Din – Felsefe İlişkisi (III)

97

Ene denilen Ben ve Benliğin bir yönünü Peygamberler tutmuş gidiyor. Diğer tarafını Felsefe tutmuş geliyor demiştik.

     Peygamberlerin yüzü olan birinci yüz, birinci yol; tam bir kulluğun kaynağıdır. Yani Ben veya Benlik kendini kul bilir. Başkasına hizmet ettiğini anlar.

     Böyle bir Benliğin özelliği harfiyedir. Harfîdir. Yani tek başına bir manası yoktur. Başkasının manasını gösterir. Başkasının mana ve anlamını taşıdığını anlar.

     Bu durumda varlığı; başka bir şeye tâbi olmuş, ona uymuş demektir. Çünkü başka birisinin varlığı ile var olmuş ve onunla ayaktadır.

     Başka bir varlığın var etmesiyle ancak varlığının sâbit ve mevcut olduğuna inanır.

     Malikliği ve sahipliği vehimden öte geçemez. Bir varsayımdan ibarettir. Kendi sahibinin izni ile görünüşte, o da geçici bir sahipliğinin varlığını bilir.

     Evet Benliğin gerçek ve asıl içyüzü gölge oluşudur.

     Doğru, gerçek ve hak olan; varlığı zorunlu olan; olmazsa olmaz olan, gerçeğin Benlik üzerinde yansımasından başka bir şey değildir.

     Evet Ben veya Benlik; varlığı Allahın var etmesine bağlı olan bir Mümkindir. Miskin, zayıf bir gölgedir.

     Böyle bir Ben’in görevi ise kendi yaratanına hizmettir. Tabii bu hizmeti Allahın sıfat ve vasıflarına mikyas ve ölçek olmak şeklindedir.

     Allahın zatına ait kutsal özelliklerine mizan ve ölçü olmak suretiyledir. Kısaca Benliğin bu görevi, bilinçli bir hizmettir.

     İşte bütün nebîler ve nebîler / peygamberler zincirinde yer alan ilim ve takva sahipleri ve Allah dostu velîler Ben ve Benliğe bu şekilde bakmışlar. Böyle görmüşler. Ben ve Benliğin gerçek boyutlarını anlamışlar.

     Bütün varlığı, asıl mülk sahibi olan Allaha teslim etmişler. Ve şöyle hükmetmişler ki:

     O her şeyin sahibi olan Allahın ne hükmettiği varlıkta, ne Rablığında yani her şeyi terbiye edip yetiştiriciliğinde, ne ilahlığında ortağı, eşi ve benzeri vardır! Yani yoktur.

     Aynı zamanda Allahın ne yardımcısı ne de veziri vardır! Yani yoktur. Allah, bunların hiçbirine muhtaç değildir.

     Her şeyin anahtarı O’nun elindedir. Her şeye mutlak kadirdir. Yani Allahın her şeye gücü yeter. Sınırsız güç ve kudret sahibidir.

     Sebepler görünen birer perdedirler. Tabiat yani madde âlemi bir fıtrî / yaratılıştan gelen kanunlar bütünüdür. Bütün varlıkların uyduğu ilahî kanunları kapsar.

     Evet Tabiat; tüm ilahî kanunların toplandığı, içinde yer aldığı bir platformdur.

     Evet Tabiat; Allahın güç ve kudretinin bir şablonudur. Kudretinin kol gezdiği bir alandır. Kudretinin bir mistarıdır. Cetvelidir. Bir çeşit âlettir. Her hangi bir şeyin kaynağından çıkmasına yarayan bir âlet. Bir şeyin çıktığı yere ise masdar ve kaynak denir.

     Su kaynağına masdar; aktığı mecra ve yatağa ise mistar denildiği gibi.

     Varlıkların ve fiillerin yaratıcısı Allahtır. Yani her şeyin masdarı Allahtır. Yaratılmaya sebep olanlar ise mistardır.

X

      İşte Ben ve Benliğin şu parlak, aydınlık ve güzel yüzü; canlı ve anlamlı bir çekirdek hükmüne geçmiştir.

     Bundandır ki, yoktan yaratıcı olan Allah, kulluğun nurlu Tuba ağacını ondan yaratmıştır.

     Onun mübarek ve uğurlu dalları insanlık âleminin her tarafını nurlu meyvelerle süslemiştir.

     Bütün geçmiş zamandaki karanlıkları dağıtır.

     O uzun geçmiş zamanın -Felsefenin gördüğü ve gösterdiği gibi- çok büyük bir mezar olmadığını gösterir.

     Büyük bir mezar sayılan geçmiş zamanların; bir yokluk ülkesi olmadığını gösterir.

     O uzun geçmiş zamanların; aslında istikbal ve geleceğe atlama taşı olduğunu gösterir.

     O uzun geçmiş zamanların; aslında ebedî saadete, sonsuz mutluluğa göçüp giden ruhlar için bir nur kaynağı olduğunu gösterir.

     O mazi denen geçmiş zamanların aslında ebedî saadete kavuşmak için çeşitli basamakları bulunan bir aydınlık merdiven ve nurlu yükselişlere birer vesile olduğunu gösterir.

     O mazi denen geçmiş zamanların aslında; ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhlara; nurlu bir ışık ülkesi olduğunu gösterir.

     O mazi denen geçmiş zamanların aslında; dünyadan göçüp giden ruhların bir bostanı olduğunu gösterir.

Önceki İçerikMührü Kırık Kelamlar
Sonraki İçerikDin – Felsefe İlişkisi (IV)
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.