Milliyet Bağının Düğümleri ve Anayasa

48

 

Dünyada ve Türkiye’de meydana gelen değişmeler ve mevcut ihtiyaçların karşılanamaması sebebiyle Anayasanın yeniden yazılması zorunluluğu doğmuştur. Bu zorunluluk herkes tarafından hissedilmekte ve kabul edilmektedir.

Böyle bir mutabakat kapsamlı bir anayasanın hazırlanabilmesi için önemli bir kolaylık sağlamaktadır. Ancak bu durumu bir fırsat olarak değerlendirmek isteyen bazı art niyetli kişi ve gruplarla aklını hırslarının emrine vermiş olanlar tarafından da çıkmaz yollar inşa edilmektedir. Bilhassa bazı küresel birimlerle organik ve finansal bağı olanlar, empoze ürünü anayasa teklifleri ile kamuoyunun karşısına çıkmaktadırlar. Diğer taraftan bazı kurum ya da gruplarla ya da bizatihi milletin kendisi ile hesabı olanlar, yeni anayasayı bir hesaplaşma aracı olarak kullanmaya çalışmaktadırlar.

Hâlbuki anayasa ancak millet iradesinin tecellisi olabilir. Ayrıca Anayasa, intikam almak ya da birileriyle veya bazı kurumlarla hesaplaşmak için yapılamaz.  Anayasa, toplumun ihtiyaçlarını azami oranda karşılamak üzere millî ruhla yapılır. Bazı çevrelerin teklifleri incelendiğinde görülmektedir ki millî ruhu yansıtmak bir yana, bu ruhbirtakım hayali sakıncaların kaynağı olarak görülmektedir. Bu tekliflerle milliyeti, dili ve kutsalı olmayan bir anayasa hayali kurulmaktadır. Ancak millet hakikati bizi kendisine çağırmaktadır.

MİLLET VE ANAYASA

Anayasa metni sadece vatandaşların kendi aralarında yaptıkları bir sözleşmeden ibaret değildir. Anayasa aynı zamanda millet olma ruhunun da ifadesidir.Anayasanın bir toplum sözleşmesi olduğundan hareketle, toplum adına sözleşme metnini düzenleyenler, geçmişte topluma rağmen toplum için hareket etmişlerdir. Bugün ise bazı grupların sözde “toplum içintoplumla birlikte” hareket ettiklerini söylemelerine rağmen, toplumsal talepler yerine belirli merkezlerin talimatlarını yerine getirme gayretiiçinde oldukları gözlemlenmektedir. Bu istikamette gerçeklikte var olmayan ama zihinlerinde hayal ya da arzu edilen parçalar üzerinden sözde bütünlük çıkarmaisteği ile karşılaşmaktayız.

Bazı çevrelerce Anayasa metninde ideolojik ifadelerin bulunmamasıbelirtilmektedir. İdeolojik ifadelerin başına da “milliyet” yerleştirilmektedir. Millet için yapılan anayasanın milliyetsiz olması talebinin uygunsuzluğu ortada olmakla birlikte, asıl çelişki “etnisizm ideolojisinin” yansımaları olan cümlelerin olmazsa olmaz şart olarak öne sürülebilmesinde görülmektedir. Hâlbuki millet olmak bir ideoloji değil olguya dayalı bir hakikattir. Asıl ideolojik olan tavır, olmayan bir yapıyı oluşturma gayreti ile etnik köken ve kimlikler üzerinden hareket etmektir.

DİL

Dil bazılarınca “ulus inşa etmenin” aracıdır. Dil vasıtasıyla farklılıklar törpülenir, elit bir zümrenin icat etmiş oldukları semboller, kültürel unsurlar, hayat tarzı, tutum ve davranışlar toplumun tamamına ulaştırılmak suretiyle bir taraftan farklılıklar törpülenir, diğer taraftan tektipleşme gerçekleştirilir. Modernleşme süreci ile de ilişkilendirilerek yapılan bu izahların kısmen doğru olduğu, bizatihi batı tipi uygulamalarıyla sabittir. Özellikle farklı milletlerin bir siyasi birim içerisinde toplanarak oluşturulan devletlerde, tek bir milletin oluşturulmaya çalışılması sürecinde uygulanan politikalar bu mahiyettedir.

Ancak Türk milletinin ne toplumsal ve kültürel dokusu ne de tarihi tecrübeleri Batılı örneklerle benzerlik taşır. Nevi şahsına münhasır yapısı ile önemli farklılıklarla yüklüdür. Bu sebeple de geçmişte biçilen siyasi üniforma yapısal uyumluluk göstermemiş, bugünde yine dışarıdan ithal edilmeye çalışılan yeni anayasal üniforma ile yapı hiç bir şekilde birbirine uymamaktadır.

Mevcut toplumsal sorunların kaynağı yanlış yerlerde aranırken, sunî meselelerin gerçekliğe dönüştürülmeye çalışılması bizatihi çatışma unsurları yaratan merkezlerin destekleriyle etkili kılınmaya çalışılmaktadır. Kaldı ki dil olmayan müşterekleri varmış gibi sunmakla gerçekleştiremez. Dil, mevcut müştereklerin paylaşımını yine müşterek semboller aracılığıyla gerçekleştirir. Dilin bizatihi kendisi bir yaratıcı unsur değildir. Zira kendisi de toplum içerisinde canlı bir organizma olarak hayat bulur.

Arif Nihat Asya’nın tabiriyle “dili millet yapar kurum yapmaz”. Dil tek başına farklılıkları ortadan kaldırıcı bir güce sahip olsaydı, mesela İngilizce konuşanların İngilizleşmeleri gerekirdi. Buradaki ifadelerimizden dilin önemsiz olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Aksine millet olmanın vasfı birbirini anlayabilmekten geçer. Bu sebeple de milli birliği tahrip etmenin yollarından biri de dile müdahale etmektir. Bizim vurgulamak istediğimiz husus dilin millet inşa etmediği, aksine milletin dil oluşumunu sağladığıdır.

Bunun gibi dil farklılığı ayrımcılığın araçlarından biri olabilir ama bizatihi kendisi ayrılık doğurmaz. Bu çerçevede anadilde eğitim tartışmaları ayrımcılığın aracı olarak dil üzerinden politika yapmaktır. Devlet, anadillerin varlıklarını devam ettirmesinin teminatı olmalıdır. Ancak müştereklerin, müşterek sembollerle ifadesinin de gerçekleşmesini sağlamalıdır. Bu sağlanırken öz Türkçecilik adı altında yapılan hataların bir başka cepheden tekraredilmemesi gerekir.

ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK EFSANESİ

Anayasa yerleştirilmeye çalışılan önemli bir husus da çokkültürlülüktür. Çokkültürlülüğe dair tartışmalar göstermektedir ki taraftarları hem bu ihtiyacı hisseden toplumların sosyolojik yapısını gözden uzak tutmakta, hem de Türk toplumunun kültürel yapısının analizini yapmamakta ya da umursamamaktadır. Unutmamak gerekir ki kavramlar olguları ifade etmek için üretilirler. Olguyu oluşturmak için kavram kullanma çabası, “bir akıllıya kırk defa deli demek”le amacın gerçekleştirilebileceği inancını taşımaktır.

Bauman’ın ifadesiyle çokkültürcülük, kültürel çeşitliliği değil, kültürlerin çeşitliliğini ima etmektedir. Her biri az çok bütünlüklü ve kendine yeterli, her biri bir ölçüde kendi içinde kapalı ve “bütünleşmiş” kültürel sistemleri ya da bütünlükleri ima eder; bu sistemlerin kültürel normlar, değerler ve hükümler gibi bütün bileşenleri birbirine bağımlıdır. Bu terim, bir şekilde siyasî ya da idarî olarak ayrılmış olanların kalıplarını andıran bir görüntüyü, yan yana yaşayan görece dışa kapalı kültürel dünyalar görüntüsünü canlandırır.

Kymlicka, kültür kavramını millet ya da halk karşılığı olarak kullanmaktadır. Ona göre kültür, kurumsal bakımdan az çok tam, belli bir toprak parçası ya da yurtta yaşayan, ayrı bir dili ve tarihi paylaşan, soy bağları olan bir cemaatle eşanlamlıdır. Bu durumda bir devlet, eğer üyeleri farklı milletlere ait (çok milletli devletler) ya da farklı milletlerden kopup gelmişse (çoketnikli devlet) ve bu olgu bireysel kimliğin ve siyasî hayatın önemli bir yanını teşkil ediyorsa, o devlet çokkültürlüdür.

Gerek Bauman, gerekse Kymlicka’nin ifadeleri incelendiğinde görülmektedir ki söz konusu kavram Türkiye’nin kültürel yapısını ifade etmemektedir. Türkiye’de Türk kültürü diye adlandırılan yapı içerisinde, kendi içinde kapalı ve “bütünleşmiş” kültürel sistemleri ya da bütünlükleri görmek mümkün değildir. Ayrı dinden olan Ermenilerin dahi Türk kültür dairesi içerisindeki bütünleşme derecesi bunun en bariz örneğini oluşturmaktadır. Bunda hem kültürel geleneğimizde tecrit edici bir uygulamanın yaygın olmayışı, hem de başka kültürlerle olan kaynaşma kabiliyeti etkili olmuştur.

Yine Bauman’ın açıklamasındaki “siyasî ya da idarî olarak ayrılmış” şeklindeki ifadesine uygun bir yapılanma da yoktur. Bunun gibi Kymlicka tarafından vurgulanan “eğer üyeleri farklı milletlere ait (çok milletli devletler) ya da farklı milletlerden kopup gelmişse” şeklindeki ifadeye uygun bir milletin varlığını Türk milletinden ayrı olarak göstermek mümkün değildir. Bir şeyin iddia ediliyor olması onun gösterilebilmesi ile alakalıdır, aksi takdirde her iddianın doğru kabul edilmesi gerekir ki bu durumda bilime ve hatta Anayasaya olan ihtiyaç ortadan kalkar.

Şüphesiz ki “çokkültürlülük” Avrupa ülkelerinin bir gerçeğidir. Ancak bu olgunun olumlu bir gelişme olarak algılandığını ve dolayısıyla Avrupa ülkelerinin “çokkültürcü” olduklarını iddia etmek zordur. Mesela anadil eğitimi konusunda Fransa, başından beri; Hollanda ise izlediği aşamalı benzeşme (asimilasyon) politikasıyla çokkültürlülüğe ve çokkültürcülüğe kapalı olduklarını göstermişlerdir. Bu iki ülkede “tek dil” ve hatta “tek kültür”, farklı kökenlere ve kültürlere sahip olan azınlık ve göçmen gruplara kabul ettirilmek istenmektedir. Söz konusu ülkelerin demokratik çoğulcu değerler, açıklık ve hoşgörü konusundaki söylemlerinin içinin boş olduğunu ve eğer bu değerler “Avrupai” ise, Avrupai değerlerle çeliştiklerini açıkça ifade edebiliriz.

Tarihî süreçte varolagelen farklılıklar zenginlik unsuru olarak varlığını devam ettirmektedir. Bu yönüyle millîliğin yapı taşı olarak işlev görmektedir. Millî olana mugayir-karşıt bir fark arayışı tarihî tecrübenin süzgecinden geçerek günümüzde yaşayan âdeta damıtılmış unsurlarla karşılaşmaktan dolayı başarısız kalmaktadır. Fark gözeterek inşa çabası için geriye iki yol kalmaktadır: damıtılmış kültürel unsurlara harici katkıda bulunarak onu başkalaştırmak ya da fark icat etmek! Sevinçte ve kederde birlikteliğin yerine ötekileştirici etkiyi doğuran ‘keder’ yaratma çabası görülmektedir. Terör bu çabanın travmatik sonuçlarla kendisini gösteren kanlı yüzüdür. Yaratılan trajedi, devlete maledilerek kurumsal yöneliş pekiştirilmektedir. Terörü yöntem olarak kabul edenlerin siyasî uzantıları ile iletişim halinde olan aydınlar, ayrılıkçı düşüncenin karşısında olan ve kendilerini temsil adına çıkmış olanları tasvip etmeyen büyük kitleyi görememektedirler.

Siyasîleşerek yayılan sorunu, siyasî arenanın dışına taşımak yerine daha da merkeze alarak çözebilecekleri yanılsamasına düşmektedirler. Siyasîleşme arttıkça kimliğin toplumsal ve kültürel muhtevası bir kenara atılmakta, üzerine giydirilmiş üniforma üzerinden tartışmalara gidilmektedir. Birlik unsuru olan yapı taşları sökülürken, etnik köken üzerinden siyaset yapmayı reddeden hâkim kitlenin çığlığı bir tarafa bırakılmakta, ayrılıkçı azınlığın sesine megafon tutulmaktadır. Toplumsal geçerliliği olmayan icat edilmiş farklara, siyasî etiketleme ile pazar aranmaktadır. Siyasî olan sosyolojik gerçeklik karşısına konulmakta, iddialar toplumsal gerçeklikler olarak sunulmakta veya kabul edilmektedir.

Farklılıkları hissettirme politikası, sömürgeci geleneğin bir uzantısı olarak uygulanmaktadır. Daha önce dışarıda -sömürgelerde- aşağılamaya yönelik propagandalarla yapıldığı görülmektedir. İnsanlığı kategorilere ayırıp, aşağı doğru derecelendirerek muhataplara bunu dayatmak ve her an hissettirmek, şimdi göçmenlere yönelik olarak gerçekleştirilmekte ve çokkültürlülük politikasıyla desteklenerek, farklı kültürlerden oldukları onlara hissettirilmektedir. Irka dayalı aşağılamanın yerini etnisite ve kültür almaktadır. Farklılığın tanınması adına yapılan işlemler (eğitime ve kültüre yönelik faaliyetler) aslında ayrılığı pekiştirmeye yöneliktir. Batılıların ‘göçmen’ merkezli politikalarının Türkiye’ye uygulanmaya çalışılması ise Türkiye’nin sosyolojik gerçekleri ile uyuşmamaktadır.

Bu gerçeklerden hareketle anayasaya yerleştirilmeye çalışılan çok kültürlülük vurgusunun kadim Türk kültürünün Batılı dayatmalar ve kültürel emperyalizm karşısındaki mukavemet duvarlarını yıkmaya yönelik olduğunu söylemek mümkündür. Çok kültürlülüğü siyasî ayrımlara tabi tutabilmek için aynı siyasî birim içerisinde, farklı toplulukların birbirine karışmadan yaşamaları gerekir. Toplumlara yönelik kabilecilik ruhlarını tahrik ile “etniler yaratılması” sömürgeciliğin bir yöntemi olmuştur. Yaratılan etnilerin birbirleri ile arasına psikolojik mesafenin konmasıyla, bütünleşmelerinin önüne set çekilmiştir. Her bir etni kendisini diğerinden soyutlayarak hayatını devam ettirirken, toplumsal ilişkiler asgari zorunluluk seviyesinde bırakılmıştır.  Hâlbuki Türk milleti böyle bir ayrımcı hayatı hiçbir zaman yaşamamıştır.

KİMLİK

Ayrımcılığın günümüzde en önemli araçlarından ve ifadelerinden birisi kimliktir. Kimlikler üzerinden yürütülen siyasetle hedeflenenleri özetle şöyle ifade edebiliriz:

  • “Yeni Dünya Düzeni” adı altında dünyaya biçim verilmek istenirken bu, yeni kimlikler “üretmek” yoluyla yapılmaya çalışılmaktadır.
  • Türk Milletinin kimliğinin köklü ve direncinin yüksek olması sebebiyle, gerçekleşemeyen bazı projelerin demokratikleşme adı altında Anayasa metnine müdahale edilmekte; etnik farklılıklar yaratmak suretiyle ortaya atılan yeni kimlikler üzerinden millî birlik çözülmeye çalışılmaktadır.
  • Siyasi çatışmalarda kimliği çatışma aracı kılan bir yöntem söz konusudur.
  • Kimlikler üzerinden yürütülen iktidar mücadelesi millî devletlerde krize yol açmaktadır. Bu kriz Türkiye’ye de taşınmak istenmektedir.
  • Kimliğin siyaseten tanınması, itibarlı kılınması, yaşanan kimliğin unsurlarının resmiyet kazanması mücadelesinin bir sonucu olmaktan ziyade, siyasî mücadelenin icat edilmiş kimlikler üzerinden yürütülmesidir.
  • Kimlik, siyasî meşruiyetle ilan edilmektedir. Meşruiyet, kimliğin bileşenleri ile alakalı ve içsel olmayıp, bileşenlerinin dışında haricîdir. Yani dışarıdan dayatılmaktadır.

Farkın farkında olup, fark gözetmeyerek kültürel zenginliği işlemek suretiyle ayrılıkçılığın önüne geçmek mümkün olabilir. Günümüzde Türklük daha ziyade “kimlik” kavramı etrafında tartışılmaktadır. Üst-alt nitelendirmeleri ile ortaya çıkan hezeyanlar, kısa zaman önce “kültür mozaiği” etrafında şekillenen, şimdilerde de “kültürel çoğulculuk” nitelendirmeleri ile şiddetlenen, Türklüğü bir bütün olmaktan çıkarıp parçaya dönüştürme çabası olarak belirmektedir.

Kimlik efradını cami ağyarını mani bir kavramdır. Bu vatanda yaşayanlar Türk adı ile ifade edilen “birliğin” efradıdır. Bu efradın kültürü de kimliği de bu “birlik” ile anılır.  Ancak söz konusu kimliğin terkibinde farklılıklar ve olmazsa olmazları bulmak ve bunları da ifade etmek mümkündür.

Buradaki farklılık bir zıddiyet olarak değil, zenginlik olarak görülmelidir. Fark kelimesi, benzer şeyleri birbirinden ayıran özellikleri dile getirirken kullanılmaktadır. Hâlbuki kimlik nitelendirmelerinde “ağyarını mani” olarak nitelendirilenler “öteki” kavramı ile dillendirilmektedir. Öteki olan birbirinden başka olandır. Burada başkalık değil, biz içerisinde, bizi tamamlayan ve güçlü kılan, aynı ruhtan beslenip, kendisini gösterdiği zengin bir usuller çeşitliliği vardır. Bunların hepsi bir bütün olarak, kültürel zenginliği olan Türk kimliğini ortaya çıkarmaktadır.

SUİ MİSAL EMSAL TEŞKİL ETMEZ

Batı, ‘ırkçılık’ ideolojisiyle sömürgecilik için gerekli olan güç ve meşruiyeti sağlarken, hümanizm ile ‘üstünlüğü’nün şefkatini ihtiyaç duyduğu sürece lazım olduğunu düşündüğü insanlara göstermiş, lüzumuna gerek görmediklerini sözde insanlık dairesine dâhil etmek için ehlileştirmeyi, insanlaştırılmayı kabul etmeyenleri ise yok etmeyi tercih etmiştir. Eski sömürgeli, yeni göçmenler ötekileştirildikçe kimlikleri siyasîleşmektedir. Irkçılık ve etnisizm birbirini kışkırtarak büyümektedirler. Yapı, dışlayıcılığa meydan okuyan bütünü parçalayarak sökerken, bütüncü dışlayıcılık, yerini parçalı dışlayıcılığa bırakmaktadır.

Batının milliyetçilik düşünce ve duygusunu ideolojileştirip sömürünün meşruiyet kaynağı olarak kullanması, bizim farklı idrak ettiğimiz ve buna bağlı olarak da tatbikini kendimize göre yaptığımız milliyetçiliği terk etmemizi gerektirmediği gibi, söz konusu günaha ortak edilmemiz de doğru değildir. Batının sömürgeci milliyetçiliği hâlihazırda devam etmekle birlikte, dünyaya hâkim olabilmek için muhataplarında milliyetçi direnişi yıkma mücadelesi verilmekte olduğu gerçeği bir yana, milliyetçiliğin Batının elinde Frankeştayna dönüşmesinden dolayı, kavramın kendi idrakimiz çerçevesinde devam ettirilmesi ve geliştirilmesini bir insanlık vazifesi olarak da görmemiz gerekir.

SONUÇ

Köle olmamış bir millet olarak, kendi içinde veya dışında köle yaratmayan bir Türk milliyetçiliği anlayışı tarihimize damgasını vurmuştur. Bugünün ve geleceğin böyle bir anlayışa ihtiyacı, Batı tipi milliyetçiliğin kahredici sonuçları ile birlikte, gittikçe şiddetli bir şekilde artmaktadır. Bu itibarla Türk milliyetçiliği sadece kendisi küresel sömürü ile mücadele etmekle kalmayacak, İstiklal Harbi sonrasında olduğu gibi mazlum milletler için de hem bir lider hem de model olacaktır. Geleneği ve millî değerleri ihmal etmeden ortaya koyacağımız esaslı ve ilkeli millet anlayışı, geliştireceğimiz milliyet duygusu ve bu çerçevede gerçekleştireceğimiz milliyetçilik fikri, küresel bir kargaşanın ve insanî çöküşün şiddetlendiği dünya için de kurtuluş olacaktır.

Hiçbir etnik ya da mezhep ayrımı olmaksızın kader birliği yapan ve geleceği de bu birlikle inşa edecek olan Türk Milletinin topyekün mutluluğun anahtarı”ne mutlu Türküm diyene” sözünde mündemiçtir. Bu ifadenin ırkçılıkla ilişkilendirilmesinin yanlışlığı, mefhum-u muhalifine etnisizmin yerleştirilmesinde yatmaktadır.

Milliyet bağlarının zayıflayarak yok olacağını iddia eden ideolojilerin (Marksist veya liberal) aksine, gerçeklik beklentileri ya da tezleri yalanlayıcı mahiyettedir. Ziya Paşa’nın “Milliyeti nisyan ederek her işimizde/ Efkâr-ı frengetebaiyyet yeni çıktı” demesinden bu yana bir buçuk asır geçmesine rağmen, sürekli hatırlatıcılar sayesinde nisyan arizî kalmış ve milliyet bağı her daim devam etmiştir.

Türk, ırkı veya etnisiteyi merkeze alıp diğerlerini ayrıştırarak ötekileştiren bir kavram değil, aksine siyasî sınırları da aşacak şekilde kültürel daire içerisinde birleştiren bir ifadedir.

Milliyete dair ifadelerin anayasada yer almaması mevcut çatışmaları çözmeyeceği gibi, mevcudu arttıracak ve hatta tahmin edilemeyen yeni çatışma alanları yaratabilecektir. Milliyetin bütünleşmeye olan vurgusunun ortadan kaldırılması yeni bir bütünleştirici öğenin bulunmasıyla mümkündür. Böyle bir öğenin bulunmaması mevcudu bütünüyle ortadan kaldırmayı ne gerekli ne de zorunlu kılar. Dışlayıcı ‘yegânelik’ ihtirası, ayrılıkçı ‘başkalık’ hezeyanı karşısında milliyet bağının kapsayıcı birliği en makul çözüm olarak görülebilir.

Dil millet olmanın bir ifadesidir. Çünkü milletin maddi ve manevi varlığı ve bunun sürekliliği dilde yaşanır ve yaşatılır. Dil aynı zamanda birliğin en önemli aracıdır. Zira ortak kelimeler olmaksızın müşterek bir hayattan söz etmek de mümkün olamaz. Ayrıca dil sadece bugünün insanlarını birbirine bağlamakla kalmaz; mazi, hal, istikbal çizgisinde bütün nesilleri birbirine bağlar. Resmi dil-ana dil tartışmalarına bu şuur ve idrakle bakmak gerekmektedir.

Ne devleti bireye ne de bireyi devlete feda eden anlayış kabul edilebilir. Günümüzün hâkim ideolojisi olarak sunulan liberalizmde devlet ve toplum bireye feda edilmekte, hatta bireylerin birbirleri ile karşı karşıya geldikleri toplumsal ortamda güçlü olanın kazançlı ya da haklı çıktığı “eşitlik” anlayışı geçerli olmaktadır. Liberalizm, demokrasinin tek yolu ve son aşaması değildir. Bu bakımdan liberalizmin bireyciliğine kurban vermeyeceğimiz Anayasamızda “devlet-toplum-birey dengesi” esas alınmalıdır.

Batı dünyası sömürgecilik faaliyetlerinde dünya coğrafyasını devletler şeklinde tanzim etmeye çalışırken, devletlerin milletleşmesini önleyecek tedbirleri henüz devletin sınırlarını tayin ederken almıştır. Farklı grup ve etnisiteleri birbiri ile çatıştırmak suretiyle hâkimiyetlerini sürdürme yoluna gitmişlerdir.

Geçmişte Türkiye Cumhuriyeti üzerinde gerçekleştirilemeyen bu projenin, yeniden uygulanmaya konulabilmesi için ortam hazırlanmaktadır. Türk milleti yeni anayasa hazırlama sürecinde millet olmaktan çıkarılmaya yönelik olarak vatandaşlık esası üzerinden kurgulanmaya çalışılmakta ve etnik ya da mezhep ayrımcılığı vurgusu yerleştirilmek yoluyla söz konusu proje tamamlanmak istenmektedir.

Bu sebeple Anayasamızda Türklük ve milliyetçilikle ilgili ifadelerin korunması elzemdir.

 


BAUMAN, Zygmunt: Siyaset Arayışı, (Çev. T. BİRKAN), Metis Yay., İst., 2000, sh. 209.

KYMLICKA, Will: Çokkültürlü Yurttaşlık, Azınlık Haklarının Liberal Teorisi, (Çev. A. Yılmaz), Ayrıntı Yay., İst., 1998, sh. 49.

CANATAN, Kadir: “Avrupa Ülkelerinin Azınlık Politikalarında Türkçe Anadil Eğitiminin Konumu “İsveç, Fransa Ve Hollanda Örnekleri” ,  TurkishStudies / Türkoloji Araştırmaları Volume 2/3 Summer 2007, sh. 171.

TATAR, Taner: Kürede Dönen Siyaset, Doğu Kütüphanesi Yay., İst., 203-235.