Mademki, Allah’a
iman ve inancımız var.
Öyleyse,
etrafımıza / çevremize menfî / olumsuz felsefenin; her şeyi çirkin, korkunç
gösteren siyah gözlüğüyle değil;
İmanın her şeyi
güzel, ünsiyetli / dost gösteren; şeffaf, berrak, nuranî / nurlu gözlüğüyle
bakmalıyız.
Geçmiş zamana
menfî / dinsiz felsefe gözlüğü ile bakarsak; mazi ülkesini kıyameti kopmuş,
altı üstüne çevrilmiş, karanlıklı, korkunç, büyük bir mezaristanı / mezarlığı
andıran bir şekilde görür. Dehşete düşer, vahşete, meyusiyete / ümitsizliğe
maruz kalır / yeise düşeriz.
Geçmişe iman
gözüyle baktığımız zaman; zahirde / görünüşte o ülkeyi altı üstüne çevrilmiş
bir şekilde görsek de, aslında can telefi yoktur. Orada yaşayan sakinlerin daha
güzel, nuranî / nurlu bir âleme nakledilmiş olduklarını anlarız. Görünen kabir
ve çukurları da, nuranî bir âleme girmek için kazılan yer altı tünelleri
şeklinde telâkki etmemiz / anlamamız gerekir.
Gelecek zamana,
menfî felsefe gözlüğü ile bakacak olursak; bizleri çürütecek, yılan ve
akreplere yedirip imha edecek, zulümatlı / karanlık, korkunç, büyük bir kabir
şeklinde görmemiz kaçınılmaz.
Fakat gelecek
zamana iman gözlüğü ile bakarsak; Allah’ın insanlara ihzar ettiği / hazırladığı
çeşit çeşit nefis, leziz taamların yer aldığı bir ziyafetgâh / ziyafet yeri
olduğunu görür. Nice me’külât / yenilecek şeylere ve meşrubat / içilecek
şeylere zarf / kap olan Rahmanî bir mâide / sofranın bizi beklediğini anlarız.
Semavata / göklere
menfî felsefe ile bakacak olursak; şu sonsuz boşlukta, milyarlarca yıldız ve
kürelerin at koşusu gibi veya askerî bir manevra gibi yaptıkları pek sür’atli
ve muhtelif / çeşitli hareketlerinden büyük bir dehşete, vahşete, korkuya uğrar
ve maruz kalırız.
Fakat imanlı bir
insan olarak baktığımız zaman, o garip, acip manevranın; bir kumandanın emri
ile nezareti / gözetimi altında yapıldığı gibi, semavat / gök âlemini tezyin
eden / süsleyen o yıldızların bizim için de ziyadar / ışıklı kandiller
olduklarını görecek. O atlar koşusundan korku ve dehşete düşmek değil, onlara
karşı ünsiyet edip, dost olup onlara karşı sevgi ve muhabbet duyacağımız bir
gerçektir.
Arz’a / dünya
âlemine menfî felsefe gözüyle bakarsak; küre-i arzı / dünyayı başıboş,
yularsız; şems / güneşin etrafında serserice gezen bir hayvan gibi veya tahtası
kırık, kaptansız bir kayık gibi görür; dehşet ve telaşa düşeriz.
Fakat iman / inanç
gözüyle bakarsak; arz Rahmanî bir sefine / gemidir. Arz’ı Allah’ın kumandası
altında bütün me’külât / yiyecekleri, meşrubat / içecekleri ve melbusatı /
giyecekleriyle beraber, nev-i beşeri / insanı tenezzüh / gezinti için şems /
güneşin etrafında gezdiren bir sefine / gemi şeklinde görür ve imandan neş’et
eden / meydana gelen şu büyük anlayış nimetine hamdederiz ancak.
Menfî felsefe
gözüyle baktığımızda görürüz ki, bütün canlı mahlûkat – insan olsun, hayvan
olsun – kafile kafile, büyük bir sür’atle o cihete gidip kayboluyorlar! Yani,
ademe gidip yok oluyorlar! Kendimizin de o yolun yolcusu olduğunu
bildiğimizden, teessür ve üzüntümüzden çıldıracak bir hâle geliriz.
Fakat iman nazarı
/ gözüyle baktığımızda görürüz ki, insanların o cihete gidişleri, seyahatleri
adem / yokluk âlemine değil. Göçebeler gibi bir yayladan başka bir yaylaya bir
intikal / geçiştir. Fani / geçici menzil / konaktan bâki menzile, hizmet
çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler ülkesine göç
etmektir. Adem / yokluk âlemine gitmek değil der; bu ciheti memnuniyetle
karşılarız.
Fakat yol
esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkat / zorluklar; netice itibariyle /
sonuç bakımından saadet ve mutluluklara açılan birer kapıdır. Çünkü nuranî /
nurlu âlemlere giden yol; kabirden geçer. En büyük saadetler; büyük acı ve
felâketlerin neticesidir.
Meselâ Hz. Yusuf,
Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve
Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nail olmuş / ulaşmıştır.
Kezâ / bunun gibi,
rahm-i mâder / anne karnından dünyaya gelen çocuk, mahut / bilinen tünelde
çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nail olup ulaşıyor.
Geriden gelenlere
felsefe nazarıyla bakılsa, “Bunlar nereden gelip nereye gidiyorlar ve niçin
dünya memleketine gelmişler?” diye ettiğimiz sual ve soruya bir cevap
alamadığımızdan, tabiî ki, hayret, tereddüt yani kararsızlık azabı içinde
kalırız.
Fakat nur-u iman /
iman nuruyla bakarsak; insanların; kâinat / evren sergisinde teşhir edilen /
sergilenen garip, acip / şaşırtan kudret mucizelerini görmeleri ve mütalâa
etmeleri / düşünmeleri için, Sultan-ı Ezelî / Ezelden beri Sultan olan Allah
tarafından gönderilmiş mütalâacı / Allahı bilecek ve O’na inanacak birer
düşünür olmaları için yaratıldıklarını anlamalı.
Ve insan olarak
bizler; birer mucize olarak sergilenenlerin derece-i kıymet ve azametlerini
bilmeli. Böylece, Sultan-ı Ezelî’nin azametine yol bulmalı.
Varlıkların
Allah’a delâlet derecelerine vâkıf olmalı. Varlıkların Allah’a bu
vesileliklerinden sonra, yine Sultan-ı Ezelî’nin memleketine dönüp
gideceklerini bilmeli. Bütün bu mânevî
nimetlerinden ötürü de, Rabbimize can-ı gönülden tekrar tekrar “Elhamdü lillah” demeliyiz.