Karar!

110

Devlet, üniversite, parti, dernek, hatta şirket… Bütün kurumlar müşterek değerler üzerinde yükselir. Toplumlar da. Hiçbiri müşterek değerlere dayanmadan yaşayamaz.

Değerler dediğimiz, İbni Haldun’un asabiyesiyle ilişkilidir. Haldun’a göre devleti asabiye kurar. Asabiye kuvvetliyse devlet yaşar. Asabiye zayıflarsa asabiyesi kuvvetli olan, zayıf asabiyeliyi devirip devletin başına geçer. Nevzat Kösoğlu’nun “iman” adını verdiği kavramın Haldun’un asabiyesi ile örtüştüğü noktalar var.  Bugünün toplum bilimlerinin yeniden icat ettiği “toplum sermayesi”  diye çevirebileceğimiz “sosyal kapital” sözü de bu kavramlara kardeştir.

Sosyal kapital millet fertlerinin birbirlerine karşı duydukları tabii sevgi ve bağlılık ve bu hislerin sonucunda teşekkül eden karşılıklı güven ve toplumun iç iletişimindeki yoğunluktur. Bunlar bizim uhuvvet, dayanışma kavramlarımızla akraba anlayışlar.

Müşterek değerlere bağlanan insanlar birbirlerine de sevgi ve güven duyar. Camiasının diğer mensuplarına kuşkuyla bakmaz. Dikkatleri yaptıkları işe, dış dünya ve başarıya odaklıdır. Müşterek değerlere bağlılığın azaldığı, lâfta kaldığı camialarda güven tükenir, insanlar bir birine potansiyel rakip ve hain gözüyle bakar. Mesai ve gayret yekdiğerini alt etmeye, olmazsa kontrol etmeye harcanır. Artık mensuplar hissettiklerini, düşündüklerini değil, güvenli olanı, yukarıdakilerin duymak istediklerini söyler. Giderek onların istediği gibi düşünmeye başlarlar. Yahut hiç düşünmemeye… En emniyetlisi de budur; hiç düşünmemek. Slogan söylemek… Ahlâk dibe vurur.

***

3 Mayıs 1944’te başlayıp bugüne kadar uzanan zincirde iktidarlar, Türk devletinin üst değerlerini tahrip etti. Bu tahribatın sebebi güvensizlik ve korkudur. O gün, Türk Milliyetçileri’nin çok sevdiği, kaleminden çıkan her satırı dikkatle okuduğu Nihal Atsız, Sabahattin Ali’nin aleyhine açtığı davanın ikinci duruşmasında bulunmak üzere Ankara’ya gelmişti. Bir sevgi patlamasıyla karşılandı. Ankara sokakları gençlerle doldu. Bu gösteri kendiliğindendi. Planlanmamış, düzenlenmemişti. Binlerce ve binlerce genç insan bir yerlerden Ankara’ya taşınmamıştı. Bu hal siyasî iktidarı korkuttu. Bunlar mutlaka gizli emeller beslemekteydiler. Çok da iyi organize olmuşlardı, çünkü hafiyelerin bu gösteriden haberleri yoktu. Aslında gösterinin hazırlığı olmadığı için hafiyelerin haberi olmamıştı ama arkasından iktidarın bulunmadığı ve tertip edilmemiş bir gösteri İnönü rejimi sırasında duyulmuş şey değildi. Mutlaka rakiptiler, mutlaka muhaliftiler, mutlaka hükümeti devireceklerdi.

Diktatörler vesveselidir.

Gerisi tarihtir… İşkence edildiler, yargılandılar, mahkûm oldular, temyiz mahkûmiyeti bozdu ve namuslu hâkimler Türkçüler’in tamamını beraat ettirdi. Fakat diktatör paranoyası bir kere tetiklenmişti. Artık iktidarın “Irkçı-Turancılar” diye bir düşmanı vardı. Bu düşmanlık 1940’larda bitmediği gibi, 20. asrın sonuna kadar, 21. asrın başına kadar da devam etti. Hâlâ sürüyor.

Garip olan şuydu: Korkulan şey Türk Milliyetçiliği idi ve Türk Milliyetçiliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde kurulduğu temel taşıydı. Bindiği dalı kesme hikâyesine bundan acı örnek bulamazsınız.

Bir başka garabet, sadece ve sadece bir Türk Milliyetçisi olan Atatürk’ün adının, Türk Milliyetçiliği’ne karşı kullanılmasıdır. Türk Milliyetçiliği’nden korkanlar Türk Milliyetçiliği’nin başına iki hece eklediler, Onu “A-ta-türk Milliyetçiliği” yaptılar. Atatürk milliyetçiliğinin ne olduğu belli değildir. Ama Türk Milliyetçiliği olmadığı açıktır; çünkü öyle olsaydı, Türk Milliyetçiliği denirdi, değil mi? Bazıları Türk Milliyetçiliği zararlı iken Atatürk Milliyetçiliği onun bu zararlı unsurlarından temizlenmiş hâlidir sandılar. Bazıları Türk’e değil de Atatürk’e bağlılık zannettiler. Atatürk sağ olsaydı, herhalde ilk yapacağı Atatürk Milliyetçilerine hadlerini bildirmek olurdu.

1944’ten yıllar sonra sivil asker, devlet memurları her yıl, Türkçülüğün ne kadar tehlikeli bir şey olduğu konusunda eğitildiler. Seneler sonra, ta bugüne kadar, çevrelerindeki Irkçı-Turancıları tespit edip amirlerine bildirmeleri emredildi.

Atatürk’ün kurduğu CHP’nin altı okundan biri “Milliyetçilik” idi. O ok bu yeni şartlarda batıyordu. Ona da bir izah bulunmalıydı. Yeni CHP’nin programındaki Milliyetçilik maddesini açıp okuyunuz. İki sayfa sürüyor ve içinde bir kere “Türk” kelimesi geçmiyor! İki sayfada ne anlatılıyor: Milliyetçiliğin ne olmadığı… Yani iki sayfa boyunca o oktan ötürü özür dileniyor.

Onuncu yıl marşını hatırlar mısınız?

Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri…

Son derece tehlikeli ve CHP’nin milliyetçilik anlayışıyla uzak yakın ilgisi olmayan lâflar. Bunlar yerine Atatürk Milliyetçisiyiz biz. Bu marş Atatürk’ten mi kalma? Hadi canım sen de!

Devletin temelindeki taş çekilince, diğer dayanaklar da tek tek çöktü. Göğsümüzü siper edecek bir şey kalmamıştı. Üstelik bunlar aşırı şeylerdi. Türk’ün yararına çalışmak, Türk’ün yararını düşünmek… Irkçılık-Turancılıktı,  kötüydü. Peki, ne düşünülecekti?

İnsanların aşkın değerlere ihtiyacı vardır. Bürün topluluklar temel değerleri üstüne oturur. Önce ne için, kimin için sorusuna cevap vermek gerekir. Bu ne ve kim sorusunun cevabı “Türk Milleti” değilse, herkes kendi cevabını verecektir. Onun için aydınımız, bürokratımız, öğrencimiz, gencimiz; bazen de ihtiyarımız rüzgârda ipi kopmuş balonlar gibi savrulup durdu. Önlerine konan her değere iştahla uzandılar. Önce bilimsel sosyalist olmaya kalktılar. Olmadı. Şimdi siyasi ümmetçiliğe davranıyorlar.

Türkçülük kötü olduğu için Ata-Türkçüler 1944’ten beri yeni temel değerler belirlemeye çalışıyor. 1980’den sonra bu tespiti yapacak kurumlar da inşa edildi. Ata-Türkçülük ilkelerini bulduklarında bize de haber verecekler, eminim. Türk Devletinin ömrü vefa ederse…

Ne demişti Haldun? Asabiyesi zayıf toplulukları, asabiyesi güçlü topluluklar yönetir.