Hemen belirteyim ki, istikbalde / gelecekte hüküm sürecek ve her kıta’da mutlak / tamamen hâkim olacak / hükmedecek yalnız İslâmiyet hakikatidir.
Evet, istikbal ve geleceğin saadet / mutluluk sarayının tahtında oturacak olan, sadece İslâmiyet olacaktır.
O İslâmiyet ki, hakikat ve gerçeklerin, maarif / bilgi ve ilimlerin hâmisi / koruyucusu ve gözeticisidir.
O İslâmiyet ki, doğru İslâmiyet ve o İslâmiyete yakışan doğruluk ile ilim, teknik ve irfana kanat gerici ve onu kollayıcı bir mahiyet ve içerik arzetmektedir.
İşte o İslâmiyetin bu hâli; onun istikbalin fâtihi ve fethedicisi olacağının da göstergesidir.
Nitekim emare, işaret ve belirtileri ufuktan tulû etmeye / doğmaya başlamıştır.
Çünkü, mazi kıt’asının; ıssız / korkulu / ürkütücü yer, sahra ve çöllerinde göçebe olarak, perişan bir hâlde yaşayan TAASSUP ve TAKLİT hazretlerine karşı;
Ya da cehlistan / cahilistan / bilgisizler ülkesinde oturan; ilim, fen ve tekniğe aykırı, boş ve yalan yanlış sözler sarfeden MUTAASSIPLARA karşı;
İstibdat edip MÜSTEBİT / baskıcı davranış içinde bulunanlara karşı;
İlim, fen, teknik ve irfanla beraberlik ve işbirliği içinde olan ve zaten bu husus ve niteliği İslâm için olmazsa olmaz olan Yüce İslâm Dîni’nin; mutlak galebesine / üstün gelmesine engel teşkil eden, oraları tam olarak istilâsına / ele geçirmesine set çeken mâni ve engel olan sekiz durum; artık üç hakikat ile yerle bir olmuş ve olmaktadır.
O mani ve engellerden Birincisi: Ecnebi / Yabancı ve Batılı’lardaki; delil olmaksızın bir sözü kabul ettiren, başkalarını körü körüne taklit ettiren, hakikate ve gerçeğe ulaşmada büyük bir mani ve engel teşkil eden TAKLİT Hazretleri’dir.
İkincisi: Hristiyanlık âleminin, İslâm âlemini doğru dürüst bilmeyerek, kulaktan dolma bilgilerle yetinmesini sağlayan CEHALET Ağa’dır.
Üçüncüsü: Taklitten doğan; diğer fikir ve görüşleri bilmediği, anlamadığı hâlde, onlara karşı kendini kapatmak, onlara karşı düşmanca tavır almak demek olan, bağnaz TAASSUP Bey’dir.
Dördüncüsü: Kıssis, keşiş ve papazların; Hristiyanlar üstünde riyaset ve hâkimiyet kurup, onlara hükmetmeleri. Özellikle Orta Çağda Batı’da asırlarca düşüncenin önünü kapayan “Bağnaz, tutucu, dar görüşlü, akla ve ilme önem vermeyen.” TEOLOJİK Zihniyet’tir.
Nitekim Batılıların önündeki bu maddî-manevi setler; onların hak din olan İslâmiyeti kabul etmelerine mâni olmuş; maddeten geri kalmalarını uzatmış; manen de dünya ve ahiret saadetlerine kavuşmaktan onları mahrum ve yoksun bırakmıştır.
Bizdeki mâniler ise, Bir: Çeşitli istibdat ve baskılar altında oluşumuz:
Sırf kendi görüşünü doğru kabul eden ilmî / bilimsel zorbalık. Halkı; hak ve hürriyetlerden mahrum ve yoksun bırakan siyasî / politik baskılar. Mânevî / dinî / dinsel mesela “Mahalle Baskısı!” gibi psikolojik istibdat ve baskılar.
İki: Ahlâksızlık hâli ve işlerimizdeki perişanlık ve karışıklık. Halbuki:
“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiye’nin (İslâm ahlâkının) ve hakaik-i imaniyenin (iman hakikat ve gerçeklerinin) kemalâtını (mükemmelliklerini) ef’âlimizle (fiil ve hareketlerimizle) izhar etsek (göstersek, görünür kılsak), sair (diğer) dinlerin tâbileri (mensup ve bağlıları) elbette cemaatlerle (topluluklar hâlinde) İslâmiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz’ın (Dünya’nın) bazı kıt’aları (bölgeleri) ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler (girmiş olacaklar).”
Üç: Atalet, tembellik ve hareketsizliği netice veren yeis ve ümitsizliktir. Ki, İslâmiyet güneşinin tutulmasına sebep olmuşlardır. Oysa “Yeis; mani-i her kemâldir.” Her türlü ilerleme ve gelişmenin önündeki en büyük engeldir.
Nitekim: “Gayr-i Müslimlerin (Müslüman olmayanların) iman etmelerinden ümidini kesen Mü’minler (İnananlar); kendi dünyalarında kalmış, kendi kabuklarına çekilerek; bu cihan-şümul (evrensel) mesajı onlara hakkıyla ulaştıramamıştır.”