Dört yıl süren birinci dünya savaşı neticesinde, ülken işgal edilmiş, asker yorgun perişan aç ve sefil. Akabinde, aynı yorgun askerle kurtuluş savaşına giriyorsun, hem de yedi düvele karşı ve bu çetin savaşı kazanıyorsun.
Altı yüzyıl süren yorgun imparatorluğun yerine gencecik bir devlet kuruyorsun ve adı:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti.
Bu devlet’in tapusunu çok sıkı pazarlıklarla, kıyasıya mücadeleyle “LOZAN” da alıyorsun. Düşman, boyun bükmek zorunda kalıyor tapunun altına imzasını atarken. Yalnız birde tehdit savurmaktan geri durmuyor İngiliz devletini temsilen görüşmelere katılan Lord Gürzon İsmet İnönüye:
“Üniter ve milli devlet diye tutturup duruyorsun istemeyerek’de olsa şimdi bu anlaşmanın altına imzamı atıyorum ve cebime koyuyorum. Lâkin yarın bu kurduğunuz devletin çarkını döndürmeğe çalıştığınızda kapımıza para dilenmeğe geleceksiniz ve işte o zaman cebime koyduğum bu tapuyu çıkarıp, karşımda size diz çöktüreceğim” diyor.
Şükür ki o günlerde genç Türkiye Cumhuriyeti, kimsenin kapısına para dilenmeğe gitmediği gibi, 15-20 sene gibi kısa bir zamanda memleketin bir taraftan yaralarını sararken, diğer taraftan da yurdun dört bir yanını demir ağlarla örüyor, teyyare fabrikası kuruyor ürettiği uçakları ihraç ediyordu.
Genç cumhuriyetin ilk yıllarında hatalar yapılmamışmıdır tabii ki yapılmıştır. Fakat o günkü yöneticiler, aldatıldık, kandırıldık mazeretinin altına sığınmadan hem hatalarından dönmüşler, hem de bedeli ne ise ödemişlerdir.
Ama şimdi yüz sene sonra o kadar devlet tecrübesine rağmen hem hata yapacaksın, hatanı bertaraf etmek için ise aldatıldık, kandırıldık mazeret’ine sığınacaksın, olmadı muhalefete dönüp: “siz cumhuriyetin ilk yıllarında şunları, şunları şunları yaptınız” diyeceksin. Ayıp, hem de çok ayıp.
Diyeceğim o ki; hadi devleti bizzat yönetenler sıkıştıklarında oraya buraya saldırıyorlar, çamur atıyorlar onu anladık da, bari birde eşleri karışmasa üzerlerine vazife olmayan işlere. Tarihte gördük Hürrem, Safiye, Kösem Sultanların ve en son Papatya’ların devlet işlerinde ne dolaplar çevirdiklerini.
Bir devlet büyüğümüzün muhterem eşleri buyurmuşlar: “Artık yeni bir kavşaktayız. Türkiye’nin 90 yıllık enkazını kaldırdık. Fakat enkazın altından büyük meseleler çıktı“
El insaf! Neler çıkmış meselâ, 90 yıllık enkazın altından; çıksa çıksa medeni kanun çıkar ki gerek Suudi Arabistan da, gerek’se İran da bayanlar daha henüz yeni oy kullanmaya, yeni ehliyet alıp araç kullanmaya başladılar. Acaba oralara dönmeyi mi arzu ederler?
Unutulmasın ki, bir zamanlar muhtar dahi seçilemeyecek olanlar, bu gün 90 yıllık enkaz sayesinde ülkenin en üst makamını işgal ediyorlar.
Bu devran hep böyle gitmeyecek elbette: Doksan yıla varmadan tarih elbet sizi de yazacak, rahmetli Mevhibe İnönü’yü, Nazmiye Demirel Hanımefendiyi yazdığı gibi. O Nazmiye Hanım ki, Yılmaz Özdil onun için: “Gül Reçeli” sıfatını kullanırdı, bilmem ki başka hangi sözcük bu kadar yakışırdı böyle güzel zarif ve asil bir hanımefendiye. İkisinin de ruhları şad olsun.
Keşke sonradan gelenler de hep geçmişi suçlayacaklarına, o günlerden ders çıkarıp daha güzel işler yapabilselerdi. Beğenmedikleri darbe anayasası dedikleri 1982 anayasasını Kenan Evren, devlet imkânlarını şimdiki kadar bol keseden kullanarak yaptırmadı inanın. İl il, kasaba kasaba dolaşarak halka anlattı, devletin baskısıyla değil ikna yoluyla anlatarak %92 oyla bu günkü anayasa kabul edildi. Hem de hiç politize olmamış, hayatı boyunca adı hiçbir şaibeye bulaşmamış sadece mesleğini icra etmiş anayasa profesörü Orhan Aldıkaçtı’ya hazırlattırılan Anayasa!
Ya şimdi; muhtarlar saraya çağırılarak devletin bütün imkânları kullanılıyor, siyasetle hem hal olmuş Burhan Kuzu imzalı bir anayasa ısmarlanılıyor halkın önüne konulmak için.
Saygılarımla.