“Bizi yani Türk Milletini ilgilendiren olayları sebep sonuç açısından değerlendiremezsek yarın başımıza gelmekte olanları anlayamayız!”
Türk Milleti, yüzyıllar boyunca göz göre göre aynen bugün olduğu gibi defaatle batağa saplanmış ve bu bataklardan ancak canla ve malla bedel ödeyerek kurtulmuştur. Bunun en önemli sebebi, üzerimize doğru gelmekte olan olayları hissedemeyişimiz ve göremeyişimizdir.
Başımıza gelen hiçbir hadise, tesadüf değildir. Hepsi bir plan üzerine gelişmiştir. Bu planların içimizden satın alınanlarca hayata geçirildiğinden de hiç şüphemiz yoktur. (Türk Milletini içten yıkma projeleri günümüzde de devam ediyor)
Türk Milletinin; meselelere böyle bir bakış açısı olmadığı için hem mağdur olmakta hem de aynı olaylarla birçok kez tekrar tekrar karşı karşıya kalmaktadır.
Örneğin 2015 yılı “Sözde Ermeni Soykırımı İddiaları”nın 100.yılıdır. Biz millet olarak, toplumsal olayların 25, 50 ve 100.yıl gibi dönemlerinin, insanlar üzerinde nasıl bir psikolojik etki yarattığını pek bilmediğimiz ve üzerinde düşünmediğimiz için umursamıyor olabiliriz. Ama şu bir gerçek ki, Ermeniler 2015 yılına çok ciddi hazırlıklar yaparak, soykırım iddialarını yeniden yeşertmeye ve geliştirmeye hazırlanmaktalar.
Bunun sonucu olarak ta, Türk Milleti ve onun devleti Türkiye Cumhuriyeti, önümüzdeki günlerde çok sıkıştırılacaktır. (Bugün ayrılıkçı bölücü ve katliamcı terör tarafından sıkıştırıldığı gibi!)
Türkiye’nin “Ermeni Meselesi”, aslında Ermenilerle olan bir mesele değildir. Perdenin gerisinde, bu konu türetildiği andan itibaren İngiltere, Fransa, ABD ve Rusya vardır. Elbetteki daha sonra buna, bu meseleyi Türklere karşı koz olarak kullanmak isteyen birçok ülke daha taraf olarak eklemlenmiştir.
Türkiye’nin “Ermeni Meselesi”(günümüzde PKK ve muhipleri ile yaşananlar) dün Osmanlıyı, bugünde Türkiye’yi zayıflatmak isteyenlerin meselesidir. Tarihi tartışmaktan kaçan Ermeniler (bazı Kürtler ve Kürt görünümlüler…) ise sadece bu işin taşeronudur.
Bir Türk devleti olan Osmanlı, bir plan dâhilinde yıkılırken, ülkenin batısı dediğimiz Balkanlar ile Anadolu’nun doğusunda devlete isyan edenlerin yani Bulgarların, Ermenilerin, Makedonların, Sırpların ve kiliselerin işbirliği içinde olduğunu görüyoruz. Süreç; Osmanlı’nın doğusunda ve batısında eş zamanlı olarak ve benzer argümanlara dayanılarak yürütülmüş.
Tarihçi Prof. Dr. Ali Aslan: “1877 ile 1890 arasında Balkanları Türklerden arındırma eylemleri, 100 yıllık bir plana dayanmaktadır.”(Kürtlerin ki ise 250 yıllık bir proje olarak yürüyor… Türklerin bundan haberi yok!)) diye söylemektedir. Keza Mora Türkleri, 1821’de İngiliz ve Fransızların himayesinde üç beş hafta içinde adeta buharlaşmış ve günümüze kadarda izlerine rastlamak bir daha mümkün olmamıştır! (Yani katliam bu boyuttadır. Ve biz Türkler tarafından çoğu şeyde olduğu gibi bu da anlaşılamamıştır.)
Yine Prof. Dr. Nedim İpek’in yazdıklarından öğreniyoruz ki; Doğu Anadolu’muz da Ermenilerin hamisi olan Ruslar, 1877’de Balkanlardaki Türkleri ilk önce Rusya içlerine tehcir etmeye sonrada bundan vazgeçerek, bir ırkı yok etme planlarını uygulamaya koymuşlar. Bu arşiv belgelerine girmiş yazılardan anladığımız bir vahşettir.
Bulgaristan’da Taşnak teşkilatlarının ne işi var? (Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın PKK hamiliğine bir de buradan bakın.) Ermenilerin kahramanlaştırdığı ve bölücü APO benzeri bir adam olan Taşnakçı Antranik Ozanyan, 1905’te Bulgaristan’a geçer, Ermeni Gönüllü Birliği’ni kurarak Balkan Savaşları’nda Bulgar Ordusu’nun emrinde Türk’ün yok edildiği katliamlara katılır. Ondan sonra da aynı katliamlara 1915 yılında Van ve çevresinde devam eder. (Bunun da heykelleri dikilmiştir tıpkı Seyit Rıza ve Şeyh Sait hainlerinin olduğu gibi!) Bu bize Balkanlarda uğradığımız soykırımla, Ermenilerin Anadolu’da yaptıkları mezalim arasında, sebep sonuç ilişkisi kurmamız açısından, önemli bir örnektir.
Zavallı Osmanlı (şimdi de Türkiye mi? Bu soruyu sormamızın nedeni bölücü bir katilin TBMM’de konuşturulmak istenmesi, hukuka aykırı bir şekilde hainlerin heykellerinin meydanlara dikilmesi ve ihanetin siyaset tarafından savunulur hale gelmesidir.) dört bir koldan uğradığı saldırılar karşısında ne yapacağını bilmez bir haldedir. Batı da yani Balkanlarda beş milyonun üzerinde Türk ve Müslüman yok edilmiştir şimdi de ülkenin doğusu Balkanların akıbetine doğru gitmektedir. Ve başka çare kalmadığı içinde tehcir kararı alınır. İyi ki de tehcir kararı alınmıştır da bugün Doğu Anadolu’da yaşayan insanlarımızın ecdadı bir soykırımdan kurtulmuştur!
Osmanlı kendi topraklarının doğusunda bir “İkinci Bulgaristan Vakası” yaşamak istememiştir. Şimdi ise Türkiye Cumhuriyeti’ne ülkemizin doğusunda PKK eliyle yeni bir “İkinci Bulgaristan Vakası” yaşatılmak istenmektedir. Osmanlı bunun için tedbir alır ama bu tedbirler günümüzde büyük devletler tarafından çarpıtılarak halen günümüzde aleyhimize kullanılmaktadır.
Asla bir “Ermeni Soykırımı” söz konusu olmadığı gibi Türk Milletinin bu olaylardan büyük bir mağduriyeti vardır. Osmanlı’nın Ermenilerin yaptıklarına ilişkin, 1916 yılında çıkardığı fotoğraf albümünde, eğer fotoğrafların altındaki yazıyı okumazsanız, vahşetin Balkanlarda yapıldığını zannedebilirsiniz. Vahşetin görüntüleri ne yazık ki; bugün PKK’nın yaptıkları ile birebir aynıdır. Bu bize, düne kadar vatandaşlarımız olan Bulgarlar, Ermeniler (buna Rumları da eklemek lazım) ile PKK’lıların aynı merkezlerin taşeronluğuna soyunduğunu göstermektedir. Olaylar sırasında, PKK’lılar içte ve dışta bugün nasıl savunuluyor ve olay bir hak arama mücadelesi (günümüzün işbirlikçi siyasetçileri de bu ağızla konuşuyorlar) olarak sunuluyorsa, Bulgar ve Ermeni (1919’dan sonra da Rumlar aynı işlere kalkışıyor Anadolu’da…) eylemleri de zamanında benzer şekillerde savunulmuştur.
Anlatmak istediğim şey şudur; esas soykırıma uğrayan Türklerdir. Ermeniler soykırıma uğramamıştır. Türk topraklarının, batısında ve doğusunda meydana gelen insan ve toprak kaybı ile sonuçlanan olaylarda, bir illiyet bağı vardır. Yani aynı planın (günümüzdeki ihanet de buna dahildir) parçalarıdır. Ermenilerle (Rumlar) istediklerini halledemeyen güçler, hedeflerini yeni versiyon PKK ile devam etmektedir. Türkler, bunları sezemedikleri ve içlerindeki hainleri baş tacı yaptıkları için, olayları dün olduğu gibi bugünde öngörememekte ve tedbir alamamaktadır.
On yıldır (20 yıl oldu)“Balkanlarda Türk Soykırımları”nı anlatmaya çalışıyorum. Sözde Ermeni iddialarını başımıza gelen gerçek bir soykırımla karşılayalım diyorum. Anlatamıyorum… Alın şimdi 2015 (2024’e geldik) geldi çattı. (Size dayatılanlara karşı) Ne yapacaksınız görelim bakalım!
“Özetle fakirliğe, yoksulluğa, hastalıklara, sığınmacı işgaline, eğitimsizliğe ve kesif bir düşman propagandasına uğratılan Türk Milleti önümüzdeki zaman diliminde ne yapacak bende merak ediyorum.”
Tarih: 28 Ağustos 1938: Yer: Dolmabahçe Sarayı Atatürk hasta yatağında Sabiha Göçken’e der ki: “30 Ağustos’u bensiz kutlayacaklar! Oysa o kadar isterdim ki törene katılmayı. Çocuklarımızı görmeyi, modern araç ve gereçlerle donanan ordumuzun geçişini görmeyi… Biliyor musun Gökçen, bayrağımızı da özledim; onun şöyle anlı şanlı dalgalanışını, göklerle bütünleşmesini…” * “Yarın bayram değil mi Gökçen? Bu günü halkımla, halkımın içinde kutlamak isterdim. Beni Cumhuriyet Bayramı’nda halkımdan uzak tutan bu hastalığa lanet ediyorum….” Diyecekti. * Bir milletin başına gelebilecek ne kadar felaket varsa hepsiyle haşır neşir olduğumuz o milli mücadele yıllarında önümüze düşüp bizi tekrar hayata çıkaran o büyük Gazi Paşamızın bu fani aleme veda ettiği 10 Kasımlarda milletine bıraktığı eserleriyle yüksek şahsiyetlerine bağlılığımızı, müteşekkirliğimizi teyit ediyoruz. Öyle ki Osmanlının küllerinden bağımsız yeni bir Türk Devleti kurma zorunluluğunu içerir zor bir karar verilmeliydi. Bu niyet ve amaçla Gazi Paşamız, şerefli kadrosuyla birlikte Anadolu yollarında verdiği üstün efor, inanç ve güven zemininde Türk Milletini harekete geçirerek Kurtuluş Savaşlarını vermiş ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olmuştur. Bu büyük adam Gazi M. Kemal ATATÜRK, oluşturduğu laik cumhuriyeti ve yaptığı devrimleri Türk gençliğine emanet ederek aramızdan ayrılışının 86.yıl dönümünde kendilerini, silah arkadaşlarını, vatan için canını veren tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. *
Ne yazık ki Atatürkçü geçinerek dindar halkı dışlayan ve küçümseyen devrim yobazlarıyla, Atatürk’ü din düşmanı göstererek Atatürk düşmanlığı yapan dinci yobazların, cumhuriyet döneminde vuku bulmuş darbelere giden yolların kaldırım taşlarını ören ihanet odakları olduklarını bildiğimiz halde bu odakları besleyen kaynakları hala kurutamadık. * Günümüzü dramatize etmek üzere Amerikan patentli ‘’Büyük Orta Doğu Projesi’’ kapsamında ‘’ÜNİTER YAPIYA DAYANAN LAİK CUMHURİYET’’ yapımızı tehdit amacı içerebilecek varyasyonlarla ilgili bilinç düzeyimizin irdelenmesi adına O büyük adamı düşünce ve felsefesiyle birlikte tanımaya, değerlendirmeye dünden daha çok ihtiyacımız var! * Maalesef, dünyada en büyük talihsizlik bir insanı tanımadan, dinlemeden, eserlerini okumadan o’nun hakkında hüküm vermektir. Sanırım en talihsiz insanlar nankörlerdir. Bu vatan için ter döken, kan döken, can veren herkese sonsuz minnet duyuyoruz. O eşsiz kahraman kadronun tırnağı etmeyen zavallıların, onları küçümseme gayretleri sadece ve sadece ‘’yarının utanç levhaları’’ olacaktır. Diğer Müslüman ülkelerin hali karşısında bugün pırıl pırıl bir Türkiye varsa unutmayalım bu ‘’Atatürk’ün ve arkadaşlarının’’ eseridir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların iradesini, milliyetçi iradenin önemini Türk Düşmanlığı üzerine kurgulanmış ve cemaatçilik örgütlenmesi adı altında son yaşanan melanetten görmeliyiz. En cahilinden bilginine kadar insanları beşine takarak koyunlaştıran ‘’Sahte Din Soslu’’ iki sihirli kelime yeterli olabildi: ‘’Diyalog’’ve ‘’Hoşgörü’’! Çocuklarımız, Türk Kültür DNA’sı ile donanımlı ‘’Kurt Gibi’’ yetiştirilmezse yine olacağı budur.
* İş hayatımda iken Başbuğ Atatürk’ün Ebedi âleme irtihali günü vesilesiyle İstanbul Şehir Hatları Müdürlüğüyle Liman İşletmesi müdürlüğünün ortaklaşa düzenledikleri anma töreninde konuşmacı olarak yaptığım konuşmayı arşivimden alarak siz dostlarla paylaşma gereğini düşündüm. Dünden bugüne Başbuğ Atatürk’ü anlamaya eserlerine sahip çıkmaya fazlasıyla Türk Milletinin ihtiyacı var. Nedeni mi? Bilindiği gibi son yıllarda güçlü dış odakların ülkemizi çevirme ve bölme gayretleri milletin gözü önünde işlenmektedir. Atamızı itibarsızlaştırma gayretleri dış güç odaklarının projeleridir. Gafil birilerinin dış patentli projelerle haksız ithamlar yaparak, Türk kelimesini dahi kullanmaktan kaçınarak Atamızın itibarsızlaştırılması çalışmalarına millet olarak tanık olduk. * Konuşmamın devamında milletimizin bekasıyla doğrudan ilgili tarihi bir gerçeğin anatomisini vurgulayarak demiştim ki; Evet, her asırda tarihin gidişine yön veren, çağ açıp çağ kapatan liderleri sinesinden çıkarmayı başaran büyük bir milletin mirasçılarıyız. Bana bir millet gösteriniz, Atamızın deyişi ile ‘’cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işkâl edilmiş. Millet fakir ve zaruret içinde harap ve bitap düşmüş bir durumda iken, var olma yok olma kavgasında, var olmayı başarmış bir millet’’olsun. Hayır, şu ana kadar bizim milletimiz haricinde böyle bir lider çıkaran başka bir millet olmamıştır. Zaman geçtikçe, içinde yaşadığımız sosyal hadiseler ve zorluklar arttıkça, Atamızın yol göstericiliğine daha çok ihtiyaç duyduğumuzu anlıyoruz. Ve çünkü Türk milletinin rehber edindiği gelişme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu yegâne meşale müspet ve manevi ilimler bütünüdür. Atatürk çok iyi bir asker, zamanının en başarılı devlet adamı, içte ve dışta göstermiş olduğu direnç, dirayet ve kararlılıkla iyi bir siyaset adamı olduğunu da ispat etmiştir. Laik Cumhuriyetimizin kurucusu Başbuğumuz Mustafa Kemal çok iyi anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. Türk milletinin bütün kutsal değerlerine canını esirgemeden sahip çıkan bu büyük önder Mustafa Kemal yaşanmalıdır. ‘’ Vatan ve cumhuriyet çalışan insanların omuzlarında yükselecektir’’ diyerek geleceğimize ışık tutan en güzel mesajını bizlere vermiştir. Bugün Türk toplumunun önündeki sosyal, siyasal ve ekonomik problemlere aranılan çözümler Atatürk’ün gösterdiği hedefler ve ilkelerde mevcuttur. Başkaca ideolojilerde, toplum hayatında veya felsefelerde çözüm aramak Atatürk’ü anlamamaktır. Atatürk’ün ortaya koyduğu milliyetçilik, hakçılık, laiklik, devletçilik, inkılâpçılık gibi değerler manzumesini içerir ilkeler, gerçek manada insanı merkez alan tabii mecrasına oturtulamamış, zaman, zaman bu ilkelerin arkasına saklanılarak Atatürkçülüğün çıkarlar için kullanıldığı görülmüştür ve görülmektedir. Yabancı kaynaklardan beslenerek devleti bölmek isteyenleri koruyanlar, maalesef, Atatürkçülüğün arkasına gizlenerek kötü emellerini hayata geçirdiklerine tanık olmuşuzdur. Aslında Atatürkçülük bizim özümüz, öz be öz Türk Milliyetçiliğidir. ‘’Ne mutlu Türküm diyene’’ diyerek O,Türk Milliyetçiliğiyle sentezleşmiş olduğunu veciz bir ifadeyle vermiştir. Atatürk, devlet anlayışında şu ifadelere önemle yer vermektedir: Bilelim ki milli birliğini bilmeyen devletler, başka milletlerin şikârıdır. Bir millet sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe, yeryüzünde onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez. Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında milli birlik, iyi geçinme, çalışkanlık duygu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur.’’Hükümet millettir ve millet hükümettir’’. Hükümetin iki hedefi vardır: ‘’Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını temin etmektir. Bu iki şeyi temin eden hükümet iyidir, e…
Oğuz Çetinoğlu: Muhafazakârlık ideoloji olarak kabul edilebilir mi?
Prof. Dr. Nadim Mâcit: Bilgi sosyolojisi ilminin kurucusu olan Alman sosyolog ve filozof Karl Mannheim (1893-1947) Muhafazakârlığı ütopik bilincin üçüncü şekli olarak adlandırır, konunun farklı yüzlerine atıf yaparak klasik değerlerin ideolojik anlamda etkisini gösterdiği üzerinde durur. Bu yönüyle muhafazakârlığın bir ideoloji olduğunu, ‘İdeoloji ve Ütopya’ isimli eserinde belirtir.[1]
Çetinoğlu: İlâhiyatçı sosyolog olarak siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Mâcit: İstikrarı ve uyum içinde kalkınmayı, toplumla alâkalı değerleri koruyarak değişmeyi benimseyen merkez siyâsî bakışın, günümüzde yükselen sosyo-politik bir söylem olması muhafazakârlığın salt insanî tutum ve mizacın sınırlarını aştığını gösterir. Târihi ufku ve oluşan siyâsî dil sistemini dikkate aldığımız da kabul etmemiz gerekir ki liberal politik söylemle köprü kuran muhafazakârlık iki ideolojik eksenin cepheleştiği dönemde arka-planda kalmıştır. Fakat 1990 sonrası dünyada bir zihnî ve amelî tutumun ötesinde bir ideoloji olarak yükselmeye başlamıştır. Muhafazakârlık sözlerini, kaygılarını, tavır ve tutumlarını liberal kapitalist sistemin içinden taşımış, reddettiği her şeyi kucaklama durumuna gelmiştir.
Dünya ölçeğinde yaşanan ideolojik cepheleşme sürecinde liberal siyâsî doktrinin ardında kalmasına karşın, dünya sisteminin çöküşüyle birlikte yeni bir sosyo-politik bir söylem olarak ortaya çıkmıştır. I. Wallerstein[2] Soğuk Savaşın bitişini yaygın görüşün aksine liberalizmin sonu·, Körfez Savaşı’nı yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul eder. Fakat dünyanın geleceğinde etkili siyâsî söylemin ne olacağı konusunda somut bir tanımlamada bulunmaz. Bize göre başından itibaren dine ve dini kurumlara atıf yapan, ardından liberal temaları bünyesine taşıyan, 1990 sonrası süreçte dinle izdivaca giren muhafazakârlık yenidünya sisteminin ideolojik temelini oluşturmaktadır. Küresel güç mücadelesi denkleminde dini hassasiyetler yerine siyâsî-ekonomik konumu elde etmek, meşrulaştırma aracı olarak kullanmak ve kontrol sistemini sağlamak için faydacı dini etkinliğin öne çıkarılması bunun göstergesidir.
I. Muhafazakâr Düzen: Yeni İnsan ve İktidar Tipi
Oğuz Çetinoğlu: Toplum hayatında değişmeyen tek şey, ‘değişim.’ Çağımızda değişimler hem kapsamlı hem de hızlı oluyor. Muhafazakârlığın yeni adı ‘çağdaş muhafazakârlık’ oldu. Nasıl yorumlamak gerekiyor?
Prof. Mâcit: Siyâsî hayatın değişen içeriğini kavrayacaksak yeni insan ve iktidar tipine bakmamız gerekir. Çağdaş muhafazakârlık birçok sebepten dolayı başarılı olmuştur. ‘1970’ler boyunca sosyal demokrasinin düşüşü, muhafazakârların güçlü oldukları konularda karşı tezler üretme fırsatı oluştu. Vergi, kamu harcamaları, savunma ve sosyal değerler gibi konularda muhafazakârlar, geleneksel çekirdekleri olan orta sınıf ve burjuvayı harekete geçirerek başarılı bir ortaklık oluşturdular. Çalışan sınıfın ve hizmet sektörünün kayda değer desteğini alarak [3] önemli bir güç oluşturdular. Türkiye özelinde baktığımızda 1970’ler siyâsî kargaşanın yaşandığı bir dönemdir. 1980 ihtilalinin yaptığı siyâsî tasfiye ve ardından muhafazakâr bir partinin iktidar olması yeni düzenin temellerini ve uygulama yöntemini oluşturmuştur.
Çetinoğlu:Yeni sistem hangi temeller üzerine oturtuluyor?
Prof. Mâcit: İdeolojik cepheleşme mantığı üzerine kurulan dünya sistemi 1990’da çökmüş, bunun yerine liberal-kapitalist sistemin rahminde beslenen muhafazakârlık geçmiştir. Muhafazakâr anlayışın liberal siyâsî doktrinle kesişen boyutu güncellenmiştir. Muhafazakâr anlayışın insan, târih ve devletin rolü konusunda liberal öğretiden ayrılmasına karşın, ideolojilerin etkinliğini yitirmesi ve 1990 sonrası dünyada dinin yükselişi yeni bir insan ve iktidar tipinin üretimini hızlandırmıştır. Bu duruma bağlı olarak liberal siyâsî doktrinin giderek muhafazakâr dile ve tutuma dönüşen yüzü; bütün dünyada ve ülkemizde· öne çıkmaya başlamıştır.
Belirtilen durum, liberal-kapitalist sistemin ardında duran ve kendisini bir tutum ve duruş olarak tanımlayan muhafazakârlığın zaten özünde varolan dinle yeni ve güçlü bir şekilde izdivaca girmesi yeni insan ve iktidar tipinin fikri ve siyâsî zeminini oluşturmuştur. Eğer erken bir kestirim olarak görülmezse diyebiliriz ki ‘hizmet sektöründe çalışanların, yüksek nitelikli iş gücünün kent kültürüyle ilişkili değerleri sahiplenerek’[4] yeni bir insan ve iktidar tipi ortaya çıkmıştır.
Çetinoğlu:Bu tip, hangi özelliklere sâhip?
Prof. Mâcit: Bu insan ve iktidar tipinin benimsediği değerleri-liberal kapitalist sisteme ekleyerek bir fikrî ve siyâsî bakış üretmiştir. Bağdaşmaz çelişkiler üzerine kurulan bu bakış açısı kaçınılmaz olarak tutarsız, istismarcı, dînî ve içtimâî değerleri çürütücü bir siyâsî pratiği ve hayat biçimini beraberinde getirmiştir. Ayrıca muhafazakâr düzen, kapitalist hiyerarşi ve tarım toplumuna ait otoriter değerleri tanımlayarak siyâsî dile eklediği için her türlü tahakküm biçimini servis etme karakterine sahiptir.
Çağdaş muhafazakâr söylem, bir taraftan disiplinler arası işbirliğini teşvik eden, diğer taraftan farklı liberal-demokratik sistemle dini uzlaştırmayı amaçlayan bir söyleme eşlik etmektedir.· Bilgi ve bilim alanında ortaya çıkan en geçerli eleştiri, muhafazakârların gelenek ve târihî tecrübeyi koruma noktasında geliştirdikleri anlayışla birebir örtüşmektedir. Aynı şekilde toplumun meselelerini çözüme kavuşturma noktasında hem teolojik hem de politik metinlerde modern akla yönelik eleştiriler aklın mükemmel olmadığından hareket eden muhafazakâr bakış açısıyla kesişmektedir. 1990 sonrası süreçte modern akılcılığın ve bilimciliğin tabiatın ve insanın estetik formunu tahrip ettiği söylemi, muhafazakâr olarak bilinen düşünürlerin görüşlerine oldukça yakındır. Nitekim belirtilen görüşle ‘yaşantının ahengini ve ortak yaşayış alanlarını korumak ve geleceği inşa etmek için bütünlüğü korumak mecbûrîdir’[5] görüşü arasında bir fark yoktur. Belirtilen târihî durum, ideolojilerin itibarını yitirmesine paralel olarak dinle yeniden ve güçlü bir şekilde buluşan muhafazakârlığın sosyo-politik alanda ivme kazanmasına temel oluşturmaktadır.
Çetinoğlu: Değişikliğin arka planına daha yakından bakabilir miyiz?
Prof. Mâcit: Yeni insan ve iktidar tipinin fikrî ve siyâsî arka-planını oluşturan diğer husus; güçlü bir otorite ve ilahi içeriği olan evrensel içerikli organik bir toplumsal düzendir. Dolayısıyla dini-kültürel geleneğin / tecrübenin içinde gelişen toplumsal düzene ve eleştiriye karşı başından itibaren mesafeli tutum ve duruş söz konusudur. Akılcı ve bürokratik söylemi benimseyen düşünürlere göre patrimonyal yönetim biçiminden bürokratik yönetim biçimine, (a) tanımlanmamış yargı alanlarından belirlenmiş yargı alanlarına, (b) gayr-i resmî hiyerarşiden resmî hiyerarşiye, (c) gayr-i resmî eğitim ve sınavdan resmî eğitim ve sınava, (d) yarı-zamanlı görevlilerden tam zamanlı görevlilere, (e) sözlü buyruklardan yazılı emirlere geçilmiştir.[6]
Çetinoğlu: Bu değişiklik hemen ve kolayca kabullenilir mi?
Prof. Mâcit: İki yönetim arasındaki farka vurgu yaparak târihî tecrübeyi ve dayandığı kurumları eleştiriye açık hale getiren bu açıklama biçimi muhafazakâr söylemde şüpheyle karşılanır. Kriz dönemini aşma ve toplumu yeniden inşa etme biçimini yansıttığı ileri sürülerek ilahi içeriğe atıf yapan gelenekle-modern bilincin karmaşasından oluşan yeni sistem çağın geçerli bakış açısı olarak sunulmaktadır. Muhafazakâr siyâsî söylemin ve iktidarların arkasına takılan ve her gün bir şekilde dinden ve gelenekten bahseden liberallerin durumunu bundan başka ne açıklayabilir?
Çetinoğlu:Meseleyi biraz daha açmanız mümkün mü?
Prof. Mâcit: 1990 sonrası dünyada kendini gösteren muhafazakâr-din izdivacından neşet eden sosyo-politik söylemin tezâhür biçimi klasik siyâsî anlayışı yansıtan unsurlar içermektedir. Karizmatik yönetim biçimi olarak adlandırdığımız yeni siyâsî düzenin zihnî ve amelî tutumunu şu esaslar oluşturmaktadır: (a) Tanımlanmış yargı geçerliliğini hukukî kurallardan değil, değer yargılarını benimsediğini söyleyen kesimin politik söylemine uygunluktan alır. (b) Resmî olmayan karizmatik önderlerin resmiyet kazanarak devlet-içinde devlet olmasının önü açılır. (c) Eğitim ve imtihan devletin tarafsızlığından ve fırsat eşitliğinden çıkarak karizmatik önderlerin üstünlüğünü ve etkinliğini sağlamanın aracı olarak işlev görür. (d) Bürokrat / memur resmî kurumun esaslarından daha çok karizmatik önderlerin taleplerini tam zamanlı olarak yerine getirmekle görevlidirler. (e) Allah inancı bir ahlâkî tutuma değil, keyfiliğe açık olduğu için· içeriksiz, ancak verimliğe dönük bir inanç haline getirilerek her alanda din, verimliliğe ve işlevselliğe araç yapılır.
Çetinoğlu: Bu sistem her topluma uyarlanabilir mi, yalnızca bize has bir sistem mi?
Prof. Mâcit: Liberal kapitalist sistemin içinde beslenen muhafazakârlığın dinle izdivacından ortaya çıkan bu durumun görüntüleri ülkelere göre farklılık arz etmektedir.
Çetinoğlu:Nasıl bir farklılık?
Prof. Mâcit: Bu farklılık, bir mâhiyet farkı değil, derece farkıdır. Belirtilen izdivaçtan mütevellit söylem; halkın somut algısına hitap ederek din yoluyla toplumu / toplumları kontrol etmek şeklinde özetlenebilir. Soğuk Savaş döneminin ardından daha açık bir şekilde vurgulanan din-siyaset merkezli görüşlerin global siyâsî otorite tarafından seslendirilmesi bir tesadüfün eseri değildir. ABD devletinin ideologları ülkelerinin İncil’deki seçkin millet olduğunu ve dünyaya iyiyi kabul ettirecek imana muktedir olduklarını sıkça beyan etmektedirler.[7] Nitekim Beyaz Saray tarafından 20 Eylül 2002’de yayınlanan Millî Güvenlik Stratejisi başlıklı resmî belgede Bush, söz konusu ilahî seçilmişliğin güncel târifini şöyle yapmıştır: İnsanlık bu gün düşmanlarını da özgür kılacak zaferi sağlayacak olan fırsatı avucunun içinde tutmaktadır. ABD kendisine bahşedilen bu önemli görevi yerine getirme sorumluluğundan gurur duymaktadır. İnsanlık onurunu, vicdan ve ibadet özgürlüğünü daha ileri götürmeye kararlıyız. [8]
Çetinoğlu:Toplum mühendisliği… Hedef yalnız kendi toplumu mu?
Prof. Mâcit: Bush yüce bir dâvâdan ve bunu gerçekleştirmeden bahsetmektedir. Hıristiyanlığın eskatolojik unsurlarını küresel güç mücadelesinin parçası yapan muhafazakâr politikaların hem sosyal hem de kuruluşlar düzlemde bu kadar yaygınlaşması 1990 sonrası dünyanın yönünü belirleyen en somut göstergedir.
Hıristiyanlık akidesinde Mesih’in ideal bir dünyâda yeryüzüne geleceğine inanan mesiyânik gruplarla, Mesih’in yeryüzüne döndükten sonra bin yıllık bir Hıristiyan hükümranlığının süreceğine inanan milenyumcu bazı grupların oluşturduğu sapkın mezhepler, yeryüzü cennetinin yaklaşmakta olduğunu ve bu cennete girmek için başvurulan her vasıtanın iyi olduğunu bildirmektedirler. Başkan Carter’den bu yana Evanjelizm’in etkisi altına giren yöneticiler ve ekipleri bu inancı paylaşmakta, kehanet ve şifrelerin işaretiyle geleceği inşa etmek istediklerini açıkça ilan etmektedirler.[9] Önleyici savaş modeli üzerinden devam ettirilen bu politika Irak’ın işgali ile birlikte dünyâda tepkiye sebep olunca Başkan Barack Obama, önleyici savaş çerçevesinde yapılan müdâhalelerle oluşan tepkiyi düşürmek, ancak dönüşümü sağlamak için değerler diplomasisi modelini uygulamaya koymuştur.[10] Belirtilen maksada bağlı olarak iletişim ağları yoluyla sivil güç oluşturma ve dini ve kültürle bağlantılı unsurları ve sembolleri kullanma politikası hızla devam ettirilimektedir. Tunus’ta başlayan ve Suriye’ye kadar uzanan, önümüzdeki süreçte yayılma alanı giderek genişleyecek olan ‘sivil isyanın’ unsurları ve parçaları, sâdece yeni insan ve iktidar tipini anlatmıyor, aynı zamanda muhafazakâr düzenin yapısı hakkında önemli veriler sunuyor.
Çetinoğlu: Dindar kesimin tavrı ne oluyor?
Prof. Mâcit: Modern dünya sisteminin küresel ideolojisi liberalizmin arkasında varlığını devam ettiren muhafazakârlık, dînî ve mistik algıya bürünerek 1990 sonrası dünyâda sosyo-politik bir ikame aracı olarak işlev görmektedir. Aynı anda hem mahallî hem de global düzeylerde hareket etmek suretiyle yeni bir târihî sistemin üretilmesini sağlamaktadır. Muhafazakâr sosyo-politik dilin geniş kitlelerin ihtiyaçlarına yeterli cevap verdiği algısının üretilmesi ve kabul görmesi, ‘bir taraftan çağdaş muhafazakârların liberal demokrat eğilimleri bünyelerine taşımalarına, gündemi kendilerine uygun bir alana taşımalarına’[11] diğer taraftan gelenekli değerleri benimseyen dindar kesimi dönüştürmeye, hatta iktidarın dönüştürücü özelliği sâyesinde muhalifleri yanlarına almalarına ortam sağlamıştır. Muhaliflerin kekeme bir dille yeni iktidarın diline ve pratiğine uygun açıklama yapmaları, hattâ hiçbir alâkası olmadığı halde iktidarın benimsediği ve önemsediği kişiler hakkında kitap ve makale yazma faaliyeti, iktidarın özel önem atfettiği ortamlarda görüntü verme çabası yeni iktidar tipinin ve ürettiği düzenin ne olduğunu yeterince anlatmaktadır.
Çetinoğlu:Hayli karmaşık bir sistem. ‘Algılama’ denilen beyin yıkama, düşünceyi şekillendirme metodu kullanılmadan sistemin taraftar bulması hayli zor. Türkiye söz konusu olduğunda faklı taktikler kullanılıyor olmalılar…
Prof. Mâcit: Dînî değerlerin faydalı etkinliğini öne çıkaran yeni iktidar tipleri dînî siyâsî yönlendirmenin ve toplumu kontrol etmenin bir aracı olarak kullanmaktadırlar. Bu gelişmenin ülkemize yansıyan somut göstergeleri ise Yeni Osmancılık / Hilâfet modeli / Başkanlık Sistemi gibi gelenekli sistemler şeklinde açığa çıkmaktadır. Modern siyâsî benliği ifâde eden değişime ve ilerlemeye karşı bir söylemle teşekkül eden muhafazakâr siyâsî bakışın sürekli değişimden bahsetmesi, değişim ruhundan bahsedenlerin ise mevcut durumu korumaya çalışması târihi olarak yeni bir duruma işaret etmektedir.
Çetinoğlu: Toplumu yönlendirmede karşılaşılan zorluk nasıl aşılıyor?
Prof. Mâcit: Klasik dilin karizmatik önderler ürettiği ve siyâsî teşkilâtlanmayı bu yönde biçimlendirdiği bilinmektedir. Yöneten ve yönetilen arasındaki ilişki karizmatik liderin buyruklarına dayanıp, etkinlik alanını siyâsî otorite olmanın dışına taşıdığında başkalarının davranış ve tutumlarına yönelik baskının veya baskıcı bir sistem türünün dayatılması kaçınılmaz olur.
Çetinoğlu:Algılama daha doğrusu beyin yıkama, düşünceyi yönlendirme metotlarına rağmen işin nereye gideceği, belirtilerden anlaşılamaz mı?
Prof. Mâcit: Böyle bir sistemin ilk belirtisi; iktidarı tekeli altına alan siyasetin başkasının iktidar olma hakkını ortadan kaldırmaya yönelmesidir. Muhaliflerini yutmanın araçlarını ve dilini kullanmasıdır. Böyle bir siyâsî zeminde hukuk, yalnız buyurma ve buyrukları uygulama yetkisi olan kişilerin söyledikleri bir irade açıklaması olarak görülür. [12] Bunun dışında kalan her görüş ve söylem irâdeye karşı bir tutum ve meydan okuma olarak tanımlanır. Toplumun değer algısını siyâsî öteki oluşturmak ve etkinliğini bitirmek için kullanılan araçlar belirtilen yetki anlayışının bir uzantısıdır.
İrâdelerini buyruk yoluyla kabul ettiren oligarşilerin, mâsumiyet zırhına bürünen ruhanîlerin dili siyâsî karizmatik teşkilatlanmanın mânâsını ve içeriğini açığa çıkartmaktadır. Karizmatik kişi ve ona bağlılığın sosyo-politik yansıması konuşan, dinleyen ve alınan tutum arasındaki ilişki ağında ortaya çıkar. Bir iletişim çerçevesinde bir dinleyici dinlediği kişinin sözlerini taşıdığı önemden dolayı değil de, belli bir konuşmacıya bağlı olduğundan dolayı benimserse otoriter / karizmatik dil sistemi oluşmuş demektir. Kişinin kendi kendine karar verme yetkisinden vazgeçerek veya bir söze / değerlendirmeye inanmadığı halde ona teslim oluyorsa bir siyâsî karizmatik taskilatlanmanın inşa edildiği söylenebilir.[13] Düşünce ve eylem adamlarını Tanrı’nın sesi olarak tanımladıkları önderlerin peşine takma girişimi ve faaliyeti ve ilâhî irâdeyi gerçekleştirme şeklinde takdim etme tekniği siyâsî karizmatik örgütlenmenin oluşumu hakkında önemli ipuçları sunmaktadır.
Çetinoğlu:İpuçlarından bahseder misiniz?
Prof. Mâcit: Liberal-kapitalist sistemin önemli unsurlarını içinde barındıran muhâfazakârlığın dinle izdivacından türeyen yeni iktidar tipi; korumacı tahakküm biçimini andırmaktadır. Yeni tahakküm biçimi belirtilen izdivacın parçası olan din üzerinden yapılmaktadır. Özellikle 1990 sonrası küresel güç mücâdele denkleminde dinin hedef toplumları kontrol etme aracına dönüştürmesi, düşünce ve siyâseti kendi gerçekliğinden kopararak bir değer algısına çevirmeye başlaması eleştiri zeminini zayıflatmaktadır. Değer algısına dönüştürülen düşünce ve siyâset, global siyâsî otoritenin ve mahallî iktidarların uygulamalarını aklama ve ötekini tanımlama çerçevesinde seyretmektedir. Nitekim insan haklarına yönelik ihlaller, yolsuzluk ve yoksulluk dini ve kültürel değerlerin peçesi altında görünmez hale getirilmekte, neredeyse bir hak olarak sunulmaktadır. Ülkemizde muhafazakâr-demokrasi söylemine bürünen iktidar kendisine yönelik her eleştiriyi dine ve milletin iradesine saldırı olarak sunmaktadır. Bazen otoriter dil o kadar sınırlarını aşıyor ki iktidarın başkasına hakaret etmesi millî iradenin tecellisi başkasının eleştirisi edep dışı tutumun bir göstergesi olarak takdim edilmektedir.
Milletin ortak değerini özel bir söylem biçimine çeviren çeşitli dini-politik grupların önderleri dini faaliyetin dışına çıkıp, iktidarın gönüllü ve etkin ortağı rolünü üstlenerek siyaset yapmaktadırlar. Bir grubun beklentileriyle gerçekliği algılama arasında bir çelişki söz konusu olunca, bu kez, tehditler ve çarpıtmalar uygulamaya konulmaktadır. Böylesi tehditlerin ve komploların sosyal dokuyu giderek yaygınlaşması nedeniyle devletin veya siyâsî iktidarın üstünde daha etkin bir gücün, dış ülkelerden gelen yoğunlaşmış baskının varlığına ilişkin algının oluşması uzun mesafede parçalayan gelişmelere kapı aralamaktadır. Ülkemizde yaşanan fiili gerilimin ötesinde insanların sözlerine ve tutumlarına sinen bir gerilimin varlığı dikkat çekmektedir. Esasen İslâmcı akımın ‘klasik dönemin yorumunu İslâm gibi algılanmasından kaynaklanan otoriter dilin’[14] bahsettiğimiz târihi duruma, yâni izdivaçtan mütevellit iktidar tipinin söylemine katkı sağladığı bir gerçektir. .
Çetinoğlu:Batının Müslüman ülkeler için yürüttüğü yönlendirme çabalarının temelinde ne var?
Prof. Mâcit: Batı, belirtilen coğrafyanın demokratikleşmesini hiçbir zaman istememiştir.
Çetinoğlu: Bu hükme nereden varıyorsunuz?
Prof. Mâcit: Eğer istiyorsa neden Suudi Arabistan iyi, Irak kötü? Neden daha önce Mısır iyi Suriye kötü idi, şimdi her ikisi de kötü? Neden Irak Kuveyt’i işgal edince kötü, Suudi Arabistan Bahreyn’e girince iyi? Bu soruların tümüne verilebilecek cevabın nihai noktada petrole, stratejik hamlelere ve kontrol etmeye dayanacağı ortadadır. İslâm coğrafyasında batıya rağmen dogmatik uykusundan uyanan, kendi târihi ve kültürel tecrübesini çağın ufkuyla buluşturan ülke Türkiye olmuştur. Türkiye’nin kendine özgü demokratik sistem oluşturma çabası atı merkezli siyâsî-stratejik mahfiller ve ortakları aracılığıyla dinî-etnik farklılıklar baskı altına alındığı ve din karşıtı bir yapı üretildiği gerekçesiyle içi boşaltılmakta ve baskı altına almanın millî ve milletlerarası ortamı oluşturulmaktadır.
Çetinoğlu:Emekli Büyükelçi İsmail Berduk Olgaçay’ın, ‘Tasmalı Çekirge’ isimli kitabında sözünü ettiği ‘BÜDBÜKAT’ Bir Ülkenin Diğer Bir Ülkenin Kontrolü Altında Tutulması’ meselesi… Bu, eskiden beri vardı. Galibâ yeni bir yöntem uygulanıyor. Nasıl bir yöntem?
Prof. Mâcit: Çarpık ideolojiler üzerinden üretilen karizmatik liderleri ve onların kurdukları siyâsî kiliseleri eleştirmek kolaydı ve bunun muhatabı vardı. Şimdi karşımıza çıkan esas mesele şudur: Ortadoğu’da liberal kapitalist sistemin siyâsî-ekonomik esaslarına uyarlanmış bir İslâm anlayışının muhafazakârlıkla izdivacından mütevellit yeni siyâsî kiliseler kurmanın yolu açılmıştır. Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir topluma, üretilen yeni iktidar tipinin diğerinden farklı olmadığını anlatmak güçtür. Fakat şu kadarını söyleyelim ki Ortadoğu’da genişleyen muhafazakâr tabanı giderek alanları daralan seküler-karizmatik liderlerin tutması mümkün olmadığı için, tabanı tutabilecek ve kontrol edecek dînî kisveli karizmatik liderleri piyasaya sürme yolu benimsenmiştir. Bütün kurgu bunun üzerinedir. Demokrasi taşınabilir mal değildir ki bir yerden alıp bir yere götüresin. Taşınabilir yöntemle o ülke demokratik sisteme geçsin. Demokrasi bir siyâsî kültür hareketidir, her toplum kendine özgü demokratik kültürü târihî tecrübesine ve çağın ufkuna dayanarak üretebilir. Bunun dışına taşan sistem sipariş etme söylemi, gerçek sebeplerin üzerini örtmeye yöneliktir.
Çetinoğlu:Türkiye için durum nedir?
Prof. Mâcit: Belirtilen izdivacın Türkiye görüntüsü daha farklıdır. Demokratik kültür üreten ve bunun kıymetini bilen, aynı zamanda da İslâm’ı bütün ruhuyla benimseyen Türk Milleti, dînî ve etnik düzlemde baskı altına alınmış durumdadır. Türkiye’deki siyâsî ve İslâmcı kesimin bu baskıyı kırmak için haklı bir mücâdele verdiği ve bu mücâdeleyi desteklenmesi gerektiği yönünde bir fikrî ve siyâsî algı üretilmiştir. Bu çerçevede oluşturulan ve desteklenen siyâsî algının öncüsü olarak mevcut iktidar ve etkili bir dinî cemaat gösterilmektedir. [15] Bir devletin sistemini ve birlikte yaşama arzusunu hedef alarak ve aktörlerini belirterek meydan okumanın anlamı, düşünen her insan için açıktır. Dolayısıyla gazete kültüründen beslenen bazı aydınların sandığı gibi muhafazakârlık değerleri korumak, aşırılıklara karşı dengeli bir tutumdan yana olmak değildir. İçinde bulunduğumuz çağın ufkunda muhafazakârlık, yeni bir siyâsî / ruhanî örgütlenme biçimidir. Dinî yararcı siyâsî etkinliğin parçası haline getiren bu örgütlenme biçiminin ürettiği iktidar tipi; mukaddes imgeler, kültür sembolleri ve görüntüler yoluyla toplumun her alanına sızmış ve yayılmıştır.
Prof. Dr.NADİM MACİT: Erzurum’un Oltu ilçesine bağlı Özdere köyünde dünyaya geldi (1958). İlköğrenimini aynı köyde, ortaöğrenimini Erzurum İmam-Hatip Lisesi’nde tamamladı (1978-1979). Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi (1984). Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans (1989) ve doktora yaptı. (1992) Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Bilim Dalı’na yardımcı doçent olarak atandı (1993). 1995’te doçent oldu. Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi’ne geçiş yaptı (1997). Temel İslam Bilimler Bölüm Başkanlığı yaptı (1998-2001). 2001 yılında profesör oldu. Çalıştığı ilahiyat fakültesinin dekanlığına atandı (2002–2005). YÖK İlahiyat Danışma Komisyon Üyeliği yaptı (2003–2004). TUSAM strateji araştırma merkezi danışmanlığı görevini sürdürdü (12. 09. 2007- 07.04. 2009). Bu süreçte Jeo-Kültür ve Teo-Stratejiler üzerine çalıştı. Belirtilen alanda birçok makale yayımladı. İki yıl TUSAM strateji araştırma merkezinde çalıştıktan sonra Ege Üniversitesi, Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, Sosyal, Ekonomik ve Siyasî İlişkiler Bölümüne geçti. (7. 06. 2010). Prof. Dr. Nadim Macit 1993–2001 tarihleri arasında Kelam İlmi’nin tarihi, yöntemi ve konularıyla ilgili birçok makale ve kitap yayımladı. Yayımladığı kitaplar: *Kur’ân’ın İnsanbiçimci Dili, *Ehl-i Sünnet Ekolü’nün İlk Öncüleri ve Görüşleri, *Din-Siyaset İlişkisinin Teolojik Yorumu, İslam İnancının Ana Konuları, (Fahruddin er-Razi’den Çeviri), Oruç İbadeti: Kur’ân’la Yüzleşmek, Küresel Güç Politikaları, Türkiye ve İslam, İmparatorluk Politikalarında Teo-Stratejiler ve Türkiye, Öteki Din: Moderate İslâm ve Türkiye, Öteki Din: Üretenler ve Yönetenler, Uzun Savaş: Jeo-politik Düzenleme ve Türkiye, Dünya-Dil Sistemi ve Dini Söylem: Laik Demokratik Sistem ve Teoloji, Türk Milliyetçiliği: Kültürel Akıl, İçtihat ve Siyaset Söz Bize Düşünce. Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmalar Enstitüsü, Sosyal, Ekonomik ve Siyasî İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesidir. Arapça ve İngilizce bilmektedir. Evli ve üç evlâdı vardır.
[1] Karl Mannheim (2004: 253) İdeoloji ve Ütopya, (Çev: Mehmet Okyayuz) Ankara: Epos Yayınları.
· Neo-liberalizm ağır bir buhranın sonucunda inandırıcılığını yitirmiştir. Bir yandan özü itibariyle geleneğe düşmandır. Piyasa güçlerinin ve saldırgan bireyciliğin yükselişinin sonucu olarak her yerde geleneği süpüren ana güçlerden birisidir. Diğer yandan meşruluğunu korumak ve muhafazakârlıkla bağlantılı görünmek için geleneğin sürmesine bağlıdır. Bir başka taraftan piyasa toplumunun yaygınlaşması aile ortamını yıkmaktadır. Bu kadar çelişkiyi bir arada sürdürmeye niyetlenmiş bir anlayış dengesiz bir karşımdır. (A. Giddens: 2002: 16) Her açıdan çatallanmış bir düşüncenin varlığını devam ettirmesi mümkün olmadığı için muhafazakâr etiketlere bürünmeyi tercih etmiştir.
[3] Brian Girvin (1988: 11) “Introduction: Varieties of Consorvatism”, (Edt: B. Girvin) The Transfarmation of Contemporary Consarvatism, London: SAGE Publications.
· Liberal İslâm ve İslâmi liberalizm üzerine çözümleme yapan B. Leonard ‘güçlü bir İslâmi liberalizm ortaya çıkmadığı müddetçe Orta Doğu’da siyâsî liberalizm çabalarının boşa çıkacağını ifâde etmektedir. Aynı düşünceyi Türkiye merkezli olarak dile getiren Mustafa Erdoğan ise şu yorumu yapmaktadır: Liberal İslam üzerine yaptığımız tartışma sırf entellektüel tecessüsün, teorik bir ilginin ürünü değildir. Bu, aslında Türkiye’nin gerçek bir ihtiyacından kaynaklanan ciddi bir ilgidir. Çünkü liberal-demokratik sosyo-politik sistem içinde İslâm’ın yerinin ne olduğu sorunu nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülke olarak Türkiye için özellikle önemlidir. Leonard Binder (1996: 30) Liberal İslâm, (Çev: Yusuf Kaplan) Kayseri: Rey Yayınları; Mustafa Erdoğan (1998: 163) Liberal Toplum / Liberal Siyaset, Ankara: Siyasal Kitabevi. Liberal-demokratik sistemi İslâm ile uzlaştırma girişimi liberal öğretinin fikri dayanaklarından daha çok muhafazakâr tutum ve duruşla daha çok örtüşür.
· İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, Avusturya, İspanya, ABD ve benzeri ülkelerde muhafazakâr siyâsî söylemin değişen ve yeniden şekillenen boyutu ayrıntılı olarak tartışılmıştır. Dünya siyâsî sisteminin ve dilinin nasıl değiştiğini kavramak açısından son derece önemli gördüğüm şu çalışmaya bakınız: Brian Girvin (1988) The Transfarmation of Contemporary Consarvatism, (Edt: B. Girvin)London: SAGE Publications.
[5] Clifford Geertz (1973: ) The Interpretation of Cultures, New York: Basic Books.
· Allah inancını keyfiliğe açık hale getirme dini yorumlama modellerinde kültürel olarak vardır. Böyle bir keyfilik bakışını çıkar üzerine odaklamış bir algıda, yâni liberal-kapitalist söylem-din izdivacında karşılığını kolayca bulur. Sözgelimi ‘Allah dilediğini hidayete erdirir, dilediğini sapıklıkta bırakır’ Veya ‘Allah kâfir toplumu hidayete erdirmez’ şeklindeki ifâdeleri tek taraflı bir belirleme gören teolojik ve mistik anlayışlar keyfiliğe son derece açıktırlar. Oysa Ebu Mansûr Mâturîdî söz konusu ifâdeleri şöyle yorumlar: Birey veya bir toplum, küfrü ihtiyar ettiklerinde, yâni niyete ve karara dayalı olarak tercih ettiklerinde hidayete erdirmez. Bir insan veya toplum niyet ve karara bağlı olarak imanı tercih ettiklerinde Allah onları hidayete ulaştırır. Ebu Mansûr el-Mâturîdî ( 2005: 2 / 254) Te’vilâtü Ehl-i Sünnet, Beyrut: Dar’ul Kütubü’l İlmiyye. Bu yorum, Allah’ın iradesinde ve kudretinde keyfiliğin olmadığını gösterir. İnsanın özgürlüğünü ve sorumluluğunu temellendirmenin başka bir yolu yoktur.
[12] R. Flathman (1980: 12, 34) The Practice of Political Authority, Chicago: University of Chicago Press; Leslie Lipson (1978: 277) Politika Biliminin Temel Sorunları, (Çev: I. Karamustafaoğlu) Ankara: Sevinç Matbaası.
Günlerdir yeni bir anayasa tartışmasıdır başını aldı gidiyor. Öyle ki, siyasiler konuşmalarında ne Türkiye Cumhuriyeti’nin kırmızıçizgilerini, ne de dokunmadık sinir uçlarını bıraktılar. Herkesin söylediği yanına kâr kalıyor. İktidar, hukukun olmadığı memlekette bir hukuksuzluk karşısında aynı türden bir konuşma yapan biri; eğer yandaşsa görmezden geliyor, yok eğer karşı taraftan muhalifse, “Düşman Ceza Hukuku”nu uyguluyor.
Zamanında kanunlar müsaitken Bebek Katili Abdullah Öcalan’ın idamı için gayret etmeyip, müebbet hapse mahkûm edilmesine yardım eden zat bugün: “gelsin DEM sıralarından haykırsın, PKK terörünü durdursun!” diye feveran ediyor. Aslında PKK’nın elebaşları dağdayken 25 yıldan beri İmralı’da yatan sözlerinin hiçbir hükmü kalmayan Öcalan’ın terörü bitiremeyeceğini herkesten iyi kendisi biliyor ama lâkin niyetler başka olunca topu taca atıp, taç dan gol atmaya çalışıyor.
Aslında günlerdir kamuoyunu meşgul eden “Yeni Anayasa” tartışmalarının ana nedeni; Anayasanın değiştirilemez ilk dört maddesinin daha önce defalarca çiğnenmiş olması ve iktidarı kaybettikten sonra bu değiştirilemez maddeler yüzünden yargılanmamalarının önünün alınması ve bertaraf edilmesinden ibarettir.
Bunun içindir ki, Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın ömrünün sonuna kadar cumhurbaşkanı olarak görevde kalması isteniyor. Ancak iktidarı kaybettikten sonra sadece Erdoğan’ın yargılanacağını düşünenler varsa onlar yanılgı içindedirler. Durup dururken Numan Kurtulmuş’un anayasanın değiştirilemez, değiştirmesi dahi teklif edilemez 4 Maddesinden 3. Maddenin değiştirilmesini tartışmaya açmasının sebebi ne ola ki?
Sözü uzatmadan ömrünü vatanı ve milleti uğruna vakfetmiş, eski Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri Emekli Kurmay Albay Ümit Yalım’ın 2004 yılından itibaren Yunanistan’ın Ege denizindeki 20 adamızı nasıl işgal ettiğini, adalar işgal edilirken Cumhurbaşkanından, Genelkurmay Başkanına kadar kimlerin sorumlu olduğu belgelerine bir göz atalım.
a – “ Numan Kurtulmuş, 24 Kasım 2015-24 Mayıs 2016 tarihleri arasında, III. Davutoğlu Hükümeti’nde Başbakan Yardımcısı olarak görev yaptı. Anılan dönemde, Yunanistan 09 Mart 2016’da, Muğla İl sınırlarımız içinde bulunan Ardıççık Adası’nı işgal etti. Numan Kurtulmuş, Başbakan Ahmet Davutoğlu ve Başkomutan Tayyip Erdoğan ile birlikte işgale seyirci kaldı.”
b – “Numan Kurtulmuş, 24 Mayıs 2016-19 Temmuz 2017 tarihleri arasında, Yıldırım Hükümeti’nde Başbakan Yardımcısı olarak görev yaptı. Anılan dönemde, 14 Kasım 2016’da, Aydın İl sınırlarımız içinde bulunan Marathi Adası’nın da Yunanistan tarafından işgal edildiği ortaya çıktı. Numan Kurtulmuş, Başbakan Binali Yıldırım ve Başkomutan Tayyip Erdoğan ile birlikte işgale yine seyirci kaldı. Yunanistan’a nota verilmedi.”
c – “Anayasa’nın ilk 4 maddesine kimse dokunamaz”, “Alıştıra alıştıra bölecekler” gibi söylemler içi boş söylemler olup Anayasa’nın 3. Maddesinin fiilen değiştirildiği ve Türkiye’nin batıdan bölündüğü gerçeğinin üzerini örtemez. Zaten, Tayyip Erdoğan da 03 Eylül 2022’de, Samsun’da yaptığı konuşmada, “Yunanistan’a bizim tek cümlemiz var, İzmir’i unutma. Adaları işgal etmeniz filan bizi bağlamaz, vakti saati geldiğinde gereğini yaparız. Hani diyoruz ya, bir gece ansızın gelebiliriz” diyerek adalarımızın işgal edildiğini yani Anayasa’nın 3. Maddesinin fiilen değiştirildiğini ve Türkiye’nin batıdan bölündüğünü itiraf etmiştir. Atatürk ve silah arkadaşları 3 yıl 3 ay 21 gün sonra 9 Eylül 1922’de, Anadolu’daki Yunan askerlerini İzmir’de denize döktü. Erdoğan’ın Başbakanlığı ve Başkomutanlığı döneminde, 2004’den itibaren adalarımızı işgal eden 6 bin Yunan askeri ise tam 20 yıldır Türkiye’de elini kolunu sallayarak dolaşıyor. TÜRKİYE, 20 YILDIR YUNAN İŞGALİ ALTINDADIR. “
d – “Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, Mart 2015’de, Yunan işgali altındaki adalar hakkında, Sözcü Gazetesi Yazarı Rahmi Turan’a bir açıklama gönderdi. Özel, “Ege’de mevcut egemenlik antlaşmalarıyla Yunanistan’a devredilmemiş olan ada, adacık ve kayalıklara ilişkin ihlaller tarafımızdan titizlikle takip ediliyor. Durum, Genelkurmay Başkanlığı’nın görüşleriyle birlikte Dışişleri Bakanlığı’na bildiriliyor. Konu siyasidir. Siyasi makamların yetki ve sorumluluğundadır. Alınacak kararların siyasi sonuçlar doğuracak olması nedeniyle nihai karar siyasi iradenindir” dedi.
e – “TÜRKİYE’NİN BATISINDAKİ TOPRAKLARIMIZ, ANKARA’DAN DEĞİL, ATİNA’DAN YÖNETİLİYOR
Yunanistan, işgal ettiği 20 adamızın 5’inde 08 Ekim 2023’de, hiçbir engelle karşılaşmadan Belediye Başkanlığı seçimlerini yaptı. Yunanistan’ın adalarımızda yaptığı seçimlere İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Jandarma Genel Komutanı Arif Çetin ve Sahil Güvenlik Komutanı Ahmet Kendir seyirci kaldı. İzmir Koyun Adası, Aydın Hurşit Adası, Aydın Eşek Adası, Küçük Çuha ve Gavdos adalarında yapılan seçim sonuçları Yunan İçişleri Bakanlığı’nın resmi internet sitesinde yayınlandı. Sitede, seçim yapılan 5 adamızda kayıtlı seçmen sayısının 7 binden fazla olduğu görülüyor. Diğer adalarımıza yerleştirilenler ile birlikte 10 bin civarında Yunan vatandaşı adalarımıza yerleştirilmiş durumda.”
Şimdi anlaşıldı mı sayın okur “Vehbi’nin kerrakesi.” Neymiş efendim bu anayasa darbe anayasasıymış, 2. Türkiye Yüzyılında sivil bir anayasa şartmış…bunların hepsi bahane. Asıl korkuları iktidardan düştükten sonra bugünkü anayasaya göre yargılanacak olmaları.
Bildiğimiz kadarıyla Türk milliyetçiliğini şiar edinmiş köklü siyasi partilerimizden Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanın, emperyalist güçlerin güdümünde ve desteğiyle ülkemizin üniter yapısını bozarak federasyona getirme amaçlı; ülkeyi parçalama amaçlı kurulan terör örgütünün yaklaşık kırk yıldır ülkemize maddi ve manevi kan kusturarak yaklaşık kırk bin şehit vermemizde başrolü oynayan ve tutuklanarak ömür boyu hapse mahkûm olan terörist başının Meclis kürsüsüne davet ve umut hakkı diyerek bir af ile ödüllendirmeyi vaat etmesi, terör ile mücadele kitabının hiçbir yerinde yazmaz.
O davet Türk milliyetçiliği için bir utanç vesilesi olmuştur. Türk milliyetçileri ve ülkücüler böyle bir teklifi kabul edemez. Bu siyasi partinin başkanı seçmeni tarafından Türk milliyetçilik hareketinin dışına çıkarılmalıdır.
*
Tarihi bir gerçeğin kutsiyeti inkâr mı ediliyor?
Atalar, ta Orhun vadilerinden gelip on binlerce şehit kanı dökerek bu ülkeyi vatan edindi. Kan dökerek, ter akıtarak bu toprakları vatan edindi. Erzurum’a, Diyarbakır’a, Sivas’a, Konya’ya, Aydın’a, Bursa’ya, Edirne’ye, İstanbul’a ve her karış toprağa binlerce mabet ve mimari eser inşa ederek bu ülkeyi yurt edindi. Türkülerle, bozlaklarla, nefeslerle, şarkılarla bu ülkenin ruhuna Türklüğü işledi. Şimdi kim, nereden gelip senin vatanına ortak oluyor? Türk budun, düşün ve sorgula! Kimin malını kime veriyorlar?
*
Tıpkı Oğuz Kağan’ın önüne düştüğü gibi, 20. yüzyılın başında Türk milletinin önüne bir bozkurt daha düşüp yol gösterdi. “Geldikleri gibi giderler.” dedi ve ardına düşen Mehmetçik, can vererek, kan dökerek Türkiye denilen bu aziz vatanı yeniden kurdu. Kimin toprağını kime veriyorlar? Türk budun, düşün ve ayağa kalk!
*
Türk milletinin önüne düşecek oluşum ve yapılaşmalar da harekete geçmelidir. Bütün milliyetçi / ulusalcı parti ve kuruluşlar iş birliği yaparak bir çekim merkezi hâline gelmelidirler. Bu da olmazsa ey Türk, iş başa düşmüş demektir:
Demokrasi yolları açıktır. Yazıp çizebilirsin. Teşkilatlanabilirsin. Meydanlarda gösteri yapabilirsin. Her gün belli bir saatte “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diye haykırabilirsin.
*
Bilindiği gibi, “Millî egemenliğin tecelli ettiği TBMM’de terör ve terörizme teslim olmak anlamına gelen konuşmalar yapılmıştır. Bu konuşulanlar ve teklifler gerçekleştiği takdirde, emperyalistler yüzlerce yıldır başaramadıkları hedeflerine ulaşmış olacaklardır. Bu kabul edilemez
*
Atatürk’ün, Türk istiklal ve cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmeyi her yaştan Türk gencine birinci vazife olarak verdiği ve Anayasa’nın başlangıç ilkelerinde de Türk egemenliğinin simgesi olan Anayasa’nın, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi edildiği hatırlanmalıdır.
*
Her Türk, ölene kadar, Türk istiklâlini ve Türk Cumhuriyetini korumakla vazifelidir. Bu görev yüz yıl önce başarılmıştı, bugün de başarılacaktır. Ne mutlu Türk’üm diyene!”
Bitmiş, yok olmuş, bir İmparatorluk mevcudiyetinde sırf koltuklarını muhafaza etmek için başta padişah ve sadrazam olmak üzere İngilizlere adeta teslim olmuş bir Osmanlı hanedanlığı kapsamında; bazı küresel güçler ve küresel sermaye ile işbirliği içerisinde batılı ve birçok emperyalistlerin paylaştığı topraklarımızı anılan o hainlerden, onlara yardım ve yataklık yapan içimizdeki casus ve ajanlar ile yerli işbirlikçi İngiliz, Emevi Müslümanlarından, keşke kurtuluş savaşını Yunan kazansaydı diyen kanı, sütü bozuk zihniyetlerden v. b. temizleyerek, insanca yaşamanın ne olduğunu?
Halkın kendi kendisini yöneteceklerini hür iradesiyle hilesiz ve entrikasız sandıkta belirleyerek seçmesinin benimsendiği ve adına demokrasi dediğimiz gerçek hukuk devletinde en faziletli rejim / yönetim şeklinin Cumhuriyet olduğu gerçeğini kabullenerek; Yüce TÜRK Milletine armağan eden asil insan, kahraman bir asker, dünyanın gıpta ile baktığı, seyrettiği bir Lider. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ümüzün ebediyete intikalidir 10 Kasım 1938
Geçmişte olduğu gibi; şu yaşadığımız zaman süreçlerinde de hızını artırarak Cumhuriyet rejiminin imkânlarından, nimetlerinden faydalanarak, nankörlük yapan, ihanet eden hainlerin çoğaldığı dikkatlerimizden kaçmamaktadır.
Anılan bu vatan ve T. C. Devleti düşmanlarının, bölücü, yıkıcı, kışkırtıcı unsurların adeta enselerinde soluduğumuzu ve onların adeta nefes alışlarını bile takip ettiğimizi asla ve asla unutmamalarını, bu Asil, Aziz ve Yüce TÜRK Milletinin kahraman evlatlarının daha en son sözünü söylemediklerini onlara bir kere daha hatırlatmak isterim.
Bahse konu bu çerçevede; öbür âleme intikal eden Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ e bir kere daha Yüce ALLAH’ tan Rahmet diliyorum.
Mekânı Cennet olsun. Yüce MEVLAM varsa; taksiratını affeylesin.
Eyyyyy…! İç ve dış düşmanlar, sizlere sesleniyorum sizlere…bakınız ülkemizin içerisinde o kadar çok hain, devlet düşmanı, vatan düşmanı, bazı küresel ve emperyal güçlerin maşaları, taşeronları olan bölücü, yıkıcı unsurlar mevcutken, bilhassa son zamanlarda içimizde Emevi ve İngiliz Müslümanları aşırı derecede çoğalmışken ve tüm dünya güzel ülkemize düşmanken, neden batmıyoruz? yok olmuyoruz? Hiç düşünmez misiniz?
İşte cevabı!
Sizin inancınızın anlayamayacağı şekilde, fikir ve düşünce âleminizde çözemeyeceğiniz bir biçimde, manevi alanda, Yüce ALLAH; şu Asil TÜRK Milletini korumaktadır, yardım etmektedir.
Eğer bizim yaşadığımız hainlikleri bir başka ülkeler yaşamış olsaydı; çoktan batardı çoktaaaaan.
Bu duygu ve düşünceler içerisinde, Bir kere daha tekrarlıyorum ki; Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ ümüze Rahmet diliyorum. Mekanı CENNET olsun.
Ali Ak Bey’in lütfedip gönderdiği ikinci eseri: ‘Atatürk-Vahdeddin Görüşmeleri’ ismini taşıyor. 16 X 24 santim ölçülerinde, renkli baskılı karton kapak içerisinde 62 sayfadır. Bu eser de geniş kapsamlı, yorucu ve uzun süreli bir çalışmanın ürünü değerli bir kitaptır.
Vahdeddin Han – Mustafa Kemal Paşa görüşmelerinde cevaplandırılamayan sorular vardır: Paşa’ya verilen vazife; Anadolu’da hazırlıkları hissedilen, işgal kuvvetlerine karşı koyacak bir ayaklanmayı bastırmak mı? Güç oluşturup vatanı işgalden kurtarmak mı? İkinci düşünceyi destekleyenlere soruluyor: ‘O halde, Mustafa Kemal Paşa Erzurum’da iken neden bütün görevlerinden azlediliyor ve İstanbul’a çağrılıyor?’ Cevabı basittir: ‘Samsun’a hareket etikten sonra Erzurum Kongresi’nin yapıldığı tarihe kadar geçen zaman içerisinde şartlar değişmiştir, işgalciler işin içyüzünü anlamışlardır ve pâdişahı tehdit ve baskılarla ikna edip azilnâmeyi imzalatmışlardır.’ İşin o yönü tartışma konusudur ve tartışmalardan netice alınamamıştır. Tıpkı Yunan ordusunun Polatlı’ya kadar gelmişken, ertesi gün Ankara’ya ulaşması mümkün olduğu halde, eşikten dönmesinin sebebinin tartışıldığı gibi…
Ali Ak, ele aldığı konu itibariyle ve haklı olarak meselenin bu yönüne temas etmiyor. Havanda su dövmekten kaçınmış olması isâbetli bir tercihtir.
İçindekiler sayfası, eser hakkında bilgi edinmek için yeterli olacaktır:
*İlk Görüşmeyi Hazırlayan Sebepler . *Almanya Seyahati / Seyahat Boyu Görüşmeler. *1918 Ağustos Görüşmeleri. *İkinci Görüşme: 5 Ağustos Görüşmesi. *Üçüncü Görüşme: 9 Ağustos Görüşmesi. *Dördüncü Görüşme: 16 Ağustos Görüşmesi. *Mütâreke Dönemi Görüşmeleri Mütarekeye Doğru. *Beşinci Görüşme: 15 Kasım 1918. *Altıncı Görüşme: 22 Kasım 1918. *Yedinci Görüşme: 29 Kasım Cuma. *Sekizinci Görüşme: 20 Aralık 1918. *Dokuzuncu Görüşme: 15 Mayıs 1919. *Ya İzmir’de Neler Oluyor? *VE İSTANBUL’DA 10 NİSAN. *İŞTE VİZE. *VE 14 MAYIS 1919. *15 MAYIS 1919. *YILDIZ SARAYINDA. *SON GECE. *BİR TALAY GİDİYOR – BİR TALAY GELİYOR. *YÜRÜYORDU MUSTAFA KEMAL. *Son Görüşme: 16 Mayıs 1919. *Yüce Padişah Huzuruna. *Huzur-ı Cenab-i Tacidar-ı Azamiye Mahreci: Bafra 18 Mayıs 1335/1919. *Dersaadet Sadaretpenahiye Mahreci: Bafra 18 Mayıs 1335/1919. *19 MAYIS GÜNÜ.
PAŞA İLE SULTAN ARASINDAKİ SON İKİ GÖRÜŞME:
Damat Ferit, yemek sonunda Mustafa Kemal’e padişahla görüşmesini söyler. Bu saatlerde İzmir’de halk, İzmir’e Yunan askerlerinin çıkacağını duymuş, sokaklarda yürüyüş yapmakta, protesto etmekte ve feryatlar yeri göğü inletmektedir.
15 Mayıs 1919
Mustafa Kemal Paşa, 15 Mayıs sabahı doğruca Genel Kurmay’a gider. Fevzi (Çakmak) Paşa ile yeni Genel Kurmay Başkanı Cevat Çobanlı Paşa devir-teslim işlemleri yapmaktadır. Fevzi Paşa, Genel Kurmay Başkanlığından alınmış, yerine Cevat Çobanlı getirlmiştir. Sebebi ise; Fevzi Paşa’nın ‘Yunanlılar İzmir’e çıkarma yaparlarsa silahla karşılık veriniz’ emrini vermesidir.
Mustafa Kemal, Fevzi ve Cevat Paşalara veda ederek Babı-Ali’ye geçer. Hükümet, toplantı halindedir. İzmir’de Yunan işgalinin başlamasını görüşmektedir.
Mustafa Kemal’in geldiğini duyan bakanlar, salona yanına gelirler. İç işleri Bakanı Mehmet Ali Bey, Mustafa Kemal’e;
‘Allah Allah ne küstahlık… İşittiniz mi efendim. Yunanlılar İzmir’e çıkıyor’ diye söyler.
İzmir’in işgal edilmeye başladığını burada duyan Mustafa Kemal, hükümet üyelerinin şaşkınlığını çaresizliğini görmüştür.
Mustafa Kemal:
-Yaaaa bu da mı oldu?
-Evet
Mustafa Kemal:
-Ne yapmayı tasavvur ediyorsunuz?
-Protesto edeceğiz.
Mustafa Kemal; – Bu lâzımdır, doğrudur. Ancak böyle bir protesto ile Yunanlıların İzmir’den geri çekileceklerine ihtimal veriyor musunuz?
Bakanlar, Mustafa Kemal’in yüzüne bakarak;
-Fakat başka ne yapabiliriz?
Mustafa Kemal:
-Belki de daha… Kesin tedbirler düşünülebilir…
-Mesela ne gibi?
O zaman bir ses, eğer yanlış hatırlamıyorsam Mehmet Ali Bey’in sesi cevap verdi, diyor Mustafa Kemal: Öyle hareketlere kalkarsak bize ne yaparlar bilir misiniz?
Mustafa Kemal, tabiî ki bir şeyler söylemeyi düşünür ama diyemez. Bahriye Nazırına;
-Bizi Anadolu’ya götürecek vapur hazırdır, değil mi? diye sorar.
Mustafa Kemal: Doğrudan doğruya vapur kaptanına emir verebilir miyim?
Bahriye Nazırı: ‘Hay hay’ der.
Mustafa Kemal, bakanlara vedâ ederek oradan ayrılır. Daha yapacak çok işi vardır. Arkadaşı Fethi’yi Bekirağa Bölüğünde ziyâret ederek ona sırrını açıklar. Oradan ayrıldığında sarayın yolunu tutmuş, akşam olmadan saraya gidebilmek için acele etmektedir.
Mustafa Kemal, hızla saraya giderken Kurmay Başkanı Albay Kâzım (Özalp) Bey ile Samsun’a gidecek olan 25 Nefer (er) için vize almış. Karargâhın kesin lisesini de Harbiye Nezâretine bildirmişti. Bu listede; Erkan 1, Zabitan 16, Efrad (fertler-insanlar) 25, binek hayvanı 3, otomobil 1, bilgileri verilir.
Görüldüğü gibi müfettişlik karargâhının erlerle birlikte toplam sayısı 48’dir. Ancak Albay Refet de iki erle birlikte 3 kişi olarak Bandırma Vapuru ile gidebilmek için izin almıştır. Yani 15 Mayıs günü Mustafa Kemal Paşa, saraya Padişah Vahdettin Han ile görüşmeye giderken Bandırma Vapuru’nun askerî yolcu sayısı da 51 kişi olarak belirlenmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, saray yolunda acele etmesine rağmen ancak akşamüstü saat yedi buçukta Yıldız Sarayı’na ulaşabilir.
Yıldız Sarayında
Mustafa Kemal, kara haberin etkisiyle saraya girer. Boğaza bakan küçük bir salona alınır. Salonun penceresinden düşman savaş gemileri görülmektedir.
İşgalcilerin gemileri denizi demir yığınları gibi kaplamıştır. Neredeyse deniz görülmez. Padişah odaya girince, Mustafa Kemal Paşa ayağa kalkar. Ama Padişah, Mustafa Kemal’i yanına oturtur. Ebette İzmir’e Yunan askerlerinin çıktığı, İzmir’i kana buladığını padişah da duymuştu. Mustafa Kemal Paşa Vahdettin Han görüşmesi, 15 Mayıs Perşembe günü akşamüzeri bu acı haberlerin karamsarlığı içinde başlamıştır.
Mustafa Kemal Paşa, bu ikili görüşmede yapılan konuşmaları şöyle aktarmıştır:
Pâdişah dedi ki;
-Paşa, Paşa sen şimdiye kadar devletimize çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba geçti. Bu bir târih kitabıdır. Dirseğinin altındaki kitabı gösterdi ve devam etti:
-Târihe geçti. Bunları unutunuz. Bundan sonra edeceğiniz hizmetler şimdiye kadar yaptığınızdan çok büyük olacaktır. Dikkat ve sadakatle çalışırsanız, devleti düştüğü bu felâketten kurtarabilirsiniz. Birçok komutanı Anadolu’ya gönderdim. Sizin göreviniz, bunları denetlemek olacaktır.
-Bu hususta elimden geleni yapacağım, buna emniyet buyurunuz efendim.
Pâdişah ayağa kalktı elimi sıktı.
-Muaffak olunuz, dedi.
Zekeriya Türkmen’e göre bu görüşmede Padişah Vahdettin şu sözleri de söylemiştir:
-Görüyorsunuz, ben artık memleketi ve milleti nasıl kurtarmak lâzım geldiğini tasavvurda dücar oluyorum. Ve ellerini havaya kaldırarak da:
-İnşallah millet müteriebbih ( ve müteyakkız (uyanık) olur: bu vaziyet-i elimeden (kötü durumdan) gerek beni ve gerekse kendini tahsis eder (kurtarır) .
Mustafa Kemal huzurdan çıkınca, yanına Baş Yaver Naci Paşa gelerek;
-Bu, zat-ı şahânenin ufak bir hâtırâsı, diyerek kapağı üzerinde ‘Sultan Vahdettin’ markası işlenmiş bir kutu uzatır.
Mustafa Kemal saraydan çıktığında hava iyice kararmış, akşam olmuştu. Doğruca evine gitti, ertesi günü Cuma idi, çok işi vardı.
Ne yazık ki evine henüz girmişti ki kötü haberler gelmeye başladı. Bandırma Vapuru’nun Karadeniz’de İngilizler tarafından batırılacağı haberleri akıyordu. Mustafa Kemal, 15 Mayıs gecesi Bandırma Vapuru’nun kaptanı İsmail Hakkı Durusu’yu evine çağırdı. Samsun yolculuğunu ve alınacak önlemleri konuştular.
Mustafa Kemal, o geceyi nasıl geçirdi? Kimlerle ve âilesiyle neler konuştu? Acaba annesiyle ve kardeşiyle konuşabildi mi? Belki de ailesine hiç zaman ayıramadı… Sabah olunca yapacak çok işi vardı. Cuma namazına gidecek, Cuma selâmlığından sonra Vahdeddin Han’ı ziyâret edecek vedâ edecekti. Öğle sonu da Bandırma Vapuru ile Samsun yolculuğuna çıkacaktı…
ALİ AK 1950’de Bafra’nın Kolay Beldesi’nde doğdu. İlkokulu Kolay’da, ortaokulu Bafra’da bitirdi. Perşembe İlköğretmen Okuluna yatılı öğrenci olarak girdi. 1969’da buradan mezun oldu. İlk görev yeri olan Bafra’nın Ozan Köyü İlkokulu’nda vazifelendirildi. Askerlik görevini bitirdikten sonra Bafra’nın Kozağzı Köyü’nde bir süre çalıştı. 1972’de Bafra’nın Kolay Beldesi Merkez İlkokulu’na, 1990’da Bafra Altınyaprak İlköğretim Okulu’na, 1993′ de Bafra Mithat Paşa İlköğretim Okulu’na tâyin edildi ve 1995’de de buradan emekliye ayrıldı. Başta kendi köyü Kolay olmak üzere Bafra’nın köylerini dolaşarak yaşayan Kurtuluş savaşı gazileriyle söyleşiler yaptı. Bu çalışmalar sonucunda 1983’te yayınlanan ‘Kurtuluş Savaşı Yıllarında BAFRA’ adlı kitap ortaya çıktı. Sadece Bafra köylerinde değil, Havza ve Vezirköprü köylerinde de yakın târih çalışmaları, mani, bilmece ve masal derlemeleri yaptı. Özellikle Kolay’da çalıştığı dönemde halkbilim (bilmece, masal vb.) çalışmalarında öğrencilerinin de önemli katkıları oldu. Kolay’da çalıştığı 18 yıl boyunca araştırmalarına devam etti. Eski Anadolu uygarlıklarının, özellikle Hititleri inceledi. Değişik uygarlıklardan kalan Bafra’daki târihî eserleri inceledi. Öğrencilerinin yanında kendisi gibi eğitimci olan eşi Hacer Hanım’ı da bu çalışmalara dâhil etti. Bu çalışmalar sonucunda ‘Samsun’dan Türk Dünyâsına Maniler’ kitabını 2020 yılında yayınladı. Yıllardır il il, kütüphâne kütüphâne gezerek Halkevleri Bafra Şubesi’nin yayın organı olan ‘Altın Yaprak Dergisi’ hakkında bilgiler topladı. İnternetten epeyce bir sayıyı arşivine kattı. Bütün bu emeklerini târihe not olarak kaydetti. 2022 yılının sonuna doğru Altın Yaprak’bütün sayılarından (29 sayı) oluşan ‘Altın Yaprak Dergisi’ tıpkı basımını hazırladı. Yakın târih üzerine araştırma yazıları bazı gazete ve dergilerde yayınlandı. Hâlen Bafra Haber-Bafra’nın Sesi gazetesinde yakın târih üzerine araştırma-inceleme yazıları yayınlanmaktadır. Ali Ak, Neyzen Tevfik’in âilesiyle aynı toprağın çocuğudur. Ve Neyzen Tevfık ile ilgili 100’ün üzerinde kitap, gazete, dergi vb. belgenin yeraldığı zengin bir ‘Neyzen Tevfık Kolaylı Arşivi’ne sâhiptir. Ali Ak’ın Yayınlanmış Kitapları: *Kurtuluş Savaşı Yıllarında Bafra (Yakın Târih Araştıması, Kendi Yayını -1983) *Samsundan Türk Dünyasına Maniler (Eşi Hacer Ak ile birlikte, Kendi Yayını- 2020) *Altın Yaprak Dergisi Tıpkı Basım (Derleyen Ali Ak, Kendi Yayını -2022) *Atatürk-Vahdettin Görüşmeleri (Yakın Târih, Astana Yayınları- 2023)