Kimin Ortadoğusu?

70

Aslında başlıkta bir hata var, kavram hatası. O da şu: “Ortadoğu”.

Yani “Doğu” neresi ki, bunun ortası “Arap Yarımadası’nın üzeri ve Mezopotamya olarak algılansın? Ya da bizim Türkiye’de anladığımız Ortadoğu ile Londra’da, Vaşington’da veya Paris’te anlaşılan Ortadoğu aynı mı?

Elbette biz bu yazıda “Ortadoğu” kavramını bugün genel olarak kullanıldığı ve anlaşılması rahat olsun diye kabul ettik. Yoksa Batılılarca oryantalist yaklaşımla uydurulan “Ortadoğu” bizim kültür coğrafyamızın “Ortadoğu”su asla değildir.

Bu konuda bir açılım getirebilmek için basit bir coğrafi terim gibi gözüken bu kavramın icadına bakmak gerekir…

Wikipedia bunu şöyle açıklar: “Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Afrika’nın birbirlerine en çok yaklaştıkları yerleri kapsayan ve birbirine komşu ülkelerin oluşturduğu bölgedir. Akdeniz’den Pakistan’a kadar uzanır ve Arap Yarımadası’nı kapsar. Orta doğu kavramı Avrupa merkeziyetçi yaklaşıma dayanır ve İngilizlerin 19’uncu yüzyılda kullanmaya başladıkları bir kavramdır. Bu tanımlamada İngiltere ve Avrupa ülkeleri merkez kabul edilmiş; doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu, Orta Doğu gibi kavramlar buna göre tayin edilmiştir.

Bu tanıma göre Orta Doğu ülkelerinin başlıcaları: Suriye, Irak, Katar, Kıbrıs, Ürdün, İsrail, Lübnan, İran, Filistin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Mısır, Afganistan, Pakistan, Tunus, Cezayir, Libya, Sudan, Fas’tır. (Türkiye?)

Ortadoğu kavramının öncülü Fransızların, Osmanlı Devleti’nin toprakları için kullandığı “Yakın Doğu” tabiridir. 20’nci yüzyılın başlarına kadar sık sık kullanılmıştır. İngiltere’nin 19’uncu yüzyıldan itibaren Hindistan ve Çin’in zenginliklerine yayılması da “Uzak Doğu” kavramının kullanılmasına neden olmuştur. Bu iki kavram batılı devletler için yeni bir bölgesel tanımlama ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bu doğrultuda İngilizler, Yakın Doğu terimine karşılık, Osmanlı Devleti toprakları içerisinde kalan ve Uzak Doğu’ya geçişte önemli bir atlama taşı olan bölge için “Ortadoğu” terimini kullanmaya başlamıştır.

Ortadoğu, Doğu ile Batıyı, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu, Rusya ile sıcak denizleri birbirine bağlayan, aynı zamanda Doğu ile Batı arasındaki bütün ticarî ve kültürel bağlantıların yapıldığı bir bölgedir. Yeryüzünün en önemli kara ve su yollarına kumanda etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değer, Ortadoğu’yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin birincil hedefi haline getirmiştir.”Kara altın” olarak tanımlanan petrolün 20’nci yüzyılın ilk yarısından itibaren değer kazanmasıyla Ortadoğu’nun, dolayısıyla buradan geçen kara ve deniz yollarının stratejik önemi dünyanın hiçbir yeriyle kıyaslanamayacak derecede artmıştır.

Orta Doğu, batılı devletler tarafından bazen Yakın Doğu olarak adlandırılır. Oysaki Yakın Doğu, Orta Doğuyla beraber Balkanları da kapsamaktadır.

Bu adlandırmadaki değişiklik, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasıyla başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Balkanların Osmanlı egemenliği altında olması ve Hıristiyan kültür motifini de barındırması nedeniyle, Balkanlar ve Doğu Akdeniz sahilleri “Yakın Doğu”, Mezopotamya dâhil olmak üzere Mezopotamya ile Hindistan arasındaki bölge “Orta Doğu” olarak adlandırılmaktaydı.

Ancak 20’nci yüzyılın başında Balkanlar’da Hıristiyan devletlerin ortaya çıkması, Batılılar için “öteki” kavramını ortadan kaldırmış ve Yakın Doğu kavramının kullanılmamasına yol açmıştır. Yerine Türk ve Müslüman azınlık hâlâ ezici olarak bulunduğu için “Doğu Avrupa” denilmiştir. Yakın Doğu kavramının kullanılmamaya başlanmasıyla Orta Doğu kavramı, Trakya ile Hindistan arasındaki bölge için kullanılır olmuştur.

Kısacası kültür coğrafyamız içerisindeki toprakların bir kısmı Ortadoğu’dur. “Büyük Ortadoğu” ise sadece Osmanlı hinterlandını değil aynı zamanda bütün Türk Dünyasını da kapsayacak alan anlamında Batı tarafından, özellikle de ABD tarafından kullanılmaktadır.

Dolayısıyla da siz istediğiniz kadar “Biz Ortadoğu ülkesi değiliz, Avrupa ülkesiyiz” deseniz de bu kavramın mucitleri tarafından Osmanlı-Türk idaresindeki ve etkisindeki alan ‘”Ortadoğu’dur”!

Öyle ise önerdiğimiz “Yeni Stratejik Konsepte” göre, Osmanlı Devleti’nin güçten düştüğü dönemde Anadolu’da başlayan ve asırlarca süren celali isyanlarından tutun da bugün IŞİD diye tabir ettiğimiz ve tarihte Haşhaşiler’den kanlı mezhep savaşlarına kadar sürekli kan akıtılan Ortadoğu, nasıl huzura kavuşur?

Esas sorun budur?

Son 10 yılda 3 milyondan fazla Müslüman’ın yine Müslümanlarca katledildiği veya katledilmesine vesile olduğu bu coğrafyanın en büyük sorunu;”ayrışma ve beğenmemezliktir”…

İslâm dininin nüfus oranları içerisinde en yoğun olduğu bu coğrafyada ta Abdullah İbn-i Sebe’den beri Müslüman Müslüman’ı öldürmektedir.

Şii – Sünni ayrımı ile başlayan bu süreç, alt dallar ve mezheplerle ve yeni yorumlarla her geçen süre daha da ayrışmaktadır.

Oysa tek bir Allah’a, aynı peygambere ve aynı kitaba inanan insanların birbirlerini dini terminoloji ile söylersek, “kâfir”  olarak görmesi ve hatta Hıristiyan ve Yahudileri dahi karşı mezhepteki din kardeşine tercih etmesinin mantıklı bir izahı yoktur aslında. Bunun tek izahı; herkesin korkunç bir oyuna geldiği ve gelmeye devam ettiğidir.

Bugün Sünni IŞİD teröristleri Şii’lere karşı İsrail’le ortak hareket etmekte, İran Sünni bir örgüt olan IŞİD’e karşı ABD ile aynı safta bir araya gelebilmektedir. O zaman şunu düşünmek gerekir: “Şii-Sünni” ayrımından ve düşmanlığından kim kârlı, kim zararlı çıkmaktadır?

Müslümanların zararlı çıktığı kesindir…