‘Fikir Adamı, Avukat ve Yazar Nuri Gürgür ile 27 Mayıs 1960 ve Sonrasındaki Darbeleri Konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Darbeleri Araştırma Komisyonu çalışmalarını tamamlayıp raporunu Meclis Başkanlığı’na sundu. Tarihi hatırlamak maksadıyla 27 Mayıs Darbesi ve onun artçılarını konuşacağız. Önce, giriş mâhiyetinde 27 Mayıs’ın kısa bir özetini verir misiniz?
Nuri Gürgür: 27 Mayıs 1960’ta darbe yaparak yönetime el koyan askerler, Millî Birlik Komitesi (MBK) adıyla Orgeneral Cemal Gürsel’in başkanlığında çeşitli rütbelerden 38 subayın yer aldığı bir kurul oluşturdular.
İki gün sonra isimleri MBK tarafından belirlenen bir Bakanlar Kurulu listesi açıklandı. Gürsel MBK Başkanlığı ve başkomutan sıfatlarının yanı sıra, Başbakanlık ve Millî Savunma Bakanlığı (MSB)’nı da uhdesine almıştı. Yasama ve yürütme yetkileri MBK’ya aitti; Bakanlar Kurulu yetkileri Komite tarafından belirlenen bir ‘alt organ’ konumundaydı.
Çetinoğlu: 13 Kasım 1980 tarihinde Ondörtler Olayı yaşandı…
Gürgür: Demokrat Parti (DP) iktidarını devirmek hususunda tam bir dayanışma hâlinde çalışan ve amaçlarına ulaşan komite üyeleri, kısa süre sonra ülke yönetimine ilişkin çok farklı görüş ve düşüncelere sâhip olduklarını gördüler. Komite toplantılarında çok sert ve kırıcı tartışmalar yaşanıyor, kolay karar alınamıyordu. Bir grup komite üyesi CHP yönetimiyle 27 Mayıs öncesinden başlayan bir ilişki içindeydiler. Seçimlerin bir an önce yapılarak iktidarın İnönü’nün başında olduğu CHP’ye devredilmesini savunuyorlardı. İnönü de aynı görüşteydi; zamanın uzaması halinde askerlerin iktidara alışıp bırakmak istemeyeceklerinden endişeliydi.
MBK içindeki kutuplaşma, 13 Kasım’da Ankara Sıkıyönetim Komutanı Tümgeneral Cemal Madanoğlu’nun yürüttüğü ve Komite’nin havacılar grubu tarafından desteklenen ‘iç darbe’ ile sonuca bağlandı. 14 komite üyesi evlerinden toparlanarak, büyükelçilikler nezdinde müşavir sıfatıyla yurtdışına gönderildiler.
Bu tasfiye işlemi umulan sonucu sağlayamadı. Çünkü asker, 27 Mayıs’ta kışlasından çıkarken ‘darbe virüsü’ kurumun içine nüfuz etmiş, Silahlı Kuvvetler personelinin büyük bölümünü etkisi altına almıştı. Özellikle Harp Okulu öğrencileri, genç teğmenler bir anda kendilerini ‘halaskâr zabitan’ konumunda bulmuşlar, bunun gururuyla yaşamaya başlamışlardı. Artık teğmenden generale kadar her rütbedeki subayın garnizonlardaki başlıca konuşma konuları, ‘Ne olacak bu memleketin hali?’ Yakınmasıyla başlayan ülkenin yönetimine ilişkin tasavvurlardı.
Çetinoğlu: Bu tasavvurlar nereden kaynaklanıyordu?
Gürgür: Çoğu; en iyi yetişmiş, bilgili, nitelikli idealist kesimin kendilerinden ibâret olduğuna inanıyor, politikacılara güvenmiyor, silah gücüyle ülkeyi yönetme pozisyonuna gelmeyi vatanperverliğin gereği sayıyordu. Bunlara göre bir ‘altın çağ’ olan Atatürk dönemi, İsmet Paşa tarafından aynı doğrultuda sürdürülürken, 14 Mayıs 1950’de ‘karşı devrim’ yaşandı; câhil ve gerici halk kitlesinin desteklediği DP iktidara geldi. İlk iş olarak ezanın Arapça okunmasına imkân verilmesi, iktidarın devrimlere ihânet ederek irticaya verdiği bir tâvizdi. 27 Mayıs müdâhalesini meşruiyetini kaybetmiş bir iktidara karşı ordunun kurtarıcı misyonu gereği yapılan doğru bir eylem olarak görüyor ve destekliyorlardı. Ancak ‘Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevini yüklendiği inancına sâhip Silahlı Kuvvetler içerisinde, ‘durumdan vazife çıkarma’ eğilimi yatışmamıştı. Müdâhalenin çok kolay gerçekleştirilmesi ve o zamana kadar kimsenin tanımadığı isimlerin bir anda yönetimin başına gelmeleri, pek çok subay üzerinde özendirici bir etki yapıyor, emsal oluşturuyordu.
Çetinoğlu: Yeni bir ihtilal hazırlığı…
Gürgür: Evet! İlk cunta oluşumlarında başrolde olan Talat Aydemir ve Dündar Seyhan gibi bazı isimler, 27 Mayıs tarihinde yurtdışı görevlerde bulunduklarından Komite dışında kalmışlardı. Bilahare kendilerine hangi görev verilirse verilsin, haksızlığa uğradıklarını düşünüyorlar, telafisi için çalışmayı doğal sayıyorlardı. Nitekim bu ruh hallerinin etkisiyle, kısa süre sonra ortaya çıkan yeni müdâhale girişimlerinde sürekli başrolde oldular.
Çetinoğlu: Cunta içinde cunta…
Gürgür: 13 Kasım’dan sonra MBK içinde yeni güç dengeleri doğmuştu. Operasyonu yürüten Madanoğlu, Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal ile birlikte etkili konuma gelmişlerdi. Tuğgeneral Mucip Ataklı’nın başında olduğu CHP’ye yakınlık duyan havacı grup, benzer işlerin kendilerine de uygulanacağını düşündüklerinden tedirgindiler.
Bu çalkantılı ortamda, 1961 yılının ilkbahar aylarından itibaren ordunun üst kademelerinde ‘Silahlı Kuvvetler Birliği’ (SKB) adıyla bir faaliyet yürütülmeye başlandı. İstanbul’da Harp Akademileri Komutanı Tuğgeneral Faruk Gürler ile birlikte pek çok general ve albay, Ankara’da ise başta Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir olmak üzere, çok sayıda üst rütbeli subay bu oluşumun içinde yer alıyorlardı. SKB, MBK’nın Silahlı Kuvvetler içindeki etkisini kırmak istiyor, seçimlerin yapılarak ordunun siyaset dışına çıkmasını savunuyordu.
Ordu içindeki bu örgütlenmeden haberdar olan Gürsel ve Madanoğlu grubu, SKB’yi dağıtmak üzere harekete geçti. İlk olarak Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’i görevinden alıp Washington’a göndermek üzere kararname hazırlandı. Buna karşılık SKB, kontrolündeki bütün birliklere alarm verdi. 6 Haziran 1961 günü jetler Çankaya üzerinden ihtar anlamında alçak uçuşa başladılar. Durum çok gergindi. Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay komutanları toplantıya çağırdı. SKB, Madanoğlu ve Köksal’ın uhdelerindeki görevleri bırakmalarını, onlarla işbirliği yapan komutanların emekliye sevk edilmelerini istiyordu. İstekleri kabul edildi. Durumu içine sindiremeyen Madanoğlu emekliliğini istedi.
Çetinoğlu: ‘İkinci bir iç darbe’ mi?
Gürgür: 6 Haziran’da yaşananlar, Silahlı Kuvvetler içerisinde yeni bir ‘iç darbe’ idi. Böylelikle MBK’nın orduyla ilişkileri tümüyle kesiliyor, bozulmuş olan hiyerarşik ilişkiler, emir-komuta sistemi yeniden kuruluyordu. SKB bu olaydan sonra bünyesine Genelkurmay başkanını ve kuvvet komutanlarını da alarak ordunun tamamına yayıldı.
Bu oluşumun etkileri Yassıada’da alınan idam kararlarının onaylanması sırasında bir kere daha su yüzüne çıktı. Duruşmalar 14 Eylül’de tamamlanmış, aralarında Bayar ve Menderes’in de bulunduğu 15 kişi hakkında idam kararı verilmişti. Kararların infazı için MBK’nın onayı gerekiyordu. Cemal Gürsel ve Komite’nin birçok üyesi dışarıdan gelen yoğun telkinlerin etkisiyle idamlara karşıydılar.
Kararların görüşüldüğü 15 Eylül günü toplantının yapıldığı TBMM binasında ve çevresinde olağanüstü bir gerginlik yaşandı. Ankara’daki albaylar cuntası ve havacılar grubu kararların onaylanması için her şeyi yapmaya hazır görünüyordu. Onların yönlendirmesiyle Meclis koridorlarında silahlarını teşhir eden üniformalı subaylar dolaşıyor, binanın çevresinde bir askerî birlik mevzileniyordu.
MGK toplantısında yapılan tartışmalar sonunda bir ara formül üzerinde uzlaşıldı. Bayar’ın kararı yaşı gerekçe gösterilerek müebbete çevrildi. Haklarındaki kararlarda ittifak bulunmayan 11 kişi için de aynı işlem uygulandı. Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın cezaları onaylandı. Bu ‘tenzilatlı’ onay ordu içerisinde homurdanmalara neden olduysa da daha ileri gidilmedi.
Çetinoğlu: Bu gelişmeleri halk nasıl değerlendiriyordu?
Gürgür: Halkın çoğunluğu idamların yapılmasından fevkalâde müteessirdi. Bir buçuk yıldır yoğun baskı altında tutulan, ‘düşükler’ ve ‘kuyruklar’ gibi sıfatlarla ezilip sindirilmeye çalışılan geniş halk kitlesi duygularını içine attı; tepkisini, derin acısını bir ay kadar sonra yapılan genel seçimlerde sandığa yansıttı.
Çetinoğlu: 15 Ekim 1961 Milletvekili Genel Seçimi’ni kast ediyor olmalısınız…
Gürgür: Seçim, Yassıada kararlarına ilişik bir referandum niteliğindeydi. CHP ve onun iktidara gelmesini isteyen sivil-asker kesimler ve basın sonuçlardan emin görünüyorlardı. Kısa süre önce kurulan ve DP’nin vârisi konumunda olan AP ile YTP organizasyonlu bir çalışma yapacak yeterli zamanı bulamamışlardı. Buna karşılık kamu imkânlarından da yararlanan CHP çok hazırlıklıydı.
Ancak sonuçlar onlar için acı bir sürpriz oldu. AP 150 milletvekili 20 senatör, aynı çizgideki YTP 54 milletvekili ve 28 senatör çıkarırken, CHP 178 milletvekili ve 38 senatör kazanabilmişti.
SKB’nin Ankara ve İstanbul kanatları sonuçlar üzerine acele toplantı. Albay Talat Aydemir; ‘Bu durumda sonuçlar kabul edilmez. Ancak demokrasinin şartları temin edildikten ve doktriner partiler kurulduktan sonra seçimlere gidilebilir.’ diyordu.
21 Ekim’de İstanbul’da Harp Akademileri Komutanlığı’nda geniş bir toplantı yapıldı. Toplantıya 10 general ve amiralle, 27 albay katılmıştı. Konuşmalardan sonra ‘Meclis açılmadan duruma müdâhale edilmesi’ kararlaştırıldı. Karar protokole bağlanarak katılımcılar tarafından imzalandı. Bu dört dörtlük bir ‘darbe sözleşmesi’ idi.
Çetinoğlu: Darbe nasıl önlendi?
Gürgür: Protokol ertesi gün Mürtet Hava Üssü’nde yapılan geniş katılımlı toplantıda da okunup onaylandı. Genelkurmay Başkanı Org. Sunay toplantılara katılmıyor, ancak yakından izliyordu. Siyasetçiler ve gazeteciler de durumdan haberdardılar. Artık yeni bir müdâhale için gün sayılmaya başlanmıştı.
İstanbul grubunu temsilen 1. Ordu Komutanı Cemal Tural, İstanbul Valisi General Refik Tulga, Harp Akademileri Komutanı Faruk Gürler son temasları yapmak ve müdahaleye taraftar görünmeyen Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’i ikna etmek üzere Ankara’ya geldiler. Sunay bu generallerle görüştükten sonra bütün komutanları ‘Yüksek Komite Konseyi’ adıyla toplantıya çağırdı. Burada yaptığı konuşmada Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmesinin temini durumunda sorunun halledileceğini, protokolün uygulamaya konulmasının yanlış olacağını anlattı. Aynı gün Çankaya Köşkü’nde parti liderleri Gürsel tarafından ‘yuvarlak masa’ toplantısına çağrıldılar. Komutanlar da toplantıya gözlemci olarak katıldılar. Liderler Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı olması ve Yassıada mahkûmları için şimdilik af çıkarılmaması konularını içeren bir protokol imzaladılar.
Çetinoğlu: İkinci protokolden sonraki gelişmeler nasıldı?
Gürgür: TBMM 26 Ekim’de cumhurbaşkanını seçmek üzere toplandı. Gürsel tek adaydı. Liderlerin anlaşmasına rağmen bu kolay olmamıştı. AP içerisinde 150’den fazla parlamenter Prof. Ali Fuat Başgil’in cumhurbaşkanı olmasını istiyorlardı. Prof. Başgil, Meclis’in açılmasından bir gün önce MBK üyeleri, iki general, Sıtkı Ulay ve Fahri Özdilek tarafından görüşmeye çağrıldı. Başgil ölümle tehdit edilerek adaylıktan vazgeçirildi.
Oylama sırasında Meclis’in kapıları kimsenin dışarıya çıkmasına imkân bırakılmayacak şekilde dışarıdan kilitlenmiş, dinleyici locaları üniformalı generaller tarafından doldurulmuştu. Silahların gölgesinde yapılan seçim sonucunda Cemal Gürsel cumhurbaşkanı oldu ve hükümeti kurma görevini İsmet İnönü’ye verdi. İnönü, CHP ile AP arasında bir koalisyon hükümeti kurdu, böylece bir şekilde siyasî sistem işlemeye başladı.
Çetinoğlu: Aralık 1912’deki ‘Sopalı seçim’i hatırlatıyor… dayatmalı seçimler ülkeye huzur getirmiyor…
Gürgür: Siyasî kanalların yeniden işler hâle gelmesine rağmen normalleşme ve huzur bir türlü sağlanamıyordu. AP ve ona destek veren toplum kesimleri, Yassıada mahkûmları için af kanunu çıkarılmasını isterken, CHP ve sivil-asker bürokratik kesimler buna şiddetle karşıydılar. Sürüp giden bu tartışmalar siyasî tansiyonu sürekli yüksek tutarken, ordu içerisindeki müdahale eğilimleri içten içe tırmanıyordu.
Müdâhale yapılmasını isteyen kanadın en aktif ismi Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir’di; 27 Mayıs darbesinin aktif gücünü oluşturan bir okulun başında bulunması ona doğal bir taban sağlıyordu. İhtilal isteğini bir tutku halinde içselleştirmişti. Yapacağı girişime ordu içinde taraftar toplamak üzere ‘çengel atma’ adını verdiği basit ancak etkili bir yöntem izliyordu. Kendisine bağlı subaylar aracılığıyla özellikle genç kademelerle temaslar kuruluyor, onlara ülkenin kötü yönetildiği, devrik iktidar mensuplarının ve gerici unsurların etkili oldukları anlatılıyor, bünyesinde nitelikli ve idealist kadrolara sahip tek kurum olan Silahlı Kuvvetler’in duruma müdahale etmesinden başka bir çıkış yolunun bulunmadığı anlatılıyordu. Bu telkinler yapılırken Alb. Aydemir’in böyle bir operasyon için gerekli liderlik özelliklerine ve niteliklere sahip bulunduğu vurgulanarak ismi etrafında bir efsane oluşturulmaya çalışılıyordu. Bu tarz çalışmalarda özellikle Ankara’da bazı birliklerde kontrol Aydemir’in eline geçmişti.
Bu çalışmalardan haberdar olan Genelkurmay Başkanı Sunay, 10 Ocak’ta 90 kadar üst düzeydeki komutanın çağrıldığı bir toplantı düzenledi. Konuşmasında ordunun isteklerinin yerine getirildiğini, SKB’nin dağılması ve askerin kışlasına dönmesi gerektiğini anlattı. Başta Talat Aydemir olmak üzere, söz alan albaylar bu görüşe itiraz ettiler. Alt kademelerden müdahale için yoğun talep geldiğini, buna direnilemeyeceğini, hiyerarşik bir ihtilâlin tercih edilmesinden başka bir yol olmadığını öne sürdüler. Toplantı sonuç vermeden dağıldı.
Sunay’a rağmen behemehal müdâhale yapılmasını isteyen albaylar cuntasının girişimiyle, 9 Şubat’ta Davutpaşa Kışlası’nda Korg. Refik Tulga’nın başkanlığında bir toplantı yapıldı. Ankara grubu adına konuşan Alb. Dündar Seyhan, kendi açısından bir Türkiye panoraması çizdikten sonra, kuvvetler arasında işbirliği sağlanarak hiyerarşik nizamda bir müdâhalenin elzem olduğunu anlattı. 54 komutanın katıldığı toplantı sonunda ittifakla Şubat ayı sonuna kadar mutlaka müdahale yapılması için karar alındı. Karar çerçevesinde 3 maddelik bir protokol hazırlanarak imzalandı. Toplantıya katılmayan 1. Ordu Komutanı Cemal Tural’ın kendilerine katılmaması durumunda ‘bertaraf’ edilmesi kararlaştırıldı. Tek problem Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel görünüyordu; ancak O’nun da ikna edilebileceği düşünülüyordu. Bunu sağlamak ve diğer temasları yapmak üzere 4 general, Refik Tulga, Faruk Gürler, Faruk Güventürk ve Refet Ülgenalp Ankara’ya geldiler. Genelkurmay Başkanı Org. Cevdet Sunay ile de görüştüler.
Bu görüşmede Sunay çok net şekilde müdahalenin karşısında olduğunu anlattı: ‘Bugüne kadar imzalanmış olan protokoller, verilen sözler geçersizdir. SKB’nin görevi bitmiştir, dağılmalıdır. Bu işleri artık bırakalım ve iki yıldır siyasetle uğraşan orduyu tekrar askerlikle uğraştıralım. İhtilâlde ısrar eden albayların tesirsiz hale getirilmesinden başka çare yoktur.’
Çetinoğlu: Bu konuşma etkili oldu mu?
Gürgür: Sunay’ın tavrı muhatabı generalleri geri adım atmaya ikna etmişti. İstanbul’a dönerek girişimlerinden vazgeçtiler. Ancak Talat Aydemir’in ve çevresindeki albayların durmaya niyetleri yoktu. Ankara’da 20-22 Şubat günlerinde havacılarla karacılar arasında büyük gerginlik yaşandı. Karşılıklı alarmlar veriliyor, eller tetikte güç denemesi yapılıyordu.
Sunay’ın talimatıyla Aydemir ve arkadaşları için hazırlanan tâyin kararnameleri yürürlüğe konulmak istenince ipler koptu. Aydemir ve Kurmay Başkanı konumundaki Seyhan, başta Harp Okulu ve Tank Taburu olmak üzere kontrollerindeki birliklere alarm verdiler. 22 Şubat 1962 günün gecesinde tanklar Dikmen Kavşağı’na doğru harekete geçti. Bu sırada hükümet Çankaya Köşkü’nde toplantı halindeydi. Aydemir’e bağlı olan Binb. Fethi Gürcan, Muhafız Alayı’nın kontrolünü eline geçirmişti. Hükümet üyelerini enterne edebilecek durumdaydı. Ancak Aydemir ‘benim onlarla işim yok’ diyerek buna izin vermedi.
Gelişmelerin seyrini büyük ölçüde etkileyen bu olaydan sonra İnönü, Hava Kuvvetleri Karargâhı’na geçerek, gece boyunca olayları buradan tâkip etti. Sabaha karşı Aydemir ve arkadaşlarına, o zamana kadar kan dökülmemesi nedeniyle teslim olmaları durumunda haklarında cezai işlem yapılmayacağına ilişkin şahsî teminatını iletti. Talat Aydemir ve çevresindeki subaylar durumun kontrollerinden çıktığını, harekete geçmeleri durumunda birlikler arasında silahlı çatışmalar yaşanacağını, bu durumun çok feci sonuçlara yol açacağını fark ederek teklifi kabul ettiler ve teslim olmaya karar verdiler.
Ertesi günden itibaren arka arkaya çıkarılan kararnamelerle 69 subay ve 4 astsubay emekli edildiler. Kritik birliklerin komuta kademelerinde de önemli değişiklikler yapıldı. Bu arada Talat Aydemir ile temas ettikleri bilinen 2 bakan, Avni Doğan ile Selim Sarper, İnönü’nün isteği üzerine görevlerinden istifa ettiler.
Çetinoğlu: Fakat Talat Aydemir ihtilal tutkusundan vazgeçmedi…
Gürgür: Üniformasını çıkarmış olmak, Talat Aydemir’in hiç bitmeyen ihtilâl tutkusunun, müdâhale saplantısının sonlanması anlamına gelmiyordu. Birlikte hareket ettiği bazı arkadaşları hatalarını idrak ederek bu defteri kapamalarına rağmen o, 23 Şubat sabahından itibaren, her şeye rağmen kendisini terk etmeyen bir grup yandaşıyla birlikte yeni bir darbenin hazırlıklarına başladı.
Çetinoğlu: Ve tutkusunun bedelini hayatı ile ödedi:
Gürgür: 21 Şubat 1963 tarihinde ikinci ihtilal teşebbüsünde de başarılı olamayınca, darbeci arkadaşlarıyla birlikte yargılandı. Mahkeme, 5 Eylül 1963 tarihinde idam kararı verdi. Karar, 31 Ekim 1963 tarihinde Yargıtay tarafından tasdik edildi. Kararın TBMM tarafından da onaylanmasından sonra Talat Aydemir ve Fethi Gürcan 5 Temmuz 1964 tarihinde idam edildiler.
Çetinoğlu: Böylece 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin artçı darbeleri sona ermiş oldu. Fakat ihtilaller sona ermedi…
Gürgür: Evet! 12 Eylül 1971 tarihinde dönemin Genelkurmay Başkanı Başbakan Süleyman Demirel’e muhtıra verdi, Demirel Başkanlığındaki hükümet istifa etti. 12 Eylül 1980’de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren liderliğinde ihtilal oldu, Süleyman Demirel başkanlığındaki hükümet görevden uzaklaştırıldı, siyasî partiler kapatıldı. 28 Şubat 1997’de ‘Yumuşak Darbe’ olarak adlandırılan harekâtla ’28 Şubat Süreci’ başlatıldı. Başbakan Necmettin Erbakan istifaya zorlandı.
Çetinoğlu: Darbeler, müdahaleler ve post modern darbeler üzerindeki dış tesir ve yönlendirmeler hakkındaki yorumlarınızı lütfeder misiniz?
Gürgür: Türkiye’nin 1952’de Kuzey Atlantik İttifakı (NATO)’ya girmesine paralel olarak TSK’da geniş değişiklikler yapıldı. Birlikler NATO standartlarına uygun hale dönüştürüldü. ABD ordusunun talimnameleri tercüme edilerek kullanıma sokuldu. Her sınıftan subaylar gruplar halinde düzenli şekilde başta ABD olmak üzere, Batı ülkelerine gönderilerek eğitim gördüler. Silah, teçhizat ve mühimmatlar büyük ölçüde Amerika’dan alınmaya başlandı. Ortak manevralarla ve karşılıklı ziyaretlerle ilişkiler test edildi. Sonuçta Türkiye birkaç yıl zarfında sadece askeri alanda değil, başta emniyet ve istihbarat kurumları olmak üzere, stratejik kurum ve kuruluşlarıyla Amerikalı personelin de yer aldığı bir yapılanma üzerinden kapılarını geniş ölçüde Washington’a açmış oldu.
Türkiye’deki her türlü siyasal, ekonomik ve sosyal hayatın nabzını tutan Washington’un askeri darbelere seyirci kaldığını, izlemekle yetindiğini düşünemeyiz.
27 Mayıs darbesinde Menderes’in o yılın yaz aylarında Sovyetler Birliği’ni ziyaret ederek büyük çaplı bir ekonomik ve ticarî anlaşma için hazırlık yapmasının, ABD’den bulamadığı kredi desteğini Moskova’da aramaya niyetlenmesinin etkisinin ne kadar olduğunu henüz bilemiyoruz. Türkiye jeopolitik ve stratejik nedenlerle küresel güç merkezlerinin gözden ırak tutamayacağı önemli bir alandır. Yönetime el koymak amacıyla yapılacak bir girişimin Washington’dan habersiz hazırlanması, tavrının ne olacağının araştırılmaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Başarıya ulaşan bütün darbe girişimlerine Washington’dan yeşil ışık yakıldığını söylemek yanlış olmaz.
Çetinoğlu: Son yıllarda yapılan operasyonlarla Türkiye’de darbeler dönemi sona ermiş gibi görünüyor. Sizin görüşünüz nedir?
Gürgür: Son birkaç yıldır yapılan operasyonlarla, açılan soruşturmalarla ve dâvâlarla Silahlı Kuvvetler içerisinde yeni bir darbe girişiminin yapılması kurumsal psikoloji ve organizasyon tekniği açısından büyük ölçüde ortadan kalkmış görünüyor. Esasen Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısının gelişmesi, sivil toplum alanının genişlemesi, etkili hâle gelmesi, özel sektörün giderek daha yoğun şekilde dışa açılması, günümüzde jakoben Kemalist eğilimleri, Marksist-Leninist devrim özlemlerini marjinal hale getirdi.
Çetinoğlu: Birinci Ergenekon Türkleri kurtuluşa götürmüştü. İkinci Ergenekon cumhuriyetin kuruluşuna götürdü. Yanlış isimlendirmenin ürünü üçüncü Ergenekon, sizce Türkiye’yi nereye götürebilir?
Gürgür: Darbe teşebbüsü suçlamasıyla açılan soruşturma ve dâvânın başından beri ‘Ergenekon’ adıyla anılmakta oluşu millî tarihimiz açısından kabulü imkânsız bir hatâdır. Bu adı kim verdiyse milletimize karşı vebal altındadır. Darbeyle Ergenekon’un yani millî efsânemizin isim üzerinden örtüştürülmesi ancak tarih şuurunu yok etmek, millî psikolojimizi zedelemek isteyenlerin işine yarayabilir.
Çetinoğlu: TBMM bünyesinde kurulan Darbeleri Araştırma Komisyonu çalışmalarını tamamladı ve 1404 sayfalık raporunu, 26 Aralık 2012 tarihinde TBMM Başkanı’na sundu. Nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?
Gürgür: Bu komisyonun çalışmalarının pratik bir sonuca ulaşacağını sanmıyorum. Çünkü komisyonun oluşumu, çalışma yöntemi, konuları ele alışı yakın tarihin gerçeklerine ulaşıp sorumluları belirlemekten çok, onlarca insanla gerçekleştirilen mülakat tarzında cereyan etti. Onların tutanakları ilerde bu konularla ilgili araştırmalar yapacaklar için önemli bir arşiv belgesi olabilir.
Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim.
NURİ GÜRGÜR
1940 yılında Erzincan vilayetinin Kemaliye ilçesinde doğdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1963 yılında mezun oldu. Öğrenciliği sırasında 1958-1961 yılları arasında Türk Ocağı Gençlik Kolunda kurucu ve yönetici olarak görev yaptı. 1961 yılında bir grup arkadaşıyla Üniversiteliler Kültür Kulübü (Derneği)’ni kurdu. Bu dernek uzun yıllar milliyetçi gençlerin fikrî ve kültürel çalışmalar yaptıkları önemli ve etkili bir alan oldu. 1961-1963 yılları arasında Millî Türk Talebe Birliği (MTTB) adlı öğrenci kuruluşunda Ankara İcra Kurulu Başkanlığı görevini yürüttü. Bu yıllarda Son Havadis Gazetesi ve Düşünen Adam Dergisi’nin Meclis Muhabiri, Ankara Ticaret Postası Gazetesi’nin köşe yazarı olarak gazetecilik yaptı. 1967 yılında başladığı Avukatlığı 1970 yılında ticarete başlayıncaya kadar sürdürdü. 1968 yılından 1971’e kadar Üniversiteliler Kültür Derneğinin yayın organı olarak çıkarılan Ocak Dergisi’nin yazar ve yönetmenliğini yaptı. 1969 yılından itibaren Devlet Dergisi’nin yazarları arasında yer aldı.
1975 yılında MHP Genel İdare Kuruluna girdi ve partide 1976 – 1978 yılları arasında Genel Sekreter Yardımcısı olarak görev yaptı.
Türk Ocakları’nın yeniden faaliyete geçirilmesi ve Türk Yurdu Dergisi’nin yeniden yayınlanması çalışmalarında yer aldı, derginin yazı kurulunda görev yaptı. 1993 – 1994 yıllarında Türk Ocağı Ankara Şubesi Başkanı oldu. 1996 Kurultayında Türk Ocakları Genel Başkanlığına seçildi. 2011 yılında yapılan Kurultay’da, Başkanlık görevine tâlip olmadı. Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi olarak hizmetlerine devam etmekte ve Türk Yurdu Dergisi’nin başyazarlığını yapmaktadır.
Türk Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın Kurucuları arasında yer alan Nuri Gürgür 1989 -1992 yıllarında Vakıf Mütevelli Heyeti’nde görev yaptı.
1995 yılından bu yana Ankara Ticaret Odası Meclis üyesidir. 1999 yılında Ankara Ticaret Odası Meclis Başkanı seçildi. Dokuz yıldır aralıksız devam ettirdiği bu göreve 2009 yılında yenilenen seçimlerde dört yıl için yeniden getirildi. Aralık 2003 tarihinden bu yana TÜBİTAK Bilim Kurulu Üyesi’dir.
Yorumlar ve Yankılar, Milliyetçilik Üzerine ve Yüzyılın Eteklerinde isimli basılı eserleri vardır. Türk Yurdu Dergisi’nin başyazarlığını yapmakta ve çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayınlanmaktadır.