Oğuz Çetinoğlu İle Türkçe Hakkında Konuştuk.
HÜLYA GÜNAY: Mülâkatımıza dil kavramının târifi ile başlayabilir miyiz?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Dil, insan kalabalıklarını millet hâline getiren en önemli unsurdur. Bu dil, bizim için Türkçedir. Türkçe bizim ses bayrağımızdır. Ay yıldızlı bayrağımıza gösterdiğimiz saygıyı, dilimize de göstermeliyiz. Türk dil bilgisine aykırı kaidelerle konuşulan Türkçe, yırtık bayrak gibidir. Kabul edilemez.
Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en mükemmel vasıtadır. Uzun yıllar içerisinde sağlam kaidelere bağlanmıştır. Meselâ Türkçede ön ek yoktur. Sondan eklemeli bir dildir. Hangi ekin; isim, fiil ve sıfat olarak hangi gruptan kelimelerle birleştirilebileceği belirlenmiştir. ‘Pespembe’ denilir de, ‘pesyeşil’ denilemez. Dil, ancak kendi kaideleri içerisinde gelişen canlı bir varlıktır. Zorlama ile ‘ben yaptım oldu’ demekle olmaz. Çok eskiden bizim, ‘babacan’ diye bir kelimemiz vardı. Ona bakarak ‘sevecen’ diye bir kelime yapıldı. İnsanlarımız sevdi ve dilimize yerleşti.
Türkçemizin temeli, târihimizin bilinmeyen bir döneminde atıldı, zaman içerisinde kaideler icat edildi ve ihtiyaç hissedildikçe bu kaideler çerçevesinde yeni kelimeler türetilerek dilimiz zenginleşti.
Milletle birlikte doğmuş ve uzun yıllar içerisinde milletle bütünleşmiş dil, din, mûsıkî ve ahlâk gibi değerler üzerinde ânî ve zorlama değişiklikler, bir başka ifâde ile devrim olmaz, olamaz, yapılamaz. Yapılmamalıdır. . Yapılırsa, milletin bütünlüğü ve dayanışması sarsılır ve ‘millet’ dağılır, insan kalabalıkları hâline dönüşür.
HÜLYA GÜNAY: Türkçenin kökeni ve gelişimi, dünya dilleri arasında Türkçenin yeri hakkında bilgi verir misiniz?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Türkçe, Ural-Altay dil âilesinin Altay koluna mensuptur. Mançuca (Mançu dili) ve Moğolca ile aynı koldandır. Mançuca gönümüzde ölü bir dil hâline gelmiştir. Konuşan insanların bir kısmı, Çinlileşmiş, bir kısmı Ruslaşmıştır. Moğolca ise Orta Asya’da konuşulan 13 dilin oluşturduğu karma bir dil gurubudur. Moğolistan ve Kuzey Çin’de konuşulur.
Türkler, Asya bozkırlarının her tarafına gruplar hâlinde dağılmış olmalarına ve birbirleriyle irtibatlarının en az seviyede olmasına rağmen, Türkçe, az farklarla varlığını koruyabilmiştir. Günümüzde 220.000.000 kişi tarafından konuşulmaktadır. En çok konuşulan diller arasında, 5. Sırada yer almaktadır. Bizim önümüzde 1.300.000.000 ile Çince, 427.000.000 ile İngilizce, 266.000.000 ile İspanyolca, 260.000.000 ile Hintçe vardır. Sıralama şöyle devam etmektedir: 6-Arapça 181.000.000, 7-Portekizce: 165.000.000, 8-Bengalce: 162.000.000, 9-Rusça: 158.000.000, 10-Japonca: 124.000.000 kişi tarafından konuşulmaktadır.
Dünya coğrafyasında 300.000.000 Türk yaşadığı bilinmektedir. Özellikle Çarlık Rusya ve Sovyetler Birliği döneminde soydaşlarımız korkunç bir baskı ve Türklükten uzaklaştırma faaliyetlerine tâbi tutulduğundan ana dillerini kısmen unutmuştur. Türkçe, soydaşlarımızın yaşadıkları veya yaşamaya mecbur edildikleri bölgelerde ikinci dil konumuna düşürülmüştür. Asya kıtasında Çince ve Japonya’dan sonra 3. sırada Türkçe yer almaktadır. Alman asıllı Rus Türkoloğu Wilhelm Radloff; ‘Dünya dilleri arasında, vatan edinilmiş topraklarda Türkçe kadar yayılmış başka bir dil yoktur’ diyor.
Böylesine geniş bir coğrafyaya yayılmış ve türlü çeşitli baskılara mâruz kalmış olmasına rağmen, Yakutlar ve Çuvaşlar gibi 145.000.000’luk Slav coğrafyası içerisinde çok küçük birer topluluk olan iki Türk zümresinin dilleri arasında olan Yakutça ve Çuvaşça dışında, Türk kavim ve topluluklarının konuştukları Türkçe arasında mühim bir fark yoktur. Aksine çok büyük yakınlık ve ayniyet vardır. Bu sebeple büyük Türk dili âlimi Ord. Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat; Çuvaşça ve Yakutçayı Türkçenin lehçeleri, diğer Türk dillerini ise şîveleri saymıştır. Bu hakikatlere dayanarak Türkçe’nin en çok konuşulan diller sıralamasında 3. sıraya yerleştirmek mümkündür. Türk dünyasının insanları birbirlerine yaklaştıkça, ana dillerini konuşur duruma geleceklerdir.
HÜLYA GÜNAY: Millet ile dil kavramları arasındaki bağlantıyı açıklar mısınız?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Dil ve millet ayrılmaz bir bütündür. Bulgar Türkleri olarak anılan topluluk 350’li yıllarda Batıya, Avrupa’ya doğru hareket etti. Bir kısmı İdil boylarında kaldı. Bunlar, burada 925 yılında topluca Müslüman oldu. Daha sonra Kazan Hanlığı’nın nüfusunu oluşturdu. Bir kısmı Atilla’nın ölümünden sonra günümüzdeki Bulgaristan topraklarında kaldı. Slavlar arasında azınlık olduklarından önce dillerini değiştirdiler. Zamanla Bulgar kültürünü benimsediler, Türklüklerini kaybettiler ve onlarla birlikte Hıristiyan oldular.
İkinci olarak topluca Müslüman olan Türkler, Satuk Buğra Han yönetimindeki Karahanlı Türkleridir.
Gagavuz (Gök Oğuz) Türkleri Hıristiyan olmalarına rağmen dillerini değiştirmediler. Günümüzde de Türkçe konuşuyorlar. Türklükleriyle iftihar ediyorlar.
HÜLYA GÜNAY: Dilin korunması hakkında ki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Öncelikle kelimeler düzgün telaffuz edilmeli. Kelimelerin başındaki, ortasındaki veya sonundaki heceler yutulmamalı. Gerekli vurgular ihmal edilmemeli. ‘Ordu’ kelimesi, hem bir şehrimizin adıdır, hem de askerî birlik mânâsında kullanılır. Şehir adı olarak kullanılırken birinci hece vurgulu söylenir. Askerî birlik mânâsı ile kullanılırken vurgu, ikinci heceye kaydırılır. Bu konuda en büyük sorumluluk, anne ve baba ile diğer âile büyüklerinin, ilk, orta ve lise öğretmenlerinin üzerindedir. 1940’lı yılların sonu ile 1950’li yılların başlarında ilkokul öğretmenleri Cumartesi günleri Ankara Radyosu’ndaki çocuk saatini dinlememizi söylerdi. Günümüzde ne yazık ki bu imkân yeterince kullanılamıyor. Radyo ve televizyonlarda sık sık dinleme talihsizliğine mâruz kaldığımız kişiler, Türkçeyi yanlış kullanıyorlar. ‘Ekonomi’ kelimesini ‘ekönomi’ şeklinde söyleyenler var. Telaffuz hocalığı yapabilecek hassasiyeti olan spikerleri maalesef ekranlarda göremiyoruz. Az zamanda çok kelime söylemeyi mârifet zanneden, konuşmacıların ağzından laf kapma yarışına girenler, gençlere kötü örnek oluyor. Pek çok kelime yanlış telaffuz ediliyor veya yanlış mânâda kullanılıyor. Meselâ ‘kimi’ kelimesi ancak insanlar için kullanılması gerekirken, ‘kimi evlerde…’, ‘kimi sokak hayvanlarında…’ şeklinde kullanılıyor. Türkçe karşılığı varken, bilgiçlik taslamak maksadıyla yabancı kelime kullanma alışkanlığı yaygındır. ‘Destinasyon, lansman, efor, performans’ ve benzeri kelimeler lüzumsuz yere kullanılarak dilimize yerleştirilmeye çalışılıyor. ‘Alkış aldı, tehdit aldı, ‘bekleme yapma, ‘çıkış yaptı’ gibi dangul dungul ifâdeler, dilimizi koruyanlara karşı açılmış meydan savaşı gibi devam ettiriliyor.
HÜLYA GÜNAY: Dili korumak sadece dil uzmanlarına bırakılabilecek bir konu mudur?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Dili korumak, yalnız dil uzmanlarının değil her Türk’ün aslî vazifesidir. ‘Farz-ı ayn’dır. ‘Farz-ı kifâye’ değildir. En mükemmel dil uzmanlarımızdan biri olan Nihat Sâmi Banarlı (1907-1974) diyor ki: ‘Şu fâni dünyâ saâdetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet olamaz.’
HÜLYA GÜNAY: Size göre Türkçemizin ilk akla gelen sızısı nedir?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Türkçemizin sızıları; kalbindeki hançer, kafasındaki kurşun yaraları, öldürücü ıstıraplar… o kadar çoktur ki… Bir sıralamaya tâbi tutulursa, sonrakilerin pek de önemli olmadığı gibi yorumlanabilir. Hapsi önemlidir. Hepsinin ciddiyetle ele alınması, çâre bulunması tedâvi edilmesi gerekir.
Bunların neler olduğu merak ediliyorsa belli başlıları şöylece ifâde edilebilir: Türkçe karşılığı varken ve hiç ihtiyaç yokken yabancı dillerden alınan kelimeler. Yine ihtiyaç yokken, üstelik Türk dilbilgisi kaidelerine aykırı olarak türetilen kelimeler. Meselâ; ahlâk yerine aktöre veya etik, aidat yerine ödenti, akit / sözleşme yerine bağıt, asil yerine soycul, delil yerine kanıt, eser yerine yapıt, gaye ve hedef yerine amaç, gelişme yerine açınım, hâfıza yerine bellek, hâtıra yerine anı, hayat yerine yaşam, hile yerine aldatı, hür yerine özgür, hürriyet yerine özgürlük, sel-sal takılı bütün kelimeler, şart yerine koşul, tâyin yerine atama, zekâ yerine anlak ve daha yüzlercesi… binlercesi… Bir başka problem internet Türkçesidir. Yabancı dilden bâzı internet terimleri günlük konuşma diline yerleşmiştir. ‘Saçını skeyn etmemişsin’ veya ‘seni hayatımdan delete ettim’ deniliyor
Değerli okuyucularımızın, dildeki bozulmaların zamanla giderileceğini düşünen iyimser dostlarımızın dikkatini bir hususa çekmek isterim: Dünya milletleri içerisinde en büyük devrimi gerçekleştiren Çin’de ve Rusya’da gerçekleştiren Mao Zedung (1893-1976) ve Vladimir İlyiç Lenin (1870-1924) darbe ile işbaşına geldikten sonra ülkelerinde A’dan Z’ye kadar herşeyi değiştirdiler de dile dokunmadılar. Türkiye’de ise 1930, 1934 ve 1936 yıllarında üç ayrı dil devrimi yaşandı. Neden acaba?
1926 yılına kadar Rusya yönetimindeki Türkler, Anadolu’da yaşayan soydaşları gibi Arap alfabesini kullanıyordu. 1926 yılında Bakü Türkoloji Kongresi’nde alınan bir kararla, Türkiye’ye Lâtin alfabesine geçmesi teklif edildi. Bütün masrafları Moskova hükümeti üstlenecekti. Hedef, Rusya Türkleri ile Anadolu Türklerinin irtibatını kesmekti. Teklif reddedilince Rusya, yönetimi altındaki Türklere Lâtin Alfabesi kullanılmasını emretti. 1928 yılında Türkiye Cumhuriyeti Lâtin Alfâbesini kabul edince, bu defa Rusya, yönetimi altındaki Türklere, Kiril alfabesi kullanılmasını emretti. Üstelik Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Kırım, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan Türklerinin her birine Kiril Alfabesinin ayrı bir şeklini dayattı. Türkiye de dâhil edilince Türkler aynı millet olmalarına rağmen 9 ayrı alfabe kullanmak mecburiyetinde bırakıldı. Alfabe ve dil konusunda Türkler kadar mağdur edilen başka bir millet yoktur. Bir delinin kuyuya atığı taş, 33 yıldır çıkartılamıyor. Orta Asya Türk cumhuriyetleri tek tip Lâtin harfli alfabeye geçemiyor.
Yeri gelmişken alfabe konusundaki bir hususu, okuyucularımızın dikkatine sunmak isterim. Kullanmakta olduğumuz alfabe, Lâtin alfabesi değildir. Türk alfabesidir. Çünkü alfabemizdeki ç, ğ, i, ö, ü, ş harfleri Lâtin alfabesinde yoktur. Lâtin alfabesindeki Q-q, ve X-x harfleri ile W-w harfleri Türk alfabesinde yoktur.
Not: Dilimizi Arapçanın ve Farsçanın tesirinden kurtarmak isteyenler, dil ve alfabe konularında oynanan gizli oyunları bilselerdi farklı düşünürlerdi. Bu konuda, röportaj metninin sonuna eklenen Atilla İlhan’ın yazısını okumalarını tavsiye ederim.
HÜLYA GÜNAY: Türkçeyi doğru kullanmak, korumak günümüzde ne kadar mümkün, neler yapılabilir?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Günümüzde Türkçeyi doğru şekilde kullanmanın ne kadar mümkün olduğu hususuna takılırsak, netice almak bir tarafa, mesâfe almamız bile tehlikeye düşer. Kâbe yolundaki topal karınca misâli bütün gücümüzde çalışmak, mesâfe almak mecburiyetindeyiz. Esâsen bizim vazifemiz, samîmiyetle çalışmaktır. Bizler neticeden sorumlu değiliz. Neticenin tâyini Cenâb-ı Allah’ın yetkisindedir. Netice almanın neden zor olduğu ise ayrı bir meseledir. Küçük bir kitap hacminde yazmak gerekir.
HÜLYA GÜNAY: TDK kuralları ile Türkçe’nin çelişkileri var mı?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Türk Dil Kurumu’nun kuralları Türk Dil Bilgisi kaideleri arasındaki çelişkiler konusunda söz söylemek beni aşar. Dil üzerine eğitim almadım. Özel merak ve hassasiyetim gereği, bir şeyler öğrenmeye çalıştım, çalışmalarıma devam ediyorum. Öğrendiklerim bana yetmiyor. Ancak herkesin görebileceği aksaklıkları görüyor ve kamuoyunu bilgilendirmeye çalışıyorum.
‘Türk Dil Kurumu’nun vazife ve sorumluluklarının gereğini yapmakta noksanları var mı?’ diye sorarsanız, ‘Elbette var’ derim. Türk Dil Kurumu’nun birinci vazifesi, Türkçeyi batı kökenli yabancı dillerin istilâsından korumaktır.
Evet batı kökenli yabancı kelimeler… Dilimizdeki doğu kökenli yâni Farsça ve Arapça kelimeleri, vaktiyle gelin olarak evimize aldı isek de onların hepsi artık kızımız olmuştur.
Türk Dil Kurumu’nun bir vazifesi de kültür ve medeniyet ile ilmî sâhalardaki gelişmelerle meydana gelen ihtiyaçları karşılamak maksadıyla Türk dil bilgisi kaidelerine uygun olan ve milletimizin benimseyip kullanacağı kelimeler türetmektir. Bilgisiz ve yetkisiz kişiler tarafından, Türk dil bilgisi kaidelerine aykırı olarak uydurulan kelimelerin kullanılmaması için ilgili makamları îkaz etmektir. Bu tür kelimelerin ders kitaplarında resmî yazışmalarda kullanılmasına mâni olmaktır Türk Dil Kurumu bu vazifelerin hiçbirini yapamıyor.
HÜLYA GÜNAY: Efendim dil bilinci kazanımı noktasında, nasıl bir aile ortamında, nasıl bir çevrede yetiştiniz?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Dil şuurunu kazanmamda âilemin tesiri olmadı. Annemin ve babamın okuma yazması yoktu. İlkokula başlarken tek kelime Türkçe bilmiyordum. Lazca konuşuyordum. Sınıf arkadaşlarımın alay etmelerinden aşağılamalarından kurtulmak için çok çalıştım. Öğretmenlerim, üçüncü sınıfta iken, okulun en güzel Türkçe konuşan kişisi olduğumu söylüyordu. Müsâmerelerde, törenlerde, şiir okuma günlerinde vazifelendiriliyordum. Dördüncü sınıfta iken ev ödevi olarak mektup yazmam gerekti. Yazdığım mektup öğretmenim tarafından beğenilmiş, öğretmenler odasında okunmuş, dördüncü sınıfın diğer şubesinde ve beşinci sınıfta da örnek olarak okunmuş. Mektup okulun duvar gazetesinde yayınlandığı gibi her hafta bir yazı yazmam istendi. Beşinci sınıfta duvar gazetesinin yönetimi bana verildi. Gelen yazıları inceliyor, yanlışlarını düzeltiyor, öyle yayınlıyordum. Tahsil hayatımın sonraki yıllarında da bu tür çalışmaların içerisinde oldum.
HÜLYA GÜNAY: Dil eğitimi konusunda ebeveynlere tavsiyeleriniz nelerdir?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Aile büyüklerinden herkes yeni doğan âile fertlerine, doğduğu günden itibâren ninni olarak masal, hikâye ve şiir okumalı. Türkçeyi güzel konuşanların hazırladığı CD’leri, bantları dinletmelerinde faydalar vardır.
HÜLYA GÜNAY: Sorularla sınırlı kaldığınız için söyleyemedikleriniz varsa, söz sizin efendim…
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Söylenecek çok şey var. Diğer röportajlara da mevzu kalsın. İsteğinizi yerine getirmek maksadıyla Nihat Sâni Banarlı’nın sözünü tekrar etmek isterim:
‘Şu fâni dünyâ saâdetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet olamaz.’
………………………….
*Farz-ı ayn: Herkesin bizzat yerine getirmesi gereken vazifeler. Meselâ İslâmiyet’te vakit namazları Farz-ı ayn’dır. Farz-ı kifâye: Bir kişinin yapması ile orada bulunan diğer kişilerin îfa etmek sorumluluğundan kurtulduğu vazifeler. Meselâ cenâze namazı…
OĞUZ ÇETİNOĞLU 28 Kasım 1938 târihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticâret Lisesi ve Ankara İktisâdî ve Ticârî İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te: muhasebeci, mâlî müşâvir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da demir ticâreti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas âzâsı olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisinde, Son Havadis, Tercüman, Dünyâ ve Kırım’da yayınlanan Kırım Sadâsı gazetelerinde, Türk Ocakları Genel Merkezi’nin yayımladığı Türk Yurdu Dergisi’nde yazdı. İslâm, Kadın ve Âile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Târih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER/Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM/Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği üyesidir. İstanbul’da ikamet etmektedir. Evlidir, bir oğlu, Emir adında bir torunu vardır. Yayınlanmış kitapları: 1-Kültür Zenginliklerimiz (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Târih Ansiklopedisi (2008 ve 2012), 3-Târih Sözlüğü (2009), 4-Okyanusa Açılan Kapılar/Tefekkür Mayası Röportajlar (2009), 5-Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu (2012 ve 2013), 6-Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri (2012), 7-Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu? (2013), 8-Türkmennâme/Irak Türkleri Hakkında Bilmek İplediğiniz Her Şey (2013), 9-Türklerin Muhteşem Târihi (Nisan 2014 ve Nisan 2015), 10-115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj (2015), 11-Cihad-Gazi-Şehid (2015), 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte), 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi/İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15- Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmed Yüknekî ve Atebetü’l-Hakãyık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtüridî (2019), 19- Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugâti’t-Türk (2019), 20-Duâ/Huzura Açılan Kapılar (2019), 21-Ses Bayrağımız Türkçe (2020), 22-Mutasavvf ve Halk Filozofu Nasreddin Hoca (2020), 23-Hacı Bayram-ı Velî (2021), 24-Hz. Ali ve Alevîlik (2021), 25-Ahî Evran, Ahîlik, Fütüvvet ve Fütüvvetnâmeler (2021), 26-Dilimizdeki Dikenler (Yavuz Bülent Bâkiler ile birlikte) (2021). 27- Hoca Ahmed Yesevî ve Yesevîlik (2021), 28-Ahmet Kabaklı/Hayatı, Fikirleri, Eserleri (2022). 29-Türk Dünyâsı Destanları (2022), 30-Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi ve Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri İrşâdü’l- Akli’s-Selîm (2022), 31-Kaygusuz Abdal (2023), 32-Âşık Veysel (2023), 33-Seçkinlerden bir Seçkim: Hulûsi Çetinoğlu (2023) |
DERKENAR
ATTİLÂ İLHAN VE TÜRKÇE
Atilla İlhan Paris’te Türkolog Prof. Carlieri ziyâretindeki bir hâtırasını şöyle dile getiriyor:
Üniversite öğrencisi Fransızlarla ‘takıştık’. Kral 1. François’nın, uğradığı Cermen yenilgisinden sonra, Kanûni Sultan Süleyman Han’dan yardım istediğine inanmıyorlar. Marsilya’ya iki kalyon gönderdiğine filan! Hele Padişahın, krala yazdığı mektubu, aklımda kaldığı kadarıyla, nakledince, küplere bindiler o zaman…
‘Bir Türkolog bulun da, yüzleşelim!’ dedim.
İşte Prof. Carlier, buldukları Türkolog… Sâkin, kendi hâlinde bir zat! Beni kibarca karşıladı, düzgün Türkçesiyle ‘safa geldiniz’ dedi. Olayı, Türkçe olarak benden dinledi, gülümsedi. öğrencilere dönüp:
–Demek inanmıyorsunuz? Bu târihî bir gerçektir. dedi.
Hayır inanmıyorlardı, o kadar ki, adamcağız kütüphaneden, ciltli kocaman bir kitap çıkarıp göstermek mecbûriyetinde kaldı. Orada üstelik padişahın mektubunun, sûreti de var. Hani adama,’Ben ki…’ diye başlayıp, bilinmez kaç unvanını sıraladıktan sonra;
–Sen ki Françeska eyâletinin beyi François’ın! dediği!
………
Ben, tam çıkacağım, kolumdan tutuyor. Eğilip, sır söyler gibi, alçak bir sesle:
– ‘Delikanlı, Türkçeye ne yaptınız?’ diye soruyor. Dilimin döndüğünce ona, ‘Dil Devrimi’ni izâha çalışıyorum, Türkçenin Arapça ve Acemce’nin istilâsına uğradığını, vs.. vs.. vs…
Meğerse neymiş?..
Beni mütebessim dinlemişti. Susunca, aynı fısıltıya yakın sesle, o söze başladı. Bilmediğim, o zamana kadar işitmediğim şeyler söylüyor:
-‘Ümmet toplumlarında dil – dolayısıyla kültür- dine göre değişirmiş. Onca böyle büyük üç adet ümmet toplumu ve sentezi var; birisi, Batı/Hıristiyan toplumu, ikincisi Doğu/Müslüman toplumu; üçüncüsü, daha doğudaki, semâvî olmayan dinler topluluğu! Ümmet toplumunda, başat dil, dinin kendini ifâde ettiği dil: Batı’da bu, Yunanca/ Latince olarak görünüyor; Osmanlı’da, Arapça / Farsça olması, son derece normal; zira Müslümanlığın ümmet dili, bu iki dil…’
‘Batı ülkeleri, Fransa, İtalya ve İspanya, nasıl millet diline geçerken, Yunanca / Latince kökenli birçok kelime, hatta kuralı aldılar kullandılarsa; Türkler de, Selçuklu / Osmanlı ümmet sentezinden, millet sentezine geçerken, dillerinde elbette Farsça / Arapça kelimeler bulunacaktır ve bunda yadırganacak şey yok; ve ya asıl yadırganması gereken, ‘özleştirme’ adı altında dilin budanıp kuşa çevrilmesi: Zira böyle yetiştirilen genç kuşakların, ecdadın dilini anlaması imkânsızdır. Bu da, kendi kurdukları (Selçuklu / Osmanlı) medeniyet sentezinden kopmalarına, boşlukta kalmalarına yol açar!..’
Hayret -biraz da dehşetle- dinliyordum; elimde olmaksızın, belki de onu ‘madara etmek’ maksadıyla, sözünü keserek sordum:
–Peki, şimdi siz Fransızca’daki Yunan/Latin kökenli kelimeleri atsanız, ne olur?’ Cevabı unutulur gibi değildir:
–Atamayız, çünkü geriye kalsa kalsa, yüz, bilemedin iki yüz kelime kalır. O da konuşmaya yetmez.’
Dönem, Cumhurbaşkanlığı sanat danışmanı Nurullah Bey ‘in (Ataç) ‘alenen ve resmen’;
‘Yunanca ve Latinceye geçmeliyiz, onlar gibi olmalıyız, onlara benzemeliyiz! dediği dönem. Bunu söylediğim zaman, Prof. Carlier’den aldığım cevabı, tahmin edebilirsiniz:
-‘Biz bunu sömürgelerde uyguladık. Kimliklerini, kişiliklerini kaybettiler!’
Kaynak: www.turkalemiyiz.com (Erişim târihi: 31.08.2023 / 11.25)