19.4 C
Kocaeli
Salı, Kasım 11, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 55

Kanun-U Esasî – Anayasa

     Ekseriyet fikrinin hâkim bulunduğu hükümet idaresi olan, yani yetkilerin Anayasa ve Millet Meclisi tarafından tespit edildiği Demokrasi temel alınmalı.

     Kanun-u Esasî / Anayasa denilen adâlet ve meşveret / danışma / fikir alış verişinde bulunmak asıl olmalı. Kuvvet kanunda toplanmalı.

     Asıl hakikî / gerçek ve müessir / etkili tam adâleti, yani gerçek ve kusursuz adâleti esas almalı. Çünkü, dayanak noktasını temin edecek olan ancak budur. Zira Demokrasi’yi; sağlam ve esas metne istinat ettirmek bu şekilde olur.

     Böylece, evham / vehim, şek ve şüpheler sahibini; hayret vartası / uçurum ve şaşkınlık çukurundan çıkarıp kurtarır.

     İstikbal / gelecek ve âhiretine kefil olur.

     Umumî / genel menfaat, fayda ve kamu yararını içeren hukukullahı / Allah’ın emir ve kurallarını; kamu hukuku ve toplum düzenini sağlar.

     Hukuku, izinsiz tasarrufattan tahlis eder / kurtarır.

     Millî hayatı muhafaza edip korur.

     Bütün zihinleri manyetizmalandırır.

     Telkin / hipnoz yolu ile tesir ve etki altına alan ecnebilere karşı metanet, kemâl ve mevcudiyeti  gösterir.

     İnsanı, dünya ve âhiret sorgusundan kurtarır.

     Maksat ve netice olarak; umumî / genel ittihat ve birliği tesis edip kurar.

     O ittihadın ruhu olan kamuoyunun, hürriyet ve medeniyet sınırları içine; çürük medeniyet fenalıklarının girmesini yasaklar.

     Milleti, Avrupa dilenciliğinden kurtarır.

     Geri kalınan uzun terakki / ilerleme yolunu, kısa zamanda kat’ ettirir.

     Milleti birleştirerek, az zamanda büyük bir kuvvet sahibi kılar.

     Hükümeti temsil eden manevî şahsın, müslüman vasfını nazara verir.

     Kanun-u Esasî / Anayasa’nın ruhu, milleti sözünde durmazlıktan uzak tutar.

     Medeniyetin tahrip edicisi / yıkıcısı olan dinsizliğe karşı sed çeker.

     Fikirlerdeki zıtlık ve uyuşmazlık karanlığını ve görüşlerin dağınık ve ayrılığını; aydınlık dönemi ile ortadan kaldırır.

     Âlim ve din adamlarını el ele vererek, milletin saadeti için çalıştırır.

     Meşru hükümete, hizmet etme imkânları sunar.

     Tam, gerçek ve kusursuz adaletinden dolayı, müslüman olmayan unsurları, devlete daha çok yaklaştırır.

     Onları, devlete daha sıkı bir şekilde bağlayacak ortamın hazırlanmasını gerçekleştirir.

     Cebîn / korkak ve âmî / bilgisiz adama; en cesur ve has adam gibi, gerçek ilerleme hissi edindirir.

     Milleti fedakâr eder.

     Vatan sevgisini yükseltir.

     Medeniyetin yıkıcısı olan sefahet / yasak şeylere, zevk ve eğlenceye aşırı derecede düşkünlükten, israfat / israflar ve zorunlu olmayan ihtiyaçlar peşinde koşmaktan men’ eder.

     Âhireti düşündürür. Aynı zamanda dünyasını imar ettirir.

     İstekle çalışmayı temin eder.

     Medeniyetin hayatı olan güzel ahlâk, yüksek ve yüce his ve duyguların; düstur ve prensiplerini öğretir.

     Herkesin hakkını aramasını kolaylaştırır.

     Müslümanlar için, İcma-i Ümmet’e / müctehid âlimlerin İslâm’ın bir mes’elesi hakkında verilen hükümde birleşme olgusuna; küçük, meşru bir misal verir.

     Hüsnü niyetle yapılan amel ve işleri ibadet sayar.   

Kendimden Utandım

Evet, kendimden utandım.

            Önce küçük bir açıklama:

            Zorunlu emeklilikten sonra, kubbede hoş bir seda bırakayım diye, vaktimi kültür, sanat, zanaat işleriyle değerlendirmeye başladım. Yağlıboya resim yapmak, filografi sanatıyla ilgili eserler vermek, nef üflemek bunlardan birkaçı.

            Filografi sanatıyla ilgili hayli eser verdiğimi, yol aldığımı söyleyebilirim. Bana bu konuda destek veren Ayşegül ve Tuba Hocahanımlara müteşekkirim.

            Olay şu:

            Filografide yeni bir model denemeye karar verdim. Bu model, beni çok yordu; gecemi gündüzümü aldı, hayli masrafa yol açtı. Tablo bitti, derken birkaç teknik arıza Tuba Hocahanım’ın onayına takıldı. Açı hatası varmış. Doğru, benim de içime sinmemişti tabloyu bitirme şekli; herkes beğendiği halde, ustasına beğendirememiştim. Ona göre sökülüp sil baştan örülmeliydi. Bunca emeğe, bunca zamana, bunca malzemeye yazık değil miydi? Sökelim, dedi Hocahanım. “Sökemem, birine hediye ederim.” dedim. Durdu, “Bu hatalı çalışmayı nasıl hediye verebilirsin birine?” diye sordu. Çeyrek saat sonra, hatalı yeri düzeltmek üzere sökmeye karar verdim. İçimde bir eziklik hissetmiştim. Beğenmediğim, hatalı bulduğum bir çalışmayı, sanat eseri diye birine nasıl hediye edebilirdim? Hocahanım, benim ahlaki zaafımı, ayıbımı deşifre etmiş, utancımı bilerek veya bilmeyerek yüzüme çarpmıştı. Sökme nedenimi sorunca da bunu kendisine açık yüreklilikle ifade ettim. Altmış sekiz yaşındaki ben, yılların eğitimcisi olarak kendimle yüzleşmenin hem ezikliğini duydum hem de bir daha böyle düşünmemek, davranmamak adına kendime yeni bir ödev verdim.

            “Ben de öyle düşünürdüm, bunda utanılacak ne var ki, bu kadar da hassasiyet fazla doğrusu” dediğinizi duyar gibiyim. Sözlerimin, bir ahlaki zafiyet taşımadığını da iddia edebilirsiniz.

            Hayır, aynı kanaatte değilim. Allah her şeyi güzel ve mükemmel yaratmıştır. O, işin de insanın da davranışın da verilen eserin de en güzelini sever. Olabileceğin en güzelini yapmak, insan olmanın gereğidir. Nasıl olursa olsun yeter ki olsun, anlayışı ahlaki, dini, insani kusurdur, kişinin hem kendisine hem eşyaya hem de hemcinsine karşı ayıbıdır, saygısızlığıdır.

            Kendimize layık görmediğimizi başka birine layık görmek gibi zaafımızı her gün birbirimize telkin ediyoruz. Bunun farkında mıyız? Yaptığımız bu davranışın adı da akıllılık, uyanıklık oluyor. Problemli veya yıpranmış bir aracımızı, evimizi bizi fazla yoracak, bize fazla masraf çıkaracak diye elden çıkarmak istiyoruz. Satarken de alıcıya çok kere ürünün kusurlarını söylemiyoruz, üründeki kusurları söylemeyi aptallık görüyoruz. Aslında biz eşya değil, dert satmış oluyoruz. Bir süre sonra bu sıkıntının bize döneceği kaygısını dahi duymuyoruz, sorumluluğunu taşımıyoruz. Bu, bir kandırmaca değil midir?

            Pazardasınız, satıcı meyvelerin sağlamlarını öne, çürüklerini arkaya koymuş. Öndekilerini gösterip arkadakilerini size satmaya çalışıyor. Bir telefon, emlak veya sigorta şirketi sizi arıyor, hizmetlerini anlatıyor. Her şey iyi güzel; hoşunuza gidiyor. Zamanla anlıyorsunuz ki aleyhinize olan çok bilgi size aktarılmamış, size ürünle ilgili eksik bilgi verilmiş. İnsanlara, kurumlara olan güveniniz sarsılıyor, olumsuz ön yargı geliştiriyorsunuz.

            Bireysel ve kurumsal kandırmacaların sıkça yaşandığı bir ülkede yaşadığımızı itiraf etmek zorundayım, zorundayız. Kabullenilmeyen hata, düzeltilme yeteneğinden yoksundur.

            Bir hata bir kez olduysa bir şey olmaz, bunu uzatmamak lazım, demeyin lütfen. Her büyük günah bir defa ile başlar. Her günah, kalpte siyah bir noktadır, silinmezse zamanla kalbi kur; günahlar mübah olur. Tekrarlanan her iyiliğin ve kötülüğün mutlaka ilki vardır.

            Yaptığı alışverişte kandırılmadığını bilmek, eve getirdiği ustanın işinden memnun kalmak, kişiye güven ve huzur verir. Hele hizmet aldığı kişilerle yıllarca sürecek dostluk kurabilmek, medeni insanların ve bu yönde gelişmiş ülkelerin belirgin vasfıdır. Kişileri ve ülkeleri tanımak isteyenlerin o ülkedeki ticari ilişkilerine bakmaları yeterlidir. Medeniyet; dürüstlüktür, güvendir, kendine layık görmediğini düşmanına dahi layık görmemektir.

            Her ayıp, bumerang gibidir; bir gün gelir seni bulur. Ayıp, utancı doğurur. Utanç, yitirilmemesi gereken yüksek bir insani duygudur, değerdir. Bir gün pişmanlık duyacağımız veya utanacağımız durumlardan bizi men eden dostlara sahip olmak da büyük bir sermayedir, bundan mahrum olmak da yoksulluktur, fakirliktir.

Ne mutlu, daima iyiye, güzele, doğruya yönlendiren dostlara sahip olanlara… Yazık olsun, eğriyi doğru gösterenlere…

Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi

Bu günlerde maalesef Türkiye gibi önü açılmış milli devletlerin üniter ve milli devlet yapılarına saldırıların olduğu dıştan dayatılan çoğulculuk merakının ortaya çıktığı, milli kimlikle uğraşıldığı, Cumhuriyetin kurucu değerlerini tartışmaya açmaya hazır işgüzarların siyasette önünün açıldığı bir dönemden geçiyoruz.
İcra edilen siyasi yaptırımlar ise milletin kendisinden beklediği isteklerinin yerine kargaşa ve karmaşadan, yanıtı tutarsız tutuklamalardan istifade ile oluşan huzursuzluk ortamında Türk milletine ayrımcılık dayatıyor. Türkiye’de sanki Türk Milleti yokmuş da bir sürü karışık toplumların yaşamakta olduğu dayatılmaya çalışılıyor.
Bilinen emperyal dış güçlerin iç uzantılarını da destekleyerek Türk Milletini bölme adına ‘’Kürt sorunu ‘ ’varmışçasına değişik adlarla çalışma içerisindele Laik cumhuriyetimizle alakalı, üniter yapımızla alakalı gündemler oluşturmaya çalışan siyasi odakların bu cesareti hangi güçlerden aldıkları hususunda iktidarın gür sesini duymak Türk halkının beklentisidir.
Ne var ki tek adama dayalı iktidarı da suskun ve tutarsız olduğunu izliyoruz.
*

Bildiğimiz kadarıyla siyasetin kendine has kuralları olması gerekir,
Siyasetin, bir ahlâkı…
Bir işleyişi…
Ekonomik, sosyal, kültürel, vs. dallarda bir planlaması olması gerekir
Hedefi olması gerekir.
Siyaset aynı sınırlar içinde yaşayan insanların ortak değerlerine sahip çıkarak, nasıl bir gelecek kurulabileceğini belirler.
*
Peki, bugün ne durumdayız?
İktidarın; ekonomik sosyal ve kültürel alanda memleketin muasır medeniyet seviyesine çıkarılması konusunda bir çabası ve çalışması var mı?
İktidar; her anlamda “Çok iyiye gidiyoruz” dedikleri şu günlerde bile vatandaşın ne çektiğinden bihaber maalesef.
Tutulan ne varsa insanın elinde kalıyor.
Çalışanın aldığı asgari ücret, evinin kirasına bile yetmiyor.
Bakanlar bile sıkıntılıymış gibi geliyor bana, rahat konuşamıyorlar.
Bu şartlarda nasıl iyiye gidiyoruz, söyler misiniz?
*
Kanımca bir yerde ‘Tek adam’ın ağzından çıkan uygulanıyorsa o yerde:
Belirsizlik…
Bilinmezlik…
Ve tedirginlik de vardır.
Öyle olunca da insanın dünyası, karman çorman oluyor.

*
Bütün yetkiler tek adama verilmişse…
O insan da her zaman son sözü ve geçerli olacak olan sözü söyleyendir.
Öyle olunca da kayırmacılığın…
Adaletsizliğin…
Haksızlığın olma ihtimalleri de yüksek olabilir.
*
Bir de tek adam, her zaman kendisini yalnız hisseder.
Altındakilere de pek güvenmez.
Her şeyi de kontrol edemeyeceğine göre, o da sürekli stres altındadır.
Egoları yüksek, güçleri sınırsız olduğundan, güçlerini zorlayan durumlarda mutlaka doğru ya da yanlış yeni bir yöntem bulurlar ve uygularlar.
Ondandır tek adamların gücüne güvenip, kimseye güvenmeyişleri.
*
Parlamenter sistemden sonra gelen bu ‘Tek adam’ sisteminde, hemen her alanda yapılan işlerde istenilen verim alınamadığı görülüyor.
Beşerî ilişkiler koptu kopuyor!
Özellikle dar gelirli halkımızda stres hat safhada!
Şiddet ise her alanda aldı başını gidiyor, durdurulamıyor!
Ne dersiniz; gün olmuyor ki birileri tutuklanmasın; ülke açık hava hapishanesine mi dönüştürülüyor?
*
Ne yapılmalı o zaman?
Zamanı geldiğinde Türk seçmeni elindeki gücünü iyi kullanmalı.
“Tek seçicinin, belirleyici olduğu bir yerde hak ve adaletin olmadığının gerçeğini yaşıyoruz
Özellikle Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, tam anlamıyla çöküşü hızlandıran bir yapıya dönüştü. Sorun çözme kabiliyetini kayıp eden iktidar, uzmanlaşmış bürokrasi ve paylaşımcı bakanlıklar koordinasyonu yerine, karar alma yetkisini tek kişiye indirgedi. Böylece bütün sorunların çözümü, tek kişi, tek akıl, tek yetenek ve tek beceriye kalınca, o tek kişide varlık gösteren tek kapasite, ister istemez çözümsüzlük üretmeğe başladı.
Nihayetinde hiç kimse, ekonomide, sanatta, sporda, hukukta, bilimde kısacası her alanda en iyi bilen olamaz. Bu, insan kapasitesinin üstünde bir yüktür. Hâliyle, bir ülkenin en temel sorunlarının çözümünü de ondan bekleyemeyiz. Çok sorunu, her bir sorunun uzmanlık gerektiren özelliklerini bilen kolektif akılla çözebiliriz.
*
O halde DEMOKRASİ!
Halkın tercihiyle iktidar olmuş demokratik güçler için Demokrasi bir anahtardır, problemleri çözme biçimidir. Demokrasi, devletinin, milletinin, bayrağının bayraktarlığını yapacak liyakatli, vasıflı, aydın kültürlü insanları öne çıkaran bir rejimdir.
Kapıları sizin gibi düşünmeyenlerin üzerine kilitleyerek demokrasiyi kilitleyemezsiniz, kapıları sizin gibi düşünmeyenlerin üzerine kilitleyerek millî iradeyi kilitleyemezsiniz, kapıları sizin gibi düşünmeyenlerin üzerine kilitleyerek sosyal kurumları kilitleyemezsiniz.
İlkeleriyle, yaşanan tecrübelerle hayata geçirilmiş ‘’devlet aklını’’kullanmayıp, ‘’tek adam’’diye adlandırılan anlayışla karar verirseniz yanlış üstüne yanlış yaparsınız; ülkenin itibarında güvensizlik yaratırsınız.
Bugün ülkemiz içte ve dışta bu güvensizliği yaşamaktadır kanaatindeyim.
*
Çağdaş anlamda Köy Enstitülerinin yeniden yapılanması düşünülmeli. Örneğin, halkçılık ve toplumsal kalkınma adına çağdaş ülkelerdeki benzeri gibi özerk çalışan, devlet destekli bir araştırma enstitüsü kurulabilir. Kurulacak bu enstitünün bilimsel araştırmalarından, önerilerinden ülkemiz hatta bütün insanlık yararlanabilir

Muhalefetsiz Demokrasi

TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Ömer Aras’ın, “sistem çöktü” diyerek, iktidara ve Cumhurbaşkanlığı Sistemine yönelik eleştirileri arkasından hemen soruşturma açıldı. Soruşturma için “yargılamayı etkilemeye teşebbüs ve gerçeğe aykırı bilgiyi yayma suçları” gerekçe gösterildi.

Aras “Kayyım uygulamaları, bir siyasi partinin genel başkanının tutuklanması, bir Büyükşehir Belediye Başkanının konuşmalarından hemen sonra açılan soruşturmalar, bilirkişi görüşmesini yayınlanan gazeteciler hakkında gözaltılar ve tutuklama, teğmenlerin ordudan ihracı gibi olayların toplumda endişe yarattığı ve güveni sarstığını” söylemişti.

Buna Adalet Bakanı, AKP Sözcüsü başta olmak üzere iktidar kanadından ve hatta hasta yatağındaki Devlet Bahçeli’den sert eleştiriler geldi.

Benim TÜSİAD yöneticilerinin mesajlarından anladığım “hukukun üstünlüğü ilkesinin korunması ve yargının her türlü dış etkiden bağımsız olması gerektiği, ekonominin iyileşmesi için demokratik kurum ve kuralların işletilmesi gerektiğine” dair uyarılardı. Ülkemizdeki ekonominin en önemli aktörlerinin bu konularda görüş beyan etmesi iktidar kanadını neden böyle rahatsız etti bilemiyorum.

************************************

Muhalefetsiz Olmanın Maliyeti Ağırdır

Toplumun önünde görünen muhalif görüşlü kişi ve kurumların üzerine baskılar yoğunlaştı. “Yargı sopası” korku iklimi yaratır hale geldi. Bunlar demokratik sistemin temel taşlarından muhalefeti susturmak amacını mı taşıyor?

Bu soruya “evet” cevabını veremiyorum. Çünkü bizi yönetenler bunun maliyetinin ne kadar ağır olduğunu bilebilecek durumdadır.

İktidarın denetlenmesi, yanlışlarının ortaya konulması ve alternatif politikaların geliştirilmesi açısından muhalefetin önemini göz ardı ediyor olabilirler. Dış baskılara karşı iktidarın direncini artırmak için güçlü bir muhalefeti bahane göstermek gururlarına dokunuyor olabilir.

Ancak, demokratik görünümlü olsa da iktidar ve yargı gücü kullanılarak muhalefetin zayıf ve etkisiz hale getirildiği ülkelere yabancı sermaye gelmez. Yerli sermaye de kendini güvende hissedeceği ülkelere kaçmaya çalışır.

Dünyanın her yerinde otoriter eğilimler taşıyan hükümetler, muhalefeti susturmak ve kendi güçlerini pekiştirmek için benzer stratejiler kullanırlar: Medya organlarını kontrol altına almak, muhalif liderleri hapse atmak veya muhalif sesleri susturmak gibi.

“Muhalefetin zayıf olduğu bir sistem, toplumsal kutuplaşmayı da artırabilir. İktidar, kendi görüşlerine karşı olanları düşman olarak gösterebilir ve toplumda derin yarılmalara yol açabilir.”

Böyle ülkelerde iktidarlar, üzerinde yeterli denetim ve dengeleme olmadığı için, yolsuzluk yapma ve kamu kaynaklarını kötüye kullanma konusunda daha cesur olurlar. Bu durum, kamu kaynaklarının etkin ve adil bir şekilde kullanılmasını engeller. Bu ise toplumda adalet duygusunu ve güveni azaltır, yoksulluğa yol açar.

Mademki, “demokratik bir hukuk devletiyiz, kuvvetler ayrılığı var” iddiasındasınız ve “bağımsız ve tarafsız bir yargıya güvenin” diyorsunuz, bırakın insanlar düşünce ve inançlarını rahatça açıklasınlar.

Sağlıklı bir demokrasi için halkın katılımını ve eleştirel düşünceyi engellemeyin, teşvik edin.

************************************

Modern Çağda Baskı ve Sansür

Şu cümleleri Nobel ödüllü bilim insanları Daron Acemoğlu ve Simon Johnson’un “İktidar ve Teknoloji” adlı kitabından aldım:

“Demokrasi olmadığında karşıt güçlerin oluşması da güçleşir. Elit bir kesim, baskı ve propaganda araçlarını etkili bir şekilde kullanabildiği ve siyaseti tamamen kontrol altında tuttuğu zaman, iyi organize olmuş, anlamlı bir muhalefet oluşturmak zordur.

Bu yüzden Çin’de güçlü bir muhalefetin yakın zamanda yükselmesi mümkün gözükmüyor. Özellikle de Komünist Parti’nin giderek daha etkili kullandığı sansür ve yapay zekâ tabanlı gözetim sisteminin gölgesi altında bu çok zor. ABD ve Batı dünyasının büyük kısmında da karşıt güçlerin canlanması umutları giderek azalıyor.”

Görünen o ki ülkemizde yakındığımız bir çok olumsuzluk diğer ülkelerde de var.

Özellikle dijital çağda sosyal medya platformları ve internet, propaganda ve dezenformasyon için etkili araçlar haline geldi. Otoriter eğilimli iktidarlar, bu araçları kullanarak halkı manipüle edebiliyor ve muhalefetin etkisini azaltabiliyorlar.

Yapay zeka destekli teknolojilerin sağladığı bir çok faydaların olduğu muhakkak. Fakat büyük veri ve yapay zekânın birleşimiyle ortaya çıkan gözetleme teknolojilerinin bireysel özgürlükler ve mahremiyet üzerinde oluşturduğu tehditler endişe yaratıyor. Yapay zekâ bireylerin konumunu, iletişimlerini ve alışkanlıklarını izlemek için kullanılabiliyor.

ÇİN yapay zekâ ve büyük veri destekli gözetleme ve izleme teknolojilerinin geliştirilmesinde ve uygulanmasında öncü ülke durumunda. 

Çin’in bu alandaki yatırımları, yalnızca iç güvenliği artırma amacı taşımıyor. Aynı zamanda vatandaşların davranışlarını denetleyerek toplumsal kontrolü sağlamayı hedefliyor. Bu durum bireysel mahremiyet ve özgürlükler üzerinde ciddi olumsuz etkiler yaratmakta.

Uzmanlar Çin’in “geniş çaplı veri analizi ve yapay zekâ temelli öngörü sistemlerinin” politik kontrolü artırmayı da mümkün kıldığını söylüyor.

************************************

Sansürün İçselleşmesi

“2010’larin sonlarına gelindiğinde eğitim sistemi, dijital sansür ve propaganda sonucunda, Çinli gençler arasında hükümete sorgusuz sualsiz destek ve eleştirel haber ve görüşlere kulakları kapama çok yaygın hale geldi. Yapay zekâya yapılan büyük yatırımların ardından, Çin Güvenlik Seddi, Çin platformları ve işyerlerinde toplanan verilerin tümünü 24 saat gözetim altına almış oldu. Böyle bir ortamda, Çinli üniversite öğrencileri erişebiliyor olsalar bile yabancı medya kaynaklarına erişmek istemediler.”

“Batı kaynaklarında Çin hakkında güvenilir bilgi olmadığına dair okullarda ve Çin medyasında kendilerine aşılanan propagandaya öyle ikna olmuşlardı ki, artık onları sansürlemeye ihtiyaç kalmamıştı. Çünkü sansürü zaten içselleştirmişlerdi.”

Bizde de, Aldous Huxley’in “kitap yasaklamaya gerek kalmayacaktı, çünkü zaten kitap okuyan kimse kalmayacaktı” diye tanımladığı sansürün içselleşmesi durumu gerçekleşiyor olabilir mi?

Muhalif medyayı yasaklamaya lüzum kalmadı, çünkü kendi taraftarları zaten izlemiyor, izlese de bu kaynaklardan öğrendiklerine inanmıyor.

Diğer bir kesimde de sanki felsefeci Hannah Arendt’in öngördüğü durum ortaya çıkıyor: “Yanıltıcı bilgi ve propaganda bombardımanına tutulan insanlar hiçbir habere inanmaz olurlar. Hatta daha da kötüsü olabilir. Sosyal medyalarına sıkışıp kalmış, güçlü duyguların girdabına kasten kaptırılan, öfke nöbetleri içindeki insanlar, içinde yaşadıkları topluluklardan ve demokratik söylemlerden kopabilirler.”

Mazlumların Lâneti

                Tarihimiz nice mazlumların katledilişine şahittir ki bunlardan birisi olan Nesimi: aldığı tasavvuf eğitimi dolayısıyla görüşleri yöneticileri rahatsız etmeye başladığında, takip edilmiş ve Mısır Çerkez kölemenleri hükûmdarı El-Müeyyed Şeyh’in emriyle Şam’da derisi yüzülerek öldürülmüştür. Cesedinin bir hafta halka gösterildiği, ayrıca öldürüldükten sonra derisini omzuna alıp 7 kapıdan aynı anda çıktığı rivayet edilir. Ama ölümünden bu yana en yanık türküleriyle adı dillerde dolaşır.

                Pir Sultan Abdal: 16’ncı yüzyılda yaşayan Halk şairinin Asıl adı Haydar’dır. Yaşantısının büyük bölümü, Sivas ilinin Yıldızeli ilçesine bağlı Banaz köyünde geçti. 16’ncı yüzyılın ikinci yarısında Sivas çevresinde boy gösteren Alevi-Bektaşi kökenli ve İran yanlısı mezhep olaylarına karıştığı gerekçesiyle. Sivas Beylerbeyi Deli Hızır Paşa tarafından Pir Sultan astırıldı. Onun da Nesimi gibi bugün türküleri dilden dile dolaşmaktadır.

                Hallac-ı Mansur: Tasavvufi görüşleri ve özellikle “Enel Hak” (ilah benim) ifadesi nedeniyle büyük tepki çekmiştir. 922 yılında Abbasi Halifesi el-Muktedir’in emriyle tutuklanmış ve Bağdat’ta yargılanmıştır. Hallacı Mansur, yaptığı savunmalarda görüşlerinin tasavvufi anlamlarını açıklamaya çalışsa da, mahkeme tarafından suçlu bulunmuş ve ölüm cezasına çarptırılmıştır. Hallacı Mansur, Bağdat’ta halka açık bir alanda işkenceyle öldürülmüştür. Önce kırbaçlanmış, ardından uzuvları kesilerek infaz edilmiştir. En sonunda idam edilerek cansız bedeni yakılmış ve külleri Dicle Nehri’ne atılmıştır. Hallac’ın türbesi Bağdat’tadır. Hallacı Mansur’un trajik ölümü, İslam dünyasında derin izler bırakmış ve onun mistik öğretileri yüzyıllar boyunca tartışılmaya devam etmiştir. Eserleri ve düşünceleri, hem tasavvuf çevrelerinde hem de İslam düşünce tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. Birçok İslam ülkesinde türbeleri vardır. Bunların hepsi makamdır. Yedi adet olduğu söylenen bu türbelere Hallac-ı Mansur makamı denmektedir. Çanakkale’nin Gelibolu ilçesinde bulunan türbe de bu yedi makamdan biridir.

                Dreyfus Davası: İnsanlık tarihinin büyük dramlarından biri tarihe Dreyfus Davası olarak geçer. 1894-1906 yılları arasında, Fransız kamuoyunda büyük çalkantıya neden olan, hukuka aykırı bir siyasal skandal olan bu davadan kısaca söz etmemiz gerekirse:

                Fransız Haberalma Servisi, Paris’teki Alman askeri ataşesinin kâğıt sepetinde yaptığı bir araştırmada, Fransız milli savunmasına ait gizli belgelerle ilgili imzasız bir yazı bulunduğunu açıklar. (hafızamızı biraz kurcalayacak olursak bu imzasız kâğıtlara bizim de aşina olduğumuzu hatırlayacaksınız.)

                1894’te bu imzasız kâğıttaki yazının, el yazısına benzerliği iddiasıyla Fransız ordusunda subay olan Yahudi asıllı Dreyfus suçlanır. Genelkurmay Askeri Mahkemesi’ne gönderilen Dreyfus, kendisine gösterilmeyen belgelere dayanılarak ömür boyu hapisle cezalandırılır ve bir adaya sürgüne gönderilir.

                Ünlü Fransız yazar Emile Zola, konu üzerinde inceleme yapar ve 4 yıl sonra 1898’de Fransız Cumhurbaşkanı’na hitaben “Suçluyorum!” başlığıyla bir mektup yayımlar. Zola, bu açık mektubunda, Dreyfus’u kanıt olmaksızın mahkûm ettiği için Genelkurmay Askeri Mahkemesi’ni ağır bir dille suçluyordu. Dava kamuoyuna yansıdı. Bu suçlayıcı açıklaması nedeniyle bu kez yazar Emile Zola bir yıl hapis ve 3000 frank para cezasına mahkûm edildi. Ancak Zola’ya verilen bu hapis cezası Fransız kamuoyunu ikiye böldü. İnsan hakları, kişisel özgürlük savunucuları, solcular, demokrat aydınlar bir yanda, “vatanın yüksek menfaatlerini” düşünenler öte yanda yer aldılar.

                Kamuoyunun baskısı sonucu Dreyfus’u suçlayan belge bilirkişi heyetine gönderilir ve Dreyfus davasının omurgasını oluşturan, suçlayıcı, imzasız belgenin sahte olduğu ispatlanır. Bu sahte belgeyi düzenleyen Albay Henry baskılara dayanamayıp intihar eder. Yargıtay, davanın yeniden bakılmasına karar verir. 1899’da Dreyfus, Harp Divanı’nca yeniden yargılanır. Yargıtayı tarafından Dreyfus’u mahkûm eden ilk karar iptal edilir. Dreyfus aklanır, yeniden orduya alınarak “Legion D’honneur” nişanı ile ödüllendirilir.

                M.Ö. 400 yıllarında Atina’da yaşamış olan ünlü filozof Sokrates: kullandığı diyalektik metotla ve soru sorarak insanların gerçek bilgiye sahip olmadıklarını kanıtlıyordu. Nesnel düşünceye ulaşmayı sağlayan yolun insanın kendi aklı olduğunu savunuyordu.

                Gelenekleri sarsmak, sitenin tanrılarından farklı tanrıları yüceltmek ve gençliği yoldan çıkarmak suçlamasıyla hakkında dava açıldı. Kurulan özel mahkemede yargılandı, ama düşüncelerinden ödün vermedi, sonunda ölüme mahkûm edildi. Baldıran zehrini içerken, başı dik olarak ölümü soğukkanlılıkla karşılayan Sokratesi bugün 2400 yıl önce mahkûm eden mahkeme olumsuz bir biçimde yargılanıyor ama Sokrates aklın terazisinin öne çıkarılması bağlamında taçlandırılıyor.

                Galileo’nun yargılanması: Kuşkusuz, insanlık tarihine geçen bir başka büyük dava, ünlü İtalyan fizikçi ve astronom Galileo Galilei’nin yargılandığı davadır.

                Galilei, dünyamızın sanıldığı gibi evrenin merkezi olmadığını, tersine uzaydaki yıldızların güneşin çevresinde dolandığını gösteren bilimsel kanıtlar ortaya koydu. Herkesin anlaması için Latince değil, İtalyanca yazdığı ‘Konuşmalar’ adlı kitabında bu konuları işledi… Ama kutsal kitap İncil’in dediklerine ve dinsel dogmalara karşı çıktığı ve “Dünya Güneş’in etrafında dönüyor, Güneş, Ay ve yıldızların tüm evrene hizmet etmekten başka işlevleri yoktur” dediği için, 1633 yılında “din dogmalarına karşı geldiği” gerekçesiyle Papalık tarafından özel olarak kurulan Roma Engizisyon Mahkemesi’nin önüne çıkarıldı.

                Roma Engizisyon Mahkeme Kurulu özel giysileriyle kürsüde yerlerini almıştı. Galile, savunmasında “beden sağlığının acınacak durumda” olduğundan ve yaşlılığından söz etti. Bu durum, bütün dünya ansiklopedilerinde şöyle betimleniyor:

“Roma Katolik Kilisesi’nin müthiş gücü 69 yaşındaki ihtiyar Galilei’ye karşı mevzilenmişti.”

Engizisyon mahkemeleri çok gaddardı. Zaman da çok zalimdi, diri diri yakılma kararlarını göz kırpmadan veriyorlardı.

İşkence ve diri diri yakılma tehdit ve baskısı altındaki ünlü âlimden, uğruna ömrünü harcadığı “Dünya’nın Güneş çevresinde döndüğü” yolundaki düşüncesini reddetmesi isteniyordu.

Sonunda Galilei, diri diri yakılmaktan kurtulmak için diz çökerek “biat” etmek zorunda bırakıldı.

1633 yılında sadece 20 gün süren davada Galilei, yargıçlar önünde diz çöküşten doğrulurken, ayağını sessizce yere vurmuş ve “Eppur, si muove!” (Ama yine de Dünya dönüyor) demişti.

Biat ettiği için diri diri yakılmaktan kurtuldu. Ömür boyu hapse mahkûm oldu, Büyük Dünya Sistemi Üzerine Konuşmalar adlı eseri yasaklandı ve yakıldı.

Ama ne değişti? Bugün o Engizisyon Mahkemesi lanetle anılıyor, Galilei ise dünya bilim tarihinin en üst noktasında yaşıyor.

***

                Bütün bunları anlatmamdaki maksat, tarihten hiç ders alınmamış gibi bugün geçmişteki haksızlıklara rahmet okutan olaylara şahit oluyoruz.

                Gün geçmiyor ki haksız yere siyasiler, toplumun ileri gelenleri, gazeteciler tutuklanıyor. İnsanlar meraklanıyor acaba yarın sıra kime gelecek?

                Göstere göstere kayırmacılık(Nepotizm)…Hâkim ve savcı atama kuraları siyasetin gölgesinde Beştepe’de çekiliyor. Orada Kura çekiminin devam ettiği anlarda AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a dönerek: “Sayın Cumhurbaşkanım, kurada hemen göremeyeceğiz ama yeğenimin de adını telaffuz etmek istiyorum. Benim yeğenim hiç olmazsa bir selam versin size. Kurada da adını görürüz. Arif Dağhan, Arif’ciğim neredesin? Biraz sonra yerini öğreniriz. Çok teşekkür ediyorum Sayın Cumhurbaşkanım.” Memlekette işsizlik tepe yapmışken, birçok okumuş gencimiz yurtdışına gitmek için yabancı konsolosluklara müracaat ederken, mülâkatlarda hak edenler elenirken, hatta bazı gençler yapılan haksızlıklara dayanamayıp intihar ederken, milletin gözünün içene baka baka böyle bir şey olacak iş değil… tuzun koktuğu yerin merkezindeyiz.

                Avustralya’da bir bakan öğle yemeğine makam aracıyla gittiği için memlekette kıyamet kopuyor. Ve o bakan halkından özür dileyerek aracın yakıt masrafını ödüyor ve istifa etmek zorunda kalıyor. Bizimkiler ise Cuma Namazına dahi makam aracı ve koruma ordusuyla gidiyorlar. Bu fakir milletin parasını harcadıklarının farkında bile değiller.

                İnsanımız makam sahibi olduklarında egosuna ve zaaflarına yeniliyor. Davası olmayan davacıların, memleketin asıl davası onların oyuncağı haline geliyor. “Yerli ve Milli, Ezan susmaz Bayrak inmez” kof slogan milliyetçiliği bunların tek sığınağı.

                Ve mazlumlar haykırıyor hep bir ağızdan: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri helak eder misin Allah”ım!” A’râf Suresi / 155

Gönül Yoldaşımız Kadın

Anaerkil bir yapı içeren Türk toplumlarında hakanların boyun eğdiği kadın anadır, kadın liderdir, kadın güçtür ve kadın devlettir İslam öncesi ve sonrası toplum yapısının dinamiklerinde

Bir gönül ehlinin kadını adeta ilahlaştırarak şiirleştiren tasvir ini izleyelim:
Altıncı gün dolmak üzereydi
Ve Tanrı hala kadını yaratıyordu.
Bir melek çıkageldi.
Tanrı’ya;

  • Ötekini, erkeği çok daha çabuk yaratmıştın, buna niye bunca zaman ayırıyorsun?
    diye sordu.
    Tanrı yanıt verdi:
  • Çünkü buna çok değerli, çok farklı özellikler katıyorum.
    Dedi.
  • Örneğin yüzlerce parçadan oluşturuyorum.
    Ama yine bir bütün olmasını sağlıyorum.
    Bu yarattığım bir çok çocuğa aynı anda sarılabilmeli,
    Dünyanın her yerindeki çocukları kucaklayabilmeli.
    Düşen bir çocuğun kanayan dizini de,
    Yaralı bir yüreği de iyileştirebilmeli..
    Melek sordu:
  • Kaç eli, kaç kolu olacak?
  • Sadece iki.
  • İki el, iki kolla mı yapacak bu dediklerini…
  • Hepsi bu değil…
    Kendi yaralarını da kendi sarabilecek.
    Ayrıca günde 18 saat çalışabilir durumda olacak…
    Melek yaklaşıp kadına dokundu…
  • Onu çok yumuşak yapmışsın.
  • Yumuşak ama aynı zamanda çok güçlü.
    Gücünü ve kaldırabileceklerini hayal bile edemezsin…
  • Düşünmeyi de bilecek mi?
  • Yalnızca düşünmeyi değil.
    hem sağduyusunu kullanmayı,
    Aklıyla ve yüreğiyle muhakeme etmeyi,
    Hem de mücadele etmeyi,
    Düşüncelerini savunmayı,
    Sorun çözmeyi de biliyor…
    Bunların yanı sıra, uzlaşmayı da biliyor…
    Melek, kadının yanağına dokundu.
    Eli ıslanınca bu nedir diye sordu.
    Tanrı yanıtladı:
  • Buna gözyaşı denir.
  • Neye yarar?
  • Kendini ifade etmeye yarar.
    Acıyı, kuşkuyu, aşkı, yalnızlığı, onuru,
    Ama aynı zamanda sevinci ifade etmesine yarar…
    -Kadının kendini ifade biçimleri sonsuzdur:
    o, sevinci, mutluluğu ve aşkı yakalayıp ,
    Sımsıkı sarılmayı bilir…
    Haykırmak istediği vakit susabilir;
    Sustuğunda çığlığını duyurabilir;
    Öfkelendiği vakit gülümseyebilir,
    Ağlamak isteyince şarkı söyleyebilir,
    Mutlu olunca ağlayabilir,
    Korktuğu vakit gülebilir…
    O inandığı doğrular için sonuna dek mücadele eder;
    Haksızlığa karşı savaşır,
    Çözüm yolunu biliyorsa,
    ‘Hayır’ yanıtını asla kabullenmez.
  • Amma çok marifeti varmış!
  • Arkadaşı doktora yalnız gitmesin diye ona refakat edendir.
    Korkan birini gördüğünde,
    ‘Tut elimi korkma’ deyip,
    Elini uzatandır…
    Her düğün her doğum haberine mutlu olandır.
    Tanıdığı ya da tanımadığı amma kendine yakın bildiği her ölüm haberine kalbi kırılandır.
    Ama yine de yaşamı sürdürme gücünü kendinde bulandır…
    Çocukları daha çok yesin diye ‘ben zaten toktum’ diyendir…
    -Bir öpüş, bir sarılış, bir kucak açışla kırık,
    Ya da yaralı bir yüreğin onarılacağını bilendir…
  • Peki, bunun hiç mi eksiği ya da yanlışı yok?
  • Hiç olmaz olur mu?
    Var bir hatası:
    “Ne kadar değerli olduğunu unutur…”
    *
    Bazı kadınlar yeryüzünde doğar, gökyüzünde yaşarlar. .
    Onların adı “SEVGİ” dir.
    Bazı kadınlar siyah elbiseler giyip beyaz ışık saçarlar.
    Onların adı “ASALET” tir.
    Bazı kadınlar saatlerde yelkovanı durdurur, hayatı başlatırlar
    Onların adı “SİHİR” dir.
    Bazı kadınlar dünyayı ellerinde taşır, sonra da usulca avucunuza bırakırlar
    Onların adı “KUDRET” tir.
    Bazı kadınlar damlalardan deniz, bulutlardan güneş sağlarlar
    Onların adı “GÜÇ” tür.
    Bazı kadınlar sulardan ateş çıkarırlar
    Onların adı “MUCİZE” dir.
    Bazı kadınlar kalplerinde tüm renklerin paletini taşırlar
    Onların adı “RESİM” dir.
    Bazı kadınlar kusursuz bir imla ile yaşarlar
    Onların adı “ŞİİR” dir.
    Bazı kadınlar bir ömürlük hayatta üç ömür paylaşırlar
    Onların adı “EMEK” tir.
    Bazı kadınlar melodisi her yerden duyulan notalar olurlar
    Onların adı “ŞARKI” dır.
    Bazı kadınlar buram buram masumiyet kokarlar
    Onların adı “ÇİÇEK” tir.
    Bazı kadınlar gökyüzündeki dualardır. Yeryüzünde kabul olurlar.
    Onların adı “HEDİYE ” dir.
    Bazı kadınlar küçücük kalplerinde kainatı saklayan, kendinden başkasına içinde bulunduğu kalbi kuralsız yasaklayan bir hayal olurlar
    Onların adı “AŞK” tır.
    Bazı kadınlar bütün bunların hepsi birden olurlar, hayatın içinde bir abide gibi dururlar
    Onların adı “EFSANE” dir…
    Tüm kadınlara…

Türkiye de Değişiyor Maşallah

Dünyaları değişirken insanlar pek de farkında olmuyor. Şüphesiz, Gutenberg’in hareketli hurufatla matbaayı keşfetmesi bütün insanlık tarihinin en önemli anlarından biridir. Ne yani? Matbaa icat oldu artık kitaplar ucuzlayacak ve herkes okuyacak diye insanların sokağa çıkıp “Yaşasın!” diye bağırdığını mı sanıyorsunuz? Ruhları bile duymamıştır. Gutenberg matbaasını 1440’ta keşfetti. Osmanlı bunu yarım asır sonra fark etmiş olmalı ki 1485’te 2. Beyazıt, matbaayla Müslümanlara hitaben kitap yayımlanmasını yasaklayan bir ferman çıkardı. İlber Ortaylı imparatorlukta zaten kitap, gazete basımına ihtiyaç bulunmadığını söylüyor. Sonuç: Dünya değişmiş ama ruhumuz duymamış.

Diğer büyük tarihî adımlar için de bu geçerlidir muhtemelen. Acaba kimse “Yaşasın Amerika keşfedildi!” diye sokaklara fırladı mı? Kimse “Bilim devrimi! Bilim devrimi!” diye bayram etti mi? Bacon’ın Novum Organum’u kaç basmış, kaç satmıştır acaba?

Selanik’i terk ederken

Benim takıntım bilim ve teknoloji ama siyasetteki değişiklikler için de aynı şey söylenebilir mi? İlk ağızda “Hayır!” demek mümkün. Çünkü büyük siyasi değişiklikler insanları doğrudan etkiler. Fakat değişikliğin çapı, zaman ve mekân menzili hemen kavranmayabilir.

Bizim tarihimizdeki farkında olmayışlardan beni en etkileyenlerden biri, Balkan Harbi’nde Selanik düşerken bir Türk devlet memurunun makamının anahtarlarını komşusu gayrı Türk’e bırakıp, “Dönüşte senden alırım.” demesidir. Fark edememe, algılayamama bazen de lütuftur. Yahya Kemal’in Balkan bozgunu için yazdıkları geldi aklıma: Ölenler en sonu kurtuldular bu dağdağadan/ Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan/ Bizim diyâr olarak kaldı tâ kıyâmete dek. Ölenler hiç fark etmediler. Biz ise, daha beter, unuttuk.

İzmir’de Türk katliamı sürerken acaba ülkenin geri kalanında kaç kişi olan bitenin farkındaydı? Hele İstanbul’un “Yunan Ordusu Halife’nin ordusudur.” zırvası propaganda edilirken.

Daha nice bakar körlük, nice anlamama, kavramama… Mesela Selanik’in kaybının ne demek olduğunu şu andaki nesiller kavrayamaz. Çoğunluk “Rumeli”ni, Rumların çoğunlukta olduğu bir “şehir” sanır. Şimdi 1893 Osmanlı nüfus sayımına baktım. Selanik Vilayeti’nde Türk nüfus oranı İstanbul Vilayeti’nden fazla. Selanik %45, İstanbul %44. Bizim Atatürk düşmanları Selanik’i bir Yahudi vilayeti gibi göstermek ister. Aynı sayımda Selanik’te Yahudi nüfusu yüzdesi %3,76; İstanbul’da %5,08. Selanik, imparatorluğun ikinci büyük şehri.

Kötümserlik yasaklanmıştır

Tevekkeli değil memurun anahtarlarını komşusuna bırakması. İnanamamış, anlayamamış, kavrayamamış.

Şimdi soru: Acaba bugün de böyle vahim değişiklikler oluyor da biz fark etmiyor muyuz? “Olur mu canım; öyle olsa hemen fark ederdik.” demekte acele etmeyin. Bakın yukarıdaki değişiklikler de büyüktür, bazıları olumlu ve devasa, bazıları yine devasa ama bizim hesabımız acıklı ve vahim. İki tür değişiklikte de onları yaşayanlar olan bitenin ağırlığının farkında değildi. Evet “Olmuyordur canım, olsaydı fark ederdik” deyivermeyin. Gerçekten fark eder miydiniz? Ediyor musunuz?

Günümüz Türkiyesi’ndeki rejim değişikliğinden bahsediyorum. RTÜK denilen devlet kuruluşu televizyonları tehdit ediyor: Hep kötü haberler vererek insanlarda Türkiye’de işlerin kötü gittiği kanaatini uyandırıyorsunuz. Buna izin vermeyeceğim, cezalandıracağım. Böyle bir uyarı demokrasiyle yönetilen, fikir hürriyetinin bulunduğu bir ülkede yapılabilir mi? Devlet basına “İyimser ol yoksa!” diyebilir mi?

Bakın siz farkında olsanız da olmasanız da halk farkında. Bir anket yapın bakalım ve sorun: Adalet muhalefete ve iktidara eşit davranıyor mu? Muhalif parti mensuplarına, Ümit Özdağ gibi genel başkanlara yapılanlar kanun gereği midir siyaset gereği mi? Bağımsız ve tarafsız mıdır yargımız?

Demirperde fıkralarını hazırlayın

Bu bir kanaattir… Daha önce de “Bu bir kanaattir” diye yazdım, anlaşılmadı. Kanaat nedir ki diyeceksiniz? Kanaat her şeydir. Ülkede düşünce özgürlüğü olmadığına inananlar çoğunluktaysa düşünce özgürlüğü bitmiş demektir. Ülkede demokrasinin ortadan kalktığı kanaati yaygınsa demokrasi ortadan kalkmış demektir. Vatandaş da devlet memurları da hâkim kanaate göre hareket edecekler ve sırf o kanaatlerinden dolayı, sırf böyle hareket ettikleri için de o kanaatler gerçek olacaktır. Bizim kültürümüzün hükmüdür bu: Söz vücut bulur!

Yakında televizyonlara RTÜK’ten, gazetelere savcılıktan talimat gelir: Adalet yok diye yayım yapmak hoş bir şey değildir. Bundan sonra böyle iddialarda bulunanlar hakkında ceza uygulanacaktır! Belki de uyarı gelmez. Uyarmadan uygulama başlar. İktidarı tenkit etmek, halkı kin ve düşmanlığa teşvik etmektir. Kime karşı? İktidara karşı. Gir içeri! Fakirlik var, ekonomi kötü demek yalan haber yaymaktır. Gir içeri! Yalan olmayan haber ne? “Mart Şubat’tan iyi olacak. Nisan Mart’tan iyi olacak.” “Geçinemiyoruz” diyenlere karşı da “Geçinme yılı” ilan ederiz. Yetmezse “Geçinme Yüzyılı”. İtiraz mı? Gir içeri!

Yine yakında bir zamanların demir perde fıkralarının zaman, mekân ve şahıs ismi değişiklikleriyle yeniden canlandığını göreceksiniz. 1984’ün de yeni baskıları yapılır muhakkak.

Olan bitenin farkında mısınız? Değil misiniz? Siz en iyisi Silivri’ye giderken evinizin anahtarlarını yandaş komşunuza bırakın. Çıktığınızda ondan alırsınız.

Siyaset ve İnsan

     Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre birer meta / mal ve servet gibi şeyler rağbet görüp beğeniliyor. Zaman zaman birer mal revaç bulup kıymet kazanıyor. Bunun gibi âlem sergisinde, sosyal hayatta ve insanın medeniyet çarşısında her asırda birer meta, mal ve servet revaç buluyor. Çarşısında teşhir edilip sergileniyor. Rağbetler ona celp olunuyor. Nazarlar ona tevcih edilip yöneltiliyor. Fikirler ona tutulmuş oluyor.

     Bu zamanda ise, siyaset metaı, geçim derdi ve felsefe; insanın ilgi alanına girmiş durumda. Aklı siyasetle haşir neşir olmakta. Üstelik bununla yetinmeyen medenî siyaset; ekserin / çoğunluğun rahatına ekalli / azınlığı feda ediyor. Hatta, zâlim olan azınlık; halkın çoğunluğunu kendine kurban ediyor. Oysa Kur’an’ın adâleti / İlâhî adâlet; tek bir masumun hayatını, kanını heder etmez. Faydasız ve boş görmez. Değil ekseriyet ve çoğunluğa, hatta onu insanların umumu / geneli için bile feda etmez. Çünkü: “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Maide: 32)

     Âyetin işarî / dolaylı manasıyla, bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakkın merhamet nazarında, hak haktır. Küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin / toplumun selâmeti için, bir ferdin rızası alınmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet / millî hakların korunması namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.

     Adâlet-i İzafiye / İzafî / nisbî adâlet ise, küllün / toplumun selâmeti / kurtuluşu için, cüz’ü / ferdi feda eder. Cemaat / toplum için, ferdin hakkını nazara almaz, hesaba katmaz. “Ehven-i Şer” / daha az zararlı diye, bir nevi / bir çeşit adalet-i izafiyeyi yani cüz’ü / ferdi feda eden adâleti yapmaya çalışır. Fakat adâlet-i mahza / tam adâleti tatbik edip uygulamak kabil ve mümkün ise, izafi / nisbî / kıyasî adalete gidilmez. Gidilse zulümdür.

     “Kim de birisinin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (Maide: 32) Yani ihya; mecazî zâhir mânası itibarıyla, hasene / hayırlı amelin gayr-i mahdut / hudutsuz tezauf / kat kat oluş düsturunu gösterir.

     Asıl mânası bakımından; halk ve icatta şirk ve iştiraki, esasıyla hedmeden / yıkan bir bürhana / delile remiz ve işarettir. Zira bu cümle ile beraber “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” (Lokman: 28) hükmü; tarafeyn / iki taraftaki teşbih / benzetmede; iktidar mânasını ifham ettiğini / bildirdiği dahi nazara alınsa; mantıken aks-i nakiz / birbirine zıt iki şey kaidesiyle istilzam ediyor / gerektiriyor ki: “Bütün insanları diriltemeyen bir zat, bir tek nefsi diriltemez.”e işareten delalet ediyor. Madem ki insanın, mümkinatın kudreti; bilbedahe / açık ki, semavat / semaların, küre-i arz / dünyanın halkına, icadına muktedir değildir. Değil bir taşın, hiçbir şeyin halkına / yaratmasına da muktedir olamaz. Gücü yetmez. Demek ki, arzı ve bütün nücum /  yıldızları ve şümusu / güneşleri tespih taneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele malik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk / yaratma davası ve iddia-yı icat / icat iddiasında bulunamaz.