Oğuz Çetinoğlu: Şöyle bir iddia var: ‘Şekil ve sembolleri bolca kullanılan dînî
kelime ve kavramları ölçü alırsak, ilk bakışta dindarlaşma artıyor zannederiz…
Gerileme var.’ Bu konudaki görüşünüzü
lütfeder misiniz?
Prof. Kahveci: Türkiye’nin kimlik üretme problemi vardır. Kimlik
üretemiyor. Bu sebeple başkalarının ürettikleriyle kimlik edinmeye çalışıyor.
Bunlardan biri dindir. Din, tanrı dahi olsa, başkasının ürünüdür. Dinden kimlik
olmaz, dinden din olur. Türkiye dini, din değil, kimlik olarak kullanıyor. Ama
bu dînî kimlikle dünya kamuoyunun önüne çıkamıyor. Mesela kapalı kapılar
ardında kapalı devre kendi aralarında dincilik yapıyor ama açık kapılar önünde
dinci olarak bilinmek istemiyor. Paradoks!
Çağımızdan önceki devirlerde kimlik
oluşturmak, başkasının ürünü olan din ve etnisite ile yapılıyordu. Şimdi ise
özgün felsefî ve ilmî ürünler üretmekle yapılmaktadır. Türkiye’nin kimliği,
başkalarından ithal edilen ürünlerle doldurulmuş İslâm ve Türklük gibi nominal
bir kimliktir. Topluma İslâm’ın ve Türklüğün ne olduğu sorusu sorulduğunda
cevap verememektedir.
Türkiye aksiyolojik değil,
fenomenolojik muhafazakârdır. Yâni değerlerle değil dış görünüş ve duyguya
dayalı sembol ve simgelerin muhafazakârıdır. Yâni motorla ilgilenilmemekte,
kaportanın düzgün olması için çalışılmaktadır.
Dindarlaşmanın ne olarak
algılandığı önemlidir. Şimdi bu konuda bilim ve felsefe perspektifinden söylenmesi
gereken o kadar çok şey var ki, hangisinden başlayacağımı bilemiyorum.
Ama şunu tespit edebiliyoruz ki Türkiye’de dindarlaşma değerlerle değil,
şekillerle görüntülerle alakalıdır. Düşünme işlemi yapmayıp fikir
üretemeyen toplumlar, dînî sembol ve simgelere yapışırlar. Bu dindarlaşma
görüntüdedir, yâni fenomenaldir, kaportayla sınırlıdır. Numenal yâni özle,
motorla ilgili değildir. Motor, düşünme işlemi ile çalışır. Sembol ve simgeler
tanrı vergisi doğal duyu organlarına hitap ederler. Halbuki günümüz, duygulara
değil zihinlere hitap edilen bir çağdır. Duygulara din adamları hitap ederler
ve çok kolay bir iştir. Bu işi yapmak için eğitime gerek yoktur.
Fikirlere fikir adamları hitap
edebilir ve çok zor bir iştir. Ülkemizin düşünürü yoktur. İşin daha kötüsü,
düşünlere hitap etmesi gereken ilahiyat profesörü akademisyenler dahi din
adamlarının yaptıklarını yapabiliyorlar, düşünürlerin yapması gereken işi
yapamıyorlar. Bir fikrî iktidarsızlıkları var ama haksız şekilde bu fikir
katmanının işgal ediyorlar. Bir profesör, şikâyet ettiği şeyin fikrî kuramını
ve paradigmasını ortaya koyması gerekir. Ama yapamıyor, çünkü düşünme işleminin
nasıl yapılacağını bilmiyor. Gerçi bu çok zor bir iştir. Kafa ile yapılabilir.
Zor işten kaçıp, Allah vergisi ağız gibi doğal aygıtlarla bu işi yapıyor. Yâni
elin oğlunun bugünkü binlerce filozoflarının bu işleri nasıl yaptıklarını
çalışsınlar, onlar da aynısını yapsınlar. Ama ne gerek var ki? Bunu yapmadan ve
bu yapmadıkları işin ağlamasını yapmakla ülkenin DİB Başkanlığı gibi, en üst
makamlarına gelebiliyorlar. İşte ülkeye en büyük ihânet, sorumluluğu olan
görevi yapmadaki acziyeti ve ihmali topluma ağlayarak gidermeye çalışmaktır. Bu
kişiler görev ihmâli yaptıklarından ve ülkeye görev zararı verdiklerinden
yargılanmalıdırlar.
Bir DİB Başkanının, ülkenin bir
problemi üzerinde kafa ürünü bir kuramını gördünüz mü? Göremezsiniz. Şimdi bir
DİB Başkanının yaptıklarını analiz edelim. Üç haftalık Kurân Kursu eğitimi ile
yapılabilen pratisyenlik işlerini yapıyor. Mesela VİP cenaze imamlığı, camide
vaazlar, namaz kıldırmak, hutbe okumak gibi. Yâni bunları yapsın diye mi kırk
yıl bu millet onu profesör yapmak için para harcamış?
Profesör DİB Başkanlarının
yaptıklarını analiz edelim. Ortaya yeni fikre dayalı paradigmalar ve kuramlar
koymaları gerekirken, bu acziyetlerini, ihmallerini ve iktidarsızlıklarını,
geçmişte üretilen sembol ve simgelerin dozajını ve alanını artırarak kamufle
etmeye, örtmeye, şehirleri köylere döndürmeye çalışıyorlar. Mesela ezanın ses
tonunu artırıyor, harfleri aşırı uzattırıyor, ortalığı cami ve minare
dolduruyor, köylerde ölüm haberini vermek için uydurulan salayı bütün
şehirlerde okutuyor. Cuma akşamları ve günleri saatlerce sala okutuyor. Halbuki
diriliş olan Cuma, ölümleştiriliyor. Tabîi diriliş yapmak kafa ila alakalı
lojik iştir, ölüm ise biyolojik bir iştir. Doğal aygıtlarla yapılır, kolay
iştir. Şimdi canı sıkılıp eline mikrofon geçiren kişi sala okuyorum diye
vakitli vakitsiz ortak alanda bağırıyor. Deşarj oluyor, tatmin buluyor. Yine
camilerin içi fikirle aydınlatılamadığı için, başkalarının hatta
gayrimüslimlerin icatları olan avizelerle, dışları da projektörlerle
aydınlatılıyor.
Toplum çelişkiler içerisindedir.
Mesela Türkçe müziği haram görür ama ezan ve Kur’ân’ın müziksiz okunmasını da
haram görür. Hatta Allah kelamını güfte ve beste malzemesi yapmada bir sakınca
görmez. Bunun ruhsatını Allah’tan almaya çalışmaz. Kendisi önce hareketi yapar,
sonra ona dinden meşruiyet bulur.
Çetinoğlu:
Devlet
adamının yanlışları, ‘devletin yanlışı’
olarak yorumlanabilir mi?
Prof.
Kahveci: Devletin de dinle ve çağdaşlıkla hattâ anayasasıyla
çelişkileri vardır. Bir çelişki sosyolojiktir: Meselâ millet ve lâiklik
kavramlarına göre bir ülkenin ortak alanları nötr olmak mecburiyetindedir.
Ülkenin ortak alanı bir dine, mezhebe, etnisiteye, sosyal ve ekonomik tabakaya
dayalı düzenlenemez. Tıpkı bir apartmanın ortak alanlarına, ondaki bir dairenin
zihniyetinin hâkim kılınması kanunla yasak olduğu gibidir. Kanunlarımız bunu
suç saymıştır. Ortak alanlar toplumun ortak yararına ve iyiliğine göre
düzenlenmek mecburiyeti vardır. Türkiye, ortak alanda dînî unsur olan ezanla
kolektif kimlik üretmeye çalışıyor. Bu, çağdaş millet ve lâik bir ülkede
çelişkidir.
Çetinoğlu:
Ezan
hakkında söylediklerinizin, çan sesinden rahatsız olmayan İslamiyet’e mesâfeli
kişilerin söylemleriyle örtüştüğü söylenebilir. Şüphesiz siz; ‘ezan okunmuyor, ezanın canına okunuyor’
diyenler gibi nezâhet ve estetik arayışındasınız.
Röportajı önce yanlış yorumlara
sebebiyet vermemek için, ezan okumakla alakalı olarak söylediğiniz sözlere
açıklık getirir misiniz?
Prof.
Kaveci: ‘Din açısından ezan
okumak farz değildir.’ Dedim. Farz olan namaz kılmaktır. Ezan namaz için
bir araçtır. Ama namazın ne farzlarından ne de sünnetlerindendir. Bu sebeple
Fıkıh kitaplarına göre ezansız namaz geçerlidir. Şimdi devlet sünnet dahi
olmayan ezanı devlet eliyle ortak alanda okutup herkese zorla dinletirken, farz
olan namazı zorlamıyor. İşte bu durum, çağdışılığın, çağdaş çözüm bulamaması
acziyetidir. Türkiye lâik ve millî bir ülkedir. İslâm cumhuriyeti değildir.
İran, İslâm Cumhuriyeti olmasına rağmen, ezanları özel alanlar olan camilerin içinde
okutmaktadır, ortak alana taşırmamaktadır. Hakîkaten bu durum bile İran’da bir
çeşit felsefenin varlığını gösterir. Bizim durum ise, ülkemizde hiçbir çeşit
felsefenin var olmadığının göstergesidir. Çağdaş çözümler bulamıyoruz. Çağdaş
sorunlar kafa ile alakalı meselelerdir. Onların çözümleri ancak düşünme işlemi
yaparak kafa ile çözülebilir ki maalesef bizde bu işlem yapılamamaktadır.
Türkiye’de ne dindarlık ne de
medenîlik vardır. Yâni çağımız standartlarında sosyal insan olmak problemi
vardır. İnsan olmak da eğitimimizin hiçbir kademesinde öğretilmiyor. Öğretecek
kişi de yok. Öğretenlerde aynı problem mevcuttur. Mesele insan malzemesinin
kalitesidir.
Çetinoğlu:
Hocam,
hoşgörünüze güvenerek söylüyorum. İmam Hatip’li ve İhâliyatcı olarak
söyledikleriniz çok dikkat çekici hususlar… Salâ hakkında söyledikleriniz kabul
edilebilir olmakla birlikte, ezanla ilgili sözleriniz üzerinde durmak gerektiği
kanaatindeyim. Bin dört yüz küsur yıllık
geleneğin devamına karşı çıkıyorsunuz. Türkiye bu iddiaları kaldıramaz. Peygamber Efendimiz’in Bilâl-i Hâbeşî’ye ezan
okutması sünnettir. ‘Ezan okunmasına karşı mısınız?’ diye sormayacağım. Çünkü
karşı olmadığınızı biliyorum. Ancak, sizlerinizi; ‘Kahveci Hoca, ezana karşı çıkıyor’ şeklinde yorumlayanlar mutlaka
olacaktır.
Bu bahsi kapatıp bu röportajın son
sorusunu sorayım:
Çevremizdeki
insanlara ve haklılık derecesi tartışılabilir iddialara bakarsak, ‘İnsanlarımızda sekülerleşmeye doğru bir
gidiş’ olduğu söylenebilir. Bizi sekülerleştirmek isteyen dış güçler, iç
mihraklar var. ‘Sekülerleşme’
kavramını açıklayarak değerlendirmelerinizi lütfeder misiniz?
Prof. Kahveci: Dış güçler bizi sekülerleştirmek istemezler. Çünkü
sekülerleşirsek çağdaşlaşırız ve ayıklanıp yok olup gitmeyiz. Bilakis bizim
dînî kalmamıza çalışıyorlar. Nitekim Atatürk’e düşman olmaları ve Atatürk’ten
sonraki lâikliğin hâkimliğinde geçen bir asırda çağdaşlaşmamızı eğitim
sisteminde engellemeleri bundan dolayıdır.
Sekülerlik her şeyden önce bir
düşünüş biçimidir. Fakat bizim, düşünme ile işimiz olmadığı için sekülerliği
fikrî bazda algılayamıyoruz. Onu dînî ve siyâsî anlıyoruz. Çünkü bizde sâdece
siyâsî ve dînî algı kalıpları mevcuttur. O sebeple sekülerliği, bu kalıplara
dökerek, ‘din ile devlet işlerini
birbirlerinden ayırmak’ şeklinde algılayabiliyoruz. Halbuki sekülerlik, 18.
asra kadar geçerli olan ve dînî düşünme adı verilen düşünüş biçimiyle değil, insan
aklı ile düşünmektir. Nötr ve objektif bir düşünmedir. Taraflı ve sübjektif
değildir.
Sekülerlik başta olmak üzere bugünkü
çağdaş sistemler Batılılar için de yeni sistemlerdir. 18. asra kadar bunlar
onlarda da yoktu. Bunları Batı toplumu da icat etmedi. Hasbelkader Batı’da
yaşamış olan düşünürler ve ilim insanları bunları icat etti. Batı toplumu
önceleri bu icatları kendisine, özellikle dinine yabancı gördüğü ve onu korumak
için bunları icat edenlerin bazılarını diri diri yaktı, kimilerini zehirleyerek
öldürdü, kimilerini hapsetti. Ama daha sonra bu yeniliklere adapte oldu. Şimdi
bu yeni değerlerle oluştu ve eskilerin muhafazakârlığının mücâdelesini
vermiyor.
Çetinoğlu: Teşekkür ederim Hocam.
Konu
hakkında daha fazla ve Prof. Dr. Niyazi Kahveci hakkında bilgi edinmek
isteyenler için: www.ulusaldemokrasienstitusu.org
Prof. Trabzon’a Amcaoğlu
Niyazi
İngiltere’de
Meslek
Millî ve milletlerarası bilgi şölenlerinde |