Ayı Oynatıcılar:
Bu manzara benim yaşamım boyunca unutamadığım bir
insanlık ayıbıydı! Doğal yaşamına müdahale ederek, türlü işkencelerle bazı
hareketleri öğrettiğimiz, burnuna geçirilen halkayla da güya insanlara gösteri
adı altında bazı garip hareketleri yapan ayılarla; bir elinde tef, diğerinde
uzun bir sopanın ucunda ayının burnuna bağlı bir zincir ve kavruk bir
Çingene’den oluşan bu ikili; daha çok turistik yerler ve sokak aralarında
gösteri yapardı. Elindeki tefi; dokuz-sekizlik bir ritimle çalarak, şarkı
söyleyen çingenenin, arada bir elindeki sopayla ayıyı dürtmesiyle ayının sopaya
tutunarak, iki ayağının üzerine kalması, bazen yere yatarak bayılma numarası
yapması ilginç bir şovu ortaya koyardı.
En çok tutulan gösteri
ise: “Kocaoğlan, hamamda karılar nasıl bayılır? “sorusunun ardından,
ayının sırt üstü yere yatarak bayılma numarası yapmasıydı. Gösteri sonrasında
Çingene başından çıkardığı kasketi ile seyircilerden para toplardı.
1980 sonrasında ayı
oynatmak kesinlikle yasaklandı. Hayvanlar toplanarak, Uludağ’da oluşturulan
‘ayı yetiştirme ve iyileştirme merkezine’ götürüldüler. İnsanların doğal
yaşama, doğal yaşamın canlılarına nasıl zarar verdiğinin en belirgin
yansımasından sadece bir tanesiydi…
Boncuklu Kasap Kapıları:
O dönemde çocuk
yıllarımın içinde kalan ve hep ilgimi çeken ama biraz da çocuksu oyunlarımın
içinde yer alan ‘boncuklu kasap kapılarını’ hiç unutamam. Özellikle yaz
aylarında; kocaman boncukların sıra, sıra dizildiği upuzun iplerle kapalı kasap
kapılarından içeri girerken, o bocukların çıkardığı şıkırtılı sesleri çok
hoşuma giderdi. Yaz sıcağının o boğucu atmosferinde; İstanbul’daki kasapların
pek çoğunun kapıları, içeriye sineklerin üşüşmesini önlemek için bu boncuklu
siperliklerle örtülü olurdu…
Dalyanlar:
60’lı yıllarda ülkemizi
çevreleyen denizler, bugünkü gibi balık çeşitlerinden yoksul halde değildi!
Marmara denizinin o kirletilmemiş tertemiz sularında tutulan balıklarının tadı;
boğazın eşiz güzelliğine tat katar, yerli ve yabancı herkesimden insanın
‘Boğazda ki, rakı balık keyfi’ hayatlarına büyük bir lezzet verirdi.
İşte o dönemin özellikle
uskumru, palamut, torik, lüfer ve kalkan balığı mevsiminde; kıyıya yakın sığca
kesimlerle, denizin dibine ağaç kazıklar çakılarak, bunların arasına geniş ve
hacimli ağlar gerilirdi. Balık sürüleri bu bölgeden geçerken, bir ucu torba
gibi açık olan dalyan ağlarından içeri girerler, bir süre sonra da dalyanın
ağzı kapatılarak içindeki balıklar kıyıya çekilirdi. Dalyan tahtalarının
birinde dalyan gözcüsü sürekli nöbet tutardı. Görevi; ağa balık sürüsü girince,
tuzağın ağzını kapatmaktı. En meşhur dalyanlar, Boğaz’da akıntının yoğun olduğu
noktalarda kurulu olan Kavaklar, Sarıyer, Beykoz, Çubuklu ve Salacak ile
Marmara kıyılarında Yenikapı ve Bakırköy dalyanlarıydı…
El Radyoları:
60 yıl önce o günlerde,
avuç içi kadar büyüklükte, yassı pille çalışan radyolar çok rağbet görürdü.
Bilhassa Pazar günleri TRT’nin canlı yayınla yayınladığı lig maçları, kulaklara
sıkıca yapıştırılan bu el radyolarını genelde erkekler kullanırdı. Yine o
dönemde radyosu olmayan otomobillerde ve diğer araçlarda da torpidonun üzerinde
yerlerini alırlar ve yol boyunca açık olurlardı. Benim de kullandığım bu
radyoların parazitini en aza indirmek için, dinlediğim zaman sık, sık yönünü
değiştirmek zorunda kaldığımı, daha dün gibi hatırlıyorum…
Mandolin:
60’lı yıllarda, ilkokul
çocuklarına çalmaları için adeta zorla dayatılan ama nedense çocuklar
tarafından hiç sevilmeyen adına ‘Mandolin’ denen bir İtalyan çalgısı pek
modaydı! Bu çalgı öylesine moda olmuştu ki, neredeyse tüm okullarda öğretici
kurslar açılır, bütün kırtasiyecilerde mandolin metot kitapları satılırdı…
Leblebi Tozu:
Çocukluğumuzu yaşadığımız
60’lı yıllarda vazgeçemediğimiz muzurlukların başında gelen, ağzımıza
doldurduğumuz ‘şekerli leblebi tozunu’ karşımızdakinin suratına püskürttüğümüz
o günleri unutmak mümkün müdür? Mahalle bakkallarında satılan, işaret parmağı uzunluğundaki
şeffaf torbalara doldurulan bu ‘muzurluk cephanesi!’, eğer ağızda fazla
tutulursa, boğaza fena halde kaçar ve uzun süre öksürtürdü. Boğulmak üzere olan
çocuğunu fark eden ebeveynler tarafından çocuk güzelce dövülür, leblebi tozunun
geri kalan kısmı aceleyle çöpe atılırdı…
Mızıkalar:
İlk mızıka sesini
duyduğumda, ‘Heybeli Ada da’ ilkyaz tatilindeydim.. Elinde garip bir aleti
üfleyen bir çocuk, bu aletten, ‘kovboy filmlerini’ izlerken duyduğumuz bir ses
çıkıyordu! Bu aletin adının ‘mızıka’ olduğunu öğrendim. Dudaklar arasında hızla
sağa, sola çekilirken üflenen bu aletten çıkan çok değişik sesler, işitenlerin
oldukça ilgisini çekmişti. Daha son pompalısının da kullanım alanı-mıza girdiği
bu ince uzun, dikdörtgenler prizması şeklindeki müzik aleti, 60’lı yıllarda
çocuklara alınan hediyelerin başında geliyordu…
Kabinli Motosikletler:
O dönemde motosikleti
olanların yarısından çoğunun motorunun yanında bir de kabini olurdu! Motorun
sağ tarafına takılı, bağlanıp çıkarılabilen bu kabinler kapısız ve tek
koltukluydu. Sadece sağ tarafında tekerlekleri olurdu. Önlerinde rüzgârı kesen
bombeli bir camı, kabinin arkasında da, küçük bir bagajı vardı. İstanbul’da
genel olarak bu tür motorları kullananlar; motor kabinin içerisinde eşlerini ve
çocuklarını taşırlardı…
Devam Edecek