İbnülemin Mahmud Kemal İnal ve Eserleri – 23

106

Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine

 Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine

 

Hakkında Yazılanlar-5

TAHA TOROS

 ‘Yeni nesiller için İbnülemin adı, bir eski
zaman adamını hatırlatır. Yaşı doksan’a yaklaşırken vefat eden İbnülemin Mahmud
Kemal İnal, bir ‘târih adam’dı. Milletimizin
nâdir syetiştirdiği -dünyâ çapında-bir biyograf ve bibliyograf idi. Allah’ın
lütfu olarak öğünülecek güçlü bir hâfızası, keskin zekâsı, gecesi gündüzü
olmayan çalışkanlığı, ileri yaşından umulmayan hareketli hayatı; yakın
târihimize, edebiyatımıza, yazı ve mûsikî hayatımıza derin vukufu ile sağlam
kaynaklar oluşturmuş bir âbide adamdı. Batılı âlimleri hayrete düşüren
eserleriyle, İstanbul Üniversitesi’ne hediye ettiği milyarlar değerindeki
kütüphânesi ile milletimize aydın din adamları yetiştirilmesini sağlama
gayesiyle bağışladığı Beyazıt’taki târihî konağı ile fazîletin temiz örneğini
veren bir asil insandı.

…………………….

Kış, yaz bu
konakta devam eden pazartesi geceleri sohbetlerine gelenler ilmî hüviyetlerine,
yaşlarına dostluk ve vefâ derecesine göre ölçülü biçimlerde karşılanır,
kendileri uygun koltuklara ve iskemlelere oturtulurdu. Toplantıda sevmediği
kişileri veya zevzeklik yapanları karşılamada pek aldırış edilmezdi. Mahmud
Kemal Bey, bunlara başıyla, şöyle kapıya yakın iskemleler gösterirdi!
Sevdiklerini, hele uzaktan gelen dostlarını esprili sözlerle karşılar, yerinden
kalkar, bazılarına elini öptürür, bazılarına da öptürmeden elini geri çekerdi.

Üstad’ın garip
bir huyu vardı. Bu toplantılarda, genellikle misâfirleri birbirine tanıtmazdı.
Bu salonda yıllarca karşılaşmış ve âşinâlık peyda etmiş profesörler, doktorlar,
müzisyenler, edipler, şâirler, târih ve edebiyat mensupları birbirlerinin
adlarını konaktan çıktıktan sonra, sokakta öğrenirler ve bu konaktaki havanın
etkisiyle birbirleriyle derin bir dostluk içme girerlerdi.

Karlı, tipili
bir geceydi. Sanırım gecenin konukları arasında Burhan Felek, Behzat Butak,
Vasfı Rızâ, Fethi İsfendiyaroğlu, Mükrimin Halil, Kâzım İsmail, ünlü mûsikî
yıldızlarından Dr. Nevzad Atlığ ile Dr. Alâeddin Yavaşça da hazırdı. O gecenin
makamı ısfahan idi. Tipi şiddetlendikçe salonun camları titremeye başladı.
Okunan şarkılar aksine, ağır tempoludan seçilmişti. Hacı Ârif Bey’den Saâdeddin
Kaynak’a kadar ünlü bestekârların güzel eserleri çalınıp söylendi. Saâdeddin
Kaynak’ın şarkısı söylenirken, gecenin yarısı olmuştu. Sokak kapısının zili
devamlı olarak çalınmaya başlandı. Mahmud Kemal Bey:

-‘Acayip… Gece yarısında gelen kim ola?…
Mutlaka meyhânesi kapanınca, sıcak bir yer aramıştır da bizim tarafa düşmüştür
!’
gibi mırıldanmaları arasında Hâfız Saâdeddin Kaynak, birkaç meslektaşıyla
salona giriverdi. O’nun şarkısı söylenirken salona girmesi herkesi şaşırttı ve
sevindirdi. Saâdeddin Kaynak geldikten sonra, aynı şarkı O’nun da katılmasıyla
tekrarlandı. Sâzendelerle hânendeler o kadar coştular ki bu defa pencerelerin
camını tipiler değil bu sanatkârların çalgıları ve sesleri titretti.

Mûsikî
toplantılarının birinde konuklarından biri, bilgiçlik satan şarlatanlara
değinerek ‘Onlar kendilerini her
fırsatta, basınla umûma tanıttırdılar. Siz bunca zamanın büyük âlimi olduğunuz
halde, niçin kendinizi, kendinizden başkasına bildirmek istemiyorsunuz
?’
deyince Mahmud Kemal Bey’in cevabı şu oldu:

-Ben, bilmek
için yıllarca okudum. Onlarsa bilinmek için okudular.

***

1945 yılında
bayram Aralık ayına rastladı. O yıllarda Ankara’da oturuyorduk. Vehbi Koç’un
türlü meyvelerle dolu, güzel bir bağı vardı. O zamanki Ankara bağlarının gözde
ağaçları arasında ünlü armutlar başta gelirdi. Vehbi Koç, arife günü, iki sepet
armut hazırlatıp birini rahmetli Mûnis (Fâik) Ozansoy’a, diğerini bizim eve
göndermişti. Sepetin kapağını açıp bir tânesini ağzıma götürdüm. Dişlerimi pek
kullanmadan, armut ağzımda eriyiverdi! Esasen hâlis Ankara armudunun şöhreti bu
özelliğinden geliyordu. Hemen sepetin ağzını iyice kapattım. Tekini bile bizim
çocuklara kaptırmadan, İstanbul’a Mahmud Kemal Bey’e gönderdim. Bir de mektup
yazdım. O günlerde bir târihçi, Üstad’a sataşan bir iki makale yayınlamıştı.
Mektubumda bu konuya da değinerek:

‘ …Sizin gibi bir umman yanında o, bir damla
bile olamaz!..’ demiştim ve eklemiştim: ‘Ankara’nın üç nesnesi meşhurdur: Balı,
kedisi ve armudu. Bal mevsiminde bulunmadığımızdan takdim  edilemedi, mevsimi gelince takdim
olunacaktır. Efendimizle alâkası bulunmadığından bir kedi de gönderilmedi!
Bayram vesilesiyle -hâlisinden- bir sepet armut gönderildi. Afiyetle yenile
!’
demiştim.

Üstad’ın bu
mektubuma verdiği cevap, kendine özgü bir espriyi içeriyordu. O günlerde,
kendisine sataşanları fârelere benzetiyordu. 20 Aralık 1945 günlü mektubunun
özeti şöyleydi:

‘ … Ankara’nın armudu, kedisi ve balı, dünyaca
meşhurdur, diyerek gönderdiğiniz sepet geldi. Hediyelerin birbirini takip
etmesi mahcûbiyeti mûcip oluyor. Eğer bir de kedi gönderseydiniz pervâsızca
üstümüze doğru gelen farelerin ocağına incir dikerdi

Yukarıda
belirttiğimiz gibi armut, Mahmud Kemal Bey’e göre, meyvelerin piridir! Aldığım
8 Kasım 1946 târihli mektubunda, bir aydan beri hasta olduğunu, son zamanda
daha da arttığını bildiriyor. Mektubunda armut, ağırlık konusudur: ‘Geçen sene armut göndermiştiniz. İllet-i
ma’hudeme faydası olmuştu. Burada satılanlar, yeşil, susuz ve taş gibi acayip
şeyler
.’ Burada, kullandığı illet-i ma’hudenin anlamı şudur: Mahmud Kemal
Bey munkabızdır. Yâni peklik çekmektedir. Dâimi müshil almak suretiyle, bu
hastalığını gidermeye çalışmaktadır. Armut, Üstad’ın hastalığına çok iyi
gelmekte, mülâyemet sağlamaktadır.

Arzusu
üzerine, yine hâlisinden bir sepet armut göndermiştim. Teşekkür mektubunda, şu
beyti kullanmıştı:

Vâsıl-ı dest-i safa oldu musaffa armut, 

Eki ile kesb-i şifâ eyledi hasta Mahmud

***

İbnülemin’in
mutfağına soğan, sarımsak gibi kokulu yiyecekler girmezdi. Ahretlikleri Fatma
Hanım öldükten sonra Mahmud Kemal Bey, yemeklerini bizzat yapardı.

Üstad’m
anlattığına göre babasının döneminde eve alınacak aşçılar sıkı bir kontrolden
geçermiş. Temizlik, ahlâk ve yemek pişirmedeki mahâretleri yanında özellikle
tırnakları üzerinde dururmuş. Mahmud Kemal Bey, bu titizliği yüzünden, evlerine
dâvet eden dostlarının da aşçılarını önceden görür, tırnaklarını muâyene
ederdi! O’nu dâvet edenler soğansız, sarmısaksız yemekler yaparlar, sofraya
hiçbir zaman peynir koymazlardı. Mahmud Kemal Bey, peynire karşı alerjisi olan
bir düşmandı. Peynir için ‘Sütün veledi
zinâsıdır, yani piçidir
!’ derdi!

Bir ahbâbının
oğlu Edirne’ye vâli olunca, bayramda Üstad’a bir teneke hâlis peynir göndermiş.
Mahmud Kemal Bey küplere binmiş, barut kesilmişti!

Söz peynirden
açılmışken, peynir tenekesinin kapağını, yine Üstad’m peynir üzerine anlattığı,
bir fıkra ile kapatalım:

Tanzimat
döneminin büyük sadrıâzamı Mustafa Reşit Paşa da peynir yemezmiş.
Misafirliğinde bir sofrada peynir görse hemen kusarmış!

Mustafa Reşit
Paşa, Bâbıâlî’nin protokol işlerini yürüten Mahşer Midillisi nâmıyla tanınan
Kâmil Bey’e ‘Peynir yer misin?’ diye
sormuş. Paşa’nın peynir yemediğini bilen Kâmil Bey, ‘Yemem.’ dese, riyâkârlığına verileceğini, ‘Yerim.’ dese gözden düşeceğini hesaba katarak:

– Kulunuz her
haltı yerim, demiş!

***

Mahmud Kemal
Bey, dâvetli olduğu nişan ve nikâh törenlerini, sağlığı yerindeyse hiç
kaçırmazdı. Cenâze törenlerine de katılması hattâ cenâze sâhiplerinin evlerine
kadar gidip başsağlığında bu-lunması, büyük bir vefâ örneğiydi. Şâyet bu gibi
törenlere sağlık ve hava muhalefeti yüzünden katılamamışsa mutlaka mektuplar
göndermek suretiyle, ilgililerin sevinçlerini ve kederlerini paylaşırdı.

Bu gibi
törenlerde, yerine göre, nükteler yapar, teselliler sunarak moral verir; hatta
keskin mimikleriyle azarlamalarda da bulunurdu. Hakkı Tarık’ın cenâzesinde,
uzun uzun konuşan, Müslümanlığın esaslarını da bu cenâze töreni dolayısıyla
birkaç kere tekrarlayan imamı, hayli iğnelemiş, ‘Sen bizi yeniden Müslüman mı yapacaksın?’ demişti. Etrafını
çevreleyenlere, cenâzelerin uzun müddet bekletilmemesine, cemaatin fazla ayakta
tutulmamasma dâir, bazı din bilginlerinin görüşlerini aktarmıştı.

Mahmud Kemal
Bey’le İstanbul’da bir nikâh töreninde bulunduk. Önceden haberimiz yoktu. Orijinal
kıyafeti ile ânî olarak salona giriverdi. Mimikleriyle, salondakileri bir başka
etkiledi. Süslü hanımların arasına oturdu! Hanımların da ona karşı tecessüsleri
artmıştı. Etrafını saran hanımlarla konuşmaya başladı. Hatta içlerinden bir
güzeline, ‘Eğer kocanız da fazla güzel
değilse size pek yazık olmuş
!’ diye lâf attı!

Nihâyet
beklenen gelin ile damad salona girdiler. Mahmud Kemal Bey, boynunda atkısı,
başında şekli bozulmuş şapkası ve cübbeyi andıran pardösüsü ile herkesin
dikkatlerini üzerine çekerek ön sıraya oturdu. Nikâh memuru, büyük bir hürmetle
yanına gelip elini öptü. Üsküdarlı, tanıdığı bir âilenin oğlu imiş.
Nikâhlananlar önce İbnülemin’in elini öpmeye geldiler. Gelinin çıplak denilecek
kadar dekolteli haline Üstad çok sinirlendi. Damada gelini göstererek sert bir
çıkış yaptı. Yüksek sesle ‘Burası plaj
mı? Zifaf odası mı? Şu kızcağızın hâline bakın
!’ diye azarladı. Salondan
ayrılırken kendisine yol açan kadınların duyabileceği biçimde, eleştirilerini
tekrarladı durdu:

İnsan çıplanır çıplanır ama onun da yeri
vardır. Bu kızcağız çok acele edip gündüzden soyunmaya başlamış
!’

Taha Toros (1910-2012) Adana Lisesi’nde birinci sınıfta
okurken meşhur edebiyat tarihçisi İsmail Habib Sevük’ün teşvikiyle edebiyatla
ilgilenmeye başladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1933 yılında
mezun oldu. Adana ve Ankara Ticaret Odası Genel Sekreterliği yaptı, Ticâret
Bakanlığı’nda müfettiş olarak çalıştı. 
Folklor ve edebiyat üzerine araştırmalar yapıp kitaplar yazdı.
Eserlerinden bâzılarının isimleri:  Toros
Demetleri (1929), Türk Kadın Şâirleri Antolojisi (1934), Seyhan Efsanesi
(1935), Köy İktisadiyatı (1938), Dadaloğlu (1940), Mazi Cenneti 1 (1992),
Kahvenin Öyküsü (1998).

 

 

Hayatından Bir Kesit

Namazını Sakın İhmal Etme

SÂLİHA FAZLIAĞAOĞLU

İbnülemin Mahmud
Kemal Bey’i, ilk defa ağabeyimle beraber, Beyazıt Camii’nden çıkarken bir
tesâdüf neticesi görmüştüm. Ağabeyimin Kemal-i hürmetle kendisini selâmlayıp
karşısında büyük bir tevâzu ile durup konuşması dikkatimi çekmişti. Birkaç adım
ileriden, ‘Kim bu ufak tefek adam?’
diye düşünüp ağabeyimin her zaman görmediğim o saygılı duruşunu -biraz da
hayretle- seyrederek beklemiştim. Ağabeyim yanıma gelince, ‘Bu zat yaşayan en büyük âlimimiz.’
diyerek epeyce mâlûmat vermişti.

Beyazıt
Camii’nin Ramazan müdâvimi olan bizler, ikindi namazından sonra, Hendekli
Abdurrahman Hoca Efendi’nin okuduğu mukabeleyi dinlerdik. O devirde cemaatin
arasında Mahmud Kemal Bey’den başka Ebululâ Mardin Bey, Hakkı Sühâ Bey, Cemal
Reşid Rey kardeşler ve isimlerini hatırlayamadığım İstanbul’un daha başka
müstesna şahsiyetleri bulunurdu. Mahmud Kemal Bey hemen hemen her gün Hoca
Efendi’nin sağında yerini alır, büyük bir huşû ile kendisini dinlerdi.

O’nu bazen
Beşiktaş’ta Şâir Nedim Caddesi’nde de görürdüm. Hakkı Süha Bey’in evindeki
mûsikî toplantılarına düzenli bir şekil de geliyordu. Yalnız harem selamlık
usûlü yapılan bu toplantılarda, bir türlü kendisiyle tanışmak fırsatı
olmamıştı. Evindeki mûsikî toplantılarına da gitmek mümkün değildi. Çünkü
ağabeyimin dediğine göre o evin kapısından içeri hanım giremiyormuş.

Rahmetli Lâika
Karabey Hanım’la bu mevzûyu konuşurken ‘Ben
müstesna
.’ demişti. Demek ki tanbûrî olsaydım benim için de böyle bir yasak
söz konusu olmazdı diye zaman zaman üzül- müşümdür. Gençlik işte…

Bin dokuz yüz
ellili yılların başıydı. Bir gün Kanlıca’dan bir arkadaşımla Beşiktaş’a gelmek
üzere, dost ziyâretinden dönüyorduk. Vapur beklerken, güvertede en arkaya gidip
şu güzel gurubu bir güzel seyredelim diye arkadaşımla anlaştık. Güverteye
çıkınca Mahmud Kemal Bey’i gördüm. Karşısı boştu. Arkadaşıma, ‘Ben gurub seyretmekten vaz geçtim, şuraya
gidip oturalım
.’ dediysem de iknâ edemedim, ayrıldık.

Ben Mahmud
Kemal Bey’in tam karşısında yerimi aldım. Yüzümü denizden tarafa çevirip
oturdum. Bu arada kaçamak bakışlarımı yakalar diye de korkuyordum. Çünkü
ağabeyim, cins-i latiften pek hoşlanmadığını defalarca söylemişti.

Yanındaki zâta
neler anlatmıyordu ki… Kur’ân’dan âyetler okuyup izah ediyordu. Ben de can
kulağıyla dinleyip bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum. Derken küçük bir çocuk
küpeşteye dayanıyor, tekrar dönüyor, gidip geliyor. Çocuğun bu sürekli
hareketinden tabiî ki Beyefendi’nin dikkati dağılıyordu. Birden bana sert bir
bakış fırlatıp ‘Çocuğuna sâhip ol!’
dedi. Ben gayr-i ihtiyâri ellerimi yukarı doğru kaldırıp ‘Benim çocuğum değil, Efendi Hazretleri’ demişim. Birden yüzüme
dikkatli dikkatli baktı. ‘Hazretleri ne
demek
?’ diye sordu. Ben korkarak ve kekeleyerek ‘Zât-ı âlinizi tanıyorum, özellikle sizi dinlemek ve istifâde etmek için
buraya oturdum Efendim
!’ dedim. Bana ‘Sen
kimsin
?’ diye sorunca, ‘İstanbullu
değilim, elendim. Tanıyamazsınız
.’ cevabını verdim. ‘Nerelisin?’ sualine ‘Kilisliyim
Efendim
’ cevâbını verince yanındaki zat bir isim söyledi. ‘Kuleli Askerî Lisesi’nden talebemdi, tanır
mısın
?’ sorusuna ‘Ağabeyimdir efendim.’
dedim. Öyleyse bir isim daha söyleyeyim dedi, söyledi. Ben yine, ‘Evet. O, Menderes’in bakanlarından birisi
idi’ dedim
.’

Kuzum, gel şuraya da beni yakından dinle.’
deyip lütfen yanında yer gösterdi. Zaman zaman sualler sordu. Ben içimden, ‘Hani kadınları hiç sevmezdi, kadın düşmanı
diyorlardı
’ diye bir hayli düşündüm. Bana gösterdiği bu yakınlığı,
ayrılırken elini omzuma koyup ‘Namazını
kıl, sakın ihmal etme
.’ deyişini hiç unutamıyorum.

Eve sanki
uçarak geldim. Olanı biteni ağabeyime anlattım. Kendini tanıyan zâtın eşkâlini
verdim. Mâhir İz Bey olduğunu öğrenince heyecanlandım. O yaşta, bu iki muhterem
zatla tanışmak ve konuşmak, beni yıllar yılı mutlu etti.

Senelerdir
güneş her gün doğuyor. Sayısız gurublar seyrettim ama seyrettiğim o günkü
gurubun zevkini ve güzelliğini hiçbirinde bulamadım.

 

 İbnülemin
Mahmud Kemal

HAKKI SÜHA GEZGİN

Zamâna karşı, akıllara zarar bir
karşı koyması vardı. Kendisini tanıyalı kırk yıldan fazla oluyor. Seneler ona
dokunmadan, dokunmaya kıyamadan geçiyordu. Sanki zaman, Mahmud Kemal’in
değerini bizden çok bilmişti.

‘Gerçek’
karşısında O’nun kadar sâdık, O’nun kadar tok sözlü insanı, dünya pek az
görmüştür. Eskilerin ‘tahkik’ dedikleri ‘inceleme’de,
en derin noktalara inmeden, bütün şüpheleri gideren bulutsuz bir aydınlığa
kavuşmadan ‘hüküm’ geçmezdi.

Vefâlı adamdı.
Yaşının çok ilerlemiş olması, hasta dostlarını, en ücrâ köşelerde, aramasını
engelleyemezdi. Bu uğurda karlı tepelere, buz tutmuş yüzlerce basamaklı
merdivenlere tırmandığını bilirim. Saygıya karşı çok duygulu idi. ‘İyilik’,
İbnülemin’de nefes almak kadar, tabiileşmişti. Kapısını çalanları boş çevirmez,
yaralara merhem, zorluklara çâre olurdu. Dünyâda bilgiden başka rütbe tanımaz,
geçici ikballere aldırış etmez, salnâme devletlilerini hiç umursamaz, yüz yüze
geldikleri vakit, sözünü esirgemezdi.

Ağır
başlılığı, şakayı zarif olmak şartıyla hoş karşılamasına engel değildi. Ama ne
kendi lâubâlileşir, ne de başkalarının bu yola dökülmesine göz yumardı.
Kamusundan ‘ihtiyaç’ sözünü söküp
attığı için, dünyâya metelik vermezdi.

Bu satırlar,
onun iç benliğinden bir damlacıktır. Zâten şimdi aziz rûhuna rahmet dilemekten
başka bir şey düşünmüyorum. İlerde, içimdeki sızı hafifleyince, ona sık sık
döneceğim. Yurdun büyük bir meş’alesi söndü. Ondan kendi cılız mumlarını uyandıranlar,
bilgi sabahını aydınlatabilirlerse, ne mutlu!

Hakkı Süha Gezgin: (1895-1963) İstanbul Erkek Lisesi’nde kırk
yıla yakın edebiyat ve Türkçe öğretmenliği yaptı. Öğrencileriyle kurduğu olumlu
ilişkiler sebebi ile dönenim efsâne öğretmenlerinden biri olarak tanındı. İlk
yazıları Genç Kalemler Mecmuâsında yayımlandı. Evinde mûsikî toplantıları
düzenledi. Eserlerinden bâzıları: Aşk Arzuhalcisi (1928), Hakkı Tarık Us
(1889-1956) Tercümelerinden bâzıları: Karamozof Kardeşler (1940-41), Suç ve
Ceza (1945) Doludizgin (1945), Toprak (1946).

Önceki İçerikAltın Sözler
Sonraki İçerikSırtlanların Yoluna Kurulu Çadır
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.