10.5 C
Kocaeli
Çarşamba, Kasım 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 60

Pabuçlar Dama Atılmalı

            Amacım, kimseyi kızdırmak, üzmek değil; sadece “kral çıplak” demek. Hep kendimizi kandırıyoruz: ya körüz ya dalkavuğuz ya yalakayız ya gafiliz … İçimizde o kadar çok hain var ki düşman ihtiyacımızı da gideriyor.

            Konya’da bina çöküyor, insanlar ölüyor; anlaşılıyor ki işin temelinde ihtiras var.  Bolu’da otelde yangın çıkıyor, 78 kişi yanarak ölüyor. Görülüyor ki işin temelinde ihmal ve iltimas var. İhmal, felakete giden yolculuğun ilk adımı.

            İnsanların, ahlak yoksunu muhterislerin ürettiği bozuk düzen tanrılarının suçsuz yere gazabına uğradığını çaresizce seyretmek kahrediyor beni.

             Binaya ağır hasarlı raporu veriliyor, olayla ilgili olarak dokuz kişi tutuklanıyor; ama ikinci günde siyaset erbabı bu olayın üzerinde tepinmeye başlıyor.

            Maden ocakları çöküyor, tren kazaları oluyor, deprem faciaları yaşanıyor; olaylarla ilgili teknik hatalar dillendiriliyor, birkaç kişiye göstermelik ceza veriliyor; ancak katliam nitelikli felaketler devam ediyor.

            Tuz kokmuş. Ahlak, kendisine itibar edilmediğini görünce siyasete de ticarete de eğitime de imara da yargıya da uğramaz olmuş. Ahlakın, baskın değer olmadığı bir toplumda yangın da bitmez, felaket de bitmez, yolsuzluk da bitmez, haksızlık da bitmez.

            Biz böyle değildik, bize ne oldu? Yoksa biz hep böyle miydik? Kendini vatandaşlık bağıyla bu topraklara ait hisseden herkese Türk denir, tanımını bir anayasal nitelik, hak, görev olarak öğrendik, öğretiyoruz, kabulleniyoruz. Uğur Mumcu bir gülmece dergisinden yaptığı alıntıyla Türk vatandaşlığını şöyle tanımlar: “İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza mahkemeleri usulü yasasınca yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”

            Birbirine uymayan, tutarsız şeyler için yamalı bohça deyimi kullanılır. Bu milleti saran bohçanın yamalı olmasından kaynaklanın sistemin sancısını iki asırdır, bilhassa son yüzyıl sürecinde toplumun her uzvunda oldukça yoğun hissediyoruz. Bohçanın bir parçasının adı Alman, bir parçasının adı Fransız, bir parçasının adı İsviçre, bir parçasının adı İtalyan. Bir parçasının adı da İslam; ancak o da akıldaneleri tarafından çekile çekile yaptırım gücünden mahrum bırakılmış. Kaynaştırıcı Türk ruhu da bu hengamede ve parçalı yapı içinde kendine sağlam bir zemin bulamamış.

            Osmanlı’da bozuk ve hileli mal üreten esnafın ayakkabısı, dükkanının damına atılırmış. İşini düzeltene kadar da orada kalırmış. İşini iyi yapmayan esnafı herkes bilirmiş böylece. “Pabucu dama atılmak” deyimi buradan gelir. Oradan buradan getirilen, kesinlikle bize ait olmayan parçalarla inşa edilen sistem, bozuk ürün çıkarıyor. Yanan oteller, çöken binalar ve ocaklar, liyaksız yöneticiler, iltimaslı ilişkiler, rüşvet ve yolsuzluk kokan tercihler, akraba ve siyaset perspektifli atamalar, adaletten ve hakkaniyetten uzak kararlar, vatanseverlik ve sorumluluk duygusundan yoksun yetişen nesiller… bozuk sistemin ürünü. Ürünler dama atılmalı, kim ne anlarsa anlasın, sistem ayakkabısız kalmalı. Bu millet, artık iki değirmen taşı arasında öğütülen buğday olmaktan çıkmalı, çıkarılmalı. Ufalandık, omurgasız un olduk, kendimizi hala dirayetli buğday diye kandırıyoruz.

            Sistem alarm veriyor. Sistem sahipleri ve sistemden otlananlar bunu görmezden geliyor. Sistemin pabucu dama atılmalı. Bir yerden başlanmalı; ama hemen başlanmalı. Allah (C.C) Mutaffifin suresi 1., 2. ve 3. ayetlerinde “Ölçü ve tartıya hile karıştıranların vay hâline! Onlar, insanlardan bir şeyi ölçerek aldıkları zaman tastamam alırlar. Fakat kendileri başkalarına bir şey satarken, eksik ölçüp tartarlar.” buyurur. Hayatın her anında, her mekânında ölçmek ve tartmak esastır. Ölçünün olmadığı yerde ne nizam vardır ne adalet. Adalet, devletin dinidir; toplumların temelidir. Adalet; rüşveti, iltiması, liyakatsizliği, yalakalığı, torpili kovan etkili silahtır.

            “Kurt, dumanlı havayı sever.” denir; bazıları da bulanık suda avlanmayı. “Sular bulanmadan durulmaz.” da denir. Sular, yeterince bulandı, canavar ruhlu muhterisler de yeterince semirdi. Yirmi küsür senedir iktidarda olduğu halde muktedir olamadığını iddia eden siyasi iktidarın da mazeretleri artık bitti. Ya devlet başa ya kuzgun leşe.

            Eskiye harcadığın yamaya yazık, derdi rahmetli annem. Yıkılmadan, aynı yere inşa edilemez yeni bina. Cesur ve kararlı şekilde, pabuçlar dama atılmalı, sahtekâr esnafa “kral çıplak” denmeli.

            Şimdi değilse ne zaman. Deniz bitti.

Girit Elden Giderken…

                                                                    ‘’Ah Vatan, ah vatan…’’

       (Bu yazı dizisi;  vatan topraklarından sökülüp atılan, sürülen, doğduğu topraklara hasret ölenler ile vatan kavramının ne demek olduğunu bilmeyenler için kaleme alınmıştır…)

…Birinci Bölüm…

    Tarih sayfalarına kazınan gerçekler, kimi zaman belgelere, kimi zamansa o gerçekleri yaşayanların not aldıkları yaşanmışlıklara dayanır. Kaleme almış olduğum bu yazı dizisi bundan 129 yıl önce vatan toprağımız Girit adası elden giderken, bu adada doğup büyümüş Giritli Mazlume’nin hatıra defterine yazdıklarını anlatacaktır.

   1896 yılında Girit’te yaşadığı, yaşanan olayları bir hatıra defterinde toplayan genç Türk kızı Mazlume’nin kaleminden derlenen bu gerçekler;  daha önce iki kez basımı yapılan küçük bir kitapçıkta toplanmış, Kıbrıs Türk’ünün medarı iftiharı büyük vatansever Prof. Dr. Derviş Manizade’nin üstün gayretleri,  milli şair Behçet Kemal Çağlar’ın Osmanlıcadan Türkçeye çevirisiyle ortaya çıkarılmıştır…

     Bu küçük kitapçığı Kıbrıs Türk Kültür Derneği İstanbul Şubesinin kütüphanesinde bulduğumda çok heyecanlanmıştım. Bir asırdan fazla bir süreç önce Girit adasında yaşanan gerçekleri anlatan bu kitapçıktan aktardıklarım, ‘’Kıbrıs’ta Rumlarla Bir Arada Yaşayalım’’ zihniyeti ile hareket edenlere vatan kavramının ne demek olduğunu da anlatan bir belge olacaktır sanırım.

    ‘’Megali İdea’cı maceraperest Rumların’’ Kıbrıs’ı ilhak edebilmek için hangi yollardan hareket ettiklerini Girit’te yaşananlar çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır…

    Rum-Yunan ikilisinin gerçek yüzünü ortaya koyan bu kitapçıkta anlatılanların, sadece bu kitapta kalmasına gönlüm, vicdanım razı olmadı. O nedenledir ki, siz değerli okurlarla paylaşmak istedim.

    Tarihimizin derinliklerinde kalan yaşanmış öyle olaylar vardır ki, günümüze ışık tutar. Üç bölüm halinde okuyacağınız bu yazı dizisinde;   1897 yılında adayı terk etmek zorunda kalan Giritli Türklerin o dönemde yaşadıkları acılarla, 1955-1974 yılları arasında Kıbrıs Türk’ünün yaşadıkları acılar, Rum’lar tarafından katledilmeleri tıpa, tıp aynıdır.

    Bu yazı dizisi; yalnızca Türk oldukları için öldürülen insanlarımıza yaptıkları işkenceleri unutan, unutturmaya çalışan eli kanlı Rum çetelerinin, bugüne değin bu vahşet tablosunu yaratanlar için bir özür dahi dilemeyen Rum yöneticilerinin ardına saklandıkları karanlık yüzlerini ama daha da önemlisi, tarihten ders almayanlara vatan kavramının ne demek olduğunu bir kez daha hatırlatacaktır.

  Unutulmaya yüz tutmuş, bu tarihi gerçekleri günümüze aktarırken; Rum ve Yunan mezalimi ile hayatlarını kaybeden tüm şehitlerimizin aziz hatıraları önünde bir kez daha saygı, minnet, şükran duyguları ile eğiliyor, vatan ve vazife uğruna hayatlarını feda eden kahramanlarımızı rahmetle anıyorum.

     İşte yiğit Türk Kızı Giritli Mazlume’nin hatıra defterinde yazılı, tarihin derinliklerinde kalan o mezalim günleri:

    ‘’1896 yılı şubat ayının bir karanlık gecesiydi. Ufuklar koyu bulutlarla kaplı, rüzgâr şiddetle esiyor, ağaçların uğultuları derin bir iniltiyi andırıyordu.

    Dağların tepeleri kar ile kaplıydı; kışın şiddeti dayanılmaz bir halde idi. Rüzgâr gittikçe korkunçluğunu arttırıyor, dehşetli bir bora baş gösteriyordu.

  Tabiatın bu korkunç görünüşle hüküm sürdüğü çevrenin bir noktasında, koyu bulutlar altında bir başörtüsüne bürünmüş görünen Defne köyü, Girit Adasının kuzeydoğusunda, bir kasırganın ortasına rastlamış bir ağacın üstündeki kuş yuvası gibi titriyor sanılırdı.

   Köy derin bir sessizlik içinde idi. Ortada in cin görünmüyordu. Bir-iki köpeğin kışın şiddetinden şikâyet edercesine acı, acı havlamasından başka bir yaşama ve uyanıklık belirtisi yoktu. Erkenden yatmak zorunda olan rençperler derin bir uykuda idiler. Soğuktan uyuyamamış bir ihtiyar, mangal başında yaşlı karısı ile büzülmüş oturuyordu. Yeni evli bir çift, kavuşmalarının ilk gecesini yaşıyorlardı.

 Bir genç anne kim bilir hangi içgüdüsü ile uyanmış, çocuğunu vakitsiz emziriyordu. Herkes tabiatın bu amansız zalimliğinden kaçıp köşesine sığınmış, bunun geçici olduğuna, iyi günlerin geleceğine inanmış yuvasında uyuyordu…

   Bilmiyorlardı ki, akıl edemiyorlardı ki, tabiattan daha zalim, kıştan daha amansız, insan kılığında bir sürü felaket, üzerlerine yaklaşmakta idi. Bu karanlık gecenin, yarını olmayan bir ebedi gece, kıyamete kadar uzayacak bir felaket gecesi olduğunu nereden bileceklerdi? Köyü kuşatan Rum çeteciler kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı:

    ‘’Ne ala tedbir! Herifleri ağa tutulmuş balık gibi elde edeceğiz!.. Daha doğrusu kapana tutulmuş fare gibi yakalayacağız!.. Şerif Alaki’nin (Ali Ağakinin) tarlaları benim olacak ha!.. Budalalar şimdiden ne paylaşıyorsunuz? Bir şey yapamamak ihtimalide var: Bizim tüfeklerimize karşı onların martinleri de yok mu? Bir şeyden haberleri yok ki, karşılık koymalarından korkalım. Tedbirli davranırsak Türk’lerin teki bile kurtulamaz. Evet, hiç biri kurtulmamalı, bir teki bile sağ kalmamalıdır. Öteki isyanlarda olduğu gibi hücumumuz, dağınık ve önemsiz değil, bu defa esaslı, ciddi ve umumidir. Bu sefer Yunanistan’dan gelmiş 4000 kadar asker arkadaşımız ve yardımcımız, yine Yunanistan’dan gelen mükemmel toplarımız, subaylarımız da var. Etnik-i Eteria durmadan para ve malzeme gönderiyor. Bu sefer hiçbirini sağ bırakmamak şart. İleri, palikaryalar, ileri!..’’

  Bu eşkıyaca konuşmalar, başlarında siyah mendiller bağlı, kaputlu, şalvarlı, çizmeli, tüfekli, kılıçlı, baltalı, yüz elli kadar korkunç kıyafetli haydut arasında geçiyordu…

  Her biri bir başka biçimde kan içmeyi kuruyor; kâh ıslık çalıyor, kâh eşkıya türküleri söylüyorlardı. Yaklaştıkça susup yavaşlayarak Defne köyüne doğru yürüyorlardı…

Birinci Bölümün Sonu…(Devam Edecek)

K i m l i k

     Çocuk doğar doğmaz,

     İlk sahip kılındığı, ilk edindiği şey;

     Hüviyet Cüzdanı yani Kimlik Kartı’dır.

     Aklı başına gelince, her çocuk; neye mensup,

     Kime ait ve hangi ükenin vatandaşı olduğunu bilir.

     Artık başıboş olmadığını,

     Kendi başına buyruk bulunmadığını idrak eder, anlar.

     Hangi millete mensup olduğunu,

     Nasıl bir vatanda yaşadığnı,

     Hangi dili bilip konuştuğunu şuur edinip;

     Bilinç sahibi olduğunu iyice anlayınca,

     Hangi milletin, hangi dilin ve hangi vatanın

     Ferdi ve bireyi olduğunu anlayıp idrak ederek,

     Bütün bunları içselleştirdikçe;

     Dünyada hangi vatanda yaşadığını anlayınca,

     Hangi milletin ferd ve bireyi olduğunu sezince;

     Vatandaşlık şuur ve bilinci

     Artık onda yer etmeye başlar.

     İşte ancak o zaman;

     Çıkarılan Hüviyet Cüzdanı / Kimlik Kartı’nın;

     Nasıl bir yol gösterici olarak;

     Hayatta insana nasıl kılavuzluk ettiğini;

     Anlamış olmanın haklı gururuyla vatanını sever,

     Halka karşı muhabbet ve sevgisi artar.

     Konuştuğu dilin yani Güzel Türkçe’nin

     Büyüleyici anlatım ve iletişim güzelliği karşısında,

     Anasının südünü emerken aldığı anlatımsız zevki;

     Artık idrâk etmiş olmanın sihirli atmosferinde

     Arasında bulunduğu insanları;

     Tarifsiz duygularla nasıl sevdiğini

     Ve sevmesi lâzım geldiğini,

     Konuştuğu lisanın / dilin;

     Asırlarca solunan havanın atmosferiyle

     Kendisini nasıl mest ettiğini,

     Bir kere daha

     Fakat bunları tam bir bilinç,

     His ve duyguları ile masseder / emer.

     Böylece:

     Türk Vatandaşı olmanın “Hubbü’l-vatan mine’l-iman.” dan geçtiğini;

     İmandan gelen vatan sevgisinin nasıl bağlayıcı iksir olduğunu;

     Herkesi tarifsiz bir sevinç içinde bıraktığını görür. Üstelik:

     Asıl vatana bu vatandan nasıl geçileceğinin de muştusunu,

     En güzel şekilde edinmiş olur!

     Doğduktan sonra edinilen kimlik sayesinde;

     Ebedî Hayat’ın da

     Kimliğini edinmiş olmanın sevinciyle;

     Yere göğe sığmaz mânevî bir kimliğin sahibi olduğu için,

     Her şeyin Sahibine der: “Elhamdü lillah.”

Umut TIP Merkezi

İzmit’imizde sağlık hizmeti veren kişi ve kurumları tanıttığım yazılarımdan olan bu makalemde de Umut Tıp Merkezi’ni anlatacağım. Burası 99 depreminde şehrimizin sağlık hizmeti veren yerlerinden birisidir. Eski İstanbul Caddesi 38 nolu binanın zemin ve 1. katında bulunuyordu(şu anki Kocaeli Müftülüğü karşısı). Kocaeli Devlet Hastanesi’nin 4 hekimi tarafından, hekimlere mesai dışında hekimlik yapabilme imkânını sağlayan muayenehane açabilme yetkisinden yararlanılarak açılmıştı. Bu hekimler:

 Dr. Baha YAVUZ: 1987 Cerrahpaşa Tıp mezunudur. Askerlik ve mecburi hizmet sonrası, ailesi İzmit’te yaşadığı için, 1992 de Kocaeli Devlet Hastahanesi’ne gelerek acil servisinde çalışmaya başlamıştır. 2011’de tıp merkezinin kapanmasından sonra buradan ayrılmış ve Akademi Hastanesi’nin yoğun bakımında 2022 ye kadar çalışmıştır. Halen Kocaeli Sağlık Müdürlüğü’nde yönetici olarak çalışmaktadır.

 Dr. Mehmet BENGİ: Tarsus 1961 doğumlu olup 1985 Cerrrahpaşa Tıp mezunudur. Mecburi hizmet sonrası askerlik için geldiği şehrimizi sevmiş, 1989 da Kocaeli Devlet Hastanemizin acil hekimi olmuş ve aynı yerdeki eşi Dr. Demet Bengi ile birlikte çalışmışlardır. 2011 de buradan emekli olmakla birlikte şehrimizin önemli bir sanayi kuruluşu olan Çolakoğlu Metalürjide iş yeri hekimi olarak çalışmaktadır.

 Dr.Ünal ÇAKICI: 1986 Diyarbakır Tıp mezunudur. Askerlik ve mecburi hizmet sonrası ailesi İzmit’e yerleşmiş olduğu için 1992 de Kocaeli Devlet Hastanesi’ne tayinini yaptırarak acil sevisinde çalışmaya başlamıştır. 1993den beri Kartonsan’ın iş yeri hekimliğini de yapmaktadır. Dr. Suat YÜCEL: 1988 Bursa Tıp mezunudur. Askerlik ve mecburi hizmet sonrası doğum yeri ve memleketi olduğu için 1990 da İzmit’e gelmiş, Kocaeli Devlet Hastanesi’nin acilinde çalışmaya başlamıştır. Halen Kullar Sağlık Ocağı’nda aile hekimi olarak çalışmaktadır.

 Bu hekimlerimiz devlet hastanemiz acilindeki çalışmaları ile kendilerini tanıtmışlar ve halkımızın güvenini kazanmışlardır. Birbirlerine güvenip teşebbüs kabiliyetlerine de inanarak 1995 yılında yarı zamanlı çalışma imkânından yararlanarak, muayenehane hekimleri gibi çalışmak üzere, Umut Tıp Merkezi’ni açmışlardır.

 Bu hekimler ayrıca 1996 da hastanelerinde açılan yoğun bakımın doktorlarından olmuşlardır. Bu bölüm o tarihe kadar yalnız eğitim ve fakülte hastanelerinde vardır. Kazım Dinç’in bakanlığı döneminde pilot uygulama olarak Kocaeli Devlette de açılmıştır. Bu maksatla Dr Cem Coşkun, Dr.Demet Bengi, Dr.Mustafa/Dr.Berna Hanağası, Dr.Cengiz Polat ve onlar İstanbul Haydarpaşa, Koşuyolu ve tıp fakültemiz hastanesinde yoğun bakım ek eğitimi almışlardır. O tarihte bu hastanemize anestezi ve reanimasyon uzmanı Dr.Naim ÇELİK atanarak bu bölümün sorumluluğuna getirilmiş ve önemli yeni bir imkana kavuşmuştur. Bu bölüm hekimleri, 1996 da Dr. Burhanettin Ulusu ve 2002 de Dr. Şefik Postalcıoğlu’nun başhekimliği dönemlerinde, Kocaeli Gazetemizce yapılan EN İYİ ler seçiminde takım olarak ödül almışlardır. D.Naim Çelik ve bu arkadaşları daha sonra hastaneler yoğun bakım yönetmeliğini de yazan ekipte görev almışlardır.

 Umut Tıp Merkezi’nin sağlık hizmetlerinde ayrıca şu hekimlerin katkısı vardır. Dr.Suat Gürkan: Çocuk hastalıkları uzmanı olup askerlik ve mecburi hizmet sonrası eşinin ailesi İzmit’te olduğu için 1998 de buraya gelmiş, Umut Tıp ile anlaşarak tam zamanlı burada çalışmaya başlamıştır. Daha sonra ortaklarından da olmuştur. 2009 yılında ise ayrılarak İzmit merkezde, Dündar Çiğit sokakta açtığı muayenehanesinde hekimliğine devam etmektedir.

 Dr.İsmail Yılmaz: Kadın Doğum uzmanıdır. Mecburi hizmeti gereği Kandıra Devlet Hastanesi’ne gelmiş ve bu ilçemizin ilk kadın doğum uzmanı olmuştur. Orada başhekimlik de yapmıştır.1998 de Kocaeli Devlet’e gelmiş ve 2000 yılında Umut Tıp ile anlaşarak çalışmaya başlamıştır.2008 yılında buradan ayrılmıştır. Halen Körfez Marmara Hastanesi’nde çalışmaktadır.

Ayrıca Kocaeli Devlet Hastanesi enfeksiyon hastalıkları uzmanı Dr.Fuat Karapınar, Atakent Cihan Hastanesi çocuk cerrahi uzmanı Aykut Özdamar, Özel Aktif Hastanesi KBB uzmanı Muhittin Saka, Gölcük Deniz Hastanesi hekimlerinden dahiliye uzmanı Serkan Boztepe ve eşi hariciye uzmanı Hülya Boztepe, SSK Hastanesi hekimlerinden İbrahim Koç buraya katkı verenlerdendir. Halen Cihan Hastane’miz başhemşiresi Gülhan Taner ile Medar Hastanesi yönetiminde çalışan Özlem Kayraklı ile Nilgün Çalık da burada çalışmış olanlardandır.

 Umut Tıp Merkezi 50 ye yakın çalışanı ile 7 gün 24 saat, günde 150/200 kişiye sağlık hizmeti vermiş olan bir kurumumuzdu. Hekimlerin serbest çalışmalarına getirilen kısıtlamalar ile tıp merkezlerine uygulanmaya başlanan yeni yönetmelikler sebebiyle 2011’de kapanmıştır.

 Bu vesile ile şehrimizin sağlık hizmetlerinde emeği geçen başta hekimlerimiz olmak üzere tüm sağlıkçılarımızdan ölenlere rahmet, yaşayanlara sağlık ve afiyetler dilerim.

Erken-Türkler ve Bugünü Anlamak

Kâzım Mirşan Erken Türklerin Ana Yurdu konusunda şu sınıflamayı yapmaktadır

I-Erken Türklerin Birinci Ana Yurdu, Tamgalısay ve çevresi( Kazakistan)

II-Erken Türklerin İkinci Ana Yurdu:  Ulu- Kem Biltiri (Havzası)

III-Erken Türklerin Üçüncü Ana Yurdu Oral (Ural) Dağları

IV-Erken Türklerin Dördüncü Ana Yurdu Doğu Anadolu

V-Erken Türklerin Beşinci Ana Yurdu:  Güney Batı Fransa (Sumer, 2021)

Güney Fransa hayli erken bir çağda Türklere Ana Yurt olmuş olmakla birlikte öbür ana yurtlardan farklı bir durum göstermektedir. Bu fark bu bölgede Ural dağlarındaki Şölgentaş Mağarası kadar eskiye giden erken Türkçe yazıtlarının bulunmasına rağmen erken Türkçenin devamlılığı ve gelişme safhaları öbür ana yurtlarda olduğu gibi düzenli olarak izlenilmemektedir. Bununla birlikte güneybatı Fransa’yı yurt edinmiş erken Türkler Etrüsklerin Latinceye tesirinden çok önce Avrupa dillerini (Fransızca, İngilizce ve Almancayı) etkilemişlerdir. Bu dillerdeki erken Türkçe sözler gösteriyor ki “modern olmayan OYUS-AS”  halinde yaşayan bu insanlar yazı yazmayı bilmedikleri gibi ben demeyi bile “erken Türkler”den öğrenmişlerdir. Alfabetik Yazı Başlangıcı kitabının Tamgalar kronolojisi bölümünde Kâzım Mirşan şu ilginç soruyu soruyor ve yanıtını araştırıyor: “ Acaba Türkler ilk önce hangi damgayı yazdılar ve onu hangi Tamga takip etti?” (Sumer, 2021: 357-358). Bu sorunun cevabını kitaplarında çok yönlü derin analizlerle vermiş olan Mirşan’dan burada sadece bir mağara resmi yorumuna dikkat çekilecektir.

Kâzım MirşanŞölgentaş Mağarası Resim ve Yazıları Atalarımızın 16.000 Yıl Önce Bıraktığı Eserler” isimli eserinde şunları yazmaktadır:

“OĞUŞ Yaratıcı” kişilik yazı ile başlar.  Nitekim biz bugünkü kişilerin OĞUŞUM BUDUN ( Medeni kavim)  olma sıfatını, buzul çağında mağaralarda yaşayan kişilerin bir şeyler anlatmaya yönelik resimleri ve bu resimlerden geliştirdikleri TAMGALAR’la  tanımlayabilmekteyiz. Bu TAMGALAR  ile bugünkü OĞUŞ’umuza(Uygarlığımıza) – Binlerce yıl önceki ANANTIMADI (antik);  yani BURUNĞU (arkaik)  yüksek bir OĞUŞ(uygarlık)’tan  kaynaklanan- eşsiz bir kültür iletilmiş bulunuyor. Bugünkü alfabelerin gelişimini sağlayan ANANTIMADI (antik) kültür “ tek” idi, çünkü Çin, Sümer hiyeroglif  yazısı vb.  gibi yazılar ya bu kültürden etkilenerek ortaya çıkmışlar veya dar bir çerçevede teşekkül ettikten sonra tutunamayarak yok olmuşlardır (Mirşan, 2000: 30).

Tamgalar nasıl gelişti?

Bugün biz elimize bir kalem alır ve önümüze bir kağıt koyarsak, aklımıza gelen her şeyi yazabiliriz. Ancak harflerin bulunmadığı bir çağda böyle bir işlem nasıl yapılır? İşte bilginlerin, avcı, büyücü, şaman, hayvan-kişi adlarını verdikleri, mağara çağına BİRİLE (ait- Necdet Sumer-), acayip kişi resimleri aslında böyle bir gayretin sonucudur. Les Trois Freres Mağarasındaki resim bize Geyik Avlamak isteyen avcılara ressam tarafından verilen bir SABAQ’ı (ders- Necdet Sumer-)  gösteriyor. Avcı, geyikleri korkup kaçmamaları için başına bir bizon maskesi geçirmiştir. Ressam böyle bir avcıya bakan bir geyiğin onu bizon zannedeceğini anlatmak için, avcıya bakan geyiğin de başına bir bizon maskesi geçirmiştir ve “işte, başınıza bir bizon maskesi geçirirseniz geyikler sizin bizon olduğunuzu zanneder, kaçmazlar” demek istiyor (Mirşan, 2000: 29). Bu mağara resimleri  “Tamgaların” 18.000- 12.000 yıl önce buzul çağında yaşayan mağara kişileri tarafından şekillendirilmeye başlandığını kanıtlamaktadır (Mirşan, 2000: 30).

Alfabetik yazı başlamadan önce insanların resimlerle düşüncelerini anlatması, çevresine hatta gelecek kuşaklara ders vermesi ve tecrübelerini aktarması mümkün olabiliyordu. Erken Türklerden kalan ve çok şey anlatan bu mağara resmi 13. 000 yıl öncesine tarihlenmektedir. Necdet Sumer, Kazım Mirşan’ı okurken düştüğü şu not günümüz olaylarını anlamak ve onlara ışık tutması açısından çok önemlidir: “Batı merkezci sömürgeciler de böyle yapmıyor mu” Bir yandan da aklıma Avrupalılar Irak’ı Libya’yı, avlarken başlarına uygarlık maskesi geçirenler! daha da acıklısı, onların gerçekten Uygar sanılmaları….. ne müthiş bir metafor, eline sağlık mağara ressamı!” (Sumer, 2021: 342-343) Necdet Sumer, Kâzım Mirşan’ın Mağara Yazıtları hakkında bir “okul karakteri” gösterdiğini vurguladığını da hatırlatmaktadır.  Bunlar diğer birçok yerde olduğu gibi “karargah personeli yetiştirmek için verilen” yahut “yönetim için verilendersler (Sumer, 2021: 360) olmaktadır. Bugünkü Türk insanı bu mağara resminden daha birçok dersler ve mesajlar çıkarabileceğini mutlaka düşünmelidir.  

Kaynaklar:

Kâzım Mirşan, Şölgentaş Mağarası Resim ve Yazıları Atalarımızın 16.000 Yıl Önce Bıraktığı Eserler, Kâzım Mirşan Yayını, 2000.

Necdet Sumer,  Atatürk’ün Özlediği Bilgin Kazım Mirşan’ı Okurken, Detay Yayıncılık, Ankara, 2021.

 Ötüken Neşriyat’tan, Hüseyin Nihal Atsız’ın Yazdığı Muhteşem İki Eser

1- Bozkurtlar Diriliyor

(Dördüncü (Son) Bölüm)

Bozkurtlar Diriliyor adı ile yayınlanan ikinci cilt, 13,5 X 21 santim ölçülerinde, 191 sayfadır. ‘İhtilalden Sonra Çin’ başlıklı bölümle başlıyor.  

Çin hükümdârı ihtilâlin 41 kişiyle yapıldığına inanmıyordu. Göktürk askerlerinin acemiliği sebebiyle kaçıp kurtulanların yeni bir ihtilâle teşebbüs edeceğine inanmıştı. Belki de onlara, kendi ülkesinin yönetiminde bulunan üst seviyedeki yöneticiler ve ordu komutanları yardım etmişti. Onlar tarafından kurulan pusuya düşmemek için ne yapacağını bilemiyor, şaşkınlık ve tedirginlik içerisinde yaşıyordu. Şehit 41 kişi, ihtilâlde en fazla 500 Çinli askeri öte dünyaya göndermişti. İhtilâlden sonra kurulan mahkeme 2000 kişiyi suçlu bularak idam etmişti. Herkes suçlu olabilirdi. Fakat herkesi suçlu bulup öldürmek olmazdı ki… İmparator Tay-tsung çok düşünceli idi. Korktuğunu ancak kendi kendine itiraf ettiğini zannetse de herkes onun korktuğunu biliyordu. Onlar da bir adâletsizliğe mâruz kalacağından korkuyordu.

Herkes rüyâsında, birçoğu da kâbus sebebiyle silahlı ihtilâlcileri görüyordu. Ne kadar da kalabalıktı… 

Siganfu sarayının büyük bir odasında toplantı heyecanlı bir hava içinde açıldı. Nazırlar, Çin kağanının karşısında sinirlerine hâkim olabilmek için kendilerini sıkıyorlardı. Kağan, Kür Şad ihtilalinden sonraki durumunu anlatarak başkentteki rahatsızlığın önüne nasıl geçilebileceğini, bunun için yapılması gereken işlerin neler olduğunu sordu. İşin aslına bakılırsa kendisi de onlardan daha az heyecanlı değildi. İlk sözü Vey-çing aldı. Koyu bir Tîirk düşmanı olan bu adamın Türklere karşı duyduğu kin Kür Şad ihtilalinden sonra büsbütün artmış, Türklerin yok edilmesini kendisine vazife edinmişti. Düşüncelerini büyük bir konuşkanlıkla anlatarak Türklerin tehlikeli ejderler olduğunu, günün birinde Çinin batmasına zemin hazırlamaktansa şimdiden bir çare düşünmek lâzım geldiğini söyledi. Çareyi de soğukkanlılıkla bildirdi: Çindeki bütün Türkleri öldürmek…

İşi gücü Vey-çinge karşı gelmek, onunla tartışmak olan Ven-yen-po bu düşünceye hemen itiraz etti. O, Türkleri, Çinlileştirmenin devlet için daha faydalı olacağını ileri sürüyor, bu milletin kabiliyetlerinden faydalanmanın Çine getireceği menfaatleri sayıp döküyordu.

Li-pe-lo ikisi arasında bir tez müdafaa ediyor, Yen-se-ku da onu destekliyordu.

Çin kağanı bugün çok irâdesizdi. Hangi nazır konuşursa onun tesirinde kalıyor, böylelikle durmaksızın fikir değiştiriyordu.

Nihâyet, uzun tartışmalardan sonra bir sonuca varılabildi: Atılganlıkları ve korkusuzlukları dolayısıyla Çinin içinde kalmaları tehlikeli görülen Türkler yeniden eski yurtlarına gönderilecekti. Gök Türklerin yurduna, Türk soylu Sırtarduşlar yerleşmişti. Ülkelerine dönen Göktürklerle çatışacaklar ve birbirlerini yiyeceklerdi. Böylece Türklerden ebediyen kurtulacaklardı.

Göktürk ülkesindeki Türkler de boş durmuyordu. Doğu Göktürk Kağanlığı tarih sahnesinden silinmiş, Batı Göktürk Kağanı Tardu, ülkesini Çin üzerine sefer düzenleyecek kadar güçlendirmişti. Fakat Çinliler onu hile ile bertaraf etti. Batı Göktürk Hakanlığı da târih sahnesinden silindi. Aşina soyundan gelen Kutlug Beğ, 680 yılında İkinci Göktürk Devletini kurdu.  682 yılında da İlteriş adını alarak Kağan oldu. Bilge Tonyukuk’u vezir tâyin etti. Devlet eski gücüne kavuştu. Fakat Çinliler sınırları yakınında bir Türk Devleti kurulmasından korkuyorlar, bin bir desise ile yok etmeye çalışıyordu. Bilge Kağan devlet başkanı, kardeşi Kültekin ordu komutanı ve Tonyukuk vezir olarak birliği sağladılar ise de Yine Çinliler Bilge Kağan’ı zehirleyerek öldürttü.

Roman, bu gelişmelerin paralelinde, ustaca düzenlenmiş olaylarla, heyecan fırtınası hâlinde devem ediyor. Her sayfada ayrı bir civanmertlik, Türkün erişilmez ululuktaki kahramanlığı ve asâleti, okuyucuyu sayfalara kilitliyor, âdeta, sayfalar arasına esir alıyor.

İşte o sayfalardan biri:

İhtiyar kadın bütün gücünü kullanarak biraz toparlandı ve yorgun bir sesle anlatmaya çalıştı:

-Yarına çıkmayacağımı anlıyorum. Sana söyleyeceklerim var, dedi.

Urungu yavaşça anasının yanına çöküp bağdaş kurarak gözlerini ona dikti. Anasının kendisine söyleyeceği şeyleri büyük bir sabırla yıllarca beklemişti. Yazık ki sonsuz bir istekle bilmek istediği şeylere kavuşurken anasından ayrılıyordu. O, hiçbir anaya benzemeyen vefalı, çilekeş, iyi anadan… Yoksul ve kimsesiz bir aileye mensup oldukları halde en soylu kadınlardan daha üstün olan anadan…

Dirliğin sonuna ermiş olan bu iyi kadın şimdi kısık bir sesle konuşmaya başlamıştı:

-Urungu! Soğukluk yavaş yavaş yüreğime doğru yükseliyor. Yüreğime değdiği zaman benim için her şey bitecek ve ben ölmüş                olacağım. Ama bu ölüm benim ilk ölümüm değildir…

Urungu hayretle anasına baktı…

-Ben bundan çok önce ölmüş sayılabilirdim. Seni büyütüp er kişi yapmak için yaşadım. On beş yaşına girip er adını aldığın zaman yeryüzünde yapacak işim kalmamıştı. O zamandan beri yalnız bir şeyi görmek için yaşamaya çalıştım. O şey, senin yıllardır ardında koştuğun düşünce idi: Ötüken’de Türk kağanının oturduğunu, Türk türesinin yürüdüğünü görmek… Bundan otuz yıl önce, sen daha on bir yaşında bir çocukken Çıbı Tegin, Çinlilere karşı ayaklanıp Gök Türk Devleti’ni kurmaya çalıştığı zaman kurt başlı sancak Ötüken’de dalgalansın diye seni Çıbı Kağan ordusuna ben göndermiştim. Uç yıl, Çıbı Kağan tutsak edilip Çine götürülünceye kadar savaşlarda olgunlaştın; ölümcül yaralar aldın, iyi dövüştün. Babana yaraşır yiğit oğul olduğunu gösterdin,

Emeklerim boşa gitmediği için çok sevindim. Sütüm sana helâl olsun…

Kadın sustu. Yorulmuştu… Oğlunun sorarak bakan gözlerini görmeseydi daha epey susacaktı.

-Sen bahtı kara olarak doğdun. Çünkü doğduğun zaman Türkler Çine tutsak gideli beş yıl olmuştu. Urungu! Çıbı Kağanla birlikte Altaylar’a kadar vardın. Çok Türk ellerini gezdin. Fakat Ötüken’e, kutlu yere ulaşamadın. Bunun için sana ‘bahtın kara’ diyorum. Ölürken Ötüken’de bulunamayacağım hâlde benim kutum seninkinden üstündür. Çünkü orada doğdum. Uzun yıllar orada yaşadım… Kür Şad Çin sarayını bastığı ve Çıbı Kağan Altay’da pusata sarıldığı zaman gönlümde iki defa umut ışığı yandı. Şimdi bu ışık sönüktür. Ama onun külleri arasında yine bir kıvılcım yanıp duruyor. Öyle ki, öldüğüm zaman soğuyup donmuş yüreğimi yarıp açan olursa oradaki kıvılcımı görür. O kıvılcımın üstünde Ötüken’in hayâli de vardır… Urungu! Soğukluk yüreğime yaklaşıyor. Sana söyleyeceklerimi çabuk söylemeliyim. Artık kim olduğunu öğren! Senin asıl adın Urungu değidir!

Urungu bir irkildi:            

-Ya nedir? 

-Ne olduğunu ben bile unuttum.   

-Ne diyorsun ana? Her şeyi hatırlayan sen tek oğlunun adını nasıl unutursun

-Oğul! Sen gönül isteğinin ne demek olduğunu bilir misin? Senin adını unutmak istiyordum. Bunu öyle bir gönülden istiyordum ki sonunda unuttum. Bir daha da hatırlayamadım.

Urungunun kaşları çatıldı. Sesi dikleşti:

-Ana! Ben bu denli kötü bir oğul muydum ki adımı unutmaya uğraştın, sonunda da unuttun?

İhtiyar ananın gözleri şefkatle gülümsedi:

-Hayır! Sen çok iyi bir oğul olduğun için adını kendimden bile sakladım. Netekim babanın da kim olduğunu şimdiye dek senden ve herkesten sakladım.

-Onun da adını unuttun mu?

Kadın cevap vermedi. Gözleri biraz daha donuklaşmıştı!.. Urungu, babasının kim olduğunu öğrenemeyecekti. Ananın solumaları bir tuhaflaşmıştı. Oğluna çadırın kapısını göstererek:

-Şunu aç, içeri ışık girsin! dedi.

Kaldırılan keçeden içeri akşam ışığı doldu. Güneş yeni batmıştı. Gönüllere işleyen bir gariplik çadırın içini doldururken Urungunun sesi dalgalandı:

-Ana! Babamın da adını unuttun mu?

-Unutmadım! Unutmak istesem de unutamazdım. Baban unutulamazdı. Çünkü baban Kür Şaddı…

Urungu yeniden irkildi ve elini belindeki bıçağa attı:

-Bunu şimdiye kadar niçin sakladın?

-Çinliler öldürmek için seni arıyorlardı. Seni ne güçlüklerle sakladım, nelere katlandım, bilemezsin. Seni kaçırabilmem için ablan kendisini fedâ etti. Çinliler onu idam ettiler…

Kadının gözlerinden yaşlar aktı. Dışarda, dere kıyısındaki koyunlardan biri hazin hazin meledi.

-Ablanın da adını unuttum. Seni yaşatıp büyütmek için bunları unutmaya mecburdum. Ama babanın adını unutamazdım. Onu unuttuktan sonra senin ve benim yaşamamıza lüzum kalmazdı. Belindeki bıçak babanın bıçağıdır. Bumun Kağanın adı yazılı, damgası kazılıdır.

Urungu bıçağını kınından sıyırdı. Fakat yazıyı göremedi.

-O yazı her zaman görülmez. Güneş doğarken ve batarken görülür. Çadırın kapısına yaklaş. Bıçağı batıya tutarak bak.

Anasının dediği gibi yaptı. Sapın dibinde Bumun Kağan yazısını okudu. Öteki yüzünde de damgayı gördü, fakat bunlar o kadar silikti ki bilmeyen kişi göremezdi.

-Oğul! Şimdi güçlükle okuduğun yazı ile damga Türklerin kutu yükseldiği zaman bıçağın üzerinde ışıl ışıl ışıldarlar. Bu bıçağı büyük bir kam yapmıştı.

-Kıraç Ata mı?

– Hayır. Kıraç Atanın babası…

Bu sırada uzaktan dörtnala koşan atların ayak sesleri işitildi. Keskin bakışlarla ufka bakan Urungu yeni kararmaya başlayan ovanın kuzeyinden üç atlının gelmekte olduğunu görerek anasına ‘Geliyorlar’ müjdesini vermek istedi. Fakat onun sözünü kesmemek için bundan vazgeçti.

-Urungu! Bozkurt soyunun yüce bir oğlusun. Çünkü Kür Şad’ın oğlusun. Bununla övünmek hakkındır. Ben de Kür Şad’ın konçuyu olduğum için bütün ömrümce övündüm. Fakat bunu açığa vurmadım. Kağan olmak hakkı iken baban bu haktan vazgeçerek vuruştu. Sen de babana yaraşır oğul olmak istiyorsan Bozkurt soyundan olduğunu kimseye söylemeden yaşa. Kurt başlı bayrak Ötüken’e dikilinceye kadar vuruş. Bir tegin olarak değil, Urungu olarak kal!..

Urungu ömründe ilk defa olarak anasına itiraz etti.

-Niçin ana?

-Çünkü en güçlü, en iyi insan, hakkından vazgeçen insandır. En büyük kahramanlık da hiçbir karşılık beklemeden yapılandır. Kür Şad böyle yapmıştı. Ablan böyle yapmıştı. Sen de böyle yap. Senin de baban gibi olmanı istiyorum.

Urungu cevap vermedi. Nal sesleri yaklaşıyordu. Ölmek üzere olan ana, daha yavaş bir sesle şöyle dedi:

-Dediklerimi yapacağına, babana yaraşır bir oğul olacağına and içersen bahtiyar öleceğim. Kür Şad öldüğü gün ben de ölmüş saydırdım. Bu hayat yükünü sen yetişesin diye çektim.

Urungu, kendisini bildiği günden beri zavallı anasının katlandığı sıkıntıları düşündü. Kür Şad’ın konçuyu olduğu için değeri birdenbire yükselen bu ananın son isteğini yapmakta gönül açıcı bir sevinç duydu. Anasının yanına yere oturdu. Bıçağını çekerek yere bıraktı. Üzerine el bastı:

-Babama, sana yaraşır bir oğul, ablama yaraşır bir kardeş olmak için karşılıksız vuruşacağım. Andımı tutmazsam gök girsin, kızıl çıksın! dedi.

Kendisiyle birlikte bıçağa el basmış olan anası gülümsedi.

Nal sesleri çadırın kapısına kadar yaklaşmıştı. Üç atlı sıçrayarak atlarından indi. Kapıya fırlayan Urungu, elinde bir kımız çamçağı tutan Börü’yü görünce başını anasına çevirdi:

-Ana, bak! Börü sana bir çamçak kımız getirdi! diye müjde verdi.

Fakat çilekeş ana artık işitmiyordu. Bu dört çadırlık obanın üç çadırındaki herkes kadına belki şifa olur diye kımız aramaya koştukları hâlde yetiştirememişlerdi. Kür Şad’ın konçuyu, ihilalden sonra kırk yıl daha beklediği, kırk yıl daha çile çektiği hâlde Ötüken’i görmeden ölmüştü.           (BİTTİ)

Bir er ölmeyle ordu bozulmaz. Çilekeş fakat asil bir ananın ölümüyle de roman bitmez. 29. sayfadan sonrası okuyucuyu beklemektedir.

ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.  

İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50   

Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr  www.otuken.com.tr 

Ülke Nereye Evriliyor?

Alıntı yaptığım ülkenin kuruluş felsefesini özetleyen bir makaleden önemli bir kesit:
Zafer Partisi Siyasal Partiler Kanununa göre kurulmuş ve ona göre siyasi parti faaliyetlerini yürüten bir partidir. Siyasi Partiler iktidara alternatif olarak kurulur. Zaten, iktidarın icraatlarını beğenmediği için kurulmuştur. İktidara alternatif olmak için en büyük eleştiriyi de iktidara karşı yapar. Ümit Özdağ’da öyle yapıyordu. En son partisin Antalya teşkilatındaki bir toplantıda iktidarı eleştirdi. Bu sebeple İstanbul’da muhalefetin birçok belediyesine ve birçok muhalife dava açan başsavcılık Antalya’da Anayasanın, her partiye verdiği muhalefete etme yetkisini kullanan ve Ankara’da ikamet etmekte olan Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ hakkında Cumhurbaşkanına hakaretten soruşturma açıyor. Ve onu lokantada yemek yerken saat 21.00 sularında, apar topar gözaltına alıp azgın bir suçlu gibi İstanbul’a getiriyorlar. Dünya çapında bir ilim adamı, siyasetçi ve önemli bir partinin genel başkanı bu insan geceyi nezarette ve 30cm eninde 170 cm boyunda bir bankın üstünde geçirtiyorlar. Sabahleyin onu adliyeye götüreceklerini söylemelerine rağmen, suçladıkları konu ile ceza almasının mümkün olmadığı anlaşılınca apar topar suç bulmak için onu nezarette tutuyorlar. Onu nezarette tutarken sosyal medya hesaplarını inceleyerek, Kasyeri Emniyet Müdürlüğünde o gün tutulan bir tutanağı suç unsuru kabul ederek; milleti kin ve nefret duygularıyla ayrıştırmak suçlarıyla ilişkilendiriyorlar. Gözaltına alınmasına sebep olan Cumhurbaşkanına hakaretten beraat ettiriyorlar. Yeni ihdas ettikleri suç yüzünden sulh ceza hakimliği tarafında delilerin toplanmadığı bu sebeple delillerin karartıması ve kaçma şüphesiyle tutuklanıyor. Bu adam önemli bir partinin genel başkanı neden kaçsın? Delilleriniz yoksa neden tutukluyorsunuz? Deliller sosyal medyada var ve onları aldınız hangi delili yok edecek?
Özdağ’ın hukuki haklarına bir bakalım.
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU’NUNDA DER Kİ…
Cumhuriyet Savcısının Görev ve Yetkileri
Madde 160 2. Şık: Cumhuriyet savcısı, maddî gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adlî kolluk görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür.
Madde 161: Cumhuriyet savcısı, adlî görevi gereğince nezdinde görev yaptığı mahkemenin yargı çevresi dışında bir işlem yapmak ihtiyacı ortaya çıkınca, bu hususta o yer Cumhuriyet savcısından söz konusu işlemi yapmasını ister.
SORULAR

  1. Madde gereği: Kaçma tehlikesi olmayan ve acil gözaltına alınmasını gerektirecek hiç bir sebep yokken Türkiye’nin tanıdığı bir ilim adımı ve önemli bir partinin genel başkanı olan Ümit Özdağ’ın kanundan doğan hakları korunmuş mudur?
  2. Madde gereği: İddia edilen suç görev yapılan mahkemenin dışında olmasından dolayı Ankara veya Antalya Cumhuriyet Savcılarından söz konusu işlem yapılması neden istenmemiştir?
    SON DURUM SORULARI!
    1-Siyasi partilerin genel başkanları veya parti yetkilileri, iktidarda bulunan veya iktidarı destekleyen partilerin politikalarını eleştirmesi suç mudur?
    2-İktidarın eleştirilmesinin önü kesilirse siyasi partiler kimleri eleştirecek ve kendilerini nasıl anlatacaklar?
    3- Özdağ’ın konuştuğu ilin Cumhuriyet Baş Savcısı, ikamet ettiği Ankara Cumhuriyet Baş Savcısı, görevlerini ihmal mi etmiş mi oldular?
    4-Yoksa bu iki başsavcılık görevlerini bilmiyorlar mı?
    4-Cumhuriyet Baş Savcıları sadece İstanbul’da mı oluyor?
    5-HSYK bu duruma ne diyecek.
    6-İstanbul Vatan Emniyet Müdürlüğüne getirilen Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın yanına avukatları ve milletvekilleri sokulmuyor neden?
    7-İktidarı eleştiren kişilere karşı İstanbul’dan açılan soruşturmada Ankara Cumhuriyet Baş Savcılığına yazılarak talimatla ifadesi alınması mümkünken neden yemek yediği lokantada gözaltına alınarak İstanbul’a getiriliyor. Neden?
    8-Mademki adliyeye çıkarılmayacaktı bu gece neden apar topar gözaltına alındı? Yarın gözaltına alınarak adliyeye getirilse olmaz mıydı?
    9-Kaçma tehlikesi olmayan ve acil gözaltına alınmasını gerektirecek hiç bir sebep yokken Türkiye’nin tanıdığı bir ilim adımı ve önemli bir partinin genel başkanı olan Ümit Özdağ’ın kanundan doğan hakları korunmuş mudur?
    10-İfade vermeye davet edilse hukuk açısından ve siyasal haklar açısından daha yerinde ve doğru olmaz mıydı?
    11-Hava yolu dururken gözaltına alınanlar için uzun ve yorucu bir yolculuk olana kara yolu neden tercih edilmiştir?
    12-50.000 İnsanımızın katili avukat ve terörist sevici siyasilerle görüşürken sadece siyaset yapma hakkını kullanan Zafer Partisi Genel Başkanına bu eziyet niye?
    13-İktidar, iktidar yandaşları, muhalefet, halk, bütün millet demokrasinin nimetleri olan eşit hukuktan faydalanması demokrasinin gereği değil midir?
    14-Türkiye Baş Savcılığı diye bir baş savcılık varda biz mi bilmiyoruz?
    15-Cumhuriyetin Kurucularına kanunen yasak olmasına rağmen iktidardaki siyasetçilerimizin bir sürü sözlerinin takipçisi olacak savcılarımız yok mu?
    16-Suç, çete, mafyaların, hukuksuzluğun cirit attığı 20 milyonluk İstanbul’da bin bir korku ile yaşamaya mecbur olan vatandaşlarının güven için yaşaması ve şehrin huzuru için Cumhuriyet Baş Savcılığımız beklentilere yakın zamanda cevap verecek midir?
    17-Recep Tayyip Erdoğan, ne zaman Cumhurbaşkanı, ne zaman AKP Genel Başkanı olduğunu nasıl bilip te ona göre hareket edeceğiz?
    18-İktidara, sülaleye, iş adamlarına, kişilere, güçlülere, muhalefete, kentliye, köylüye, görüşlere, siyasi tercihlere göre hukuk algısı oluşturmamak için neler yapmak lazım.
    19-Hukuk adına yapıldığına inanılan yanlış uygulamalar vicdanların yaralanmasına ve hukuka güvensizliğin artmasına sebep olmaz mı?
    20-Gözaltına aldıktan bir gün sonra Kayseri Emniyet Müdürlüğünde yine bir gün sonra tutulan tutanakla mahkum edilmesi Ceza Muhakemesi Kanunu’na uygun mu?
    Kısaca, Türk Milleti nezdinde oluşan yukarıdaki istihfamlar sizlerin nezdinde önem affetmiyor ise;
    CUMHUR İTTİFAKI DIŞINDAKİLERE SİYASETİ YASAKLAYIN OLSUN BİTSİN!
    Göründüğü gibi Türk Milletinin yıllarca güvenini kazanan Milliyetçi Hareket Partisi programı olan Dokuz Işık’ın dokuzunu da kaybetmiş. Kuruluşuyla ve Türkeş Bey’in mücadele anlayışıyla tenakuza düşerek; PKK’nın siyasal temsilcisi Ahmet Türk’ün hapisten kurtarılmasını, Türkiye’nin ünlü mafya liderlerinin hapisten çıkartılmasına yardımcı olduğu, yılmaz FETÖ savunucusu Mümtaz Türköne’nin hapisten çıkmasına yardımcı olunduğu için birçok ülkücü Milliyetçi Hareket Partisinden ayrılarak ayrı ayrı partiler kurmuşlardır. MHP’nin içinden 10 dan fazla parti çıkmış. Hepsi de gerçek ülkücü kendilerinin olduğunu ifade etmekten de geri kalmıyorlar. İşte en büyük operasyon da buydu. Türk’ün direncinin mihenk taşları on parça edilerek paramparça etmişlerdi.
    Bu on parçalı Ülkücü Partiler birliğinden öne çıkan ve sömürü sistemini zorlayan iki önemli parti İyi Parti ve Zafer Partisi öne çıkmıştı. Sisteme ve baskıya tavırlı olup, ülke ve millet menfaatlerini her şeyin üstünde tutmaya çalışan İyi Parti ve Zafer Partisi yurt dışı ve yurt içi mihraklar tarafından örtülü operasyonlara maruz bırakılmaktadır. İyi Partinin milletvekilleri ve belediye başkanları istifa ettirilerek iktidar partisine geçmesi sağlanmaktadır. Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ ise tutuklanarak partisinin etkinliği azaltılmak istenmektedir.
    Yaşasın dava bildikleri yoldan sağa sola sapmadan dimdik yürüyenler.

 Ötüken Neşriyat’tan, Hüseyin Nihal Atsız’ın Yazdığı Muhteşem İki Eser

1- Bozkurtların Ölümü

(Üçüncü Bölüm)

Bozkurtların Ölümü

Beklenmedik türlü belâlarla boğuşmaktan bitkin bir hâle gelen Göktürkler, bir miktar gıda maddesi temin edebilmek için Çin’e akın etmekten başka bir çâre bulunamayacağı konusunda hemfikirdir.  Fakat Kağanlığın ileri gelenlerinden Bögü Alp, Işbara Han ve Kür Şad ile Tulu Han, Çin’e akın düzenlenmesinin yanlış olduğuna inanıyorlardı. Bu nasıl akın ise, Kara Han’ın komutasındaki tümen ile uğursuz Çinli Şenking tümeninden oluşan 2000 kişilik ordu zorlukla oluşturulabilmişti. 

Gerçekleştirilen akında Gök Türklerin 1000 askeri kırıldı, tam bir hezimet yaşandı. Çinlilerden yiyecek elde etme hayâli gerçekleşmedi. Kürşâd’ın atlıları hazin neticeyi önleyememişti. Kara Kağan’a yeni bir teklifte bulundu:

-Buyruk verin, ulak gönderin, İşbara Han ne kadar atlı toplayabilirse, toplayıp gelsin, Çin’e tekrar saldıralım.

-Göktürk Kağanlığı’nın geleceğini bir tâlih denemesine mi bırakacağız?

-Tâlih denemek, barış yapmaktan yeğdir. Çünkü barışla geleceğimizin kararmasını önceden kabul ediyoruz demektir. Tâlih denersek kazanma ihtimali vardır.

-Ben barış için Çine elçi yolladım.

-Barış için elçi göndermekle kötü ettin Kağan, Şimdi Çinliler bizden çok şeyler isteyeceklerdir. Onların isteğini kabul etmek, Çin’e tutsak olmakla denktir.

Kağan ümitsizce Kür Şad’a teslim oldu:

-Sen dilediğin gibi yap.

Kür Şad, gerekli gördüğü buyrukları verdi. 11.700 kişilik ordu, Kür Şad’ın emrindeydi. Şen King’e, Kara Kağan’a danışmaklık görevi verdi, askerlerini de kendi emri altına aldı.

Çarpışmalar durduktan, ortalık biraz yatıştıktan sonra barış görüşmeleri için hazırlıklar yapılırken, Çin ordusunun güneyden gelmekte olduğu öğrenildi. Az sonra göğüs göğüse savaş başladı. Başlangıçta Türkler az da olsa canla-başla çarpışıyorlardı. Akşama doğru, açlıktan ve yorgunluktan takatsiz kaldılar. Hapsi yorgun ve yaralı 2-3 bin kişi kalmıştı. Son hedef sâdece Kağanı savaş alanınan kurtarmaktı. Çünkü Kağan’ın varlığı ile Kağanlığın varlığı aynı şeydi. Hiç değilse bunu başardılar. Fakat kaç bin yıldır doğup batan güneş, hiçbir zaman ışıklarını böyle acıklı bir görünüşün üzerine serpmemişti.

Fâciadan 1 yıl sonra, hayatta kalan Gök Türkler başta Kara Kağan ve Kür şad olmak üzere Çin’in başşehri Siganfu’da tutsak olarak yaşıyorlardı. Bozkırda sonsuz yaylada at koşturmaya, açık havada yaşamaya alışmış olan Kağan’a, Çin başşehri zindan gibiydi. Oturduğu konağın büyük bahçelerine, havuzlarına bakamıyordu bile. Yalnız derin derin acı acı düşünüyordu.     

Gök Türk Kağanlığının büyükleri, esârette sanki kendi ülkelerindeymiş gibi konuşuyor: 

Koca Tarkan, kırışmış yüzünün ortasında hâlâ sert bakan gözlerini yere dikti: 

 -Zamanı Tanrı yaratmış, kişioğullarını onun içine pusatsız atmıştır. Kılıç, kargı, ok… Bunlar ancak kişioğullarına karşı işe yarar. Tanrı bize ölüm verdiyse, Türk budununu kutsuz kıldıysa bunu gidermek için çalışalım. Tutsak da olsan sen yine Gök Türk kağanısın. Ben de senin lalan ve Uluğ Tarkan’ım.            Kağan cevap vermedi. Kendisine geçmişi hatırlatan her şey içini kedere boğuyordu. Beyni iki nokta arasında yıldırım gibi işliyor, yüreğini oyuyor, onu ölüme götürüyordu: Gök Türk Kağanlığı ve tutsaklık…

Uluğ Tarkan yeniden söze başlamıştı:     

-Çin kağanı, Tulu Hana da özel çeri başbuğluğu verdi. Fakat Tulu Han bunu beğenmedi. Çünkü Işbara Hanın da özel çeri komutanı olduğunu, kendisinin ondan daha üstün bulunduğunu düşünüyordu.

Kara Kağan, Uluğ Tarkan’a bakıyordu. Bakışlarında sorgu vardı. Tarkan devam etti:          

-Tulu Han kağanlık umuyordu. Çin kağanı onun bu başbuğluğa kıvanmadığını görünce kendisine ayrıca

Peking şehrinin beğliğini verdi. Yarın yola çıkacak. 

Kara Kağan belli belirsiz gülümseyerek sordu:        

-Lala! Bunları bana niçin anlatıyorsun?  

-Çünkü Türk kağanısın!                                                                                                                                                                                              -Ordusuz, çerisiz, pusatsız, ülkesizTürk kağanı!…    

-Çerin burada tutsak olmuş, seni bekliyor. Pusatların Çin depolarında. Ülkende de Sırtarduşlar oturuyor. Bir gün bunların hepsi kurt başlı sancağın gölgesinde birleşecektir.        

– Biz o günü göremeyeceğiz.

-Oğullarımız görür. Oğullarımız göremezse torunlarımız görür.

Kara Kağan birdenbire ayağa kalktı. Ötüken’de olsaydı bu kalkış büyük bir öfkeyi anlatırdı. Şimdi ise yalnız dayanılmaz bir acıyı gösteriyordu. Uluğ Tarkan bunu sezdi ve yapabileceği kadar sâkin bulunmaya çalışarak şunları söyledi:  

-Işbara Han la Kür Şad seni görmeye gelecek.

Kara Kağan, Işbara Hanı çok severdi. Kendisine sonuna kadar sâdık kalmış olan Işbara Han ahlâkı, yiğitliği, yakışıklılığı ile her gittiği yerde kendisini sevdiren birisiydi. Nitekim Çinliler bile onu sevmiş, Çin Kağanı kendi özel çerilerinin başbuğu yapacak kadar güven göstermişti. Işbara Han bu rütbeyi kendi budununun aleyhine çalışmadan elde etmişti. Aykırıları bağdaştırmak her kişinin başaracağı iş değildi.                 Kara Kağan, Kür Şad’a karşı ise dâima biraz çekingen davranırdı. Bu da galiba Tulu Han’ın kardeşi olduğu içindi. Kür Şad hiçbir zaman Tulu Hanla işbirliği yapmamış olduğu hâlde Kara Kağan nedense ona ısınamıyordu. Kür Şad, kağanlığı kurtarmak için büyük fedakârlıklar yapmıştı. Fakat Kara Kağan ona, Işbara Han’a güvendiği kadar güvenemiyordu.      

İkisi birlikte geldiler. Onu Ötüken’de kağanı selamlar gibi selamladılar. Sonra büyük bir ciddiyetle, Gök Türk Kağanlığı varmış gibi konuşmaya başladılar. Bütün bunlar Kara Kağanı yaralıyordu. Acı bir sesle, artık bu gibi şeyleri konuşamayacağını, çünkü üç aydan beri tutsak olmanın utancını hâlâ silemediğini anlattı…                                                                                                                                                                                                  Işbara Han, bu sözler üzerine, Kağanın acısına saygı gösterip susmuş, Kür Şad ise yüzü kıpkırmızı olduğu hâlde ayağa kalkınıştı:  

-Sen üç aydır tutsak bulunuyorsun. Bizimki bir yıl oldu. Acıya kapılıp her şeyden elimizi çekersek kağanlığı kim diriltecek?    

Onun yıkılmasında hepimizin suç payımız var. Dirilmesinde de hepimizin emeği olmalıdır! Dedi.

Kağan, bozgundan önce de yeğeni ile böyle bir tartışma yaptığını hatırladı. Sonuna kadar savaş taraflısı olan Kür Şad hep aşırı söyler, aşırı iş yapardı. Kara Kağan ona söz etti:

-Kağanlığı yıkan Tulu Han olmuştur.                                                                                                                                                       Bu sözlerde Tulu Hanın kardeşi olan Kür Şad’a karşı da bir öfke kıvılcımı gizliydi. Kür Şad bunu anlamakta gecikmedi.

Kara Kağan! Gök Türk Kağanlığını yıkmakta sen de Tulu Handan aşağı kalmadın!

Kağan, başına bir kılıç yeseydi bu kadar sarsılmazdı. Sesini yükseltti:

-Kağanlık tahtı için Çinlilerle gizlice anlaşan senin kardeşin değil miydi?

  -Çinlilerle anlaşan benim kardeşimdi. Babam kağanı ağulayan Çinli Içing Katunla evlenerek onun keyfince Türk ordusunu savaşa sürüp çıkaran da amcamdı.

Kara Kağan, Işbara Han, Kür Şad ve Uluğ Tarkan bakışarak sustular. Sonra Kür Şad, savaş günlerindeki, buyruk veren sesiyle söze devam etti:

-Şen-king serserisini tümenbaşı yapan sen değil misin? Ötüken’deki tutsak Çinliler kime güvenerek şımardılar? Tulu Han güçsüz ordusuyla yenildi diye onu neden zincire vurdun? Çin’le anlaştığı hâlde onu neden öldürmedin?   

Kağan elini kaldırarak ‘Yeter!’ diye bağırdı. Sonra ayağa kalkarak:  

-Içing Katun’la evlenişim Türk türesine uymak içindi. Ağa ölünce ini, yenge ile evlenir. Bilmiyor musun? diye sordu.  

Kür Şad karşılık verdi:      

-Biliyorum. Kağanı öldürenin öldürüldüğünü de biliyorum.

-Kür Şad! Tulu Hanın elçisi gibi konuşuyorsun.  

-Hayır. Bozkurt soyundan bir Türk şadı gibi konuşuyorum.      

Kara Kağanın sesinde alaylı bir titreyiş belirdi. 

-Onun için mi Çin kağanının Tulu Han buyruğunda olan özel çerisinde subay oldun? 

-Takındığım kılıç Çin kağanı için değil, Türk budunu için çekilecektir. 

-Tulu Han’ın kardeşi olmasaydın bu sözlerine inanırdım. 

Bu sözlerdeki aşağılama Kür Şad’ın yüzüne bir kılıç gibi çarptı. O anda şırak diye keskin bir ses işitildi:

Kür Şad yıldırım hızıyla kılıç çekip Kağana doğru bir adım atmıştı. Bu çabuk davranış Işbara Hanla Uluğ Tarkan’a, kılıçlarına doğru el attırmış, Kara Kağan ise taş gibi kıpırdamadan olduğu yerde durmuştu. 

Uzun bir an, Kür Şad’la Kağan odlu gözlerle bakıştılar. Sonra Kür Şad bir adım daha atarak: 

-Senin Türk kağanı olduğunu unutmuştum! dedi. Kınından çektiği kılıcı, bütün dirliğinde ilk defa kana bulamadan yine kınına sokuyordu. Sonra çok yavaş bir sesle sözlerini tamamladı:  

-Zaman doğruyu da, eğriyi de gösterecek.

Kür Şad bunu söyleyerek çıkıp gitti. Susuyorlardı.

Kağan bir şey söylemek istediği hâlde susuyor, Işbara Han bir şey saklayarak susuyor, Uluğ Tarkan her şeyi bildiği için susuyordu.

Uzun zaman sustuktan sonra Kağan, yüzü bunlu olduğu hâlde oturup ötekilere de oturmaları için işâret etti. O zaman Işbara Han gergin sinirleri biraz gevşeten şu sözleri söyledi:

-Bu sabah da Tulu Han’la tartışıp ona bıçak fırlattı. Tanrı’ya şükür ki Tulu Han kolundan aldığı küçük bir yara ile savuşturdu. Yoksa… Türkler birbirine girdiler diye Çinliler çok sevineceklerdi…

Gök Börü’nün Çinli subayla kavgası ve yaka-paça götürülüşü, şehrin meydanındaki bir kazığa bağlanarak çıplak sırtına 100 kırbaç vuruluşu, kör olan gözüne rağmen, sağlam gözünüe kızgın demirle mil çekilişi… Bu durumda bile oğlu Sungur ile dostu Yamtar’ın oğlu Göktaş’a güreş sporunu, kılıç kullanmayı ok atmayı öğretmiş olması, Çin zulmünün ve işkencesinin ne kadar vahşi olduğunu ortaya koyan bölümden sonra, Yamtar’ın Çinli filozoftan felsefe öğrenmesi, sonra sahneye çıkıp seyircilere güreş gösterisi… Kara Kağan’ın uçmağa varışı, ardından Ulu Tarkan’ın intiharı, Çinlilerin, Türklerin ahlâkını bozmak için çevirdiği dolaplar,  9 yıllık tutsaklıktan sonra, Kür Şâd’ın tutsaklıktan kurtulma düşüncesi ve bu düşüncenin uygulama plânı ile Eserin Birinci cildinin sonuna yaklaşılıyor. (s: 310-360) …

Ve Kür Şad’ın ihtilâl teşebbüsü… Yamtar’ın duâsı ihtilâlin başarıyla neticelenmesi için:

Türk Tanrısı!.. Kuruyan gözlerime yaş verdin. Yağıyı görüyorum. Yeryüzünde bir gececik daha konuğunum. Verdiğin ışığı alma! Gözlerimin yaşını silme! Beni kendimden utandırma! Budunu yerindirme! Yağıyı sevindirme!

Işık Gök Böru’nün gözlerine değil, gönlüne inmişti. Yağıyı onunla görüyordu. Sevdiklerini, yakınlarını, kendisini hiç göremiyordu. Görseydi, on yıllık çilenin ağartıp genç yaşta akpak yaptığı saçları kendisini ürkütebilir, yüzünün acıdan kırışmış çizgilerini büsbütün çoğaltırdı.

Gök Börü sevinçle ağlayarak hâlâ yakarıyordu. Yaşlar şaşılacak bir gürlükle yanaklarından aşağı iniyordu. Fakat Tanrıya yakaran ve gözlerinden yaşlar sızan yalnız o değildi. Saf yüzü ve iri gövdesiyle Gök Borünün görmediği koca Yamtar ve biraz geride çocuk yüzünü hınçlı bakışlarıyla Yamtar’ın görmediği Sungur da elleri açık yalvarıyorlar ve sessiz sessiz ağlıyordu.

İhtilâlin hazırlığını anlatmak kolay. Tatbikanını usta kalem Atsız’dan okumak gerek:  (s: 368-395)

İhtilâlin neticesini de…

Birinci cildin son sayfasında:

Okuyucular Üzülmesin Çünkü Bozkurtlar Dirilecektir

Notu dikkat çekiyor.

(Devam Edecek)