İki Yabancı

101

Kan ter içinde
köpüre köpüre dörtnala koşan ve çatlamak üzere olan bir küheylanın sırtında
zıvanadan çıkmış bir hâlde amansızca yol alan aceleci hayata inat
yavaşlamalıydı bir müddet insan. Bir makine dişlisi gibi durmadan işleyen
eller, kollar, bacaklar, biyolojik saatine uymayan uyanışlar, son dakikada
hatırlanan anahtarlar, tam anlamıyla tadına varılmadan ayaküstü yenen yemekler…
Durması gerekenden bir dakika bile fazla beklemeyen metrobüsler, otobüsler, tüm
gün çekiç sesleriyle dolup taşan Bakırcılar Çarşısı ve elinde simit tablasıyla
koşturan çocuklar artık durağanlaşma zamanı. Durup çoktandır unuttuğumuz özümüze,
bakir evlerimize dönme zamanı. Ve kapının eşiğinde bekler seni sen. Pencere
pervazında geç kalmış evlat yolu gözleyen ana misali içi özlem doluyken
kırgınlığı kızgın, sitemkâr bir çehreye dönüşür. Hesap soran bakışları üzerinde
gezinir usulca. Söyleyeceği, eleştireceği ve tartışacağı çok şey vardır. Bir
mahkeme kurulur uzun süredir kendine yabancı olan zihnin nizamında. O müşteki
sen ise sanık. Günübirlik telaşlara harcayıp unuttun beni diyecek. Var olma
amacın ben iken sen beni benim olmadığım tüm hâllerde aradın. Hâlbuki ben sana
ve materyalleşmiş zihnine çöreklenen koyu karanlık sise rağmen her daim
seninleydim. Bazen çaresizliğin verdiği sessizlikle bazen de duyulabilmek adına
feryat figan bir çığlıkla izledim seni. Ama hep oradaydım. İçinde, duvarlarından
oluk oluk yalnızlık akan uğramayı unuttuğun o küf kokulu mahzende. Gözlerini
açtığında ilk gördüğün şey saatin telaşla dönen yelkovanı olurken gün hayat
veren ışığıyla, şen şakrak mavisiyle, toprağıyla, yeşiliyle çoktan uyanmış
coşkuyla seni selamlıyordu. Sen ise görmedin, duymadın ne o sesleri ne de yanı
başındaki mülteci beni. Artık seninle eteğine küsmüş dağlar, kıyısından ayrı kalmış
denizler, suya yüz çevirmiş çöller gibiyiz. Şimdi söyle bana aramızdaki uçsuz
bucaksız onca mesafeye rağmen tekrar biz olabilir miyiz?