oluşturuyor.
·
İnsanlar
içinde en seçkini ve Habibullah (Allah’ın sevgili kulu) olan son peygamber Hz.
Muhammed bile mesajlarını insanlara ulaştırmakta müthiş zorluklar yaşamıştı.
Peygamberlik görevini üstlendikten sonra mesajlarını tebliğ ettiği halkından
davete uyan çok az olmuştu. Bir rivayete göre ilk beş yılda sadece 40 kişi (bir
rivayete göre de yüz küsur kişi) iman etti. Çoğunluk O’nu “atalarının dininden
dönmekle” suçladı.
·
Osmanlı’nın
yenilikçi padişahlarından II. Mahmut devlet memurlarına fes kullanımını
zorunlu tuttuğunda bir kesim direndi. “Sarığımızı çıkartmayız! Bu ecnebi başlığını
kabul etmeyiz!” diye bağırarak ve “fesin gavur başlığı olduğunu” belirterek,
fes takmayı reddedenler oldu. Bunun üzerine II. Mahmut fesin “dinen caiz
olduğunu” belirten fetvalar yayınlatmak zorunda kaldı.
Oysaki Fes
gerçekte bir Ortaçağ Bizans- Yunan başlığıdır. Yeniçağ’da Avrupa’da İskoç
başlığı olarak da kullanıldı. Halen de Ortodoks ayinlerinde fes giyilmektedir.
Atatürk
fes yerine şapka giyilmesini istediğinde ise fes’i İslami bir kıyafet sanıp,
şapkayı “Hristiyan başlığı” diye lanetleyenler oldu. Hatta Fesli Kadir
namıyla maruf Kadir Mısıroğlu ölünceye kadar Frenk usulü takım elbise ve
kravatın üstüne kırmızı fes giymekte ısrar etti.
*****************************
Negatif Enerji Bulutu İçindeyiz
Amerika
seyahatimde bir kere daha gördüm ki Türkiye’de çok yoğun bir negatif enerji
bulutu içinde yaşıyoruz.
Bu
negatif enerjinin ilk kaynağı siyasetin kirli ve öfkeli dili, ekonomik
krizin tahribatı, geleceğe dair umutsuzluğumuz. Sadece bunlar olsa belki
baş edebiliriz.
Bunlarla
beraber birbirimize ve devletimize olan güvensizliğimiz bizleri fena
halde yıpratıyor.
İlaveten
yoğun trafik, asık yüzlü ve mutsuz insanlarla dolu caddeler; düzensiz,
yeşilden uzak gri şehirler, yüksek suç oranlarının yarattığı vehim ve
korkularımız da içimizi karartıyor.
*****************************
Amerika’da Hayat
ABD
deyince çoğumuzun aklına New York, Chicago, Las Vegas gibi, 72 milletin yaşadığı,
ışıltılı gökdelenlerle dolu büyük şehirler geliyor. Oysaki bu büyük kıtada
nüfus yoğunluğu Türkiye ile kıyasladığımızda çok düşük.
ABD’de “downtown”
denilen şehir merkezleri haricinde yüksek katlı binalar pek yok. Amerikalıların
çoğu şehirlerin çevrelerini kuşatan mahallelerde tek veya çift katlı villalarda
oturuyor.
Çoğu site
şeklinde yapılan bu evlerin hepsinin iki veya üç araçlık kapalı garajı, ayrıca
garajın önünde fazla araçlarını koyabilecekleri park alanı ve her evin bahçesi
var. Çok sayıda ağaçları, yeşil alanları ve bir de göletleri olan siteler duvarlarla
kaplı değil, girişlerinde güvenlik yok. Herkes serbestçe girip gezebiliyor.
Benim
gezdiğim eyaletlerde her yer ağaçlık; orman ve yol olmayan yerler bakımlı
çimlerle kaplı. Her ev sahibi çimlerini biçmek, bitki örtüsünü düzenli tutmak,
çöpünü belli saatlerde dışarı çıkarmak ve evinin cephesini ve çevresini
temiz tutmaktan sorumlu.
Etrafta
her daim cıvıl cıvıl kuş sesleri, zaman zaman görünen tavşanlar,
sincaplar, kazlar, ördekler ve karayollarında her zaman karşınıza çıkma
ihtimali olan geyikler hayatın birer parçası.
Metropoller
haricinde dışarıda karşılaştığınız her insan size güler yüzle selam veriyor
ve iyi dileklerini bildiriyor. Mahremiyet alanı kabul edilen 1-1,5 metre
yakınınıza yaklaşan herkes özür dileyerek sizi rahatsız etmeden geçmeye
çalışıyor.
Evlerin
kapısı ve penceresi yere o kadar yakın olduğu halde hiçbir evde çelik kapı
ve pencere korkuluğu yok. Hırsızlık vakaları çok az.
Her
evin posta kutusu evin dışında yol kenarında. Kargonuz bu kutuya
sığıyorsa buraya, daha büyük kargolar evde yoksanız kapınızın önüne
bırakılıyor. Posta kutuları da konut dokunulmazlığı kapsamında sayıldığı için
bir başkasının posta kutusunu açan olmuyor. Kapınızın önündeki kargo birkaç
gün kalsa bile çalan olmuyor.
Devlet,
kurumlar veya şirketler vatandaşların beyanlarını esas alıyor. Beyanınızdaki
bilgilerin doğruluğunu ispat edici belge istenmiyor.
Fukuyama’nın
“toplumsal ilişkilerde güven ne kadar belirleyici ve yaygınsa o toplum o
kadar zengin ve müreffeh oluyor” tezine hak verdiren bir durum bu.
Amerika’dan
başka izlenimlerimi paylaşmaya devam edeceğim.