Dip Dalgaları

136

Yaz, bizde “tatil” sözcüğü ile anlamdaş hale gelmeye başladı. Tatil dendiğinde akla, karne, dinlenme, deniz geliyor. Birkaç yıldır, biz yaz mevsiminin birkaç gününü deniz kenarındaki evimizde geçirme fırsatı yakalayabiliyoruz.

Karadeniz, her zamankinin aksine, güne sakin başladı. Dingin bir denizin soğuk suları ile oynaşmak bedenime ayrı bir zevk veriyor. Güneşin, mavi ve duru su ile yakamozlaşması görsel bir keyif sunuyor görebilenlere. Attığım kulaçlar, yormuyor beni. Su, diplerde daha soğuk. Kum, okşuyor ayaklarımın altını. Yosunlar ve denizanaları, şimdilik, terk etmiş görünüyor sahilleri. Su üzerinde sıkça görünen yağ tabakasını ve deniz atıklarını rüzgâr başka sahillere göndermiş gibi. Dalga yok, su serine yakın ılık, bedenimi üşütmüyor, gözlerimi yakmıyor. Bu saatlerde aile boyu geziye çıkan yunuslar da görünmüyor ortalıkta. İster yüz üstü ister sırt üstü ister yan yatarak ister kurbağalama git gidebildiğin kadar. Aklıma Tevfik Fikret’in bir dizesi geliyor: “Deniz kadın gibidir; hiç güvenmek olmaz ha!” Kadınlar bana kızmasın, denizle kadın arasında ben de bir benzerlik bulmuşumdur hep. Deniz, dişidir; hem tahrik ediyor hem korkutuyor kişiyi. Bilinmezliklerle doludur o. Bilenler bilir; deniz, Arapçada müennes yani dişi sözcüktür.

Denizin yapısı ve işlevi ile genelde sosyal olayların, özelde sosyal olayların kurumlaşmış biçimi olan siyasetin işleyişi arasındaki olağanüstü benzerlik dikkatimi çekiyor. Güneş ve suyun buluşmasıyla oluşan ılık ortamda kulaç atmak çok zevkli, tıpkı iyimser ve değerbilir insanlara hizmet etmenin, onlarla hemdert olmanın kişiye verdiği mutluluk gibi. Onlardan şükran ifadesi duymak, siyaseti ibadet anlayışı ile yapanların şevkini artırıyor. Bunun ne kadar süreceğini bilemiyorsun. İki kulaç sonrası karanlık. Zannediyorsun ki, deniz hep kum ve pırıl pırıl. Bir yosun dalgasıyla karşılaşıyorsun, panikliyorsun, kulaç atışların hızlanıyor. Anlıyorsun ki sen, bilinmeyen ve istenmeyen bir ortama doğru yol almışsın. Küfürler başlıyor sana. Nankörce sözler ve davranışlar canını sıkıyor siyasetçinin. Geldiğin yere bakıyorsun, ümitlerini düşünüyorsun; “değer mi” demekten kendini alamıyorsun. Paniklesen de geçebiliyorsun yosunlu bölgeyi. Yorgunluğunu atmak için sırt üstü yattığında dipten gelen soğuk dalga, hem bedenini üşütüyor hem de beşik gibi sallamaya başlıyor. Ne olduğunu anlayamıyorsun. “Derin”in, tehlikeli olduğu bilinir; ama ne tehlikeler getireceği bilinmez. “Derin siyaset”, “derin devlet”, “derin millet” deniyor buna. Derin siyasete son yıllarda “toplum mühendisliği” dendiğini de görüyoruz. Derin devleti de anlayabilmiş değiliz. Devleti korumak adına hareket ettiğini söyleyip kişisel çıkar sağlayan kişiler ya da örgütler anlatılmak isteniyor bu tamlama ile. Onların, yazılı olmayan yasaları var. Yaptıklarından ettiklerinden sual olmaz. Siyaset, bir eğlence aracı değil. Millete hizmet aşkı duymayanlar siyasete girmemeli. Yüzme bilmeyenler de denizi uzaktan seyretmeli. Affı yoktur denizin; alır, köpekbalıklarına yem olmamışsan, bir süre sonra atar senin şişmiş bedenini sahilin en kuytu yerine. Siyasette samimi olmayanların en korktukları yer, seçim sandığıdır. Ciddiye almadıkları, küçümsedikleri, üzerinde ideolojik senaryolar ürettikleri millet onları öyle çarpar ki, barınacak koy da bulamazlar kendilerine.

“Deniz, dalgasız olmaz.” diye bir türkü sözü hatırlıyorum. “Dalga”, denizin hem doğasının gereği hem güzelliği. Sosyal olaylar da böyle. Her gece gündüze, her gündüz de geceye gebe. Ümit, uyarı, kötümserlik, iyimserlik, dinamizm, bezginlik… iç içe. Denizde dinginlik ve dalga sürekli değil. İşin zevki, sanat haline gelmesi bu zıtlıklar içindeki sihri yakalamakta. Yakalayanlar, denize de, sosyal olaylara da, siyasete de egemen olabiliyorlar. Hikâyesini bilen bilir, buna eskiler “ilm-i siyaset” demişler.

Yüzmek, güzel bir spor; kişinin hem bedenini hem kafasını çalıştırıyor. Ben ömrüm oldukça yüzeceğim. Size de tavsiye ederim; ama önce “ilm-i siyaset”!