Cumhuriyet’e Doğru

119

23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet ve Hürriyet ilân edildi.

     İstanbul bambaşka bir hâle dönüştü.

     Sanki kıştan bahara, geceden sonra sabaha çıkmışçasına yüzler güldü.

     Bilhassa aydınlar sevinç tebessümlerini, birbirlerine sunar oldular.

     Artık, istemeyerek de olsa yapılan zulüm ve tahakkümü ifade eden istibdada son verildi.

     Artık, Adâlet ve İslâmî olan Meşrutiyet ve Hürriyet, güleç yüzlerini gösterdi.

     Artık düşmanımız cehalete; ilim ve bilim silâhıyla, karşı koyabilmenin zamanı geldi.

     Artık, düşmanımız zarurete karşı san’atı harekete geçirecek yollar açıldı.

     Artık, düşmanımız ihtilâfa karşı, ittihat, ittifak ve birlik-beraberlik içinde, karşı koyabilecektik.

     Zaten, bizim malımız olan, fakat hakkıyla sahip çıkamadığımız için elimizden kaçırdığımız;

     Sanki onun da bizden kaçıp, Batı’ya sığınan Medeniyet’e, artık yeniden günaydın diyecektik.

     Artık, Meşrutiyet; bir bakıma Hürriyet ve Demokrasi denen; insan fıtrat ve yaratılışına

     En muvafık ve en uygun olan idare tarzını, daha iyi tanıyıp anlayacaktık. 

     Çünkü artık, eski hâl muhal / imkânsızdı. Ya yeni hâl veya izmihlâl / yıkılış ve çöküş;

     İstemesek de mukadder ve kaçınılmaz bir kader olacaktı.

     Osmanlı Devleti 18. yüzyılın başlarında, Batı karşısında yenilgilere uğramaya başlamış;

     Batı’nın askerî üstünlüğünün altında yatan gerçeklerin, ilim ve teknik olduğunu anlamıştı.

     Bu açığı kapatmak için, Batı’yı küçümsemeyi bir tarafa bırakmış;

     Batı’yı Batı yapan ilim ve tekniklerini almaktan başka çare olmadığını görmüştü.

     Bu duruma düşmemizin baş sebebi olarak; dinin kendisinin değil;

     Dinin -maalesef- yanlış, yersiz, izah, anlatı ve tefsirlerinin büyük rolü olduğu anlaşıldı.

     Bunun taassuptan gelen; dine körü körüne bağlanmaktan ileri geldiği görüldü.

     Bir bakıma İslâmı doğru anlamanın gerektiği bilincine varıldı.

     Yenileşme hareketlerine hız verilerek; gerilik bataklığından kurtulmanın yolları arandı.

     Bunun ancak ilim, fen ve tekniğe; hayatın her kademe ve safhasında yer vererek;

     Özellikle ilim, fen ve tekniğin gün ışığına kavuşturan hedefi doğrultusunda;

     Kendilerini yeni bir şevk, heyecan ve gayretle hummalı bir faaliyetin içinde buldular.

     Tabii bunu yaparken Batı’dan almamaları gereken; fakat üstün olmasının kapı açtığı

     Menfî oluşum ve örnekleriyle de karşılaştılar!

     Evet, 23 Temmuz 1908’de Manastır’da Kışla Meydanı’nda büyük törenlerle

     Meşrutiyet’in ilân edilmesiyle, ülkede büyük bir sevinç ve barış havası esmeye başladı.

     Bu tarihî sevinç ve coşkuya, aynı hararetle gayri müslimler de katıldılar.

     Bu atılan adımla, daha rahat bir nefes alacakları duygusuyla,

     Âdeta yerinde duramaz oldular. Yabancı ülkelerden dönüp gelen Ermeni ileri gelenleri;

     Gösterişli merasimlerle karşılandılar. Meşrutiyet’in ilânını barışın teminatı olarak gördüler.

     Fakat ne yazık ki, bu güzel havadan menfî mânâda istifade etmek / yararlanmak için,

     Ayrılık rüzgârlarına kapılanlar da çıkmadı değil!

     Bu güzel havayı temin eden Osmanlı Devleti’nin tüm unsurları kucaklayışını,

     Kavmî menfaatlara yönelerek, bindikleri dalı kesmeye çalışanlar da oldu.

     Aynı şekilde, bu güzel havayı teneffüs ederken, bunu yanlış biliş ve anlayışlarının

     Zebunu olarak; Meşrutiyet ve Hürriyet havasını İslâm’a ve Kur’an’a aykırı görenler oldu!

     Fakat, yanlış anlaşılan din yüzünden; Meşrutiyet ve Hürriyet’i İslâm dışı gösterenlere karşı;

     Tüm güçlü kalemleriyle, Meşrutiyet ve Hürriyet’i can u gönülden savunanlar;

     Zamanın yazılı basınında, büyük mücadele verdiler. Hâsılı kelâm:

     Cumhuriyet’e doğru atılan adımlar kolay atılmadı.

     Öyleyse, bugün içinde bulunduğumuz Cumhuriyet rejiminin kıymetini bilelim.

     Hürriyet havasını soluklarken, bu uğurda eza ve cefa çekenleri minnetle analım.

     Elimizden çıkmaması için, var gücümüzle Cumhuriyet ve Hürriyet’e kanat gerelim.

Önceki İçerikVefat ve Başsağlığı
Sonraki İçerikGazeteci-Yazar Mehmet Cemal Çiftçigüzeli Geçmişiyle / Geleceğiyle Türk Basın Hayatını ve Gazeteci – Yazarları Anlattı.
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.