‘Özgürlüğe Giden O Yola Doğru’

99

“Kıbrıs’ta 14 Ağustos 1974’te gerçekleştirilen 2’nci harekâtın ilk saatlerinden beri civar köylerden kaçan ve araziye dağılmış olan Rum Milli Muhafız Askerleri, onlara komuta eden Yunanlı subaylar, sivil Rum milisler; Lefkoşa Rum kesimine geçebilmek için bizim ele geçirdiğimiz bölgeden geçmek zorundaydılar. Böyle olunca da pek çoğu birliklerimize esir düşüyorlardı. Bunların çoğunluğu yaşlılar, kadın ve çocuklardı. İçlerinde emzikli bebekler dahi bulunuyordu… Yine grup, grup esirlerin getirildiği bir andı! Yaşlı bir karı, koca, 2-3 yaşlarında bir kız çocuğu ve genç kızdan oluşan 4 kişilik bir Rum aileyi toplayan askerlerimiz, bu grupla birlikte tabur karargâhımızın bulunduğu yere doğru yaklaşıyordu. Gelen bu grup içindeki o küçücük Rum kızı bir an gözüme ilişti! Aman Allah’ım! Türkiye’de bıraktığım kızım Ebuş’uma ne kadar çok benziyordu, aynı yaştaydılar sanki. Ben bu duygu seline kapılmışken, bu aileyi bulunduğumuz yere ve tam benim önüme getirdiler. O küçücük Rum kız çocuğu sanki kendilerine bir şey yapılacakmış ve bu emri de ben verecekmişim gibi iki elini de havaya kaldırmış bir şekilde bana dönerek; ‘No, noooo! Help, help diyerek bağırmaya ve ağlamaya başlamıştı! Bir an kahroldum, ne yapacağımı şaşırmıştım! Küçücük çocuğa ne yapılabilirdi ki? Karşımda duran, bulunduğumuz bölgeye toparlanan yaşlılara, kadınlara, hamile annelere, kucağında emzikli bebekleri olan annelere, gencecik insanlara ne yapabilirdik? Onlar, bize kurşun sıkan Rum askerleri değildi ki! Onlar çaresizce hayata tutunmaya çalışan sivil halktı. Onlar Türk askerine teslim olmuş, aman dileyen çaresiz sivillerdi. Savaşın tüm acımasızlığının yaşandığı o zaman kesitinde gün batmış ve bulunduğumuz yerde, toplam 187 Rum sivil esirimiz olmuştu. Onlar artık bizim namus ve şerefimize emanetti. Aman dileyen insana el kaldırmak, zarar vermek bir kere dinimizce de günahların en büyüğü idi… Bu insanların hepsi aç ve susuzdu. 20 Temmuzdan – 14 Ağustosa kadar geçen süre neredeyse bir ay olmuş, toplanan esirler bu uzun sürede ne yapacağını bilmez bir halde oradan, oraya savrularak, güneye Rum kesimine geçmeye çalışmışlar ve bir şekilde de hayatta kalmışlardı. Görünen o ki, çok bitkindiler ve artık onlara göre yolun sonuna gelmişlerdi! Ne yapacaklarını bilmez bir haldeydiler! Çocuklar ağlaşıyor, yaşlılar dua ediyor; anlaşılan o ki, kadınlar, genç kızlar korku dolu gözler ile etrafı inceliyor, başlarına ne gibi bir felaketin geleceğinin hesabını yapıyorlardı… Ama yanılıyorlardı. İşte tam bu anda Türk askerinin, doğuştan gelen ve Türk Milletinin bir ferdi olmanın en önemli hasleti devreye giriyordu. Çünkü ‘Mehmetçik’ merhametliydi, bu güne kadar savaş meydanlarında kendisinden aman dileyene asla zarar vermemiş, yan bakmamıştı. Yine öyle oldu. Rahmetli bölük başçavuşum Banazlı Cafer Çınar Başçavuşu yanıma çağırarak, Rum esirlerin bu bitkin halini göstererek; ‘sana emir vermiyorum, sadece bu insanların durumunu gören öncelikle subaylarımdan, astsubaylarımdan ve askerlerimden onlara yardım etmelerini, üzerlerinde bulunan yiyecekleri, suyu bu muhtaç insanlarla paylaşmaları için bu isteğimi onlara iletmeni istiyorum…”Dedim… Aradan çok kısa bir zaman geçmişti ki, susuzluktan dudakları parçalanmış, 18 Temmuzdan o ana kadar sıcak bir kaşık yemek dahi yememiş, sadece üzerinde taşıdığı birkaç peksimet, birkaç konserve ile hayatta kalmaya, çevreden buldukları ile beslenmeye çalışan benim o kahraman, yiğit askerlerim; mataralarındaki belki de son su damlalarını, üzerlerinde taşıdıkları son yiyecek lokmalarını; Rum bebekleriyle, yaşlı insanlarıyla, Rum anneleri ile paylaşmak için esirlerin toplandığı yere getirip bırakmaya başladılar… Rum esirlerin yaşamış oldukları bu insanlık dramını içine sindiremeyen, belki de onların yerine bir an olsun kendi analarını, babalarını, eş ve çocuklarını koyan askerlerim; günlerden beri aç ve susuz olmalarına rağmen, savaşta bir asker için en önemli olanı yapıyor, onların açlığını bastırabilecek tüm yiyeceklerini ve sularını, Rum esirleri ile paylaşıyordu… Hele, hele öylesi bir olay yaşandı ki, bu hazin insanlık tablosuna apayrı bir insanlık dersi katmıştı. Bu hüzünlü tabloyu gören bir askerim yanına gelerek: ‘Komutanım şu yakın mandırada inekler var. İzin ver bir koşu onları sağıp geleyim, esirler arasında bebekli anneler var, savaş sütten kesilmelerine sebep olmuş. O bebelere yazıktır komutanım…’ Ne diyebilirdim ki? Bu yaşananların tümü insan olabilmenin erdemi ise bu erdemin adı: “Türk insanıydı, yüreği tertemiz Mehmetçikti.” İçlerinde İngilizce bilen olup, olmadığını sorduğumda; esirlerin arasında bulunan 20 – 25 yaşlarında, yeşil gözlü, beyaz tenli, simsiyah saçları ile tam bir Rum dilberi görüntüsünde bir kız ayağa kalkarak, ‘Yes I am’ diye cevap verdi. Titreyen bedeni ile karşımda durdu ama yüzünde mağrur bir ifade vardı… İsminin Maria olduğunu ve Değirmenlik bölgesinde oturduğunu, 19 Temmuz gününden beri büyük bir korku içinde olduklarını; Türk Askerinin adaya ayak bastığından beri güneye gitmek için yer değiştirdiklerini, ağabeyinin Kutsovendi köyündeki komando kampında asker olduğunu, savaş çıktığından beri, kendisinden haber alamadıklarını ve şu anda kendilerini de nasıl bir sonun beklediğini bilemediklerini ifade etti! Maria ile konuştukça, korku dolu bakışlarının kaybolduğunu fark etmiştim. Ona korkmamalarını, burada Türk Askerinin koruması altında olduklarını, kendilerine hiçbir zarar verilmeyeceğini söyleyerek, bize güvenmelerini ve bu söylediklerimi diğer esirlere aktarmasını söylemesini istedim. Ayrıca biraz kızgın, biraz da merak içinde bu kadar aç ve perişan olmalarına rağmen, askerlerimin onlara vermiş oldukları yiyecek ve içeceklere neden dokunmadıklarını sordum? Maria biraz mahcup, biraz da korkulu bir yüz ifadesi ve ses tonuyla: Aralarında bulunan bir papazı işaret ederek, bu papa zın: ‘askerlerimizin yiyecek ve içeceklerini esirlerle paylaştıktan sonra hiç birisine dokunulmamasını çünkü Türk Askerlerinin bunları kendilerini zehirleyerek öldürmek amacıyla verdiklerini’ söylediğini ifade etti… Bir anda büyük bir öfkeye kapılmıştım. Papaza hak ettiği dersi vermek istedim ama kendime hâkim oldum. ‘Mehmetçiklerimin’ esirler için bıraktıkları yiyeceklerden, içinde su olan mataralardan herhangi birisini seçerek, önce ben yedim ve içtim. Sonra da esirlere dönerek: ‘İşte görün, eğer bana bir şey olursa hiçbir şeye dokunmayın’ diye bağırdım. Beni büyük bir şaşkınlıkla izleyen o insanların, bu hareketimden sonra; onlar için bırakılan yiyecek ve sulara nasıl saldırdıklarını izlerken, içim burkuldu, çok üzüldüm. O gece boyunca bu esirlere ne yapacağız diye düşünmüştüm! Zira aramızda kalmaları, büyük bir problemdi! Kendimize bile bulamamışken; onları besleyecek ne yiyeceğimiz, ne de suyumuz vardı. Esirlerin arasına çok güzel Rum kadınları ve genç kızlarının oluşu da ayrı bir problem oluşturabilirdi. Askerime bu konuda çok güveniyordum ama ne olursa olsun; ateşle barut yan, yana olmamalıydı! Ertesi sabah Tabur Komutanımın (Rahmetli Yarbayım Arap Burhan, nur içinde yatsın.) yanına giderek, bu esirleri ne yapacağımızı sordum? O da ne yapılacağının kararını bir türlü veremiyordu. Boğaz bölgesindeki esir toplama bölgesine göndermeye kalksak, nasıl ve hangi araçla gönderecektik? O sayıda insanı gönderebilecek ne aracımız, ne de başka bir imkânımız vardı. Bunun üzerine tabur komutanıma döndüm: “Komutanım, ben esirleri serbest bırakmayı öneriyorum” dedim. Bulunduğumuz yer Lefkoşa Rum kesimine iki, üç kilometre mesafedeydi. Hemen önümüzden geçen asfalt yolu (bu yol, Lef koşa sanayi bölgesinin hemen önünden geçerek, tam cephe hattımızda bulunan, Rumların Eğlence köyüne ve Lefkoşa Rum kesimine gidiyordu…) takiben giderlerse; bir saat içinde kendi bölgelerinde olabilirlerdi. Tabur Komutanımız da bu önerimi uygun bulmuştu… Bunun üzerine süratle esirlerin bulunduğu yere giderek, Mariya’yı yanıma çağırdım. Kendine verdiğimiz kararı ve serbest bırakılacaklarını izah ettim ve en geç bir saat içinde Lefkoşa Rum kesimine gidebileceklerini söyledim. Mariya böylesi bir durumu yaşayan bir insanın ne yapması gerekiyorsa, onu yaptı. Önce bir sevinç çığlığı attıktan sonra; minnet duyguları ile yaşaran gözlerini, gözlerime dikerek; “Sizlere minnettarız, bizlere insanlık dersi verdiniz, çok teşekkür ederim. Şunu da belirtmek isterim ki, bu durum aynı şartlarda Türk kadınlarının ve kızlarının başına gelmiş olsaydı; bizim askerlerimiz, çoktan ırzlarına geçmiş, çoğunu da öldürmüşlerdi. Seni ömrüm boyunca unutmayacağım cesur Türk” diyerek, boynuma sarılmıştı… Kısa bir süre sonra 187 kişiden oluşan Rum esirlerin serbest olduklarını, hemen karşımızda buluna Rum kesimine gidebileceklerini öğrendikleri andan itibaren; o yaşlı insanların, emzikli bebekli annelerin, küçücük çocukların onları hayata kavuşturacak ‘özgürlüğe giden o yola doğru’ nasıl koşuşturduklarını, savaşın içerisinde yaşanan bu insan sefilliğini büyük bir üzüntüyle izledim… Hele, hele Türk askerinden aman dilemiş, bizim adaletimize sığınmış bu insanlara dokunmak, onlara zarar vermek; ne bizim askerlik şanımıza, ne de inancımıza yakışırdı. Sonuçta da öyle oldu. 2’nci Harekâtın ilk gününde ve öncesinde, ‘onlar, o esirler’;savaşın o acımasız yüzünü gördüklerini; ölümle burun, buruna geldiklerini sandıklarında, aslında bizim namus ve şerefimize emanet edildiklerini kavrayamamışlardı. Rum esirleri o gecenin sabahında özgürlüğe, yaşama doğru koşarlarken; 20 Temmuz 1974 ve sonrasında, Rum esirlerini serbest bıraktığımız o gecenin sabahında, Rum askerlerine, E.O.K.A çetelerine esir düşen eli silah tutmayan sivil Kıbrıs Türk Halkının; Bebek, çocuk, kadın, yaşlı demeden, insanlıktan nasibini almamış bu katiller sürüsü tarafından kahpece katledildiklerini, ancak harekâttan sonra ortaya çıkarılan toplu mezarlardan öğrenecektik. Ve… Bu insanlık ayıbı; dünya var oldukça o gece bu katliamları yapan Rumların alnında kara bir leke olarak kalacaktı… (Bk: ‘Tarihten Gelen Çığlık-2010 – Atilla Çilingir’; Muratağa, Atlılar ve San

 

 

Önceki İçerikGDO’lu İlişkiler
Sonraki İçerikKadının Kariyeri: Annelik!
Avatar photo
1967 yılında Teğmen rütbesiyle T.S.K da göreve başladığı zaman, Kıbrıs olayları adada tüm hızıyla devam ediyor, Yunanistan’ın da desteğini alan Rum’lar; adada yaşayan Kıbrıs Türk’üne her türlü mezalimi yapıyor, gerçekleştirdikleri toplu katliamlar, uyguladıkları ekonomik ambargolarla Kıbrıs Türk Halkını adadan göçe zorluyorlardı… O dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin 1960 yılında imzalamış olduğu, BM’ler tarafından da onaylanmış garantörlük anlaşması gereğince, ada da bulunan ‘Şanlı Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayında’ görev almak için defalarca dilekçe veren Teğmen Çilingir; 1974 yılının 20 Temmuz Cumartesi sabahı kendisini Kıbrıs’ta savaşın içinde buldu. Bölük komutanı olarak Kıbrıs Savaşlarının her iki safhasında da bu görevini başarıyla sürdürdü, ‘Gazi‘ unvanı ile onurlandırılarak Türkiye’ye döndü. 1974–1975, 1985–1987 yıllarında Kıbrıs’ta görevli olduğu yıllardan sonra da, adada yaşanan olayları yakinen takip eden Çilingir; 2004-2011 yılları arasında Kıbrıs Türk Kültür Derneğinin İstanbul Şubesi yönetim kurulunda da görev yaptı. Bu uzun süreçte ’mili davamız’ olarak bilinen Kıbrıs konusuna sahip çıkarak, Kıbrıs Türk Halkının kazanılmış tarihsel ve hukuksal haklarını savunmak adına değişik platformlarda görev aldı. Sempozyumlara, panellere, televizyon programlarına konuşmacı olarak katıldı, makaleler yayınladı. Yakinen takip ettiği Kıbrıs konusu başta olmak üzere, ülke meseleleriyle ilgili güncel yazılarına, konferanslarına devam etmektedir. T.S.K.’dan 1990 yılında, kendi isteği ile emekli olduktan sonra; Kıbrıs konusuyla ilgili kaleme almış olduğu; ’’Özgürlük Nefesi (K.K.T.C Cumhurbaşkanlığı yayını 1995)’’, ‘’Girne’den Doğan Güneş (1997)‘’, ‘’Unutanlar Unutturulanlar ya da Hatırlayamadıklarımız (2004)’’, ‘’Elveda Kıbrıs Ama Bir Gün Mutlaka (2006)’’, ‘’Andımız Olsun ki Bu Topraklar Bizim (2007)‘’,’’Tarihten Gelen Çığlık (2010)’’, Kıbrıs ‘’Yes Be Annem’’ 2002-2016 (Eylül-2016) isimli kitaplarıyla; Ülkemizin son 65 yılında öne çıkan, yaşanmış önemli olayları anlatan: ‘’10’ların İzleriyle Türkiye (2014)’’,’’Kırılmadık Ne Kaldı?-Zaman Asla Kaybolmaz (2015)’’, ‘’Önce Vatan (Eylül 2017) isimli kitapları da bulunmaktadır… Sivil iş hayatına ‘Türkiye Sigorta Sektöründe’’başlayan Atilla Çilingir Koç YKS bünyesinde uzun yıllar görev yaptıktan sonra, halen dünyanın 18 ülkesinde hizmet veren, sağlık bilişim şirketlerinden birisi olarak ülkemizde de faaliyet gösteren; ‘’CompuGroup Medical Bilgi Sistemleri A.Ş’’ bünyesinde, görevine devam etmektedir. Pek çok üniversitenin ‘Bankacılık-Sigortacılık Fakültelerinde, Yüksek Okullarında, vermiş olduğu seminerler, konferanslar ile sektöre bu yönde de hizmet vermeye devam eden Çilingir’in: Sigorta sektöründe 27 yıldan beri vermiş olduğu hizmetlerini anlatan; ‘’Sigortalı Hayatın Gerçekleri’’ (2012) isimli bir kitabı daha bulunmaktadır. Atilla Çilingir; bugüne değin kitaplarından elde etmiş olduğu telif gelirleriyle; Sosyal sorumluluk projeleri kapsamında: 2010 yılında ‘K.K.T.C Lefkoşa Şehit Aileleri ve Malul Gazileri Derneğine’ ‘Tarihten Gelen Çığlık’ isimli kitabının telif gelirini bağışlamış, 19 Şubat 2012’de Van’da yaşanan büyük depremden sonra Van’ın Muradiye İlçesi Akbulak Köyü İ.M.K.B. (İstanbul Menkul Kıymetler Borsası) Yatılı Bölge İlk Öğretim Okulunda içinde 20 adet bilgisayarı bulunan ve kendi adını taşıyan bir BT (bilgi teknolojisi) sınıfı açmış. 02 Haziran 2017 tarihinde de Samsun’un Tekkeköy ilçesi Büyüklü İlköğretim okulunda da adını taşıyan, içinde 2500 kitabı, 2 adet bilgisayarı bulunan bir kütüphanenin açılışını sağlamıştır.