Yedi Yıl Öncesinden Güzel Bir Günün Anısına

118

Gazete ya da bir kitap okuyabildiğim için özel aracımla değil de dolmuşla veya otobüsle gitmek isteyip te bazen yer bulamayınca cehennem azabına dönen iş yerime gidiş maceram, birden bire bambaşka bir güzelliğe dönüşmüştü. İzmir’imizi kuzey – güney istikametinde kat eden elektrikli tren hattı İZBAN işletmeye alınmıştı. Hemen ilk yolcularından biri olarak hasretle kucakladım.

Seçim kaygısıyla, alelacele işletmeye alınmıştı, çevre güvenlik önlemleri tam alınamadığı için fazlaca sürat yapamıyordu. Ama olsun, dağa taşa gömülen muazzam paralara bakıldığında küçük birer meblağ ayrıntısı olan bütün bunlar elbet bir gün düzelecekti. İyi de galiba vagonlar da çok taze idi; bana hoş gelen, alışmış olduğum taze boya kokuyormuş biraz. Ben pek fark edememiştim. Ama oturduğum uzunlamasına kenar koltuklarda yanımda oturan çok genç bayan bu soruyu sorup hatırlatmıştı: “Ortamda boya kokusu var değil mi?”

Soruyu duydum, bana sorulduğuna kanaat getirdim, gazeteye gömdüğüm başımı kaldırmadan havayı kokladım. Soluma döndüm, genç bayanla yüz yüze gelip te; “Evet tanıdık bir endüstriyel boya kokusu, galiba dün boyanmış ta bugün hizmete girmiş gibi, ama çok yakında uçar gider, hiç bir şeycik kalmaz” derken gencimizin, gözlerime bakamadığını, ortalamasına yüzüme baktığını fark ettim.

Birden bire çok şiddetle uyarılmış gibi, çok dikkatlice, çok kuvvetlice, çok ararcasına baktım yüzüne ve en nihayetinde sol elinde sımsıkı tuttuğu, katlanmış beyaz bastonunu fark ettim. Evet, genç kızımız kör idi. Benim de bunu hemen anladığımı, anladığını hissettim. Gazetemi okurken çıkan kâğıt hışırtısı seslerinden gazete okuduğumu anlamıştı. Ama körlüğü konusundaki en küçük bir soruyu sanki hemen engellemek istercesine hangi gazeteyi okuduğumu sordu: “Cumhuriyet” dedim. Oradan buradan sohbete giriştik.

Ben; hemen, alelacele, öylesine bir bilince erişebilmiştim ki hakikaten benim gözümde ve ruhumda da gencimiz kör falan değildi. Bu olgu yok olmuştu aramızda. Tam anlamıyla eşit olarak adeta beyinlerimiz konuşuyordu. Bu, zaten başarılması gereken bir ruh ve akıl kıvamının övünülecek nesi vardı ki.. Ben sadece bunu çok çabuk, hiç firesiz başarmıştım ve bundan dolayı bir huzur güzelliği kapladı içimi. Çünkü sanki bu tutumum ona da çok huzur vermişti.

Galiba, gazete okuyan bir adam olmam biraz güven vermişti gencimize, ama sonrası. Oradan, buradan, şuradan; hep konuşmak, sohbet etmek istiyordu. Ben de yan yan yüzüne bakıyordum, inceliyordum biraz arada. Hafif kıvırcık simsiyah saçlı, beyaz tenli, ufak tefek, Egeli, bir Türkmen köylüsü güzelliğinde idi. Ama hakikaten göz bebekleri olmayan kapkara gözlerine bakamıyordum uzun boylu.

Ege Üniversitesinde okuyormuş. Okulu, dersleri, şusu busu derken hep konuşa konuşa, birlikte aktarma yapacağımız Halkapınar Aktarma İstasyonuna yaklaşıyorduk. Güzergâhımız aynıydı. Birlikte devam edecektik. Sanki hiç bir şey yokmuş gibi davranmak ta bir tür ikiyüzlülük gibi canımı sıkmaya başlamıştı. Küt diye sordum: “Ne zamandan beri görmüyorsun?” “Doğduğumdan beri.”

Halkapınar İstasyonuna geldik, birlikte ineceğiz. Merdivenlerden çık – in, tekrar metroya bin; uzun ve meşakkatli bir yol. İnmek üzere ayağa kalkmıştık. “Gir bakayım koluma!” dedim. Hemen koluma girdi, öteki eliyle de koluma sımsıkı sarıldı. Yürüyüş yolunda Bülent Ustamdan telefon geldi; konuştuk, anlaştık; bu konuşmayı da merak etti. İş konularında zaten çenem düşüktür biraz, neler olduğunu anlattım.

Metroya geldik ve bindik. Ayakta, ben direğe o da benim koluma sımsıkı sarılı gidiyorduk. Yer vermek isteyenleri kesinlikle reddetti. Bornova’ya yine bir aktarma istasyonuna yaklaşıyorduk. Az sonra ayrılacaktık. Ben onu mutlaka, mutlaka ama mutlaka daha da umutlu göndermek istiyor ve bu umutla beynimi zorluyor, söylenecek başka türküler arıyor, arıyor, arıyordum. Tamam, en iyisini bulamayacağım belki de, ama ya onu üzecek bir şeyler söylersem korkusu fena halde içimi sarmıştı.

Her şeye rağmen bulabildiğim iki şeyi söylemeye karar verdim ve söyledim:

“Bak, yaşamak şöyle bir şey olabilir. Diyelim ki kanser hastalığına kesin çare olabilecek, ölmekte olan bir hastanın hayatını kurtaracak bir ilaç bulundu. Yani kullanan iyileşecek ve hayatına devam edecek. Yalnız ilacın bir yan etkisi var. Kesinlikle gözleri kör ediyor. İnan bana bütün ölümcül hastalar bu ilacı hiç düşünmeden hemen kullanır. Ben mesleğim icabı aşinayım. Dünyada, bilimsel gelişmeler sonucu ‘Görüntü İşleme Teknolojisi’ diye bir uygulama başladı. Örneğin bu sistem, gıda endüstrisinde bir bantta akan elmaları, portakalları bir kamera vasıtasıyla görerek çürüklerini ayıklıyor, renklerine ve boylarına ayırıyor. Mesleğimden dolayı çok iyi bildiğime emin ol! Bu gelişmeler bir başlamaya görsün sonrasında bu uygulamalar korkunç bir hızla gelişir ve sen, on, on beş sene içinde kesinlikle görebilir olacaksın, lütfen buna inan!”

Beni büyük bir ilgi ve yüzünde bir memnuniyetle dinledi. Bunu hissettim. Bornova’ya geldik, gencimiz yine kolumda, merdivenleri çıktık. Onu Kampüse götürecek otobüs durağına kadar götürdüm. Otobüs hazır bekliyordu. Söyledim; bana döndü sarıldı, kapkara gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Otobüse bindi, ben hemen duraktan ayrıldım. Başka bir duraktaki bir banka oturdum, ağlamaya başladım.

“Allah’ım, sana çok şükürler olsun! Sen bana nasıl bir ruh güzelliği bahşetmişsin böyle, bir genç bayan sesimden mi, konuşmamdan mı nereden bilmem; beni görmeden bunu hissetmiş ve dış tehditlere karşı tepeden tırnağa savunma mekanizmaları, refleksler geliştirmiş olmasına rağmen bana güvenmiş, bana sarılmış.”

Sonra da şu sözler döküldü zihnimden. “Sen son zamanlarda şunları demiyor muydun: Levent, senin bunca ürettiklerine karşın makam ve para zengini olabilmen fıtratında yok, olmayacak. Sen en iyisi, daha iyi bir insan olmaya gayret et! Bak, öyle oluyor işte; mutlu olsana!”

Sonrasında içimde bir huzur ile beni 4.Sitedeki atölyeme götürecek olan 304 no’lu otobüsüme bindim. “Haydin Levent!” dedim. “Yaşam savaşına devam!”

 

(NOT – Mahcubiyet içinde, bir açıklama ihtiyacım: Yukarıda “Allah’ım, sana çok şükürler olsun, sen bana nasıl bir ruh güzelliği bahşetmişsin böyle” demişim. Bu cümle başıma gelen yine bence, bu ilahi güzellikten hemen sonra sıcağı sıcağına, ne diyeceğimi bilemediğimi, sadece ve sadece körün fili tarif ettiği gibi bir şaşkınlığımı ifade eder.)