Mısır Günlerinde Bir Hisli Yürek Mehmet Akif Ersoy

62

 

Osmanlı Cihan Devleti’nin son günlerinde bütün ülke mütecaviz ve emperyalist ülkeler olan İngiliz, İtalyan, Fransız ve Yunanlılar tarafından paylaşılmış,  hatta eskimez başkent, medeniyetlerin lokomotifi İstanbul da işgal edilmişti. Ancak insanımızın bağımsızlık cehdi, hürriyet aşkı kaybolmamıştı. O’nun için istiklal olmazsa olmazlardandı, öncelikli ayrıcalığıydı.

Mustafa Kemal Paşa liderliğinde bütün yurt sathında ülkeyi batılı müstevlilerin işgalinden, tacizinden, baskısından ve zulmünden kurtarmak üzere “kurtuluş savaşı” başlatılmıştı. Herkes ve herkesim bütün imkanlarını zorlayarak  kendini bu ateş çemberinin  içine atmayı, bu alevlerin içinden yanmadan, erimeden yüz akıyla çıkmayı sorumluluğun gereği  bir görev olarak biliyordu.

Öyle de noktalandı, netice verdi.

Zürra, çiftçi, esnaf, kamu görevlisi memur, hoca, talebe, asker; yaşlı, genç, kadın veya erkek, münevver ve ahali cephede zabitlerimizle birlikte  çarpışıyordu, ateş hattındaydı yahut siperde nöbet tutuyordu.

Mehmet Akif Ersoy da işte bu memleketsever insanlardan biriydi.

MEHMET AKİF ANADOLU’YA GEÇİYOR

Veterinerdi, İstanbul Edebiyat Fakültesinde dersler veriyordu, Sıratımüstakim ve Sebilürreşad dergilerinde yazıyor, tercümeler yapıyor, şiirlerini yayınlıyordu. Tüm konuları da ülkemizi ve insanımızı yakından ilgilendiren hayati meselelerdi.  Bu problemler karşısında topluma moral yüklüyor, motivasyonunu yükseltiyordu.

İstiklal Savaşımıza katkıda bulunmak üzere yanına oğlu Emin’i ve Sebilürreşad mührünü de alarak İstanbul’dan vapurla Üsküdar’a, buradan Adapazarı’na geçti; güzergah Ankara’da noktalandı. Üstelik ya bir kağnı üzerinde, umumiyetle de yayan yapıldak Başkent’e girdi. “Geleceğinizi Biliyorduk” diyen Başkomutan Mustafa Kemal ile görüştü. Görevler üslendi. Vazifesi halkı irşat etmekti. Savaşlar yorğunu, fakir ve bitkin Türk halkını İstiklal Savaşımıza çağırdı. Yazılar yazıyor, toplantılar yapıyor, camilerde vaazlar veriyor, millete sorumluluğunu hatırlatıyordu.

Kastamonu’da Sebilürreşad’ı yayınladı sahibi Eşref Edip Fergan ile birlikte. Balıkesir’de Zaganos Paşa, Kastamonu’da Nasrullah Camii’ndeki konuşmaları  ahaliyi heyecanlandırdı, eline silah tutabilen herkes cepheye koştu. Erkan-ı Harbiye Mehmet Akif’in vaaz ve yazılarını teksir ederek cephede dağıttı. Akif Konya’da isyanı bastırdı.

MİLLETİN VEKİLİ BİR ŞAİRİN MANİFESTOSU

Mehmet Akif Ersoy insanımızı sadece İstiklal Savaşımıza katılmaya davet etmedi; aynı zamanda hantallığa, geri kalmışlığa, taassuba, irticaya, istibdata, kolaycılığa, uyuşukluğa, hurafeciliğe, bana ne’ciliğe karşı da hiç bir zaman zerafetini ve ümidini kaybetmeden meydan okumaya, gereğini yerine getirmeye çağırdı. Hayatı ve şiirleri hep toplum merkezli oldu. Sorunları hep milletin diliyle söyledi ve çözüm önerdi. İstiklal Marşı’mızı “Kahraman Ordumuza” diyerek hediye kabul etmemek kaydıyla lütfen yazdı. Zaten İstiklal Marşı’mızın arkasında bir yaşanmışlık vardır. Bir başka hayat tarzı olan emperyalizme karşı İstiklal Marşı bir manifestodur, bir başkaldırı, bir isyandır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Burdur’dan ilk kurucu milletvekili oldu. Maarif Vekilliği teklifini tevazuundan kabul etmeyince İrşad ve Eğitim Komisyonu başkanlığına seçildi. Mehmet Akif, aydın-halk dayanışmasını, örtüşmesini arzu ediyor, eğitimin islah edilmesini ve birlikte iş yapma terbiyesinin verilmesini, batılıların şark siyasetinin hiç değişmediğini anlatıyor, aklın, ferasetin ve sağduyunun altını çizerek dikkat çekiyor. Hayatı ve eserlerinin özeti iki kelime; ihya ve inşa. Gelecek nesiller üzerine de titriyor ve diyor ki;

-Çiğerparelerinize yalnız kendi terbiyenizi giydirmeye çalışmayınız. İyice hatırınızda olsun ki, onlar sizin yaşamakta olduğunuz  zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır.

MAŞERİ VİCDANIN SESİ

Mehmet Akif Ersoy, baytar, müellif, mütercim, ilim adamı, akademisyen, gazeteci, yazar, şair, edip, milli mücedelede gazi, milletimizin varoluş mücadelesinde önemli bir şahsiyet. Teşkilatı Mahsusu’da görev almış, iyi bir aile babası, doğu-batıyı ve dillerini iyi bilen; şarkı esastan, garbı kısmen eleştiren, bir münevver. Safahat ise  bir dönemin günlükleridir. Coğrafyamızın içine düştüğü umutsuzluk, atalet ve mağlubiyet duygusundan arındırarak, diriltmeye çalışırak geçmiş telakkisi üzerinde bir gelecek tasavvuru inşa eder.

Mehmet Akif Ersoy ve Safahat milletimizin varoluş mücadelesindeki sembol isimlerdir. Milletimizin bütün acılarını, uğradığı işgal ve mağlubiyetleri, yaşanan yıkımları, yüreğinde yeşerttiği özlem ve umutları, değer ve idealizmini kişiliğinde toplamış, biçimlendirmiş, maşeri vicdanın sesi olmuştur. Varoluş tutkusu ve iradesi halinde tarih sahifesinde yerini almıştır, ama tarih olmamıştır. Bugün hala okunuyor, değerlendiriliyor, doğrularının arkasında bir sığınak aranıyor. 2012 tarihi itibariyle Doğum yaşı 139, ahirete intikalinin76. Yıldönümünde bile Mehmet Akif Ersoy islam coğrafyasına sesini duyuruyor, mesajını aktarabiliyor.

Dostlarının anlatımıyla Mehmet Akif Ersoy, cimriliği, ikbal şımarıklığını, kibir ve maddi pisliği sevmiyor, sevemiyor, belli ki hazmedemiyor. Çünkü sanatçının kalbine fakir de, zengin de çıplak olarak giriyor.

11 YIL GÖNÜLLÜ SÜRGÜN MÜ?

Peki Mehmet Akif Ersoy Mısır’a neden gitti? Önce gittiği yılları hatırlayalım, sonra aydınların Mehmet Akif hakkındaki görüşlerini;

Bir defa değil, hem de birkaç defa. Ancak her Mısır seyahati farklılıklar içerir. Oğlu Emin Bey’in dünyaya geldiği 1914 yılında ilk defa Abbas Halim Paşa’nın davetiyle Mısır’a gitti, Kahire ve El Uksur’da bulundu. İki ay kadar kaldı. Kahire’de damadı gazeteci-yazar Ömer Rıza Doğrul ve Ferid Vecdi ile tanıştı. Kahire, Medine ve Şam üzerinden İstanbul’a bir müddet sonra döndü. Burada yazdığı ve seyahat izlenimlerini muhtevi  El Uksur’da şiirini Abbas Halim Paşa’da ithaf etti.

Görevli olarak aynı yıl Berlin’e gitti. Almanların elinde esir tutulan müslümanların irşad ve aydınlatılmasında vazife yaptı. Doldurduğu taş plakta yaptığı konuşmalar ve temasları olumlu netice verdi. Müslüman esirlerin serbest bırakılmasını sağladı.

Mehmet Akif Ersoy’un ikinci Mısır Seeyahati 1915’te resmi bir görevlendirmeyle gerçekleşti. Kahire’den İstanbul’a dönerken Medine, Beyrut ve Şam güzergahını kullandı. Birinci Dünya Savaşı’nda Necid Şeyhi ve kabilesi İstanbul’a sadık kalmıştı. O’nunla birlikte oldu. Bu sırada teşkilat-ı Mahsusa’da görev yapıyordu. Mısır ziyareti sırasında  Mehmet Akif Ersoy ikinci defa olarak Medine’ye uğradı. His ve tespitlerini de “Necid Çölleri’nden Medine’ye” adlı dizelerinde anlattı.

Zaman dilimi artık Osmanlı Cihan Devleti’nin son yıllarıydı.

SEBİLÜRREŞAT KAPATILIYOR, EŞREF EDİP TUTUKLANIYOR

Burdur Milletvekili Mehmet Akif Ersoy  parlamentoda görev yapmaya başladıktan bir müddet sonra İstiklal Mahkemeleri Hakkında Adliye Encümeni Mazbatasının maddelerine geçilmesine red oyu verdi. Hükümete çekimser kaldı. TBMM’ndeki “ikinci grup” ile birlikte hareket etmeyi uygun gördü. İrşad ve Eğitim komisyonluğu başkanlığı’ndan istifa etti. Hükümet Sebilürreşad’a yapılan kağıt yardımını kaldırdı.

Büyük Millet Meclisi’nin yenilenme kararı aldığı Yıl 1923.  Aday gösterilmeyen Mehmet Akif Ersoy kışı geçirmek üzere yine kadim dostu Abbas Halim Paşa’nın konuğu olarak ekim ayında birlikte Mısır’a gittiler.  Şam ve Beyrut’a da uğradılar. Kahire’de bir müddet kaldıktan sonra İstanbul’a döndüğünde Ankara’dan zaten ayrılmıştı ve Beylerbeyi’nde kiraladığı Çataltepe’deki eve yerleşti.

1924’de Çanakkale Şehitleri Şiiri basıldı, Asım kitap olarak neşredildi, “Firavun ile Yüzyüze” adlı şiiri, tekrar yayına başlayan Sebilürreşad’a yer aldı. 1925’e girildiğinde Ahmet Hamdi Akseki’nin ısrarlı teklifi ile  Kur’an Tercümesi görevini kabul etti. Bin lira depozit tahakkuk ettirildi. Bu sıralarda Mısır’da bulunuyordu. Kahire’den  İstanbul’a döndü. Bu yılın Akif için önemli bir gelişmesi arkadaşı Eşref Edip Fergan tutuklandı ve Sebilürreşad dergisinin yayını da durduruldu.

ÖZ VATANINDA GARİP YAŞAMAK

Mehmet Akif Ersoy yeniden Kahire’ye döndü. Beşinci defa Kahire’ye gelen sanatçı en uzun olarak bu defa kalacağını tahmin ediyordu. Öteki Kahire ziyaretleri belli aralıklarla gerçekleşmişti. Ama bu defa öyle olmayacağını çok iyi biliyor, belli etmiyordu. Kahire’de Kur’an Tercümesi çalışmalarına başladı. Annesi Emine Şerif Hanımefendi’nin İstanbul’da vefat haberi geldi. Gidemedi. 1936 yılının 16 Haziran’ına kadar vatan hasretiyle Mısır’da kaldı.

İlk iki yıl Kahire’nin şifalı sularıyla ünlü, banliyo kasabasında (bugün için il statüsünde) Hilvan’da Abbas Halim Paşa’nın sarayının karşısındaki  küçük köşkte misafir edildi. Abbas Halim Paşa yakınlarına artık “Bu Akif’in talihi değil benim şansımdı. Akif ne zaman olsa bir  Abbas Halim bulurdu, ben bir Akif’i nasıl bulurum.” demeye başlamışdı. Mutluluktan ve asaletten böyle söylüyordu. Ancak İngiliz işgali altındaki Mısır’da hayat hiç de kolay değildi. Herkes kendi gailesi ile meşğuldü. Abbas Halim Paşa’nın üstelik sağlığı da iyiye gitmiyordu. Artık sükünetli bir hayata başlamıştı Akif. Kahire Üniversitesi’nde Türkçe dersleri veriyordu. Dolayısıyla maddi sıkıntısı azalmıştı. Bir müddet sonra Ayn Şems Üniversitesi’de ders vermesini istedi Mehmet Akif’in. Mısır aydınları arasında Mehmet Akif büyük alaka ve itibar görmüştü. Şiirleri her tarafta okunuyordu. Kur’an Şairi ve Büyük İslam Şairi olarak anılıyordu.

Sanatçının burukluğu ise dostları tarafından hemen farkediliyordu. Vatanından ayrılmanın ızdırabına dayanamıyor, sadece tahammül etmeye çalışıyordu. Yalnızlığı ve yarası hep Kahire’de kendini belli etti. Tam 11 yıl bu hüzünle yaşardı Mısır’da. Kahire’deki dostları, davet edildiği konaklar, Mısır’ın ekzotik güzelliği, tarihi yapısı, piramitler esrarlı ihtişamı kırık, hisli yüreğin acısını durduramadı. Hep hüzün vardı içinde. Bir inziva yaşıyordu adeta.

Daha sonra ailesini Hilvan’a getirtti ve kiraya çıktı. Ancak geçim sıkıntısı kendini öyle göstermişti ki banliyö treniyle Kahire Üniversitesi’ne gitmek üzere bilet parası bile yoktu. Mektuplarında bu konuyu ezik bir dille ifade ediyor, Eşref Edip’ten 10-15  lira kadar borç istiyordu. Kızı Suat Hanım’a gönderdiği firaklı mektuplarda da hep vatan özlemi yaşıyordu.

DÖNEMİN YAZARLARI DİYORLAR Kİ

Osmanlı’nın son devir, Cumhuriyet’in ilk dönem aydınları Mehmet Akif Ersoy’a şöyle bakıyorlardı. Üstelik görüşleri Akif’in yüzüne değil, arkasından da değil, bir kamuoyu oluşuturmak için hem Ankara Hükümetini şartlandırıyorlar, hem de efkarı umumiyeyi sanatçı aleyhine oluşturuyorlardı. İşte örnekleri;

Burhan CAHİT; “Akif’in başında burma sarığı ile haşin ve inatçı bir medrese softası gibi gördüm.. derin bir husumet duydum.. sonra Safahat Şairi’ne karşı duyduğum o masum düşmanlıktan utandım!”

Hasan Ali YÜCEL “Mehmet Akif cemiyette gördüğü değişikliklere inanmadı. İnanmadığı için de uymadı. 5-6 sene memleketten ayrı kalmasının sebebi de budur.”

Falih Rıfkı ATAY “Akif, medresenin şairi idi. Ahmet Cevdet Paşa’nın fikrindedir. Şer’i mahkemeleri değil, şeriatı düzeltmeye bakıyordu.  Akif şapka kararı çıktığı vakit onu eline alarak başı açık, rıhtıma geldi. Bir vapura binerek esir ve müslüman Mısır’a gitti. Şüphesiz bütün inkılaplarımızın ve şark tarihinde ilk defa kurmuş olduğumuz bütün hürriyetlerin, laisizmin, tefekkür ve vicdan hürriyetinin aleyhinde idi. Sonunda başında şapkası, fakat karaciğerinde kanserle Türkiye’ye döndü.

Nurullah ATAÇ “Akif, muzır saydığım kanaatleri müdafaa ediyordu. Sevmezdm onun için. Hele O’nda fikir aramak, fikre hürmetsizlik olur. Şair sayılması hayli zor. Mahalle kahvesi hatibi. Eski zaman hasrati.. kültür aradığı yok.”

Ağan Sırrı LEVENT “İnkılaplar.. O’nun aleminin üstünden aşacak kadar ileri ve O’na uzak idi. Bu his, Mısır gibi diyarların elemini hatırlatacak kadar, göze alınacak derecede O’na kuvvetli geldi. İleri atılıma ayak uyduracak kudret ve kabiliyetten yoksundu çünkü. Medeniyete diş bleyen Akif’in asri hayata uymasına imkan olabilir mi?

Korkut BAYÜLKEN “Akif’i herkes nasıl anlamak istediyse öyle anladı.”

Şüküfe Nihal BAŞAR “O ümmetin bir adamıdır. Koyu bir din adamı olmuştur. Her fikirde, her mevzuda hep Allah. Yurdunu, milletini bırakan hurafelere takılmış bir adamdır. Şiirlerinde derinlik yok, müzik yok, estetik yok!”

Sabiha SERTEL “İnkılapçı değil, muhafazakardır. Arkasından bir nesli sürükleyecek bir rol oynamamıştır. Asırlık bir ananenin yıkılışına karşı duyduğu, bir mürteci isyanıdır.”

Nihal ADSIZ “Akif’in Mısır’a kaçışı (Beğenmediğim şeyleri alkışlayamam. Alkışlamayacağım.) diyen namuslu ve merdane bir harekettir. Hırsız ve dalkavuk değildir. Olmamıştır.”

Suphi Nuri İLERİ ” Akif, Türk’ün heyecanını duysa, anlasa ve sevse idi, bizi bırakıp Mısır’a gitmezdi. İstiklal Marşı’nın halk anlamamıştır. Eski devrin büyükleri için hazırlanmıştır.”

Ruhi Naci SAĞDIÇ (Balıkesir Çağlayan Gazetesi Naşiri) ” Akif, Mısır’a gidene kadar dedikodu yoktu. Şimdi aldı başını gidiyor. (O Şapkadan kaçtı. O’nun taassubu, teceddüt inkılabını hazmedemedi. O, metaına müşteri aramak için  bir islam pazarı aramaya gitti. O, ecnebi diyarını öz vatanına tercih edecek kadar hamiyetsizdir!.) Aman Allahım!  Bu nasıl kuyruklu yalanlar, iftiralar? Hatta, Akif’in kara liste’ye dahil olduğunu ve Mısır’a sürgün edildiğini söylediler. Bu böyle olmaz. Ankara’ya mektup yazmalıyım. Durumu açıklamalıyım. Akif İstiklal Marşı’mızın şairi, Çanakkale Destanı’nın yazarı, 20 yıllık devlet memuru, üç yıl mebusluk yapmış. İşsiz ve maaşsız bırakılan Akif’i anlatmalıyım, hatırlatmalıyım Ankara’ya.”

Hakkı Tarık US  Balıkesir Milletvekili Hayrettin KARAN’a diyor ki ” Mehmet Akif’e senin ulaşman kolay. Kur’an’ın tercüme işini üzerine almıştı. Meali istedik menfi bir cevap aldık.1000 lira avans almıştı. hepsi 5000 liraydı. Hiç yanaşmadı. 10 bin liraya çıkaralım. Ne olur Akif Bey’e gidip bir konuşsana. Tercüme işini tamamlamış diye duyuyorum.”

Hayrettin KARAN (Evladlığının eşi)”Konuştum..20 bin lira teklif edildi. Üstelik Atatürk namına görüştüm. Bana ne dedi biliyor musun?

Hakkı Tarık US “Ne dedi.. tahmin edemiyorum!”

Hayrettin KARAN “Bu fakir adama 4000 lira bile çok!”

Aynı yıllarda Mehmet Akif Ersoy’un dostlarına yazdığı mektuplarda parasızlığını hatırlatarak, borç istediği biliniyor.

AKİF MISIR’A NİÇİN GİTTİ?

Mehmet Akif Ersoy’un 1925’de neden Mısır’a giderek kaldığının üç sebebi olabilir. Birincisi, ikinci dönem milletvekili atamalarında ismi yoktu, İstanbul Üniversitesi’nde de görev verilmedi, yani işsizdi. Emekli maaşı da bağlanmadı. İş arıyordu geçim gailesiyle.

Bir ikinci sebep sürekli tarassut aldındaydı. İhbar ve ispiyonların ardı arkası kesilmiyordu. Hem Ankara’da ve hem de daha sonra taşındığı İstanbul’da sivil polislerin takip ettiğini hissediyordu. Kendinde bir suç bulamıyordu, düşündükçe üzülüyor, kendini yiyip bitiriyordu.

Mısır’a gidişindeki önemli bir sebep de Eşi İsmet Hanım astım hastasıydı, nefes darlığı çekiyordu. Kahire’nin havası İsmet Hanım’a daha önceki Mısır seyahatlerinde olduğu gibi çok iyi geliyor, sağlık sorunu azalıyordu. Dolayısıyla böyle bir tercih yapması normaldi.

Mehmet Akif Ersoy kırıktı, üzgündü, hüzünlüydü, hasret ve özlem içindeydi, acısı vardı, adeta çile çekiyordu, çınarın yapraklarını döktüğünü yaşıyordu ama Kur’an tercümesi görevini ihmal etmedi, şiirle arasını açmadı, dostlarıyla birlikteliği ihmale uğratmadı, Türkçe derslerini aksatmadı, öğrencilerini yetiştirmeye adadı kendisini. Bu dönemdeki hayatını şiirine şöyle yansıtır;

Resmim için

Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim,

Ne saadet; hani ondan bile mahrumum ben!

Daha yıllarca eminim ki hayatın yükünü,

Dizlerim titreyerek çekmeğe mahkumum ben!

Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,

Bana çok görme, İlahi bir avuç toprağını!

İNGİLİZ KATLİAMLARI

Prof. Dr. Abdülvehhap Azzam(1894-1959) Kahire Üniversitesi Edebiyat Fakültesi dekanıdır. Alim ve edib bir akademisyendir. Çok sayıda yayınlanmış eseri vardır. Bunlardan Pakistan’ın Milli Şairi Muhammed İkbal ve Safahat’tan da tercümeleri bulunuyor. Mehmet Akif Ersoy böyle bir yönetici ile birliktedir Üniversitede. Prof. Dr. Azzam Türkçe ve Farsça ilk ders verme teklifini de Ömer Rıza Doğrul aracılığıyla yapmıştır(1929). Bu iki aziz dostun  birlikteliği Kahire entelektüel hayatı için de bir milad olmuştur.  Mehmet Akif Talebelerine “Çocuklarım, siz benim Arapçama, ben de sizin Türkçenize gülmeyeyim, geçinip gidelim, samimi olduğumuz takdirde daha çok istifade ederiz.” diyor.

Mehmet Akif Ersoy haftada iki gün Kahire’ye inerek Üniversitede(Darülfünun) ders veriyordu. Sonra Hilvan’a evine dönüyordu. Ancak derslerde sadece fiil, cümle, özne, yüklem öğretmiyor, konjonktüre de dikkat çekiyordu. İngiliz işgali altında Mısır’da katliam yapılmaktadır. İngiliz askerleri Denşevay Köyünü yakarak, köylüleri de katlediyolar. Hayatta hiç kimseyi bırakmıyorlar. Basın yazmıyor, diplomatlar konu bile etmiyordu. Öğrencilerinin bunu bilmesi gerek. Bir başka konu ise bilinmesi icabeden Fransız Napolyan’un 15 bin Osmanlı askerini İskenderiye’de karaya çıkartmayarak Akdeniz’de boğulmalarını seyretmesidir!. Bir başka olay da Mısır’da İngiliz General  Sir İan Hamilton’un Osmanlıya saldırmak üzere İstanbul’da İtilaf Kuvvetlerine katılma emri verilmesi olayıdır. Mehmet Akif önce bunları hatırlatıyor, sonra ikinci katliam örneğini veriyor derste ve  öğrencilerine şunları anlatır;

-Birinci Cihan Harbinde 150 bin müslüman asker İngilizlere esir düştü. Bu askerlerin bir kısmı da İskenderiye şehri yakınlarındaki Seydibeşir Usare Kampı’na hapsedildi. Seydibeşir Osmanlı Useray-i Harbiye Kampı’nda Filistin cephesindeki  16. Tümenin, 48. Alayına bağlı Osmanlı askerleri esir tutuluyordu. Yıl 1918. Osmanlı askerleri iki yıl kadar İngilizlerce işkenceye tabi tutuldu. Belki şehit olanlar kurtuldu, işkenceye dayananlar ise hakarete uğradı ve aşağılandı. Esir Kampı’ndaki Türkçe bilen Ermenilerin yalan yanlış ve kasıtlı tercümeleri neticesinde İngiliz subay ve askerleri azılı birer Türk düşmanı kesildiler. Ancak kamptaki ağır şartlar nedeniyle  şehit düşen askerler dışındakileri  teslim etmek İngilizlerin işine pek gelmiyordu. Çünkü planladıkları savaşta bu askerler tekrar onların karşısına dikilebilirdi. Ermeniler sürekli bu fikri işliyor, husumeti artırıyorlardı.

Derste anlatılan hikayenin gerisi şöyle;

15 BİN TÜRK ASKERİNİN GÖZLERİ KÖR EDİLİYOR

-İngilizler, Ermenilerin katkısı ve tahrikiyle toplu katliamı çözüm olarak buldular. Osmanlı askerleri mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla dezenfekte havuzlarına sokuldu. Ancak suya normalin üzerined krizol maddesi katılmıştı. Üstelik askerlerimiz daha suya girer girmez haşlanıyordu. İngiliz askerleri dipçik darbeleriyle askerlerimizin havuzdan çıkmasına izin vermiyorlardı. Askerlerimiz ise bellerine kadar gelen havuz suyuna dalmak istemiyor, direniyordu. İngilizler havaya ateş açarak tacize başladılar. Osmanlı askerleri hayatta kalmak için çömelerek mecburen başlarını suya soktular.  Fakat başını sudan kaldıran askerler artık göremiyordu.Gözlerini kaybetmişlerdi. İki göz birden yuvalarından çıkmış gibi yanmış, kavrulmuştu. Dışarıya çıkanların halini gören askerelerimizin direnişi de fayda etmedi. Zorbalığa bir müddet dayandılar ama neticede 15 bin askerimizin gözü kör oldu.

Mehmet Akif Ersoy dersini şöyle sürdürüyor;

-Vahşet ancak bu kadar olur.Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 25 Mayıs 1921’de vahşet görüşüldü. Ben de Burdur mebusu olarak oradaydım. Faik ve Şerif Beyler bir önerge vererek  15 bin vatan evladımızı kör eden vahşette faili olan İngiliz tabip, garnizon komutanı ve askerlerinin cezalandırılması için  milletlerarası teşebbüse geçilmesini istediler. Türkiye Cumhuriyeti henüz yeni kurulmuştu. Bir değil birkaç savaştan çıkmıştık. Fakru zaruret içindeydik. Bin türlü meselemiz vardı. Hepsinin çözümü gerekiyordu. Sonra bu hesap sorma işi de unutuldu. Bunu bizler ve sizler  her zaman hatırlamalıyız. Dolayısıyla çok çalışmalıyız. Gayretimizi her geçen gün artırmalıyız. Mazlum ve mağdur islam dünyasında örnek münevverler olmalıyız.

MYANMAR NERESİ DEMEYİN?

Bugün dünya müslümanlarının gündeminde olan  Arakan müslümanlarının durumu da o günlerden yansıyan bir sorun. Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizler Çanakkale ve İskenderiye’den binlerce müslümanı uzak doğuya taşımıştı. Myanmar’da şehit düşen 1500 Osmanlı askerinin bu bölgedeki mezarları da  kanıtıtır.

İngilizler amele olarak çalıştırmak üzere Osmanlı topraklarındaki Irak, Filistin, Suriye cephelerinden topladıkları müslüman esirleri önce Basra’ya getirip, sonra gemilerle Karaçi’ye götürmüşler. Sonra da trenlerle Kalküta ve Yangon’daki esir kamplarına teslim ediyorlar. Bugün Myanmar’daki müslümanlar bu esir müslümanların torunlarıdır. Çoğu askerimiz kötü muamele ve işkence yüzünden hayatını kaybetmiş. Sonra da tahminen 12 bin şehid Türk Askeri  orada defnedilmişler.  Mektila’daki Türk Şehitliği’nde  meftun şehitlerimizin 700’ü bir yerde, 300’ü de bir başka yerde olmak üzere toplu olarak katledilmiş. Tabip Binbaşı Necip Bey topladıkları arşiv ve dökümanları Türkiye’ye göndererek  kayda geçmesini temin etmiştir. Vatanlarına kavuşamayan Türk askerlerinin pek çok defa memleketlerine mektup yazdıkları, bu mektupların önce İngiltere’ye, sonra Kızılhaç üzerinden Kızılay’a, oradan da ailelerine ulaştığı arşivlerdeki mektup örneklerinden anlaşılmaktadır. Üç yıl esir olan Koşikavaklı İsmail annesine yazdığı mektubunda cevap alamamasının gönülden de ırak olunması anlamı vererek, mahzunluğunu ifade ediyor.

MISIR’DA YAZDIĞI ŞİİRLER

Mehmet Akif Ersoy’u  Kahire Üniversitesi  Edebiyat Fakültesi Heyeti çalışmalarından dolayı  Türk Dili ve Edebiyatı Profesörlüğü’ne getirmiştir. Akif’in Mısır’da bu dönem en büyük arzusu Selahattin Eyyubi adında bir manzum piyes yazmaktır. Mehmet Akif  buara İstanbul’daki dostları ile mektuplaşmaktadır. Mithat Cemal Kuntay’a bir mektubunda şöyle diyor “İstanbul’da Türkçe’yi ve Türk Edebiyatı’nı okutacak Akifler çoktur. Ama ana dilimizi ve milli mefahirimizi öğretecek ve sevdirecek başka Akif  bulamayız.” Mehmet Akif Ersoy ayrıca Kur’an Meali çalışmalarını da İstanbul’daki arkadaş grubuna göndermekte, fikirlerini sormaktadır. Bugün için sözkonusu mealin bulunan üçte birlik bölümü de bu çerçevede değerlendirilebilinir.

Mehmet Akif Ersoy’un Mısır’da kaldığı süre içinde yazdığı şiirler çok fazla değildir. Bunda ruh halinin de etkili olduğunu söyleyebiliriz. Tarih sırasıyla 1924’ten itibaren Firavun  İle Yüzyüze, Şehitler Abidesi İçin, Vahdet, Gece, Hicran, Secde ve Hüsam Efendi Hoca hemen akla gelir. Mehmet Akif Ersoy Mısır’da kaldığı 1923- 1936 yılları arasında 14’ü uzun, 20’si kısa olmak üzere 1076 mısralık 34 parça şiir kaleme almıştır. Bu şiirlerin hepsi de sanat için değil, hayat içindir. Mısır şiirlerinde tabiat unsurları vardır. Güneş vardır, çöl ve Nil nehri vardır. Hepsi de insan odaklıdır.  Doğu, batı ve Mısır medeniyeti de tema olarak işlenmiştir.

KAHİRE’DE DOSTLAR BULUŞMASI

Mısır’da sürekli yönetim değişmektedir. Zaman zaman krizler çıkmaktadır söz konusu yıllarda. Abbas Halim Paşa’nın yerine Hüseyin Kamil Bey gelmiştir. VEFD Partisi seçim kazanmıştır. Süveyş Kanalı dolayısıyla İngilizler halkı birbirine kırdırdı. Kral Fuat başa geçti.

Mısır’da 4 öğrenci yurdu’nda Türk talebeler kalmaktadır. Muhammed Bey Ebu Zehep Camii Külliyesi’nde ise 65 Türk öğrenci barınmaktadır. Mehmet Akif Ersoy haftada birkaç gün öğrencilerle birlikte olarak yemek yiyor, hemşehrisi Bayramiçli Hafız Eşref’in o güne özel başta tavuk çorbası ve Türk yemekleri ful, taamiye,  kuşeri,  meluhiye ve ümmi ali’den sonra kurulan sofrada özlenen bir damak keyfi veriyor.

Akif, İstanbul Çınaraltı, Küllük ve Marmara kıraathanelerini , Kapalıçarşıyı hatırlatan  Hüseyni’deki Han Halili Çarşısı ve yanındaki Fişavi Kahvesi’nde arkadaşlarıyla halvet olurken, randevularını Ali Muhiddin Hacı Bekir Şekercisi Ahmed Efendi’de veriyor.

Eşref Edip Fergan, Hafız Eşref,  İzmirli Hafız Ali, Osman Pazarlı, Yozgatlı İhsan, Malatyalı İsmail Hakkı, İsmail Ezherli ve Neyzen Tevfik ile ağızlarını burada badem ezmesi ve şekeri ile tatlandırıyorlar.

Eşref Edip bir Kahire ziyaretinde Mısır’ın meşhur mugannisi Ümmü Gülsüm’ü dinlemek ister, Akif’i de davet eder. Akif ” Sen git dinle. Ben Şeyh Muhammed Rıfat’ı dinleyeceğim. Ayrıca Şerif Muhyiddin Targan yeni bir plağını göndermiş , bir resim ve bir mektup ile birlikte. Sen Ümmü Gülsüm’e git.”

MISIR TÜRKİYE’Yİ YAKINDAN İZLİYOR

Kahire’deki Dostları Aziz İzzet Paşa, Ferid Vecdi, Ömer Rıza, Kadri Bey, Emekli Bahriye Miralayı Nuri Bey, Sami Paşazade Sezai, Abbas Halim Paşa ve Ressam Halil Paşa ile birlikte zaman zaman Nil kenarında çay sefası, konaklarında sohpet, piramitlerde gezi düzenliyorlar. Müzik, şiir ve tarih bu toplantıların vazgeçilmezi oluyor. Akif Saraylar şehri El Uksur’u şöyle anlatıyor;

-El Eksuru şimdiki zaman ile değerlendirmemiz gerekiyor. Hayatımızı şimdi yaşıyoruz, mazide değil. Ecnebiler daha hızlı keşfetmiş her yanı.  Bir fellahın Nil ile mutluluğunu yaşadım. Heykel insanoğlunun ebedileşmek isteğidir. Yeryüzüne ve herşeye vahşetle hükmetmek arzu ediyorlar. Bunların yerine, insanların kalplerini rahmetle yad edilmeyi isteselerdi, ebediyyen hayırla anılacaklardı.

Akif’in bir görüşü de şöyle;

-Mısır’da çoğu şey İngilizlerin elinde. Oysa oraya ticaret için gelmişlerdi. Herşeye hakim olmaya çalışıyorlar. Mısır’da İngilizlerin etkisiyle bütün şark ile rabıtaları gevşemiştir. İngiliz yaman bir millet. Ama Mısır aydınları Türkiye’deki  her gelişmeyi takip ediyor, alaka duyuyor.

DOKTORLAR AKİF’İN HASTALIĞINDA MÜTEREDDİD

Zaman zaman dertleniyor Akif, ızdıraplar içindedir;

-Mısır’da vatan cüdayım. Bir aşina ses, bir iz bulamadım.  Koskoca şark’ın belalar karşısında  eli kolu bağlı. Oysa beklentilerim vardı. İslam ülkelerinde hep yabancı sesler. Ruhumu inletiyor. Hayalimi kırıyor. İnsanlık hakk’a kuvvet bahşetmiyor. İsterim Asım’ın nesli olsun.

Mehmet Akif hastalanmııştır. Doktorları karaciğer ve dalağının şişmesinden şüphelenmektedir. Bir kısmı kanser iddiasında bulunurken, en sonunda siroz olduğu kesinleşir. Lübnan’a muayeneye giderken Kudüs’e uğrar. Hayfa’ya geçer sonra. Dr. Şerif Bey konuk eder. Tedavisi sürerken Cünye’ye gelen Filozof Rıza Tevfik Bölükbaşı ile görüşür. Antakya’dan davet alır. Bereketzade Cemil Bey’in misafiri olarak ağırlanır. Öğrenci Cemil Meriç ve Kemal Türkler ziyaretine gelir. Ali İlmi Fani Bey’e okuduğu şiiri anlamlıdır;

“Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm,

Gördümde hazanımda bu cennet gibi yurdu,

Gül devrini bilseydim, O’nun bülbülü olurdum,

Ya Rab, beni evvel getirsen ne olurdu?”

BÜYÜKELÇİLİĞİN AKİF RAPORU!

Kahire’ye döndüğünde  Eşref Edip’ten Diyanet İşleri Başkanlığı’na Kur’an Meali için alının bin liralık avansın iade edildiği haberi gelir. Mehmet Akif Ersoy, Şerif Kolaylı’ya bir sorusu üzerine şöyle der;

-Tercüme güzel oldu.Hatta umduğumdan da iyi. Lakin o’nu verirsem, namazda okutmaya kalkarlar. Ben o zaman Allahın huzuruna çıkamam, peygamberimizin yüzüne bakamam.

Mehmet Akif Ersoy Kur’an tercümesini arkadaşı Yozgatlı İhsan Efendi’ye teslim eder ve der ki ” Vatanımı çok özledim. Buralarda ölmek istemiyorum. İstanbul’da öleyim. Hiç bir acı vatandan ayrılık kadar değil. Candan da canandan da öte. Eğer yeniden Kahire’ye dönersem senden çalışmamı alırım. Eğer dönemezsem yakarsın!”

Kabil’e Büyükelçi olarak atanan Hikmet Bayur Kahire’de Büyükelçi  Mehmet Ali Şevki Bey ile de görüşür. Konu Mehmet Akif’e gelince;

-Şair Mehmet Akif Kahire Hilvan’da ikamet etmekte idi. Kendisi ile temas edenlerin anlattığına göre, cumhuriyet hükümetimizin aleyhinde bir söz söylemediği gibi, hilafet propagandası dahi yaptığı duyulmamıştır. Yalnız dini taassubu dolayısıyla  şapka giyilmesinin  aleyhinde olduğunu ve Türkiye’yi o  maksatla terk ettiğini söylemektedir. Bilahara Kahire’de hastalanarak karısı ile beraber  İstanbul’a gidiyor ve orada bir hastanede  yatmakta olduğu yapılan tahkikattan anlaşılmıştır.

ADAVET DE NE KELİME?

Mehmet Akif Ersoy İstanbul’da hasta yatağında iken Ankara Hükümeti’ne yakın önemli yazarlardan Hakkı Tarık Us ve Ruşen Eşref Ünaydın ziyaret ederler. Hakkı Tarık Us, Akif’e şöyle der;

-Üstad, Gazi ile birlikteydim. Sizden sevgi ve sitayişle bahsetti. Güzel sözler söyledi. Hatta dikkat buyurun sözlerime (Kendilerine hissi bir adavetim yoktur. Eğer olsaydı, Türkiye’ye dönmesine müsade etmezdim. İstiklal Marşı’nı da kaldırırdım.)

Mehmet Akif’in Hakkı Tarık Us’a cevabı dikkat çekicidir;

-Demek öyle..Hakkı Bey hatırlar mısınız? Biz Gazi ile harp sahalarında ön saflarda beraber gezdik. Beraber yürüdük. Meclis’te kendilerini sonuna kadar destekledik. Bu böyle iken Gazi Hazretleri’nin  adavet kelimesini teleffuz etmesine hayret ettim.  Beni memlekete sokmayabilirdi. Lutfettiler. Kendilerine minnettarım. İstiklal Marşı’na gelince, O’nu kimse kaldıramaz. Nasıl kaldırılırdı ki Meclis’te ilk okunduğu gün, Tunalı Hilmi hariç herkes ayakta dinledi. Kendileri de dahil. İstiklal Marşı bir daha yazılamaz.  Kimse de bir daha İstiklal Marşı yazamaz. Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!

“MISIR’DA GÖRÜŞLERİM DEĞİŞMEDİ”

Merkezi hükümete muhalefet eden aydınlar genelde hep Paris ve Kahire’de mücadelelerini sürdürmektedir. Ankara hükümetinin aleyhinde olan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de Kahire’dedir. Mehmet Akif Ersoy’a, aynı görüşü benimsemediği için gönül koymaktadır. Oğlu İbrahim Sabri de öyle. Ancak İbrahim Sabri br müddet sonra Akif’in Gölgeler isimli kitabını tercüme ederek Arapça yayınlar.

Mehmet Akif Ersoy Karaköy rıhtımına demirleyen vapurdan başında fötr şapkası ile indiğinde zayıflamıştı. Abbas Halim Paşa’nın Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerindeki Mısır Apartımanındaki dairesine yerleşir. Bir yandan tedavisi devam eder, bir yandan da ziyaretçileri süreklidir. Gazeteci Hayri Yazıcı’ya Mısırda bulunduğu süre içinde görüşlerinin değişmediğini söyler. Sonra şunları ekler;

-Vatanımdayım..burada olmak her şeyin fevkindedir. Havasını teneffüs ettikçe, çiğerlerimdeki mikroplar ölüyor. Gurbet çok acı. Mısır’dan Türkiye’ye üç gecede geldim. Bana 30 asır gibi geldi. Bir gün daha geçikse çıldırabilirdim. Mısır’da her gün gazetelerden Türkiye’deki gelişmeleri takip eder, haberleri izlerdim. Mısırlı aydınlarda Türkiye’deki gelişmeleri dikkatle takip ediyorlar. Bilhassa ecnebi imtiyazların Türkiye’den kaldırılmasına çok sevindiler. Sizin gibi Türkçeyi güzel kullanan gençleri çok seviyorum. İstanbul’u çok özledim. Gezmek istiyorum doyasıya.  Dostlarımı, arkadaşlarımı özledim. Vefat edenlerin  mezarlarını gitmek istiyorum.