Sezgi tarihçiliği mi bilgi tarihçiliği mi?

54

Tarih yazmak için bilmek lazım zannedersiniz. Doğru
zannedersiniz. Fakat bilgi, tarihçi olmaya yetmez. İnternet yaşayan bütün
tarihçilerden daha bilgilidir. Bir bilgisayar diski, hatta bir flaş disk bile
öyledir. Tarihçi olmak için kültür gerekir, sezgi gerekir. Bunlarsız tarihçi
olunmaz. Belki tarih teknisyeni olunur.

Rahmetli Yılmaz Öztuna bir defasında bunun adını da
koymuştu: “Benim ekolüm intüitif ekoldür” dediğini
hatırlıyorum. Sezgiye dayanan. Sezgiye dayanan dediyse, havariler gibi gaipten
sezgi alıp yazan değil tabi. Tarihçi temelde belgeye dayanır ve bazıları sadece
belgeye dayanır. Öztuna öyleydi. Arkeolojiye, linguistiğe ve sosyolojiye
ihtiyatla yaklaşırdı. Peki sezgi? Sezgi belgelerin sentezinde, yorumunda öne
çıkar.

Ben sezgi yerine başka bir kelime daha kullanmak isterim.
Tarihçi, yıllarını, günde 24 saatini verdiği tarihte ustalaştıkça tayyi zaman
edip tarihe göçüyor ve onun içinde yaşamaya başlıyor. İşte sezgi tam da bu
“içinde yaşamak”. Günde 24 saat sözümü ciddiye alın. Her bilim dalı öyledir.
Üstünde çalıştığınız mesele, uykuya dalarken son düşünceniz, uyanırken ilk
düşüncenizdir. Muhtemelen uyurken de… Allah’tan onu hatırlamayız.

Tarihin içinde yaşayanlardan misaller vermiştim. Rahmetli
Kafalı Hoca’nın, Büyük Taarruz’un beş bin kişilik o fırtına süvari kolordusunda
yüzyıllar öncesinin yüz küsur bin Anadolu ve Rumeli sipahisi ile Kırım
atlılarını görmesini… Amatör bir tarihçi olan rahmetli büyüğüm ve dostum Rıza
Akdemir’in İttihatçılar için, “Siz bilmezsiniz, onlar buralarda dolaşır.
Pencereden dışarı bakınca ben onları görürüm
” deyişini. Nihayet İlber
Ortaylı’nın “Bize matbaa niçin geç geldi?” sorusuna verdiği cevabı: “Ne
yani, 15., 16. asırda adam evden çıkarken hanımı, ‘Bey, akşam gelirken bir
Leyla ile Mecnun getir de çoluk çocuk birlikte okuyalım’ mı diyecekti
zannediyorsunuz? O toplumun henüz matbaaya ihtiyacı yoktu da ondan.
” İşte
bu zirveler tarihi yaşayanlardır. Seziyorlardı ama ben böyle sezdim diye değil,
sezgilerinin ışığında arayıp, işte belgesi diye yazıyorlardı. Bilim
adamıydılar.

Bu uzun girişi niçin yaptım? Çünkü Konuralp Ercilasun’da o
yaşayışı, o sezgiyi gördüm. Bu bir tarih kitabı ama aslında bir tarih felsefesi
ve metodolojisi kitabı. Sorduğu soru şu: Türk tarihinin çağları nelerdir? Eski
çağ, orta çağ, yeniçağ, yakın çağ! Ezberimizdeki bu tasnifin Avrupa’ya ait ve
ancak Avrupa için doğru olduğunu ilk söyleyen Ercilasun değil. Bakalım
okullarımızda böyle öğretmekten ne zaman vaz geçeceğiz. Fakat bu belirleme,
konuyu kapatan bir cevap değil, konuyu başlatan bir tespit. O halde Türk
Tarihinin Çağları nasıl düşünülmeli? Şöyle diyor yazar: “Avrupa gibi küçük
ve aynı kalan bir bölgede tasnif yapmak şüphesiz bütün Avrasya’da rol oynayan
ve büyük bir nüfus kayması da gerçekleştiren Türklerin tarihini tasniften
kolaydır.
 ”

 

İşte çağlar demeden önce de uyarıları var. Çağları bir
birinden ayıran, çağ açıp çağ kapatan dönüm noktaları var ya… İşte onlar yok
aslında. Kimse bir gece bir çağda yatıp ertesi sabah başka bir çağa uyanmamış.
Bilim adamı Ercilasun uyarıyor:

“Burada önemli bir nokta çağ başlangıç ve bitişlerinin
birer süreç olarak ele alınması gereğidir. Birçok kişi, çağ başlangıç ve
bitişlerini keskin birer nokta olarak düşünmekle yanılmıştır. Bu başlangıç ve
bitişler, keskin bir nokta olmaktan ziyade yeni süreçleri başlatan birer
katalizörden ibarettir yalnızca.”

 “Öncelikle
belirtmek gerekir ki çağ tasnifindeki tarihler birer nokta olarak değil, birer
süreç olarak düşünüldü. Yani belli bir sürecin başlamasına sebep olan bir olay
esas alındı. Ancak çoğu durumda o olay sonucu gerçekleşen gelişmeler daha
sonradan döneme damgasını vurur hâle geldi. Şematik olarak anlatmak gerekirse
tarihi çizgilerle bölünen birbirinden kopuk parçalar şeklinde değil, birbiriyle
iç içe geçen bir kümeler bütünü şeklinde gördüğümü belirtmek isterim. Böylece
bu tasnif çalışması Türk tarihini daha bütüncül anlamamızı sağlayan bir
yöntemdir. Bu çağlar esasında diyebiliriz ki Türk tarihi, zamanıyla ve
coğrafyasıyla ne kadar yayılmış olursa olsun bir bütündür, bölünemez,
birbirinden kopuk düşünülemez. Kitapta da görüleceği üzere her bir çağın içinde
yatay ve çağlar arasında da dikey güçlü bağlar mevcuttur. Bu da bütüne
bakışımızı kolaylaştırır.“

Kökleri toplumda büyük değişiklikten öncelere uzanan, ağır
ağır yükselen ve sonra toplumu ilelebet değiştiren büyük olaylar. Biz
baktığımızda bunları görüyoruz ama asıl görülmesi gereken o patlamadan önceki
birikiş ve o birikimin sebepleridir. Bu bize bir de ölçü veriyor. Tarih
çağlarını bir birinden ayıran “katalizör”ler öyle patlamalar olmalı ki, toplum
bir daha asla eskisi gibi olmasın. O toplum geri dönülmez şekilde değişsin.
Kopuş mu? Hem evet, hem hayır. O çağın sebebi bir önceki çağdır ve bir sonraki
çağın dinamikleri de şimdikinin içinde çalışmaya başlamıştır bile. Biraz Hegel
hissetmişseniz haklısınız. Her tarihçide bir miktar sosyoloji, bir miktar dil
bilimi, biraz arkeoloji ve başka bilimlerden bir şeyler bulunur zaten.
Fakat Türk Tarihinin Çağları‘nı yazabilmek için bütün bunlara
felsefeyi de eklemelisiniz. Ve tabi sezgiyi!

Türk devletinin Asya’nın Kuzeydoğu’sundan Kuzeybatı’sına,
Asya’nın Güney’ine, Avrupa’nın Kuzey’den ve Güney’den ortasına, hatta Batı’sına
gidişlerini, gelişlerini biliyoruz. Bir “med zamanı” Pasifik’ten
Atlantik’e uzanmışız. Öztuna, Türk başkenti, binlerce yılda, Kuzey Doğu’dan
Günay Batı’ya yürüdü derdi. Fakat Ercilasun bize, yürüyenin yalnız başkent
olmadığını, bizim yanımıza büyük nüfuslarımızı da alarak yürüdüğümüzü
anlatıyor. Dündar Taşer, Türk, bayrağının gölgesi çekilince o da bayrakla
beraber o coğrafyadan çekilir, derdi. İki bin yıl önce de öyle yaparmışız
meğer! Ordos’tan, Orhun’dan İli-Isık’a taşınmışız. Sonra da taşınmaya devam
etmişiz. “Sağa, sola, ileri.

Bir dönem bilinip yazılabilir. Fakat binlerce yılı bilmek…
Yetmez. Duymak… Hissetmek… Sonra da bunların tamamını bir arada görebilmek!
Çağları ancak öyle yazabilirsiniz. Ne demek istediğimi tam anlamak için okumaya
devam etmelisiniz. Fakat size kitabın son bölümünden bir paragrafla ipucu
vereyim. İşte böyle bir hissediş:

“Tanıdığımız dünyanın, bize aşımızı, işimizi, evimizi
sunan tabiatın âşığı olduk. Tabiata uygun bir hayat tarzı geliştirdik ve her
zaman için tabiata saygı duyduk. Dünyanın en hareketli insanları olarak evimiz
de buna uygun yapılmalıydı ve yürüyen ev icat ettik. Otağlarımızı bir saatte
kurup bir saate toplayacak teknikler geliştirdik. Tabiata saygıyı hiçbir zaman
kaybetmedik. Unuttuğumuzu sandığımız hasletlerimiz günün birinde hiç
beklemediğimiz yerden ortaya çıktı ve Atatürk çınar ağacı dalını kesmemek için
köşkü yürüttü…”

Konuralp Ercilasun, tıpkı babası büyük Ercilasun gibi her
biri kendi alanında nirengi noktası olan eserler vermeğe devam ediyor!