Etme şikâyet Ömür geçiyor Bir hikâye et

99

Niye şikâyet eder insan, hikâye etmek varken? Şikâyet, bir
zaaf mıdır, ayrıcalık mı? Şikâyet, bir özgüven eksikliği midir, patlaması
mıdır? Hikâye etmeyi becerebilse kişi, hiç şikâyete yönelir mi? Hayır,
dediğinizi duyar gibiyim.

Hikâye, bir aksiyondur. Yer, zaman, olay olmalıdır hikâyede,
tabii ki en az bir kahraman… Bir çaba işidir hikâye. Hikâyesi olan insan, ya
ter dökmüştür ya kan. İdealleri, ümitleri, duruşu, davası vardır hikâyesi
olanların. Gölgeleri kadar mekânları vardır hiç yoksa. Yük olmamışlar, yük
almışlardır.

Her hikâye, aktif bir yaşamın ürünüdür. Hareket, berekettir.
Bereket; kazançtır, ilerleyiştir, yükseliştir, kolaylaştırmadır. Her insan,
kaderindeki ecel geldiğinde ölecektir; kimisi yıpranarak ölür, kimisi
çürüyerek. Yıpranarak ölenlerin kahramanlıkları, örnek olsun diye, nesiller
boyu anlatılır, onların her biri toplumların övüncüdür.

Ya şikâyet…

Bir yakınma halidir, şikâyet. Geçmişinden, geleceğinden
memnun olmamaktır. Kendine, çevresine yük olmaktır. Oldurmak değil, öldürmektir
şikayetçilik. Ne kendisiyle ne çevresiyle barışıktır müşteki. Bütün renkleriyle
yaşama sevinci telkin eden hayat, onun için bütün enstrümanlarıyla kâbustur. 

Binitiyle köyden şehre alışverişe giden adam, katırın yolda
kokladığı her at ve eşek dışkısını heybeye koyar. Hayvanı ahıra bağlar, önüne
bir kap içinde biraz su koyar ve topladığı dışkıları katırın yemliğine
boşaltır. Katır, bu ikramdan memnun değildir, önüne konanları yemez. Adam,
söylenmeye başlar: “Niye yemiyorsun be hayvan, sen kokladın, ben topladım.”
der. Ne demiş atalarımız? “Ne doğrarsan aşına, o gelir kaşığına.” Seçmek, diğerlerinden
vazgeçmektir. Seçmek, bilgi ve irade gerektirir. Şikâyet ahlakı, kişiyi seçme
iradesinden de yoksun bırakır. Öyle ya, seçmek bir bakıma sorumluluk
üstlenmektir.

Müştekilik, bir ruh halidir; kaldırılamaz, taşınamaz bir
yüktür. İyilik, güzellik, dostluk, fedakârlık yoktur müştekinin sözlüğünde.
Kıskançlık, fesatlık, bencillik, cimrilik, karamsarlık, büyüklenme, kendini
beğenmişlik ve hiçbir şeyi beğenmezlik, yol haritasındaki kılavuz taşlarıdır.
Bilgisizlik değil, bilinçsizlik durumudur. Ölçüsüzlük, tutarsızlık en belirgin
yansımasıdır gayr-i memnunların. İstemeseler de yalan söylemek zorundadırlar.
Yalan olmazsa bu kadar güzelliğe, başarıya, olumlu hallere nasıl çamur
atabilecekler?

Bir tacirle tanıştım, adı Ufuk. Kedi, kuş, köpek, balık gibi
hayvanların hem kendilerinin hem malzemelerinin ticaretini yapıyor. Dükkânı
küçük; ama hareketli. Kendimi tanıttım, sohbete başladık. İnsanlardan yakınmak
oldu giriş cümlesi. Devam etti, işinden bıktığını, yabancı uyruklu olan eşi
vasıtasıyla Amerika’ya göç etmeyi kafasına koyduğunu söyledi. Çok kişinin sahip
olmayı hayal ettiği böyle bir iş yeri, onu mutlu etmemiş anlaşılan. Kendisine
göç etmeyi arzuladığı ülkede yaşayabileceği uyumsuzluktan, ülkemizdeki
değerlerin ne kadar insani olduğundan, bir zamanlar aynı duygulara sahip
olduğum için daha sonra bu düşüncelerimden dolayı kendime karşı duyduğum
mahcubiyetten, özünde iyi olan her insanımızın empati ve hoş görüyle
yaklaşıldığında kolayca ikna edilebileceğinden bahsederek kısa sürecek
sohbetimize başladım. Hayatımdan örnekler verdim. Sıkıntıların sabırdan,
karanlıkların ışıktan daha güçsüz olduğunu söyledim. Kaynayan suyun sert
patatesi yumuşattığını, kabuğun içindeki sıvı yumurtayı sertleştirdiğini, sert
kahveyi ise olağanüstü bir rayihaya büründürdüğünü belirtip karşılaştığımız her
sıkıntının kaynar su misali bizi arzu ettiğimiz kıvama sokabileceğini söyledim
ve ona tercihinin ne olduğunu sordum. Yaptığı işin, sunduğu hizmetin ne kadar
değerli olduğunu, belki de ağzı dili olmayan hayvanların duasını aldığını
vurguladım. Ticaret olarak yaptığı işin, sevgi ile ve Allah rızası için yaptığı
takdirde bir ibadet kadar makbul olacağını belirtince dini inanç taşımadığını
söyleyen Ufuk’un bu defa birden gözleri ışıldadı, yüzü güneş gibi parladı.
İşinden, memleket insanlarından şikâyetçi olan, dükkânını devretmeyi düşünen
Ufuk, bilmiyorum hala aynı düşüncede mi?

Toplumumuzda yaygın bir şikâyet etme hastalığı var. Amir,
memurdan; yönetilen, yöneticiden; vatandaş, esnaftan; kadın, kocasından; her
sosyal kesim bir diğerinden yerli veya yersiz, haklı ya da haksız yere şikâyet
ediyor. Yapı için taş taş üstüne koymamış, karanlıkları aydınlatmak için bir
mum dahi yakmamış insanların, bana göre hiçbir konuda şikâyet hakkı yoktur. Şikâyet
virüsü, kalpleri karartıyor, kişi ve toplumun motivasyonunu düşürüyor,
enerjimizi tüketiyor, özgüvenimizi yıkıyor, aidiyetimizi zayıflatıyor. Bu
virüsün, önce aşısını, sonra ilacını bulmak zorundayız. Bu aşı da ilaç da, bize
hikâye yazdıracak yüksek moral değerlerimizdir. Bunları, yaşatmak ve
yaygınlaştırmak zorundayız.

Şikâyet etme değil, hikâye etme iklimi oluşturmalıyız. Bu hikâyenin
konusu, vatan sevgisi olmalı; özgüven, aidiyet, fedakârlık olmalı. Bu hikâyelerin
kahramanları bizlere kutup ve rol model olmalı. Hikâyeler bu topluma “Atiyi
karanlık görerek azmi bırakmak / Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak.” diye
haykıran Akif’in inanç ve heyecanını yaşatmalı.

Bozulmasın ahlak, kararmasın kalp, etme şikâyet

İnan, güven, çalış, koş, terle sen de bir hikâye et.