Kimlik Kargaşası

136

Hepinizin malumu olduğu üzere, gündemimiz “alt kimlik – üst kimlik” tartışmalarıyla çalkalanmaktadır. Hemen her tartışma programı bu konuya yönelik oturumlar düzenlemekte, haberler içerisinde de konuyla ilgili kimi siyaset ve devlet adamlarımızın açıklama ve yorumlarına yer verilmektedir.

Gerçi bu durum yeni sayılamaz. Zira Türkiye’de, geçmişten bugüne, “kimlik” meselesi bir kavga unsuru olarak kullanılagelmiştir. Nitekim yakın geçmişimize baktığımızda, bir dönemin, bazı sloganlar yanında, “önce Türk müsün Müslüman mı?” abes sorusuyla da iştigal edildiğini pek çoğunuz hatırlayacaktır.

Neden abesle iştigal?

Nedenini görmek zor değil, zira soru kendi içinde çelişmektedir. Öyle ki; bir insan doğarken milliyetiyle ve İslam’a göre İslam fıtratı üzerine doğar. Yani her iki özellik de doğum neticesinde bizimle beraber, seçim hakkı olmaksızın getirdiğimiz özelliklerimizdendir.

Ancak, belli bir yaşa geldiğimizde, hem ailenin tesiriyle hem de şahsi tercihlerimizle din değiştirmek veya İslam’dan farklı bir dine göre yetişmek mümkün olmaktadır. Yani Allah-ü Teala bizi bu konuda serbest bırakmıştır. Halbuki milliyet için aynı şeyi söyleyemeyiz. Zira o konuda bir seçim söz konusu değildir (kastettiğimiz biyolojik manadadır). Durum bu iken, insanların kafaları karıştırılmış, halkımız bu ve benzeri sloganlara göre sınıflandırılmaya ve neticesinde kavgaya sürüklenmişlerdir.

Aslında bunu Türkiye ile sınırlı tutmak tabii ki mümkün değil. Pek çok devlet ve millet için aynı durum söz konusu olmuştur ve olmaktadır.

Kur’an- Kerim’de Allah-ü Teala, bozguncuların bir yeri ele geçirmek istedikleri zaman, önce nesli ve harsı (yani ekini ki bunu aynı zamanda kültür olarak anlamak da mümkündür) helak etmeye çalıştıklarını buyurmaktadır: “O, dönüp gitti mi (senden ayrılıp bir iş başına geçti mi, siyasi erki ele geçirdi mi) insanlar arasında bozgunculuk etmek, harsı tahrip edip nesilleri bozmak için yeryüzünde koşar. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara, 205)

İşte kavram kargaşası içerisinde “kimliklerin” tartışılması geçmişte olduğu gibi günümüzde de esas itibariyle hem kültür unsurlarımız hedef alınıp zarar görmesine, hem de nesillerin, bu tartışmaların yol açtığı kavgalar neticesinde helak olmasına sebebiyet vermektedir. Belki en acısı da, bu sürecin kardeşin kardeşe düşürülerek gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır.

İnsanoğlunun en ayırıcı vasıflarından birinin “akıl” olduğu hep söylenir. Hal böyle iken, muhakeme etmeden, başlatılan tartışmaların altında yatan asıl amaçları tartmadan ve dolayısıyla çıkan huzursuzluğun kime faydalı olacağını doğru düşünmeden, afaki ve insiyaki söylem ve tutumlarla kavga etmek, bütünlüğün hem kimliğimizin hem de varlığımızın devamı olarak daha da önem kazandığı şu günlerde akıl karı mıdır?

Tarihten ders almadan aynı hataları işlemek akıllıca mıdır? Çıkan zararın ve verilen kayıpların hesabı nasıl ödenecektir? Hele ki bir Müslüman için, dinin bütün uyarılarına, kurduğu kardeşlik bağının mahiyetine aldırmadan, diğer kardeşinin mahvına ve neticede ülke bütünlüğünün parçalanmasına “katkıda bulunmak” verilemeyecek hesapların en üst sıralarındadır. Tüm İslam alemi için benzer sıkıntıların yaşanıyor olduğunu görmek, İslam dininin doğru bilinmesi ve yaşanması noktasında ne kadar geride kalındığını açıkça ortaya koymaktadır. Ancak burada sorumluluk, her zaman olduğu gibi öncelikle bize aittir, “dış düşmanlar”a değil.

Zira Müslüman güdülecek insan değildir olmamalıdır. Buna izin verdiği sürece başı, bu ve hatta daha büyük sıkıntıların altında ezilmekten kurtulamaz.

Netice itibariyle, artık, isimi değişen ama mahiyeti aynı kalan bu kısır döngülerden kurtulup, kendimizi aşarak insanlığa derman olma yolunda birleşmenin zamanıdır. Vakit kaybetmekten ne günümüzü ne de geleceğimizi doğru değerlendirebiliyoruz. “Yeter artık!” demek için geç bile kaldık…