Kimyayı bir ilim
dalı olarak bilmek; insanı kimya âlimi yapmaz. Kimyacı saymaz. Evet dediği
doğrudur. Kimya bir ilim dalıdır. Fakat İlkokul, Ortaokul ve Lise’den sonra
Üniversite’nin Fen Fakültesi’nin Kimya Bölümü’nden mezun olmadıkça; Ona Kimya
biliyor, Kimyacı, Kimya’dan anlar denemez.
Bunun gibi,
Allah’ı bilmek de, insanı âmil, kâmil ve ârif yapmaz. Ancak Allah’ın isim, sıfat
ve fiillerini ilim ve bilimle bilmekle Allah’ı tanır, bilir, sever ve O’nun
istediği gibi bir kul olmaya çalışır. İşte bütün bunlardan dolayı, Allah’tan
korkması lâzım geldiğini bilir. Ona göre tavır alır. Ona göre davranır.
Hayatına O’nun istediği şekilde, bir çeki düzen verir.
Bu, tıpkı çocuğa
ateşten bahsetmek gibidir. Ama çocuğun ateşi mücerret / soyut olarak, sadece
ismen bilmesi; ateş hakkında tüm bildiklerine, ateşin yakıcılığını işitmesine
rağmen; onun ateşten korunmasını sağlamaz. Ne zaman ki, ateşe dokunur. Ateş
elini yakar. Canı yanar. İşte ateşi, bu şekilde biliş; ateşi taklidî / sözde
bilişini; ateşi tahkikî / özde, hakiki ve asıl bilişe kalbeder / çevirir.
Ateş hakkında,
asıl bu şekildeki biliş; gerçek biliş olur. Ateşin yaktığı, ancak bu şekilde
kendisine idrak ettirilen çocuk; ateşten uzak durur. Artık elini ateşe uzatmaz.
Ateşe asla dokunmaz. Yoksa, çocuk bu kıvama gelmek için, ateş hakkında sayısız
kitap okusa, sayısız hikâye dinlemiş olsa da, hepsi sözde kalır. Çocuğun ateşi sözde
değil özde tanımasını sağlamaz.
İşte herkes Allaha
inanır. Emirlerini yapmadığı takdirde ceza göreceğini de bilir. Üstelik
Türkiye’nin yüzde doksan dokuzu müslümandır. Ama haberlere baktığımızda, sorsan
“Elhamdülillah müslümanım.” diyen halkımızdan; her gün öldüren, çalan çırpan,
yaralayan, kadına el kaldıran, onu döven, onu bıçaklayan ve öldürenlerin haddi
hesabı yok!
Bu nasıl Allahı
biliş? Bu nasıl Allahtan korkuş! Bu nasıl müslüman oluş? Bütün bunlar Allahtan
korkmayışın, Allahı lâyıkı veçhile bilmeyişin tezahür ve görüntüleri. Tıpkı
çocuğun, sathî / yüzeysel, soyut bilişi onu ateşten sakındırmadığı gibi,
müslümanların da Allahtan sözde korkmaları; aslında korkmamaları; onu günaha
girmekten, onu suç işlemekten alıkoymuyor.
İşte Allahın “Ey
iman edenler! İman ediniz!” (Nisa: 136) ikaz ve uyarısında ince bir mânâ var.
Müslümanları salt
imanın / inancın yanında, âmil olmaya / İslâmı yaşamaya da çağırıyor.
Müslümanları salt
imanın / inancın yanında, ârif olmaya / İslâmı bildiği gibi yaşamaya da
çağırıyor.
Çünkü âlim bilen,
ârif olandır. Yani bildiğini aynı zamanda yapan ve yaşayandır.
Müslüman hem âlim
olmalı hem de ârif. Yani hem bilen, hem de yapan olmalı.
Bu da Allahı tam
olarak bilmekten geçer. Yani ilim, irfan sahibi olmakla kabil, mümkün ve
olasıdır.
Allahı görür gibi
bilmek ve tanımaktır. Çünkü biz onu baş gözüyle görmüyorsak da, ilim ve irfan
gözüyle görüyoruz.
Nitekim fiilde
faili / yapılanda yapanı, nakışta nakkaşı / nakışı işleyeni, yapıda yapanı
gördüğümüz gibi.
Çünkü yapan bilir,
bilen konuşur. Mimar yaptığı, yazar yazdığı, bestekâr bestesi ve ressam resmi
ile yani lisanı hâl / hâl diliyle bizimle konuştuğu gibi, Allah da tüm mahlûk
ve yaratıklarıyla, tüm kâinat ve evreniyle bizimle, onların aracılığıyla
konuşmaktadır.
Nitekim Yunus
Emre’nin “Dağlar ile, taşlar ile çağırayım Mevlam Seni…” demesinde bu mânâ
kendini açık seçik göstermiyor mu?
Müslümanları salt
imanın / inancın yanında, sözde kalmayıp özde müslüman olmaya da çağırıyor.
Müslümanı; ilmiyle
âmil olmaya / inandığı şeyleri hayata geçirmeye, tatbik edip uygulamaya da
çağırıyor. Âyet müslümanı; “Olduğu gibi görünüp, göründüğü gibi olmaya.” da
çağırıyor. Nitekim âyet: “Kulları içinde ancak âlimler (bilginler), Allahtan
(gereğince) korkar.” diyor. (Fâtır: 28)
İşte Allahı ilimle
bilişten dolayı olan korku; kulu bildiğini yapmaya yöneltir. Yani Âlim olduğu
için, Âmil de olur. Yani bildiği için yapan da olur. Evet, âyetin “İnnema
yahşallahe min ibadihi’l ulemau.“ / “Kulları arasında Allahtan ancak âlimler
korkar.” demesi boşuna değil.