Benim Evlerim ve Şehirlerim

111

Kilis’te  Camii Kebir Sokak’taki babaerkil ailemizin oluşturduğu evimizde doğmuşum. Dedemler, amcamlar ve biz aynı evde oturuyorduk. Esasında bu ev dedemin amcazadeleriyle aynı mekan imiş, ancak aile bireyleri çoğalınca ortadan kesme taş ile ikiye bölünmüş, duvara bitişik yerden de bir mini pencere açılarak iletişim sürdürülmüş. Diğer evin giriş kapısı da bir başka sokağa Sıcancık’a açılmış.

Burası birlikte yaşadığımız ilk evimizdi. Yıl 1950.

Evimizin bahçesi de duvarları gibi kesme beyaz yontma taş döşemeliydi. Ekinliklerinde bir turunç ağacı, üç üzüm asması, bir nar ağacının yanında kırmızı, sarı, pembe güller, yaseminler, hanımelleri, zakkum, hatmi ekilmişti. Asma gülü dediğimiz ve katmer katmer açan gül ağacının kokusu etkileyiciydi. Saksı çiçeklerimizin sayısı bir hayli fazlaydı. Her odanın önünde kullanılmış tenekeler, kırılmış testiler ve miadını doldurmuş kaplara renk renk sardunya, lokiyye, küpe çiçeği ve fesleğen çiçekleri ekilmişti. Filli dediğimiz fulya yarı ağaç gibi olur ama beyaz çiçeği her yanıyla kokardı. Öyleki güzel kokusu için annemler su testisinin içine koyarlardı. Zakkum ise tartışılan bir çiçekti. Zehir olduğunu iddia edenler olduğu gibi, uzun boyu, güzelliği, yeşilliği ve renkli çiçekleri dolayısıyla tercih eden evler de olurdu. Bizim ve bütün arkadaşlarımın evi birer çiçek bahçesi gibiydi.

Evimiz kale gibi duvarlarla çevrilmişti. Kapı taşları ise araya yarı yarıya siyah kaya taşı konularak dizayn edilmişti. Giriş kapımız çift kanatlıydı. Kerestesinin üzerine kapımızda renkli ince saç döşenmişti. Bunun üzerine de iri başlı çivilerle şekiller yapılmıştı. Bu da vazo içinde güller ve karanfiller biçiminde gelirdi bize. Kapı üzerinde biri aşağıda halka, diğeri yüksekte el şeklinde iki tokmak vardı. Halka tokmak gelen hanım konuklar içindi.  İnce ve tiz bir ses çıkarırdı çalınınca. Ev sahibi de gelenlerin hanım olduğunu bildiğinden baş örtüsü falan takmak ihtiyacı hissetmezdi. “Buyurun” diye seslenirdi. El şeklindeki tokmak ise daha sert ve tok bir ses çıkarırdı. Böylece gelenlerin erkek olduğu anlaşılır ve ona göre mahremiyete bürünülürdü. Evin kapısının bitişiğinde bir metre yükseklikte bir demir halka daha bulunurdu. Bu halka gerek evin, gerekse haneye eşya taşıyan hayvanların bağlanması içindi. Burası bir nevi otopark hizmeti verirdi. Her evde de mutlaka olurdu. Hacca gidenlerin evlerinin üzerine dua ve besmele yazılır, Kabe resmi çizilirdi. Yeni evlenenler için ise çömçe damat-gelin resmi yapılırdı. Herkes de bu evlerin hacı ve güveyi evi olduğunu öğrenmiş olurdu.

Kapı Dille Açılıyor

Evin kilidi bir karış büyüklüğünde demirden “dil” denilen bir aletti. Açılıp kapandığındaki sesi duyardınız. Evin kapısının tek kanadı arkadan portatif demir çubukla sabitlenirdi. Kapının arkasında yarım oda büyüklüğünde abdesthane veya hela dediğimiz  tuvaleti bulunurdu. Şehre üç günde bir su verildiğinden helalarda mutlaka dolu bir ibrik hazır olurdu. Hacetler çömelerek giderilirdi.

Evimizin girişinde bir kısa dehliz bulunurdu. Dehliz boyunca da duvara bitişik arık ile de havış dediğimiz bahçe yıkandığında kirli suların tuvalete yönlendirilerek akması sağlanırdı.

Dehlizin bitip, havışın başladığı yerde çöp zembili olurdu. At arabalı çöpçüler geldiğinde çöpleri buradan alabilirilerdi. Evden rahatlıkla tabut çıkabilecek genişlikteydi dehliz.

Evimizin bütün odaları bahçeye bakar ve güneş görürdü. Mutfak dehlizin hemen bitişiğindeydi. Yemekler odunla tutuşturulan ocağımızda pişerdi. Kap kacak kül ile yıkanırdı. Mutfağın içinde ayrıca taştan oyulmuş küllük dediğimiz bir su deposu vardı. Küllük sürekli dolu tutulur, boşaldıkça  bahçenin ortasındaki su kuyusundan takviye edilirdi. Yahut Ulu Cami’den su taşınırdı. Banyo da burada yapılırdı. Küllüğün üzerinde “tahta daraba” dediğimiz keresteden çerçeveli bir pencere vardı. Sadece banyolarda kapatılırdı. Elektrik de üç günde bir verildiğinden mutfakta önceleri lamba, sonraları fennüs , en sonunda da lüks lambası kullanılmaya başlanmıştı. Ta ki elektrikler gelene kadar.

Evlerdeki Kara Davut

Mutfağın bitişiğinde dedem ve babaannemin odası vardı. Eşikten içeri girilir ve ayakkabılar burada çıkarılırdı. Hemen giriştetazar dediğimiz su testilerinin veya  zaruri ihtiyaçların konulduğu mermerden yapılmış yüksekçe bir divan yerleştirilmişti. Altındaki boşluk ise ocak gibi bir görev yapardı. Genelde boş olurdu. Odanın bütün pencere ve dolapları işlemeliydi. Nakış nakış bunları görmek mümkündü.

Yüklükte onlarca yorgan ve çarşaflar sıralanırdı. Dolaplara giysiler ve çamaşırlar korunurdu. Mis gibi sabun kokardı  bu dolabın etrafı. İç çamaşırları evin hanımları dikerdi. Odanın kocaman bir aynası hepimizi içine alırdı. Bazı dolaplar vitrin gibiydi. Babaannemin fazla olmayan çeyizinden kalanlar sergilenirdi. Işıl ışıldı çocuklar için. Duvarda  kılıfı içinde bir Kur’an-ı Kerim’i sürekli muhafaza edilirdi. Bir rafta ise babaannemin her zaman okuduğu Ahmediye, Muhammediye, Kara Davut, Caber Kalesi Fethi, Battal Gazi kitaplarını dün gibi hatırlıyorum. Kitapsız hiç bir ev ve odamız yoktu.

Bu oda kışın mangal ile ısıtılırdı. Zaman zaman tandır dediğimiz, toprak ve kilden yapılmış içine kömür ateşlerini yerleştirebilecek şekilde bir ağzı olan, yanlarında bir kaç da deliği bulunan mangaldan başka ısınma aracımız yanları açık küçük bir masanın içine yerleştirilir ve üzerine bir yorgan atılarak hane halkının üşümesine mani olunurdu. Yorganın altına ayaklarımızı ısıtarak büyüklerimizin anlattığı masalı dinlerdik.  Zaman zaman da babaannem Yusuf ile Zaliha hikayesini anlatırdı bize. Dualar belletirdi. Namaza kalktığında ise secdeye varır varmaz sırtına binerdik. Babaannem duasını yüksek sesle okuyunca mesajı anlayan annemler gelip bizi babaannemin sırtından indirerek ” günah işlediğimizi” hatırlatırlardı. Akabinde ise seccadede babaannemin yanına oturarak ellerimizi açıp duaya varırdık.

Mağaradakiler

Odanın içinde bir de ambar dediğimiz işlemeli büyük sandıkta zahirelerimiz korunurdu.Kışın bütün aile bu odada toplanarak yemek yerdik. Hayatı burada sürdürürdük.  Evimizin bahçesinde taştan oyulmuş bir curun bulunurdu. Burada mevsimine göre ayaklarla çiğnenerek biber ve domates salçası yapılır,  sirke ve üzüm suyu çıkarılırdı. Posası da atılmaz, bir torbaya doldurularak, üzerine bir büyük ve ağır taş konarak son kez bir kere daha suyu alınmaya çalışılırdı. Büyüklerin elbisesi ters yüz edilerek çocuklara dikilirdi. Ayakkabılara pençe vurulurdu. Bahçenin ortasındaki kuyumuzun suyu sadece mutfakta ve banyoda kullanılır, içmek için Ulu Cami’den testi ve kovalarla su taşınırdı. Kurban Bayramı yaza denk gelmişse ve eğer kavurma yapılmamışsa etler kuyuya sarkıtılarak korunmaya çalışılırdı. Havışta bir de tel dolabımız vardı ki burada havaya temas etmesinde fayda görülen yiyecekler muhafaza edilirdi.

Mağaramıza gelince, havıştan birkaç taş merdivenle inilirdi. Bir voleybol sahası kadar büyüktü mağaramız. Tahıl ambarlarımız buradaydı. Buğday, mercimek, nohut, pirinç, bulgur, un ambarlarda korunurdu. Lazım oldukça tahta kapağı açılarak alınırdı. Buğdaylar değirmene gönderilerek çuvalla un yapılırdı. Ayrıca peynirler, salçalar, yağların muhafazası için en ideal yerler de mağaralarımızdı. Tavanında direkler vardı. Buraya da korumak için kavun ve üzüm gibi meyveler bir çiviye asılır, kışın sofraya çıkarılırdı. Mağaramız öyle güzel kokardı ki insanın midesi kaşınır ve acıkırdı. Evimizin en serin yeri burasıydı. Aşırı sıcaklarla savaşanlar bazı gün ve haftalarda ya mağarada yatar ya da dama çıkarlardı.

Dam deyip geçemeyiz. Odalarımızın üzeri saman ve toprak karışımından oluşurdu. Kış gelmeden enine dönebilen, silindir şeklindeki loğlarla bu damlar bir ileri bir geri gidilerek sertleştirilirdi. Aynı günümüzdeki yeni asfaltlardaki silindirler gibi. Kışın akan suların burada birikmemesi için taştan yapılmış ve içinde arkı olan çörtenlerle tahliye edilerek bahçeye akıtılırdı. Çörtenler bazen aslan ağzı, bazen kuşburnu, bazen düz biçimde şekillendirilerek işlenirdi. Altında da duvar içine oyulmuş “kuş tagaları” vardı. Bu mini pencerelerde kuşlar yiyecek bulur, korunur ve yuvalanırdı.

Merdivenin Tırabzınları

Beş odalı evimizin sadece ikisi bize aitti. Güneye bakardı ve birkaç merdivenle çıkılırdı. Merdiven altları kömür ve odunluk olarak görev yapardı. Amcamlarınki ise tam karşıda ve daha fazla merdivenli iki ayrı odaydı. İkinci kat gibiydi ve sokağa bakan bir de penceresi vardı. Pencereler sokakların görselliğini bozmasın diye en iyi demircilere desenli biçimde işletilir, bazen geometrik, bazen ikiz, bazen gül ve karanfil biçiminde şekillendirilerek yapılırdı. Merdivenlerimizin trabzınları da öyleydi. Bugün için antika olan dövme demirden yapılırdı.

Amcam güvercin meraklısıydı. Kilis’te kuşçuluk bir meslekti. Bazı kuşların fiyatları ile ev alınabilinirdi.  Bir merdiven altını amcam kuş kümesi yaptı. Bir damı da kuş uçurtmak için planladı. İkindi üzeri bütün Kilis kuşçuları elindeki güvercinleri semaya uçururlardı. Gökyüzü bir anda güvercin ordusu gibi görünürdü.

Evimizin her taşı bir hizmete vasıta olurdu. Cuma günleri bahçemizden hudar dediğimiz karışık mevsimine göre meyve-sebze gelir, havışa bırakılırdı. Sütlü kaymaklı ekmekler ise  kaplarla elden teslim edilirdi. Buğday ve salçalar kaynatıldığında, ceviz sucuğu yapıldığında havışımız çamurla sıvanarak dev halle dediğimiz kazan içindekiler yakılan odun ateşinde kıvama getirilmeye çalışılırdı. Bu çalışmaya komşular da yardımcı olurdu.  Sonra patlıcan, kabak, domates, biber ve acur kurutulması, şehriye dökülmesi de dayanışmanın bir başka yansımasıydı. Evin sabunlarını şehrimizin ünlü sabuncuları eve gelerek yapardı. Eğer bir komşu evimize yemek pişerken gelip o kokuyu hissettiyse mutlaka bir sahan yemek o eve “bir yeri şişmesin” diye gönderilirdi.

Evlerin Mahalleyle Örtüşmesi

Evimizin iki yanındaki tarihi Ulu ve Şıhlar Camileri üç beş adım yanımızdaydı. Ezanlar duyulurdu, selalar işitilirdi. Karşımızda ise evimizin mahseresi vardı. Mahsere zeytinyağı ve pekmez imal edilen yerlerimizdi. Ayrıca onlarca at, katır, eşek ve davarımız da mahserenin ahırında barınırdı. Tek ulaşım ve taşıma araçları onlardı. Naylon araba dediğimiz atlı arabalara henüz geçilmemişti.

Sokağımızda belediye başkanı, eczacı, öğretmen, çiftçi, değişik esnaf temsilcileri bakkal, terzi, hudarcı, iğneci ve memurlar oturuyordu. Onların çocuklarıyla arkadaştık.Çelik çomaktan birdirbire,muraharaldan saklambaca, futbola kadar oynardık. Bitişiğimizdeki Eşref Kasteli Çarşısı’nda esnaf öğle vakti namaz ve yemek için dükkanının önüne bir şal örterek kapalı olduğunu bildirir ve kilitlemezdi. Evimiz komşularla, çarşıyla, camiyle, sokakla ve her canlı ile örtüşmüştü.

Daha Fazla Çok Para Kazanmaya Endekslenmiş Bir Yapı

Beş yaşından üçüncü çeyreğe geldiğimde artık İstanbul’da oturuyorum; Şerifali’de. 24 yıl da İstanbul solumuş, İstanbul yaşamışım. Çok sayıda müteahhit arkadaşım var. “Keşke haberimiz olsaydı ev aldığından” dediler. “Sizin yapılarınızda odalar güneş görüyor mu, çocuk ve yaşlılar için lavabo var mı, tuvaletler evin içinde mi, girişinde mi, yatak odasında ayaklar kıbleye doğru mu uzanıyor? Yeşil alanlarınız mevcut mu? Çarşı ve yol sorun mudur?” diye sordum bu açıklama üzerine. Dediler ki “Hepsi mümkün ama güneyden ev alırsan daha pahalı olur. Fakat güneş görür. Kuzeye bakanlar ucuzdur. Farkı alınırsa lavabolar değişebilir. Bahçeli evler biraz tuzludur. Çarşıya ve yola yakın istersen de öyle.” Bunu arkadaşlarım anlattı. İçim cızz etti. Türkiye’de inşa edilen gökdelenler ve AVM’ler batının 1980 yılındaki inşaatların kötü ve ilkel bir kopyası. 12 Eylül öncesi Singapur’da görmüştüm bu yapıları. Bize yansıması ise hala kimliksiz. Yerel özellikleri bile yok. Oysa inşaat günümüzde birinci sırada yer alan bir sektör. Ancak içinde bize ve yarınımıza ait  bir şey bulmak zor.Teknoloji bile dışardan. Emekçi endişesi de taşınmıyor, inşaat iskele ve asansörlerinde emekçiler düşerek hayatını kaybediyor. Bu çözülme durdurulmalı. Türkiye yeni ve çağdaş, yerelliğiyle örtüşen, bölgesiyle bütünleşen, insana  ve topluma endekslenmiş sorumluluk taşıyabilen marka müteahhit, mühendis ve mimarlarını yetiştiremezse vay halimize.

 

Ankara’da ilesam genel kurulunda öğrendim; Kültür ve Turizm Bakanı Mahir Ünal kendisini ziyaret eden sivil toplum kuruluşlarıyla tertiplediği toplantıda “Şehir ve kültür konusunda proje üretin, öyle görüşelim” demiş. Ne dersiniz?