Müminleri Allah’a Ulaştıracak Yollar… Tasavvuf Ana Bilim Dalı Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. ABDULHÂKİM YÜCE Anlattı.

107

Oğuz
Çetinoğlu:
Hocam nafile ibadetlerden en az bilineni ‘itikâf*’ tır. Ona
geçmeden önce ‘nafile ibadet’ kavramını açıklar mısınız?

Prof.
Dr. Abdulhâkim Yüce:
Nafile‘ kelimesinin lügat mâniası: ‘Boş, faydasız ve işe yaramaz‘ olarak
bilinir. Dinî açıdan nafile, ‘Dinen
yapılması emredilmeyen, yâni farz ve vacip
* olmayan ibadetler‘ demektir. Bu tür ibadetler, ‘nafile‘ olarak anılsa da sevabı
büyüktür. İbadetlerde derinleşmeyi ifade eder. Kulu, Allah’ına daha fazla
yaklaştırır. Bu tür ibadetleri yapanlar, Allah tarafından mükâfatlandırılır.
Vakit namazları dışında kılınan (farz veya vitir namazı gibi vacip olmayan)
namazlara ‘nafile namaz’, oruç
tutulması şart olmayan günlerde tutulan oruca da ‘nafile oruç’ denir. İtikâf da nafile ibadetlerden biridir.

Çetinoğlu:
İtikâf
nedir? Tarifi ile başlayabilir miyiz?

Prof.
Yüce:
İtikâf
kısaca; İbadet niyetiyle kaidelere riayet ederek inzivaya çekilmek, insanın
kendi üç dünyası ile baş başa kalması, inzivaya
çekilmesidir.

Çetinoğlu:
Kullukta derinleşme’ tabirini de açıklar
mısınız?

Prof.
Yüce:
Kullukta
derinleşmek, ‘farz ve vacip namazlar
dışında ibadet ederek Cenab-ı Hakk’a daha çok yaklaşmak
’ olarak ifade
edilebilir. Kullukta derinleşmenin bir yolu da farz ibadetlere ek olarak nafile
ibadetlere devam etmektir. Efendimiz (sav) bir kudsî hadislerinde, farz ibadetlerin
yanı sıra insanı Allah’a yaklaştıracak, dostluğuna ve sevgisine mazhar kılacak
dolayısıyla kullukta derinleşmeye vesile olacak nafile ibadetlerin önemine işaret
etmişlerdir. İtikâf mutlak mâniada nafile bir ibadet olduğu gibi, şayet
gereğine uygun ikame edilirse, yukarıda işaret ettiğimiz gibi bünyesinde birçok
nafile ibadet de barındırmaktadır. Tabir yerinde ise itikâf nafile ibadetler
mahzenidir.  İtikâf, Cenâb-ı Allah ile
kurulan özel irtibattır.

Çetinoğlu:
İnsanlarımız,
itikâfa girmek için Ramazan ayını tercih ediyorlar…

Prof.
Yüce:

İtikâfa girmek için Ramazan’ı beklemek gerekmiyor. Özellikle çocuğu olan ev
hanımları 10 günlük sürenin kendilerine çok fazla geleceğini düşünerek itikâfın
güzelliklerinden mahrum kalıyor. Oysaki herhangi bir zaman diliminde evde
odalarına çekilip veya bir câmide namaz sonrası birkaç saatliğine itikâfa
girebilirler. Erkekler yalnızca câmilerde itikâfa girebilirken hanımların itikâf
için evleri içinde bir yer tahsis etmeleri yeterli. Sağlam, insanın kendisini
bir adım öteye götürmesi için zaman zaman itikâfa girmesi gerektiğini
düşünüyor: İllaki Ramazan’ın son on gününü beklemek şart değil. Herhangi bir
zamanda fırsat buldukça dünya hayatından kopup iç dünyamıza yönelmek ve Allah’la
özel bir irtibat kurmak için bunu yapmak gerekiyor. 

Çetinoğlu:
Farklı itikâflardan söz ediliyor…

Prof.
Yüce:

İtikâf, daha çok Ramazan’ın son 10 günü yapılır diye bilinir. Oysaki itikâf
yapılış amaçlarına göre üçe ayrılır.

1-Vâcip itikâf bunlardan ilkidir ve
adamak suretiyle yapılır. Vacip olan itikâfın en kısa süresi bir gündür ve bu itikâf
süresince gündüzleri oruç tutmak gerekir. Hz. Ömer’in vacip itikâfla ilgili şunu
söylediği rivayet edilir: “Resulullah
(sas)’e Mescid-i Haram’da bir gece itikâfta bulunmayı adamıştım, ‘Ne yapayım?’
diye sordum Resulullah (sas) de ‘Adağını yerine getir’ buyurdu
.”

 2-Sünnet
olan itikâf Efendimiz (sas)’in Ramazan’ın son 10 gününde girmiş olduğu itikâftır.
Bu aynı zamanda müekked sünnettir. Yani Efendimiz’in farz olmadığı halde
devamlı olarak yaptığı, nadiren terk ettiği amellerden biridir.

3-Müstehap olan itikâfın belirli bir
vakti yoktur. En az bir gün olması tavsiye edilir. Ancak herhangi bir zamanda
bir saatliğine veya daha az bir süreyle bile yapılabilir. Hatta namaz için câmiye
gelen bir kimse itikâfa niyet ederse câmide bulunduğu sürede itikâfta sayılır.
Bu amaçla bazı câmilerin kapılarına ‘Neveytü’l-itikâf  / İtikafa
niyet ettim
’ levhası asılıp cemaatin câmide bulunduğu sürede bu berekete de
kavuşabilecekleri hatırlatılır.

Çetinoğlu:
İtikâfta
dikkat edilmesi gereken hususlar hakkında bilgi verir misiniz hocam?

Prof.
Yüce:

Birincisi: Mutlaka itikâfa niyet edilmeli. İkincisi: Kişinin aklı başında ve
temiz olması gerekir. Üçüncüsü: Erkekler için itikâfa girilen yer cemaatle
namaz kılınan bir câmi olmalı.

 Kadınlar
en az bir gün sürecek itikâfa câmilerde değil evlerinde mescid gibi
belirledikleri bir odada girebilir.

Dikkat edilmesi gerekli diğer hususlar
da şunlardır: Vacip olan itikâfta oruç tutmak gerekir.

 Mümkün
olduğunca gereksiz konuşmalardan kaçınmalı, abdest ve tuvalet ihtiyacı hâricinde
câmiden dışarı çıkılmamalı.

 Zaruri
ihtiyaçlar dışında câmiden dışarı çıkılması itikâfı bozar. Çünkü itikâfta olan
kişinin yemesi, içmesi ve uyuması câmide olmalıdır.

 Câmi
görevlisine başvurmak şarttır.

 İtikâfa
giren kişinin yeme içme ihtiyaçlarını kendi imkânlarıyla karşılaması gerekiyor.
Ancak birçok câmide dernek, vakıf veya belediyeler tarafından da bu ihtiyaçlar
karşılanabiliyor. İtikâfa girmek isteyenlerin câmi görevlilerine başvurup kayıt
yaptırması şart. Bu başvurular ilçe müftülüğüne iletiliyor, mülki amirin uygun
görmesi halinde onaylanıyor.

 Çetinoğlu: İslâm tasavvufunda Evrâd u Ezkâr ve
Râbıta-i Mevt kavramlarından söz ediliyor. Bu kavramlar hakkında bilgi
lütfetmeniz mümkün mü?
 

Prof. Yüce:
Başta tasavvuf ehli* olmak üzere insan-ı kâmil* olma yolunda mesafe almak ve
kullukta derinleşmek isteyen hak dostları, temelde iki metot uygulamışlardır:
Evraâ u ezkâr ve râbıta-i mevt… İtikâf, şayet programlı ve hazırlıklı bir
şekilde yapılırsa, başta Kur’ân olmak üzere birçok evrâd u ezkâra beşiklik
yapabileceği gibi, câminin manevi atmosferini gecenin lâhutî* sessizlik ve
derinlikleriyle birleştirerek İlâhî vâridata* mazhar kılacak bir râbıta-i mevt
yapmak mümkündür.                                                                                                         

Çetinoğlu: Evrâd u ezkâr’ tabirini açıklar mısınız?  

Prof
Yüce:

Gönlünü Hakk’a vererek büyük bir itina ile dinî sohbetlere devam etmek. Zamanın
icabına göre, kabiliyet ve liyakat ölçüsünde, mü’minlere ve hatta bütün
mahlûkata* hizmet etmek. Hâlimizi muhafazaya çalışıp, dünya sevgisini kalpten
çıkarmaya, nefsin arzularına karşı muhalefet etmeye, ahlâkî durumumuzun inkişafına*
dikkat etmektir.                                                                   

Abide şahsiyetler yetiştirmiş olan
tasavvufun özü de hakikatte böyle bir feyz* ve ruhaniyeti* tahsilden ibarettir.
Bu bakımdan tasavvuf, hikmetle derinleşerek Hakk’a doğru mesafe alma yoludur. O
asla dünyadan el-etek çekmek, Yunus’un buyurduğu gibi yalnızca tâc ile hırkaya
bürünmek ve ancak belirli bir evrâd u ezkâr ile iktifâ etmek değildir.                                                                               

Doktor, hastasına ilaçlarını verirken,
ne zaman kullanacağını da tembih eder. Aksi halde ilaçların pek tesiri olmaz.
Evrâd ü ezkârın çekilme zamanı da, değerini Peygamberimiz (s.a.v.)’in
doğumundan alan, ‘Gecenin üçte ikisi
geçtikten sonra, keyfiyeti meçhul olarak, Rabbimizin, her gün dünya semasına
inerek:
Dua eden yok mu duası kabul
edilecek; bir haceti
* olan yok mu
isteği verilecek; istiğfar* eden yok mu, günahları affolacak, bağışlanacak
?”
(Ebû Hüreyre (r.a.)’den) diye nidâ
olunan seher vaktidir.                                                                                                            
                    

Sadık kullar, ateşin azabından, ‘Seher vakitlerinde bağışlanma dileyenleri
koru derler
.’
(Al-i İmran: 17)                                                                                                                                 
                                

Salihler*, geceyi ibadetle geçirdikleri
gibi, seher vakitleri de yatmaz, Cenâb-ı Hakk’dan kusurları için af talep
ederler. Muttakiler*, Hakk’dan korkup emrine uyup, nehyinden* kaçarlar. ‘Gecede pek az uyurlardı. Ve seher vakitleri
onlar istiğfar ederlerdi
.’
(Zariyat: 17-18)                                                         

Çetinoğlu:
Râbıta-i mevt’ kavramını da açıklar
mısınız Hocam?
                                                    

Prof.
Yüce:
Râbıta,
Allah dostlarının silsilesi ile Hazret-i Peygamber’den feyz akışını sağlar.
Muttasılan* elektriğe kapılan insanlar gibi en sondaki de istidadına göre aynı
akımı alır. Râbıta neticesinde manevi yardım gelir. Buna da istiâne* ve
istiğâse* denir. Ölümü tefekkür etmenin insan hâl ve tavırları üzerinde büyük
bir tesiri vardır. Hazret-i Peygamber (sav) bir hadîs-i şerîflerinde: ‘Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça
hatırlayınız
!’ Buyuruyor.                                                       
 Mü’min gözünü kapatır, ölüm
rabıtası yapar. Şöyle ki; kendisini ölmüş (bütün aile fertlerinin ve dostlarının
ardından ağladığını hayâl eder) Teneşir tahtası* üzerine konmuş, elbiseleri
çıkarılmış, yıkanmış ve kefenlenmiş olarak kabul eder ve bu şekilde düşünür. Nitekim
bu şekilde düşünüp de ölü yıkayıcısının elini vücudunda kefeni de omuzlarının
üzerinde hisseden mü’minler vardır. Yine mü’min, omuzlarda taşındığını, kabre
defnedildiğini, insanların ve yakınlarının kendisinden ayrıldığını hayâl eder. Kabirde
tek başına, korku içerisinde, bütün malından, ailesinden, amellerinden, dünyanın
çekiciliğinden ve genişliğinden ümidini keser. Rabbinden, Mevlasından başka hiç
kimsenin kendisine fayda veremeyeceğini ve onun huzurunda zelil*, aciz, günahkâr
ve mahcup olarak durduğunu düşünür. Mü’min vaktin müsait olmasına göre üç-beş
dakika bu şekilde ölüm rabıtası yapar. Rabıta; ‘rabt’ kökünden
gelmektedir. Rabıta ve rabt, sözlükte iki şeyi birbirine iyice bağlamak
anlamına gelir. Bu kelimeye, iki şeyi birbirine bağlayan ip, alaka, şiddetli
muhabbet, münasebet, ilgi ve sevgi ile bir şeye bağlılık, cesur ve dayanıklı
olmak gibi mânialar da verilmiştir. Bu kelimeler kullanıldıkları yere göre, bir
şeyin üzerinde sabit durmak, kendini hapsetmek, başkasından kesilip bir şeye
tam yönelmek gibi mânialar da taşımaktadır.

Tasavvuf
ıstılahında* ise; Müridin*, kalbinden dünya ile ilgili şeyleri çıkarması, diğer
bir ifadeyle mü’minin kalbini, hâl ve hareketlerini toparlamasıdır.                                                                 

Çetinoğlu:
Hocam,
Seyr u Sulûk kavramı ile mülakatımızı bitirebilir miyiz?
 


Prof. Yüce: Adına ‘seyr-u süluk’ dediğimiz manevi yolculuk insanın Allah tarafından
verilen gizli kabiliyetlerini ortaya çıkarmasına yardım eden sistemin adıdır.
Bu süreç sonucunda insan Hakk’ın halifesi olabilecek kemale erer. Sülûk*
esnasında mürşid* insana ayna tutar ve ona kendisini tanıtır. Sûfîlerin* sıkça
kullandığı ‘Kendini bilen rabbini bilir
sözü bu mâniaya işaret eder.                                                                                                                               

Allah Teâlâ insanı, Kitabında bildirdiği
üzere ahsen-i takvîm*; maddî ve manevi olarak en üstün şekilde yaratmış, bu
hakikati anlamaları için de meleklerin insan önünde secde etmesini emretmiştir.
İşin dikkat çekici tarafı ise insanın üstün derecesini Hakk’a kullukta bir an
olsun zafiyet göstermeyen melekler anlayamamıştır. Rabbimiz meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım
dediğinde, onlar ‘yeryüzünde bozgunculuk yapacak,
kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih
* ve takdis* ediyoruz.’
(Bakara, 30) cevabını
vermişlerdir. Şeytan ise insanın kıymeti hakkında sâdece akıl yürütmekle
kalmamış Allah’a isyan etmiştir. Meleklerin de anlamakta zorlandığı bu hakikati
acaba insan kendisi anlayabilmiş midir? Bu soruya da olumlu cevap vermek kolay
gözükmüyor. Zira insan kendinin üstün meziyetlerini bilmediğinden, hayatını heba*
etmekte, değerli olanı verip değersiz olana talip olmaktadır. Hâlbuki Yüce
Rabbimiz bizim yaratılışımızı Teğabün süresinde şöyle tarif eder: ‘Allah gökleri ve yeri Hak ile yarattı ve
size şekil verdi, şeklinizi de en mükemmel şekilde yaptı
.’
(Teğabün, 3)                                                                  
                                                                                              

Hz. Mevlana insanın bu gafletini
Bağdat’ta yaşayan ve yılan oynatarak insanları eğlendiren bir yılancı örneği
ile açıklar. Hikâyeye göre insanlara gösteri yapmak için dağlarda yılan arayan
bu adam, ölü bir yılana rast gelir. Yılan ejderha gibi dehşet saçan bir görünüş
ve büyüklüktedir. Ahmak yılancı bin bir zahmetle çeke çeke bu yılanı şehre
indirir, kimse göremesin diye de üzerine kalın örtüler örter, ister ki tüm
Bağdat halkı toplansın, daha çok para toplasın seyircilerden. Kısa zamanda
binlerce aylakçı* toplanır yılanı görmek için. Ne var ki yılan aslında ölmemiş,
sadece kış uykusuna yatmıştır, Bağdat sıcağını alınca yılan uyanır ve önce
yılancıyı bir lokma yapar, insanlar kaçışırken birbirini ezer ve yüzlerce insan
ölür. Mevlana bu ahmaklık karşısında şöyle der:Zavallı insan! Kendini
gereği gibi tanıyamadı. Çok ötelerden, ezel âleminden geldi; bu noksanlar
âlemine, bu kirli dünyaya düştü. İnsan
kendisini ucuza sattı. O çok değerli atlas bir kumaş gibi idi; tuttu, kendini
bir hırkaya yamadı gitti. Yüz binlerce
yılan ve dağ ona hayranken o niçin gaflete düştü de, yılan sevdasına kapıldı

(Mesnevi, III, 1000-1003)                                                  
                                                                             

Çetinoğlu:
Bu
röportajın hitâmesi için birkaç cümlelik yer ve zamanımızı nasıl
değerlendirirsiniz?
                                                                               
                                                

Prof.
Yüce:

İtikâf câmi bir ibadet olarak birçok manevi faydasının yanı sıra kullukta
derinleşme adına da kaçırılmaması gereken peygamber sünnetidir. Şayet Ramazan
ayının son on gününde bu ibadet ikame edilirse, manen elde edilen mertebeyle
birlikte, içinde bulunulan zaman (Ramazan ve muhtemelen Kadir gecesi) ve
mekânın (Allah’ın evi mescid) kutsiyeti kişinin elinden tutar ve âdeta vahyin
Hirâ Sultanlığındaki ilk nüzulüne benzer şekilde, Kur’ân’ı Hz. Cebrail’den
dinliyor gibi bir hâl yaşanabilir. Elbette iradenin hakkı verilerek bunun ruh
ve vicdandaki tesirleri sonraki günlerde de kısmen devam ettirilebilir.

  Çetinoğlu: Teşekkür ederim Hocam, Verdiğiniz
bilgiler, hayırlara vesile olur inşallah.

                                                             

Önceki İçerikDerin Devlet – II
Sonraki İçerikNeyi kaybettik?
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.