Yûnus Emre Uzmanı Yaman Arıkan, Bizim Yûnus’u Anlatıyor:

89

Bizim Yûnus, Yeni Sağılmış Süt Gibi Temiz,
Su Gibi Aziz Ve Mübârek Bir İnsandır
.’

 

(07 Haziran 2021 Târihinde ebedî âleme yolcu etiğimiz Merhum YAMAN
ARIKAN ile vefatından önce yapılan mülâkat)

 

Oğuz Çetinoğlu: Hayatınızın 40 yılını Yunus Emre araştırmalarına
hasrettiniz. Meydana getirdiğiniz eser, inşallah yakında gün ışığına çıkacak.
Bu eserinizle, Yunus Emre hakkında en kapsamlı çalışmaya imza atmış bir kişi
olarak uzmanlığınız tescillenecek. Bu sebeple röportajımızın konusu Yunus Emre
olmalı.

 

Okuyucularımıza
Yunus Emre’nin şahsiyeti hakkındaki belirlemelerinizden söz eder misiniz?

 

Yaman Arıkan: Oğuz Beyefendi, bilirsiniz, bir kişinin şahsiyetini,
gerçekci bir gözle ve tam olarak belirtmiş olmak için onun şahsının
husûsiyetlerini, özelliklerini, meziyetlerini, müsbet-menfî yönlerini,… ayrı
ayrı sayıp dökmüş olmak gerekir. Bizde umûmiyetle, bir kişinin şahsiyeti
belirtilirken, daha çok, müsbet yönleri üzerinde durulur; meziyetleri,
fazîletleri ve müsbet yönleri sayılıp dökülür. Bir insan olması hasebiyle,
menfî taraflarının da bulunabileceği hemen hemen hiç düşünülmez. Ancak, nâdir
olmakla berâber, hiç şüphesiz, Allah’ın kullarının içinde, menfîliklerden
arınmış şahsiyetler de vardır. Benim 40 yıllık berâberliğimde müşâhede ettiğim
kadarıyla, Bizim Yûnus, menfîliklerden arınmış nâdir şahsiyetlerden biridir. Bu
bakımdan, bu sorunuza cevap olarak onun şahsiyetini farklı bir yöntemle anlatma
ihtiyâcını hissediyorum.

 

Bilirsiniz, Türkçe’mizde; bir şeyin
temiz, arı, saf, pâk ve gıll u gışsız olduğunu belirtmek için, ‘süt gibi’ veya ‘süt gibi temiz’ ifâdelerini kullanırız. İşte, Yûnus’un şahsiyeti
bahis konusu olunca benim zihnimde dâima ve hep bu ifâdeler yankılanır. Bu
sebeple; onun husûsiyetlerini, özelliklerini, meziyetlerini, fazîletlerini,
yüksek insânî hasletlerini teker teker sayıp dökmek içimden hiç mi hiç gelmez.

 

Yine, meselâ ‘su’ kelimesinin şümûlüne giren sulardan bazılarını hatırlayalım.
Bilindiği gibi su, insan bünyesinin başta gelen en zarûrî ihtiyâç mâddelerinden
biridir. Meselâ şehir şebeke suyu bir sudur. Bununla berâber, içme suyu
dediğimiz diğer sulardan birine sâhipseniz, ondan içmeyi tercîh eder, şehir
şebeke suyunu içmek istemezsiniz. Hâlbuki o da sudur. Şurada-burada öyle
çeşmeler veya kaynaklar vardır ki, suları pek yavan ve kabadır. Mecbûr
kalmadıkça onlardan içmez veya içmek istemezsiniz. Bu tip sular, halk ağzında ‘kaba’ kelimesiyle ifâde edilir. Deniz
suyuna su değil diyemezsiniz. Deniz suyu da bir sudur. Bununla berâber, onu
içmezsiniz veya içemezsiniz.

 

Bütün bunlardan başka, bazen Türk
yurdu Anadolu’nun yalçın kayalı dağlarından veya çam ormanları arasından
fışkıran öyle kaynak suları da vardır ki; içtikçe içeceğiniz, dönüp dönüp
içeceğiniz gelir. Halk arasında, böyle sular için, ‘Âb-ı hayât gibi’ ifâdesi kullanılır. Bilindiği gibi, ‘Hayât Suyu’ ma’nâsına gelen Âb-ı hayât
yâni Bengisu, içenleri çok uzun yıllar yaşamağa veya ölümsüzlüğe kavuşturan su
olarak bilinir. İşte, Yûnus’un şahsiyeti bahis konusu olunca benim zihnime
dâimâ ve hep, halkımızın Bengisu’ya yâni Âb-ı hayâta benzettiği o yalçın kayalı
dağlardan veya çam ormanları arasından fışkıran o kaynak suları gelir. Bu
arada, Yûnus’u tanıdıktan ve onunla 40 yıl berâberlikten sonra, sanki Bengisu (
= Âb-ı hayât )dan içmişçesine bahtiyârlık duyduğumu da cân ü gönülden ifâde
etmek isterim.

 

Çetinoğlu: Yunus Emre, batılıların ‘misyon’ olarak adlandırdıkları
anlamda, bir ‘özel görev’in temsilcisiydi. Bu özel görevi yorumlar mısınız?

 

Arıkan: Oğuz Beyefendi, kabul buyurursanız, önce sizi harâretle
kutlamak isterim. Zîrâ, ‘Yûnus
denince, birinci derecede ve evveliyetle bilinmesi gereken husûsa temâs
ettiniz. Gerçekten, Yûnus’un misyonunu bilmeyen, gerçek ma’nâda O’nu anlamış
olmaz. Bu bakımdan, daha sohbetimizin başında onun misyonuna temâs etmeniz
fevkal’âde isâbetli olmuştur. Şimdi, önce bu Firenkçe kelimenin hem ma’nâsına,
hem de kullanılış şekline kısa bir göz atalım. Daha sonra
d
a ‘Yûnus’un misyonu’na
geçelim.

       

Misyon, ‘Bir şahsa veya bir heyete verilen ve husûsî ve yüksek bir gâye taşıyan
vazîfe-görev-hizmet
’ demektir. Firenkler, bilhâssa haçlı-Hıristiyanlar,
kelimeyi bu ma’nâda kullanırlar. Türk halkının yabancısı olmayan ‘misyoner’ kelimesi de aynı kökten gelir.
Misyoner, ‘Husûsî ve yüksek bir gâye ile
vazîfeli kişi
’ demektir. Haçlılar, özel sûrette ve ajanlık rûhuyla yetiştirdikleri
adamlarını, Hıristiyan olmayan ülkelere bilhâssa Türk-İslâm ülkelerine çeşitli
isim ve kılıklar altında salarlar. Bunların, gittikleri ülkelerdeki vazîfeleri
yâni misyonları, başta Hıristiyanlık propagandası olmak üzere, o ülke halkı
arasına fitne-fesât ve ayrılık tohumları saçmak, yerleşik inançları za’fa
uğratmak, topluluklar arasında ihtilâflar çıkarmak ve kargaşalıklar
oluşturmaktır. Misyonerin ta’rîfinde, ‘…yüksek
bir gâye
’ ifâdesini kullanmıştık. Görüldüğü gibi, uygulamadaki durum hiç de
yüksek değil, bil’akis, ‘denî’ ve ‘alçak’. Hak dîndeki bir insanı yâni bir
Müslüman’ı, bâtıl dîne yâni Hıristiyanlığa çekmek, temiz ve ma’sum halk
arasında fitne-fesâd ve ayrılık tohumları saçmak, hak ve doğru inançları za’fa
uğratmak, topluluklar arasında ihtilâflar çıkarmak ve kargaşalıklar oluşturmak,
bütün bu denî ve alçak fiillere bir de 
‘…yüksek gâye’ kılıfını
giydirmek, haçlıların cibilliyetlerinin îcâbıdır. Yâni onlar cibilliyetlerinin
îcâbını yapmaktadırlar. Türk’ün vazîfesi ise, haçlının cibilliyetinin îcâbını
Türk vatanında sergilemesine meydan ve fırsat vermemektir.

 

Firenkçe bu misyon kelimesinin
Türkçe karşılığı, ‘vazîfe-görev’dir.
Yûnus’un misyonu demek, ‘Yûnus’un
vazîfesi-görevi
’ demektir. Atatürk’ün misyonu demek, ‘Atatürk’ün vazîfesi-görevi’ demektir. Bunları biraz daha geniş
şekliyle ifâde edersek, Yûnus’un misyonu dediğimiz zaman bu, ‘Yûnus’un husûsî ve yüksek bir gâye taşıyan
vazîfesi-görevi
’ demek olur. Atatürk’ün misyonu dediğimiz zaman bu, ‘Atatürk’ün husûsî ve yüksek bir gâye taşıyan
vazîfesi-görevi
’ demek olur.

 

Şimdi burada bir husûsa dikkat etmemiz gerekiyor. Misyoner, bir misyon
yükleniyor. Yâni misyonerin uhdesinde bir misyon ( = vazife-görev ) bulunuyor.
Fakat ona bu misyon, kendisini özel sûrette ajan rûhuyla yetiştirenler
tarafından veriliyor. Gâzî Paşa ile Yûnus’un uhdesinde de birer misyon ( =
vazîfe-görev ) bulunuyor. Fakat Yûnus da, Gâzî Paşa da,
bir teşkîlât tarafından özel bir rûhla yetiştirilmedikleri gibi, uhdelerindeki
misyonu herhangi bir teşkîlâttan almış da değiller.
Onlara bu misyon ( = vazîfe-görev ) yücelerden veriliyor, yücelerden tevdî’
ediliyor. Bunu biraz sonra göreceğiz.

 

Şimdi gelelim Yûnus’un misyonunun
ne olduğuna. İstesek, bunu burada hemen bir tek cümle ile ifâde edebiliriz.
Fakat o zaman mesele, havada kalmış mücerred bir iddiâ olarak görülebilir. Bu
sebeple, önce Yûnus’un misyonunu tescilleyen delilleri açık-seçik ortaya
koyalım. Daha sonra da o tek
cümlelik ifâdeyi görelim.

 

Yûnus’un misyonunun ne olduğunu
anlamak, iki husûsun bilinmesine bağlıdır. Bunlardan biri, ‘Türk Milleti’nin yerleşik târihî millî inancı’dır.
Diğeri de, ‘Yûnus devrinde Türklüğün
Anadolu’daki durumu
’dur. Bu iki husûsu bâriz bir şekilde gözler önüne
serdiğimiz an, Yûnus’un misyonunun ne olduğu açıkça ortaya çıkacaktır.

 

Yerleşik târihî millî inanca göre,
ilâhî irâde, Türk Milleti’nin uhdesine cihanşümûl ve mukaddes bir vazîfe tevdî’
etmiştir. Kıyâmete kadar devam edecek olan bu vazîfe, ‘Î’lâ-yi Kelime-t-ullah’ veya ‘Nizâm-ı
Âlem Ülküsü
’dür. Buna göre, Türk Milleti, yeryüzünde ilâhî nizâm ve düzeni
yaşamak, yaşatmak, yaymak, korumak ve kollamakla mükellef ve vazîfelidir.
Nitekim; ulu ceddimiz, ilk büyük Türk Hâkanı Oğuz Han’ın, hâkan olur-olmaz dört
bir yana yolladığı yarlığların üslûbu bu husûsu te’yîd eder mâhiyettedir. Oğuz
Han, hâkanlık tahtına oturunca büyük bir toy ( = ziyâfet ) verir. Bütün Oğuz
Beyleri ve halk oradadır. Yenilir, içilir. Toydan sonra Oğuz Han, beylere ve
halka bir hıtâbede bulunur:

 

Ben sizlere
oldum hâkan,

Alalım yay ile
kalkan,

Nişan olsun
bize buyan,

Kurt olsun
bize uran,

Demir kargılar
olsun orman,

Av yerinde yürüsün
kulan,

Daha deniz daha müren,

Güneş bayrak
gök kurukan!

 

Oğuz Han, kendi halkına îrâd etdiği
bu hıtâbeden sonra, dört bir yana yâni yeryüzündeki diğer insan topluluklarına da yarlığ ( = emir, fermân, irâde, buyrultu )lar
gönderir. Bu buyrultularda şöyle denilmektedir:

 

Ben Türklerin hâkanıyım! Yeryüzünün dört bucağının hâkanı da olmam
gerek. Sizden baş eğmek dilerim. Bana baş eğenleri dost edinirim. Baş
eğmeyenleri düşman sayarak üzerlerine ordumla yürürüm!…

       

Türk Milleti, yeryüzünde ilâhî nizâm
ve düzeni yaşamak, yaşatmak, yaymak, korumak ve kollamakla mükellef ve vazîfeli
tutulunca, onun adının ve sanının hiçbir zaman yok olmaması gerekir. İşte bunun
içindir ki, Cenâb-ı Hakk, Türklüğün yeryüzündeki millî varlık ve bekası
tehlikeye düştüğü an; ‘Türk Milleti’nin
adı-sanı yok olmasın diye
’ bir millî önder, bir millî mürşid, bir millî
kahraman, bir millî âbide şahsiyet gönderir. Ulu ceddimiz Göktürk hâkanı Bilge
Han, ilk büyük Türk hâkanı Oğuz Han’dan bu yana var olan yerleşik târihî millî
inancımızın bu yönünü Göktürk Kitâbelerinde pek güzel dile getirir:

 

– Tanrı, Türk Milleti’nin adı-sanı
yok olmasın diye, önce babam İlteriş-Kutluk Hâkan’la annem Bilge Hâtun’u tahta
oturttu. Türk Milleti’ne il ( = ülke, vatan, yurt ) verdi. Daha sonra, yine
Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın diye, beni tahta oturttu!…

 

Görüldüğü gibi, gerek Göktürk
Hâkanı’nın bu tesbîti, gerekse, bilinen ilk büyük Türk Hâkanı Oğuz Han’dan bu
yana târihimizin akışı, yerleşik târihî millî inancımızın doğruluğunu te’yîd
eder mâhiyettedir. Gerçekten, Türk Milleti, bugüne kadarki târihi boyunca pek
çok bunalım  = buhrân)larla karşı karşıya
kalmıştır. Fakat dikkat çekicidir, yine çok kerre, bunalımın atlatılmasında
ümitlerin nerdeyse tamâmen kesilmek üzere bulunduğu bir sırada, ortaya çıkan ve
milletin başına geçen bir millî önder, bâdirenin bertaraf edilmesine vesîle
olmuştur. Târihimizin sînesinde işte bir de böyle millî önderler, millî mürşitler,
millî kahramanlar ve millî âbide şahsiyetler bulunmaktadır. Bu silsilenin
bilinen ilk büyük halkası, ulu ceddimiz Oğuz Han’dır. Şimdilik, son büyük
halkası da Gâzî Mustafa Kemâl Paşa’dır. İkisi arasında, buhrânlı-bunalımlı
devirlerde Türk Milleti’ne önderlik ve mürşitlik etmiş pek çok halka bulunmaktadır…

 

Öyle sanıyorum ki, ‘millî önder’ veya ‘millî mürşid’ denince, çoğumuzun aklına, sâdece devlet reîsi veya devlet yöneticisi, veyahut da ordu komutanı olarak
milletin başında bulunmuş şahsiyetler gelir. Bu, doğru olmakla berâber, eksik
bir değerlendirmedir. Zîrâ, biraz önce sözünü ettiğimiz; târihimizin millî
önderleri, millî kahramanları, millî mürşitleri ve millî âbide şahsiyetleri
silsilesinde, devlet reîsi veya yönetici veyahut da ordu komutanı olmadığı
hâlde o silsileye dâhil olan şahsiyetler de vardır. Meselâ BİZİM YÛNUS
bunlardan biridir. Gerçekten Yûnus, ne bir devlet reîsidir, ne bir devlet
yöneticisidir, ne de bir ordu komutanıdır. Sâdece, kendi köşesinde, mütevâzîce
ve mahviyetkârlık içinde hayât süren sıradan bir Türk evlâdıdır. Fakat bu hâl,
onun zâhirdeki ve görünürdeki durumudur. Gerçekte ise o, Türklüğün çok
bunalımlı bir devrinde, ‘Türk Milleti’nin
adı-sanı yok olmasın
’ diye, ilâhî irâdece gönderilmiş bir ‘millî mürşid’dir, bir ‘millî önder’dir, bir ‘millî kahraman’dır, bir ‘millî âbide şahsiyet’tir. Şimdi, önce
bunu îzâh edelim. Hemen peşinden de, Yûnus’un misyonunu anlamamızı sağlayan iki
husûstan ikincisine yâni ‘Yûnus devrinde
Türklüğün Anadolu’daki durumu
’ bahsine geçelim.

 

Milletlerin veya devletlerin varlık ve bekaları, iki temel unsurun
dâimî ayakta olmasıyla mümkündür. Bu iki unsurdan biri, o devletin mâddî-fizîkî
varlığıdır. Diğeri de ma’nevî-kültürel varlığıdır. Devletin mâddî-fizîkî
varlığı, başta vatan ( toprak ) olmak üzere müstakil idâre ve idârî
teşkîlâttır. Eğer vatan (toprak ) elden giderse veya millî-idârî teşkîlât
çökerse ortada devlet yok demektir.
Vatan ( toprak ) ve millî-idârî teşkîlât, bir devletin ve milletin mâddî
ayağıdır. Bir devletin ve milletin ma’nevî ayağı ise millî dil ( lisân ) ve ona
bağlı olarak millî kültür ve millî rûhtur. Eğer millî dil yok olursa veya millî
rûh ve millî kültür çökerse ortada yine devlet yok demektir. Kısacası, bir
devletin iki ayağı vardır. Bunlardan biri, onun mâddî-fizîkî ayağıdır. Diğeri
de ma’nevî-kültürel ayağıdır. Vatan ( toprak ) ve millî-idârî teşkîlât, o
devletin mâddî ayağıdır. Dil ve ona bağlı olarak millî kültür ve millî rûh da
ma’nevî ayağıdır. Bir devlete devlet denilebilmesi için, onun her iki ayağının
da sağlam olması ve kendi iki ayağı üzerinde duruyor olması gerekir. İki ayaktan
biri ortada yoksa, gerçek ma’nâda devlet
de yok demektir. Hemen ifâde edelim ki, ehemmiyetçe ve hayâtiyetçe bu iki ayak
birbirinden çok farklıdır. Diyebiliriz ki, dilden ve ona bağlı olarak millî rûh
ve millî kültürden ibâret olan ma’nevî ayak, hayâtî ayaktır. Öyle ki, eğer bu
ayak tamâmen çöker ve yok olursa, artık o devletin veya milletin tekrâr dirilip
ayağa kalkması imkânsızlaşır. Aksine, bir devletin yalnız mâddî-fizîkî ayağının
çökmüş olması durumunda ise, onun her an doğrulup kendi ayakları üzerinde
varlığını devam ettirmesi imkân dâhilindedir. Sözün kısası, sâdece vatan veya
idârî teşkîlât elden giderse, onların tekrâr kazanılması her ana için
mümkündür. Fakat esas millet mefhûmunu doğuran ve ona vücûd veren dil (lisân)
ve ona bağlı olan millî kültür ve millî rûh yok olursa, artık o devleti veya o
milleti diriltmek imkânsızlaşır. Bu husûsu daha müşahhas bir misâlle şöyle
açıklayabiliriz:

 

Her insanın bir bedeni (mâddî-fizîkî
varlığı ) vardır, bir de rûhu (canı) vardır. Zaman zaman, insanın bedenî
(mâddî-fizîkî) varlığında birtakım ârızalar, sıkıntılar ve râhatsızlıklar
meydana gelebilir. Bu ârızalar, yerine göre şiddetli veya zayıf, ağır veya
hafif olabilir. Fakat can (rûh) bedende bulunduğu yâni can çıkmadığı müddetçe,
o ârızalar zamanla giderilebilir, beden sıhhate kavuşturulabilir. Ancak, eğer
can bedeni terk etmişse, artık yapacak bir şey yoktur. O insanı (bedeni) tekrâr
diriltmek mümkün değildir. Çünkü rûhu (canı) yitmiştir. Bu misâli bir millete
uygularsak, o milletin mâddî-fizîkî varlığı yâni vatanı, müstakil idâresi ve
idârî teşkîlâtı o milletin bedeni mesâbesindedir. Dili (lisânı) ve dile bağlı
olan millî kültürü ile millî rûhu da yine o milletin canı (rûhu) mesâbesindedir.
İşte, nasıl ki rûhu yitmiş (canı çıkmış) bir insanı tekrâr diriltmek
imkânsızsa, dilini ve millî kültürünü yitirmiş bir milleti diriltmek de aynı
şekilde imkânsızdır.

(Hayat hikâyesi son
bölümle birlikte verilecektir.)

(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU.
İkinci Bölüm 21 Kasım 2021 Pazar günü yayınlanacaktır.)

Önceki İçerikUtanmazlık, Allah Vergisi Bir Yetenek midir?
Sonraki İçerik“Türk Milleti ebru[1] desenidir”
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.