21.6 C
Kocaeli
Pazar, Kasım 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 30

Baba Olabilmek

“Artık yürümeyi öğrendim. Fakat hala düşmekten korkuyorum. Ellerimi bırakma baba!”

“Kalbi sevgi dolu, sevecen, cömert, kibar, kucağı sıcak, anlayışlı, şefkatli. Bu vasıfların tümünü taşıyan tek erkek… Ben ona baba diye sesleniyorum…”

Baba olmak, öncelikle bir erkeğin kalbinde ve zihninde bir çocuğa yer açmakla başlar. Düşünce ve davranışlarında tutarlı bir babanın olumlu ve nitelikli ilgisi, çocukta disiplin anlayışının yerleşmesinde, özgüven oluşumunda, liderlik yapısının gelişmesinde, sosyal bir varlık haline gelmesinde, arkadaş ilişkilerinde olumlu kişilik kazanmasında önemli rol oynar.

Mahler’e göre baba-çocuk etkileşimi, çocukta farklılaşmayı başlatır, bağımsızlaştırır ve üreticilik kazandırır.

Baba, eşi ve çocukları için sevgi ve güven kaynağıdır. Fransız Psikanalist ve Psikiyatr Lacan ın dediği gibi, “insanın her talebi sevgiyedir”.

Çocuklar babayı daha güçlü, daha çok bilen, daha çok saygı uyandıran kişi olarak bilirler.  Çocuklara ayrılacak bir yarım saat, kısa bir gezinti, yemekte söyleşmek, çocuklar için çok önemlidir.

Babalar çocukların dış dünya ile kurdukları ilişkide köprü rolü üstlenirler. Babanın onayı, kabulü çocuğa dış dünya tarafından da kabul edildiği, beğenildiği mesajını verir.

Çocukların sağlıklı gelişimi için anne kadar babalarıyla da iletişim ve etkileşim (kitap okuma, oyun oynama, rol modeli olma) halinde olmaları gerekir. Çocuğun düşünsel, sosyal-duygusal, cinsel-rol ve kimlik gelişimi üzerinde baba ile etkileşimin önemli rolü vardır. Çocuğa, annesi dışında bir ötekinin de olduğunu gösterir.

Babalarından ilgi ve sevgi gören çocukların daha sosyal oldukları, arkadaşlarıyla sağlıklı ilişkiler kurabildikleri, kendilerine daha çok güvendikleri, yaşamın zorlukları ile baş edebildikleri, liderlik özellikleri taşıdıkları, uyumlu ve mutlu oldukları bilinmektedir.

İleri toplumların ileri olması, görünen modern teknolojilerden dolayı değildir. Anneye saygı duyan babaların olmasındandır.

Çocuk, kitapların yazmadığı, öğretmenlerinin öğretmediği pek çok yaşam bilgisini babasından öğrenir. Baba-çocuk iletişimi, çocuğun kişilik gelişimini etkiler. Bu iletişimi güçlü olan çocuklar, olumlu kişilik özellikleri geliştirir. İyi bir baba-çocuk ilişkisi, çocuğun hayatla kurduğu ilişkiyi güçlü kılar.

Kız çocukları babayı daha çok emniyet ve güven sembolü olarak algılarken; erkek çocuklar babalarından, kararlı durabilmeyi, sabır ve sebatı örnek alırlar.

Babalar, çocuklarına sevgilerini sözel olarak ifade etmekle birlikte, ilgi ve alakayla davranışsal olarak da göstermeli. Çocuğa sevildiğini ve değerli olduğunu hissettirmeli. Birlikte kaliteli zaman geçirmeli. Çocuklar öfkelendiğinde onları yargılamadan, suçlamadan dinlemeye çalışmalı. Rol model olarak örnek olmalı, söyledikleriyle yaptıkları tutarlı olmalıdır.

Kız ve erkek çocukların yaşamında baba önemli bir özdeşim figürüdür. Çocuk dünyayı babasının gözleriyle görür, onun gibi yürümeye, onun gibi davranmaya, onun gibi konuşmaya çalışır.

Babanın kız çocuğuna olan olumlu tutumu, onun; kendisine, erkeklere, kadınlara, var olmaya, kendi ayakları üzerine durmaya olan tutumunu belirler. Yani kendi başına başarabilen, kendine güvenen ve kendini seven bir kadın olmasını sağlar.

Aynı evin içinde olduğu halde,  babanın çocuklara uzak ve soğuk durması, sadece bir disiplin figürü olarak yer alması, çocuklarla ilişki kurmaması, hem kız hem erkek çocuklara baba yokluğunu yaşattırır.

Böyle babaların çocukları, boşluğu başka şeylerle kapatmaya çalışırlar. Genellikle bu başka şeyler, çok da hayırlı şeyler olmaz. Bu nedenle birçok kanun dışı, ya da olumsuz şeyden “baba” diye bahsedilir. Baba olabilmek, bir çocuğun hayatında baba olarak yer alabilmek ve bu babalığı düzgün sürdürebilmek gerekir.

“İşten eve yorgun gelmiş ve kısacık bir sohbetten sonra televizyonun karşısında uyuklayan” baba tipi günümüz çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamaktan, onları mutlu etmekten çok uzaktır.

Çocuğa doğruyu yanlışı göstermek, yapabileceklerinin en iyisini yapmaları için cesaretlendirmek ve iyi seçimler yapmayı öğretmek babaların görevidir.

Günümüzde baba figürü, çocuğun bakımıyla ilgili her şeyi yapabilen, onlarla paylaşabilen, onlarla her türlü ilişkiyi, yakınlığı kurabilen, baba modelidir.

Çocuklarımız, sahip olduğumuz eşyalar değildir. Görevimiz, onlarla beraber büyümek, arkadaş olmak, sevmek, kabul etmek, anlamak, desteklemek, beraber oynamak, yol göstermek, geliştirmek, kolaylaştırmak, kalıcı olumlu izler bırakmak, onları kazanmak, olabildiğince ön yargısız olmaktır.

 Dozunda ve destekleyici baba figürü, çocuğun kendini daha rahat ifade etmesine, özgüvenini geliştirmesine ve stresle başa çıkma becerisini artırmasına yardımcı olur.

Çocuğun özgüven ve liderlik gibi özelliklerinin gelişmesi, kendini güvende hissetmesi ve kaygılarının azalması, babası ile sağlıklı iletişim kurmasına bağlıdır. Her çocuğun sevgi dolu, ilgilenen ve destekleyici bir babaya ihtiyacı vardır.

Babanın rolü akşam eve gelince şikâyet edilecek otorite figürü olmamalıdır. Çocuğunu dinleyen, uygun ve doğru davranışları öğreten, olumlu davranışlarını çekinmeden (aman şimdi aferin dersek şımarır diye düşünmeden) pekiştiren babalar ile çocukları arasındaki ilişki çok daha verimli olmaktadır.

Babasız evlerde akşam erken olur. Babasız bir ev, duvaksız geline benzer. Babanın faziletleri, çocukların servetidir. Babalar, oğullarının ilk kahramanı, kızların ise ilk aşkıdır.

Bazı süper kahramanların pelerini yoktur. Onlara baba denir! “Baba omzu” diye mutluluk ve huzurun membaı bir yer vardır. Babanın erdemleri çocuklarının servetidir.

Bir babanın çocuklarına yapabileceği en büyük iyilik, onların annelerini sevmesidir. Anne gezinilen bağ, baba yaslanılan dağdır. Ömrümüzün en güzel çağı anne ve babamızla geçen zamandır.

Baba olmak yeterince zordur. Kendi kendine yetmeyen bir çocuğun ihtiyaçlarını karşılamak, onu hayata hazırlamak, bir yetişkinin üstlenebileceği en büyük sorumluluktur.

Anne baba olmanın en zorlu yanlarından biri de, “yeterince iyi bir anne baba mıyım? sorgulamasıdır. Mükemmel anne babalık yoktur diyor Prof. Dr. Neriman Samurçay ve “Kendini mükemmel sanan anne babalar vardır ama mükemmel anne babalık yoktur”diye ekliyor.

Bir başka uzman, Leyla Navaro, “Beni Duyuyor musun?” adlı kitabında, “Diğer meslekler deneme yanılmayı kaldırabilir ancak anne babalık mesleğinde deneme yanılmaların sonucu ne yazık ki çok ciddidir diyerek konunun önemini vurguluyor.

Aynı kitaptaki şu sözleri de hatırlatalım; “İnancımız, mükemmel anne babanın mükemmel çocuk yetiştirdiği değil, mutlu anne babanın mutlu çocuk yetiştirdiğidir”.

Babalar! çocuğunuz için önemlisiniz. Çocuklarınızı yeterince sevin, onlara kaliteli zaman ayırın, değerli olduklarını hissettirin. Örnek model olun, hayatı birlikte paylaşın. Yarının huzurlu, mutlu, başarılı bireylerini yetiştirmek sizin ellerinizde. Çocuklarınızın, paranızdan çok sevginize ihtiyaçları var.

Sevgiyle kalın…

İspanya Penceresinden Türkiye-1

Kurban Bayramı öncesinde eşimle birlikte 8 günlük İspanya turuna katıldık. İspanya’da gördüklerim ve orada edindiğim bilgilere ilaveten biraz da araştırma yaptım. Ve İspanya Penceresinden Türkiye’ye bakmanın gerekli ve faydalı olacağı kanaatine vardım.

İspanya’nın yüzölçümü Türkiye’nin yaklaşık üçte ikisi kadar. Nüfusu ise yaklaşık 47 milyon olup, Türkiye nüfusunun yaklaşık yarısı kadar.

Buna karşılık İspanya bizden ekonomik olarak (GSYİH) yaklaşık %50 daha büyük ve halkı bizden 2-2,5 kat daha zengin. (Kişi başına milli gelir İspanya’da 35.100 USD Türkiye’de ise yaklaşık 15.000 USD)

İspanya dünyanın en büyük ekonomileri sıralamasında 14-15. Sıralarda iken Türkiye 16-19. Sıralarda geziniyor. Fakat aramızdaki fark büyük, İspanya 2024 itibarıyla GSYH büyüklüğü itibarıyla Türkiye’yi yaklaşık %50 farkla geride bırakıyor.

Gezdiğimiz şehirlerde bu zenginliğin yansımasını gözlemledik. Gördüğümüz bütün şehirlerde düzen, geniş caddeler, büyük parklar, temizlik dikkat çekiciydi. Nadiren trafiğin sıkıştığı, her tarafında sanat eserleriyle karşılaşılan İspanya şehirlerinde gecekondu benzeri yapılaşma hiç yok. Tabii ki insanların bizden daha mutlu olduğu hemen belli oluyor.

Ekonomide hemen göze çarpan iki alan turizm ve tarım. İspanya yıllık 100 milyona yaklaşan turist sayısıyla ve 120 Milyar Euro turizm geliriyle bu alanda dünyada ilk 5 içinde. (Türkiye’de ise 2024’te ~52,6 milyon ziyaretçi, ~61,1 milyar USD gelir gerçekleşti.) İspanya’da vatandaş başına yılda 2 turist gelirken, Türkiye’de her vatandaşa 0,6 turist düşmekte.

Fakat turistlerin bol olduğu yerlerde rehberimiz sürekli hırsızlık ve kapkaç vakaları için uyarılar yaptı.

İspanya’da fiyatlar Batı Avrupa’nın diğer ülkelerinden daha ucuz. Yeme içme konusunda Türkiye fiyatlarına yakın bedeller ödeyerek, daha bol porsiyon ve hilesiz yemekler yemek mümkün.

Tarım alanında İspanya’nın çok başarılı ve planlı uygulamaları olduğunu söyleyebilirim. Ekili, dikili ve bakımlı olmayan tarım arazisi bırakmamışlar. Özellikle ülkenin güneyine doğru indikçe dağ taş binlerce km2’lik arazilere son derece düzenli bir şekilde zeytin ağaçları dikilmiş. Yüksekliği 2-2,5 metreyi geçmeyen zeytin ağaçlarının dikili olduğu arazi parçaları arasında bir metrelik boşluk dahi bırakmamışlar. Toprağın kıymetini biliyorlar. Her 30-40 km de bir zeytinyağı fabrikaları kurmuşlar ve zeytinlerin uzak mesafelere taşınmadan işlenmesini sağlamışlar.

Türkiye’de boşalan köyleri, işlenmeyen tarım arazilerinin büyüklüğünü görünce “neden biz başaramıyoruz?” diye üzüldük.

**************************************

İspanya’da Şehircilik

İspanya’da gördüğümüz şehirlerde (Madrid, Toledo, Sevilla, Cordoba, Granada, Al Hamra, Valencia ve Barselona) toplam İspanya nüfusunun yaklaşık beşte birinden fazlası yaşıyor. Hepsinin de de planlı bir yapılaşma içinde, geniş caddeler, büyük parklar, çok sayıda görkemli binalarla dolu olduğunu ve hiç gecekondu ve köy evi diyebileceğimiz tarzda yapıların olmadığını söyleyebilirim.

Şehirler genellikle tarihî doku korunarak planlı şekilde genişletilmiş. Başkent Madrid en büyük şehir. Madrid’te bile kişi başına düşen açık alan oranı çok yüksek.

İspanya’da 800 yıl hüküm süren Müslümanların bıraktığı İslâmî mirastan günümüzde sadece birkaç mimarî eser kalmış. Mimarî eserler de hemen sadece ülkenin güneyindeki Cordoba, Granada ve Sevilla gibi birkaç şehirde bulunmakta. Bunlar da turistik mekân olarak kullanılmakta. Kurtuba Ulucamii, Elhamra Sarayı, Caferiye Sarayı, Altın Kule, çeşitli şehirlerde bulunan “Alkazar” türü yapılarla, üçbeş şehirde hamam ve kale kalıntısı. Fakat mimaride Müslüman etkisiyle oluşmuş bir sanat geleneği olan “Müdeccen Üslubu” (Mudejar sanatı) çok yaygın. Eski-yeni pek çok İspanyol yapılarında kullanıldığını görebildik.

Yeşil alan olarak AB önerileri kişi başına 10–15 m². Madrid %8 yeşillik oranına sahip. İspanya’da şehirler temiz. Türkiye’de ise büyük şehirlerde yeşil alan %4–6 arasında, temizliği de sorunlu.

Toledo, Córdoba (Kurtuba), Granada gibi 2 bin yıllık tarihi geçmişi olan şehirlerde tarihî dokular korunarak yaşatılmış, dar sokak düzeni; kültürel mirasın korunmasıyla estetik bütünlük öne çıkarılmış.

İspanya’da sokaklar yayalaşmaya yönelik tasarlandığı için hem kullanım alanı hem temizliği yüksek.

İspanya’nın en kalabalık şehri Madrid 3,4 milyon nüfusu ve yaklaşık 7 milyon metropoliten alan nüfusu olan bir şehir. Diğer şehirlerden bu nüfusa yaklaşan yok. Yani bizdeki metropol şehirler kadar kalabalık değiller.

 ****

İspanya’da büyük metropollerde nüfus yığılmasını nasıl önlediklerini merak ettim. Bulduğum cevaplar şöyle:

İspanya’da doğrudan “şu şehir şu nüfusu geçemez” diyen bir yasa yok. Ancak:

  • Yerleşim alanları imar planlarına sıkı sıkıya bağlıdır.
  • Plansız yapılaşma neredeyse imkânsızdır.
  • Belediye ölçekli planlarda yeni konut üretimi arz–talep dengesine göre, uzun vadeli hesaplarla yapılır.
  • Altyapı kapasitesi olmadan yoğun yapılaşmaya izin verilmez.
  • İspanya’da kişi başına düşen gelir farklılıkları bölgeden bölgeye çok keskin değildir. Örneğin Madrid ve Barselona elbette ekonomik merkezlerdir, ama Sevilla, Zaragoza, Bilbao gibi şehirler de istihdam ve yaşam kalitesi açısından caziptir.
  • Kırsal alanlara da AB fonlarıyla altyapı ve ekonomik canlılık taşınmıştır. Bu yüzden insanlar kırsaldan büyükşehre akın etmeye mecbur kalmaz.
  • Tarihî şehir merkezleri genellikle koruma altındadır, yüksek yapılaşmaya izin verilmez.
  • Topografya ve kültürel miras, dikey değil yatay ve kontrollü büyümeyi teşvik eder.

Bütün bunlar da doğal olarak şehirlerin aşırı büyümesini yavaşlatmış, dengelemiş ve şehirlerin aşırı nüfus yükü taşımasını engellemiş.

NOT: Devam edecek… Gelecek bölümde İspanya’da Demokrasiye geçişin etkilerini ve Özerk Bölgeleri anlatacağım.

Kıvılcım Bekleyen Çığlık

 Bu şehrin sarmaşığı sırılsıklam surları mıdır?

Değişen Ramazan mıdır otel odalarında?

Saat beş oldu;

Kalk da gör!

 Geleceğin kusurları mıdır güneşi örten?

Ki insan hâlâ İskender edâlarında..

Gün kalleş oldu;

Çık da gör!

 Aşkın ısınma turları mıdır rüzgâr?

Ve yağmur yine rahmet iddialarında..

Kar bir leş oldu;

Sık da gör!

 Grossırlar yüzyılın yatırları mıdır?

İmdi dünya Hay bin Yakzan adalarında..

Teknoloji rûha tebelleş oldu;

Bak da gör!

  7 Şubat 1996 – Kayseri

Hayat

     Varlığın mükemmelliği ve tam bir varlık olması, hayat iledir. Belki vücudun hakîkî vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nûru, ışığı ve ona yol gösterenidir.  Şuur / bilinç ise, hayatın ziyası / ışığıdır. Hayat, herşey’in başı, esası ve aslıdır. Hayat, herşey’i herbir hayat sahibi / canlı olan şey’e mâl eder. Bir şey’i, bütün şeylere ve varlıklara mâlik hükmüne geçirir. Hayât ile canlı bir varlık, diyebilir ki: “Şu bütün varlıklar, malımdır. Dünya hânemdir. Kâinat; mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.” Nasıl ki ışık, cisimlerin görülmesine sebeptir. Renklerin -bir kavle göre- varlık sebebidir. Hayât dahi, varlıkların keşfedicisidir. Onları meydana çıkartarak varlıklarının bilinmesini sağlar. Hem küçük bir parçayı, bütün yani kapsamlı bir oluş hâline getirir. Kapsamlı varlıkları bir parçaya sığıştırmayı gerçekleştirir. Sayısız varlıkları birbirine ortak edip, onları birlik hâline sokar. Vahdete / birliklerine sebep olur. Bir rûha mazhar yapmak gibi, varlıkların mükemmel oluşlarına sebeptir. Hattâ hayât, çokluk tabakalarında bir çeşit vahdet ve birliği tecellî ettirir. Cüz’ü, küll ve küllî hükmüne getirir. Küllî şeyleri de, bir cüz’e sığıştırmaya sebeptir. Sayısız varlıkları, iştirak ve ittihat ettirip bir vahdete dayanak, bir rûha mazhar / zuhur edeceği yer yapmak gibi. Hattâ hayât; kesret / çokluk tabakalarının her bireyinde, Yüce Allah’ın bir çeşit vahdetini tecellî ettirir. Her şeyin; Allah’ın Ehadiyetine / Allah’ın herşeyde kendisini göstermesine bir ayna olduğunun belirtir.

     Bak, hayâtsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa yetimdir, garibdir, yalnızdır. Çünkü çevresiyle münasebeti / ilişkisi, yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır. Başka, kâinatta ne varsa, o dağa nisbeten yok sayılır. Çünkü ne hayâtı var ki, hayât ile alâkadar olsun, ilgilensin. Ne şuuru / bilinci var ki, çevresiyle alâkalansın.
     Şimdi bak küçücük bir cisme, meselâ bal arısına. Hayât ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle bir  münasebet / ilgi kurar ki, bütün kâinatla, özellikle yerin çiçekleri ve bitkileri ile, sanki öyle bir ticaret anlaşması yapar ki, şu arz benim bahçemdir, ticarethanemdir. İşte rûh sâhipleri yani canlılardaki bilinen, görünen ve görünmeyen his ve duygulardan başka, bilincine varılmayan sâika / sevk edici ve şâika / şevke getirici hislerle beraber o arı; dünyanın birçok türlerinde tasarrufa sahip olur. İşte, en küçük canlıda hayat; böyle etkisini gösterirse, elbette hayat; insan tabakalarının en yüksek mertebesine çıkdıkça, öyle bir genişlik ve keşif sahibi olur ve nurlanır ki, hayatın ışığı olan şuur / bilinç ve akıl ile, bir insan kendi evindeki odalarda gezdiği gibi, o canlı da, kendi aklı ile yüksek ruhî âlemlerde ve hattâ cismanî mekânlarda gezer.

     Yani o şuurlu ve hayât sahibi olanlar, mânen o âlemlere misafir olarak gittikleri gibi, o âlemler de o şuur sâhibinin rûh aynasına misafir olup, benzeri olarak gelirler. İşte hayat, Yüce Allah’ın en parlak bir vahdet / birlik delili, en büyük bir nimet madeni, en latîf / hoş bir merhamet tecellîsi ve  en gizli ve bilinmez İlahî san’atının en güzel bir nakşıdır. Evet, hayat  o derece hafî / gizli ve dakîk / ince bir san’attır.

     Çünkü hayat türlerinin en aşağı derecesinde olan bitkilerin hayâtı ve bitki hayâtlarının en birinci derecesi olan çekirdeklerdeki hayât ukdesinin uyanıp açılarak gelişmesi; o derece açık ve çokça göz önündedir ki; alışkanlıktan ötürü Hz. Âdem zamanından beri, insanın hikmet nazarından gizli kalmış! Hakikati, hakikî olarak insanın aklı ile keşfedilmemiş!

     Hem hayât, o kadar temizdir ki, iki vechi de, yani mülk / hariçdeki ve melekutiyet / iç vecihleri / yönleri temiz ve şeffaftır. Kudret eli sebepler perdesini koymıyarak, doğrudan doğruya temas ediyor. Fakat, diğer şeylerdeki hasis işlere, kudretin izzetine uygun düşmeyen, görünüşteki durumlara menşe ve kaynak olması için, zâhirî sebepleri perde etmiştir.

     Hayat olmazsa varlık, varlık değildir. Yokluktan farkı kalmaz. Çünkü hayat rûhun ışığıdır. Şuur, hayatın nûrudur. Küremiz sayısız canlı, rûhlu ve idrâk sahipleri ile doludur. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde bile, nuranî varlıklar bulunmakta. En âdi maddeler, en kesîf / yoğun unsurlardan, sayısız canlı ve rûh sahipleri yaratılıyor. Gayet ehemmiyetle yoğun maddeler, hayât vâsıtasıyla lâtif maddelere çevriliyor. Ve hayat nûru, herşeye kesretle serpiliyor ve çoğunlukla herşey şuur ziyasiyle yaldızlanıyor.

      Nûr maddesinden, hattâ karanlıktan, esîr maddesi, mânâ, hava ve kelimelerden; canlılar ve şuurlu mahlûkat çoklukla halkediliyor. Nitekim, pek çok çeşitli rûhanî mahlûklar, o lâtîf seyyal / akışkan maddelerden yaratılıyor. Onların bir kısmı melâike / melekler, bir kısmı da ruhanî ve cin denen cinslerdendir. Çünkü “Görünmemek, olmamağa delil olamaz.”

     Şu sonsuz feza, şu muhteşem gökler; burçlar, yıldızlar, şuurlu hayat ve rûhlu varlıklar ile doludur. Nitekim ateş, nûr, ışık, karanlık, hava, ses, güzel koku, kelime ve esîr / atmosferi dolduran bir çeşit dolgu maddesinden, hattâ elektrik ve diğer lâtîf seyyalelerden yaratılan o hayatlar hakkında; rûh ve şuur sahipleri için, Hz. Muhammed ve Kur’an: “Melaike, cân ve ruhanîlerdir.” der.

     Evet, madde asıl değil ki, vücud onun emrinde olsun ve ona bağlı bulunsun. Belki madde, bir mânâ ile varlığını ayakta tutmakta. İşte o mânâ hayattır, rûhdur. Hem görüyoruz ki, madde hizmet edilen değil ki, herşey ona döndürülsün! Aksine hizmet edendir. Bir hakikatin lâyıkıyla oluşmasına hizmet eder. İşte o hakikat, hayâttır. O hakîkatin esası da rûhdur.

     Öyle ise, madde hâkim değil ki, ona başvurulsun! Mükemmellik ondan istenilsin! Belki mahkûmdur, bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esas; hayat, rûh ve şuurdur. Hem madde öz ve esas değil. İstikrar sahibi, durağan değil ki, işler ve mükemmellikler ona takılsın. Ona bina edilsin. Belki yarılmaya, erimeye ve yırtılmaya hazır bir kabuk, köpük ve sûrettir.

     Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen mikroskobik bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki; arkadaşının sesini işitir, rızkını görür; gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hâl gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde, hayât eserleri ziyadeleşip artıyor. Rûhun ışığı şiddetleniyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur / bilinç âlemine yaklaşıyor gibi, rûhun harareti, hayât nûru daha şiddetli olarak tecellî edip kendini gösteriyor.

     İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayât, şuur ve rûhun sızıntıları bulunsun da; o perde altında olan görünmez iç âlem; rûh, şuur ve bilinç sahipleriyle dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki: Şu maddî âlem ve görünür âlemdeki mânâ ve anlamın; rûh, hayat ve hakikatin şu sayısız sızıntı, parıltı ve semerat ve neticelerinin menba ve kaynakları yalnız maddeye ve maddenin hareketine döndürülüp açıklansın.

     Bu sayısız sızıntı ve parıltılar gösteriyor ki: Görünür maddeden oluşan âlem; melekût ve rûhlar âleminin üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir. Hayat, varlıkların keşfedicisidir. Belki neticesi ve özüdür. Evet hayât, hâriçte bir hakîkattir. Var sanılan fakat olmayan vehmî bir emir; hâriçteki  gerçeği yüklenemez!

     Mevcudât, şu görülen âlemden ibaret değil. Mâdem görülen âlem; cansız ve rûhların teşekkülüne uygun olmadığı hâlde, bu kadar rûhlu varlıklarla doldurularak donatılmıştır. Bundan anlaşılıyor ki, elbette vücud, varlık ve oluş; ona dayandırılamaz.

“Seyahat Edin, Sıhhat Bulun”      

Rivayet ne kadar doğru, bilmiyorum. Bir gün Evliya Çelebi rüyasında Peygamberimizi görür, heyecandan dili sürçer “Şefaat ya Resulallah” yerine “Seyahat ya Resulallah” der ve seyyah olur, tarihe ismini yazdırır.

Ben işin hikâye tarafında değilim. Seyahat, nedir; bir turistik etkinlik midir? Seyahatin hangi türü makbuldür? Seyahatin amacı ne, tarzı nasıl olmalıdır?

Seyahat, gezi; seyyah da gezgin diye açıklanıyor sözlüklerde. Gezme eylemi olan seyahatin gereği ve yararı hakkında yazar ve düşünürler pek çok düşünce ileri sürmüş, dini metinlerde seyahat, ibadet öneminde tavsiye edilmiş.

“Hiçbir şey zekâyı seyahat etmek kadar geliştirmez.” der Emile Zola. “Uzaklara gittikten sonra tamamen değişmiş biri olarak dönmek gerçek bir mucize.” der yine bir Batılı yazar. Geothe, “Gezgin, bir yere varmak için değil, keşfetmek için seyahat eder.” diyerek insandaki keşfetme dürtüsünün önemini ve gezmenin bundaki gücünü vurgular. Bu keşif, belki de kendini keşfetmek. En uzun seyahatin içe doğru, en zor keşfin kişinin kendisi olduğunu söyler, mutasavvıflar. Geothe de aynı fikirde olabilir.

 Hayatı bir kitaba benzetir ve gezip görmeyenlerin hep aynı sayfayı okuduğunu söyler St. Agustine. Okullarımızda da “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” münazaraları yapılır hep. Gezmek, yenilenmektir; gezmek, diri kalmaktır; gezmek, keşiftir; gezmek, ders ve ibret almak, tefekkür ve akletmek amacıyla yapılırsa ibadettir.

Bir Bosna atasözünde “Seyahatin önündeki tek engel kapının eşiğidir.” denir. Önemli olan, yola çıkmaktır. Epiktetos’a göre “Mutluluk, gidilen yolun üzerindedir, yolun sonunda değil.”  “Zaferle değil, seferle görevliyiz.” sloganı, her görev ve şartta tekrarladığımız cümledir. Zafer, kaderi yazan kudret sahibinin tasarrufundadır. Su akar, zaman akar, ömür akar; her akış bir seyahattir. Seyahate direnenler, akıntıya kürek çekenlerdir.

Seyahat, maceradır, dolayısıyla tehlikelidir, düşüncesine sahip olanlar, rutinin öldürücü olduğunu bilmeyenlerdir. Aynı yerde dönmek, dolap beygiri olmak; israf edilmiş bir ömürdür. Hayat kaynağı su bile, durduğu yerde kokar. Gustave Flaubert, seyahatin insanı alçak gönüllü yaptığı, bize dünyada ne kadar küçük bir yer işgal ettiğimizi görmemizi sağladığı iddiasındadır.  

Peygamberimiz (sav) “Seyahat edin, sıhhat bulursunuz.” buyurmuştur. İnsan ruhu, kâinatta geçerli olan hareket kanununa tâbi olarak hareket etmekle rahatlar, huzur bulur. Seyyah, etrafına ibret nazarı ile bakar, bedeni yeni şeyleri tecrübe ederken ruhu tefekkür ve tezekkür eder. Seyyah, bir turist değildir, turist için görsellik önemlidir. Turist konforun, gezgin çilenin adamıdır. Turist, grubun bir parçasıdır; seyyah, ne kadar yalnızsa o kadar çoktur.

Araştırmaya göre düzenli olarak seyahate çıkmak; kalp krizi riskini azaltıyor, kortizol ile beraber stres seviyesini düşürüyor, depresyonu önlüyor, yaratıcılığı artırıyor, insan ilişkilerine pozitif bir bakış açısı katıyor, seviye kazandırıyor.

Amaçsız eylem, havanda su dövmektir. Seyahat, diğer adıyla gezi niçin yapılmalıdır? Neml suresi 69’da Rabb’im şöyle buyurur: “De ki, yeryüzünde dolaşın da böyle diyerek günaha gömülmüş inkârcı suçluların sonlarının nasıl olduğuna ibretle bakın!” Burada altı çizilmesi gereken sözcük “ibret”. Günaha gömülmüş inkârcıların sonlarını görmemek ve bundan ibret almamak, boş bir gezinti, avuntu.

Allah, Rum suresi 42. ayette de “Yeryüzünde dolaşın da daha öncekilerin âkıbeti nasıl olmuş ibretle bakın! Onların çoğu Allah’a orta koşan kimselerdi.” buyruğuyla seyahat etmenin bir başka nedenine dikkatimizi çekmektedir.

İbret nazarından yoksun, akletme yeteneği gelişmemiş, sinelerindeki gözleri kör insanların seyahatleri, Allah katında beyhude bir yorgunluktur. Rum suresi 46. ayette bu hakikat, “Bu inkârcılar, biraz olsun yeryüzünde ibret nazarıyla gezip dolaşmazlar mı? Eğer böyle yapsalardı, belki bu sayede akledip duygulanacak kalplere ve gerçeği duyacak kulaklara sahip olurlardı. Ne var ki kör olan, başlardaki gözler değil, gerçekte kör olan sinelerdeki gönüllerdir!” cümleleriyle belirtilmiştir.

Evliya Çelebi’nin dili sürçmüş olsa da belki amacı doğrultusunda yapılan her seyahat bir şefaattir. İbret için gezmek gerek, dosta gitmek gerek, içimizdeki uzun yolun yolcusu olmak gerek. Boşuna “sıla-i rahim, ömrün uzamasına vesiledir.” denmemiştir?

 

ABD ve İsrail’in Ortak Oyunu

            ABD ve İsrail’in Ortadoğu’daki oyunları bir türlü bitmiyor. Zaman zaman iç darbeler yapılıyor, toprak işgalleri sürüyor; Ortadoğu’da milli ve üniter devletlerin kalmaması için elden gelen yapılıyor ve ülkeler etnik mozaik haline dönüştürülerek parçalar bağımsızlığa sürükleniyor. Ufalanan ülkeler böylece kolay yutuluyor. Demokratikleşme adı altında dış güdümlü parçalar şekillendiriliyor.

            Filistin üzerine oynanan oyunlar bir türlü bitmedi. En nihayet Filistinlilere siz öldürüle öldürüle bitmiyorsunuz. Vatanınızı terk edip başka topraklara gideceksiniz emri verilmişti. Filistin ve Gazze’de bombalarla öldürülen insanların sayısı yıkılan ve bombalanan binalarla birlikte yüz binleri aşıyor. İnsani yardımı bile İsrail kabul etmiyor. İnsanların aç kalıp öldürülmesi yok edilmenin bir parçası olarak görülüyor. İnsani yardımı mazlum Filistin halkına çok görüp engelleyenler, bilhassa çoluk çocuk ve kadınları tehlike görüp öldürenler, onlara hayat hakkı tanımayan terör devleti ve cinayet şebekesi olan bu ülke patronu ABD’nin talimatıyla Madleen isimli yardım gemisini dronlarıyla vurmuş, kimyasal maddelerle saldırmış ve utanmadan gemiye de el koymuştur.  Milletlerarası sularda gerçekleşen bu son olay ile İsrail yönetimi Dünya ile alay etmektedir. Dünya ise gözleri kapalı ve sırıtarak olup biteni, insan hakları ihlallerini seyretmektedir. Batı alışık olduğu gibi üç maymunu oynamaktadır. Türkiye ise şimdiye kadar elinden geleni fazlasıyla yapmış ve yapmaktadır. Cinayetleri destekleyen Trump yönetimi BM’de savaşın sona erdirilmesini reddetmiş ve veto etmiştir. Katil ve soykırımcı İsrail yine ABD desteği ile ortaya çıkmıştır. Katil ve soykırımcı İsrail yönetimi beynine inecek bombalardan, drondan anlar. Bunların maalesef bu açlıklarının giderilmesi şimdilik uzamaktadır. İnsan haklarına saygı ortadan kalkmıştır ve patron ülkelerce boş yere tartıştırılmaktadır. Bir bakıma Ortadoğu’da sınırların değiştirilmesine yol açmamak için İsrail’e karşılık verilmemesi ileri sürülse de ancak bu karşılığı verecek müslümanlar da maalesef kalmamış; ümmet nerede tartışmaları gündeme gelmiştir. 

            Bütün bunlar olurken malum çevrelerin Lozan Antlaşmasını ortadan kaldırma çabaları var. Bir başka ifadeyle Lozan yerine Sevr Antlaşması hâkim kılınmak isteniyor. Bayramdan ve tatilden yeni çıkmış olmamıza rağmen, milli hassasiyete sahip aydınlarımızın ve bilhassa hukukçularımızın konu üzerinde durmalarında büyük fayda var. Nedense basının da bu konu üzerinde pek durmadığı dikkati çekiyor. Diyarbakır Barosu’ndan da avukat diye geçinen iki kişinin bu yolda çabaları var. Herhalde bunlara ödül verecek değiliz.  

Çıkar ve Bilim

Bilim ve menfaat… Birbirinden çok ayrı iki kavram gibi görünür ama hiç de öyle değildir. Bu ikisi arasında lider, galiba menfaat.

Hadi teknoloji neyse ama bilimle fayda nasıl birlikte olur! Zannedilir ki bilim adamları merak ettiklerini, evrenin sırlarını araştırıp çözer. Sonra teknoloji, onların bulgularını kullanarak yararlı şeyler icat eder, üretir. Bilim tarihine baktığınızda bunun tam tersinin geçerli olduğunu görüyoruz. En çarpıcı misali, endüstri devrimini başlatan buhar makinesi. James Watt’ın buhar makinesini icadı ile onun bilimi, yani termodinamik arasında yetmiş yıl var. Önce makine, sonra teori gelmiş.

Astronomi de geometri de günlük ihtiyaçlarla tetiklenmiş. Astronomi özellikle bir tuhaf. İnsanlar asırlar boyu yıldız falına inanmış. Yıldız falına bakanlar arasında Batlamyus ve Kepler gibi meşhur isimler de var. Kepler, bir köylü ayaklanmasını ve 1595’te Türklerin işgalini yıldızlarda gördüğünü yazıyor. İnsanlar yıldız falına hâlâ inanıyor. Gazetelerde köşeler, televizyonlarda programlar yıldız falı anlatmayı sürdürüyor.

“İhtiyaç icadın anasıdır.” diye bir söz vardır. Öyle anlaşılıyor ki ihtiyaç ve fayda keşfin de anasıdır.

Tütün firmaları ve bilim

Bu misaller, çıkarın bilimi teşvik ettiği hâllere ait. Bazen de tam tersine, çıkar bilimin ağzını kapatmaya çalışıyor. Bunun üç örneği üzerinde duracağım. Tütünün sağlığa zararı, küresel ısınma ve alkolün sağlığa zararı…

Tütünün sağlığa zararı yirminci asırda kesinleşti. Akciğer kanserine, mesane kanserine ve daha birçok hastalığa yol açıyordu. Tütün, akciğer kanseri vakalarının %80-90’ının sebebiydi. Tütün kullananların kansere yakalanma ihtimali kullanmayanlardan 15 ila 30 kat fazlaydı.

Gel gör ki tütün, dünyada büyük bir endüstriydi. ABD ve Japon firmaları uluslararası sigara piyasasını ellerinde tutuyordu. Bilimin bulgularını karartmak, gözlenen istatistiklerde sebebin aslında farklı olduğunu iddia etmek için milyonlarca dolar harcadılar. Kansere sigaranın değil, çakmakların sebep olduğunu bile okudum. Televizyon programlarında konunun tartışılmasını ve hiç olmazsa bir-iki tartışmacının sigara konusunda tereddüt beyan etmesini sağlıyorlardı. Bu mücadele sayesinde sigaraya getirilen kısıtlamalar on yıllarca gecikti. Madmen dizisini seyredenler hatırlayacaktır. Sigara her yerde içilirdi. Ben bile genç bir hocayken sigara içerek ders anlattığımı hatırlıyorum. Otobüslerin, uçakların koltuklarında kül tablaları vardı. Tütün kadar açık bir zararlının kullanımı ancak 21. asırda etkili bir şekilde sınırlandırılabildi. Ben de şükür 25 yıl önce bıraktım.

Küre ısınıyor mu?

Bizde “global warming” sözünün kelime kelime tercümesi “küresel ısınma” diye bilinen dünyanın ısınması, çıkarla bilimin ikinci savaş alanıdır. Bu sefer büyük sermaye cephesinde petrol şirketleri vardı. Bunlar, tütüncülerden de güçlü bir gruptu. Bilime saldırı, tütündeki gibi organize oldu. İki cephe vardı: 1) Yok canım, ısınma mısınma yok! 2) Isınma var ama sebep fosil yakıtlar değil.

Fosil yakıtların sınırlandırılması iktidarların işine de gelmiyordu. Sınırlandırma ülke endüstrisine büyük maliyet yüklüyordu. Tarihî olarak en büyük kirleticiler, başta ABD, atmosfere karbon dioksit salınımını önleyecek tedbirleri içeren anlaşmaları imzalamada ağırdan aldılar. En son Trump, Paris İklim Anlaşması’ndan ayrıldığını açıkladı.

Son birkaç yılda bilim bir başka gerçeği keşfetti. Alkolün belli bir sınırın üstünde tüketimi hastalığa, özellikle kansere yol açıyordu. Bu bulgu da büyük alkol üreticilerini, şaraplık üzüm yetiştiricilerini rahatsız ediyor. Mesela Avrupa’da Fransa, Almanya ve İtalya arasında alkollü içki üretim zincirinde ciddi rekabetin olduğunu birinci elden biliyorum. Şimdi bunların el birliğiyle alkolün zararlı olduğu bulgusuna direnişleri organize ediliyor.

Alkolde yarar/zarar

Alkol önceleri “Akdeniz diyeti” söylemiyle, yararlı ilan edildi. Akdenizliler, Fransız ve İtalyanlar sağlıklı besleniyor, bu arada bol şarap tüketiyor ve sağlıklı kalıyordu. Bu yararın nasıl gerçekleştiği anlatılıyordu. Özellikle kırmızı şarapta, siyah üzüm çekirdeğinden kaynaklanan yararlı bileşenler vardı. Son yıllarda büyük topluluklar üzerinde yapılan geriye dönük araştırmalar, yarar/zarar muhasebesinde ibrenin alkol aleyhine göründüğünü ortaya koydu. Hele haftalık limitler aşıldığında zarar kartopu etkisiyle büyüyordu.

Şimdilerde içki şişelerinin üstüne, tıpkı sigara paketlerindeki gibi “kanser yapar” ibaresinin konulması teklif ediliyor.

Menfaat, duruma göre, bilimi bazen teşvik ediyor bazen susturmaya çalışıyor.

____________________

Okuyucularımın Kurban Bayramı’nı kutlarım.

Türk Milleti Kavramı

Konuya ilişkin derlediklerimizden;
Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Anadolu Coğrafyasında, 1.000 yıldır Türk Milleti’nin kurduğu son Türk Devletidir. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğundan. Kalan diğer 26 aile toplumunu bünyesinde barındırmaktadır.
*
Esas itibari ile PAY/PAYDA;
PAY: Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Gürcü, Abaza, Boşnak, Arnavut, Çingene, Ermeni, Rum, Yahudi, Rus hangi ırktan, hangi dinden olursa olsun hepsi Türkiye Cumhuriyeti’nin Payıdır. Pay kısmında her millet özgürce dilini konuşacak, inancını yaşayacak, kültürünü örfünü geliştirecektir.
PAYDA: TÜRK ’ tür.
Asla; Türkiyelilik değildir.
*
TÜRK: Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türk Kültür ve Medeniyetini esas alan Statünün ismidir. Devlet’in Dünya üzerinde, Bir kimliği ve Bir kişiliği olacaktır. Buda Türk’tür. Türkiyelilik değildir.
*
TÜRK, bir Millet’in adı olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan; Pay kısmında olan bütün aile topluluklarının ortak kimliği, kültür ve medeniyeti dir.
Türk, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan toplumun ortak adıdır.
*
Ulu Önder Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk neden, Türkiye Cumhuriyeti adını koymuştur.
Cumhur-riyet kelimesi, Cumhur’dan türetilmiştir.
Cumhur: Kelime anlamı olarak halk, topluluk demektir.
Sınıf, zümre, unvan, yoksul, zengin, sosyal statü, kimlik ve vasıf ayırımı yapmadan toplumun bütününü teşkil eder.
Cumhur=Halk’dır.
*
Halk: Irk, din, dil, sınıf, zümre, unvan, yoksul, zengin, sosyal statü, kimlik ve vasıf ayırımı gözetmeden toplumun bütününü teşkil eder.
Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran Halka: TÜRK denir.
Türk Milleti, Türk Devleti derken kullandığımız Türk sıfatı etnik bir tavsifi değil, daha çok üst kimlik ile vatandaşlık sınırlarını ifade etmektedir.
*
1924 Anayasası’nın 88. maddesindeki: Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir” ifadesi, aslında bu konuda ırk ve din ayrımı yapılmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken hiçbir millet, hiçbir inanç rencide edilmemiştir. Halkın tümü hiçbir ayırıma tabi tutulmadan, TÜRK üst kimliği ve vatandaşlık bağı ile Devletin birinci sınıf insanları haline getirilmiştir.
*
Ulu Önder Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere bütün Gazi ve Şehitlerimizin ruhlarını incitircesine, ağzından salya sümük akarak, birtakım insanlar hakaret derecesine varan sözler sarf etmektedirler. Bunlara sormak lazım bre gafiller siz hiç mi okumuyor araştırmıyorsunuz. Ulu Ecdadımızın yaptığı ve niyeti gayet açıktır. Niyet bozukluğu arıyorsanız ve eğer varsa vicdanınız Hakkı için kendinizi sorgulayın.
*
Anadolu Coğrafyası’nda, iki TÜRK İMPARATORLUĞUNUN bakiyesi; Türkiye Cumhuriyeti Devletine miras kalmıştır.
Dünyadaki bütün ırkların ve dinlerin bir arada sorunsuzca yaşayacağı Türkiye Cumhuriyeti formülü ile yeni kurulan Devlete aktarılmıştır.
Sözü eveleyip gevelemeye gerek yoktur, konu gayet net ve açıktır. Bu topraklarda hiç kimse ırkından ve dini inancından dolayı ayırıma tabi tutulmamaktadır. Bir takım haksız ve yersiz uygulama veya insanların yapmış oldukları münferit hareketler kesinlikle Büyük Türk Milletine mal edilemez.
Lakin siz bunu istismar eder Büyük Türk Milletinin mayası, dokusu, çimentosu ile oynamaya kalkarsınız. TÜRK üst kimliğinin yanına başka bir kimlik koymaya kalkarsanız;


  • Bu zihniyet, Büyük Türk Milletinin egemenlik hakkını fiilen sona erdirmek anlamına gelir ki; Bunu yedi düvel bir araya geldi başaramadı. Bu Halkın 1.000 yıllık kardeşliğine zararda veremedi. Ben başarırım diyen olursa Anadolu Coğrafyasının yağız yiğitleri dimdik ayaktadır.

  • Türk Toplumunun egemenlik hakkına saygı duyarsanız, bu Necip Millet 10.000 yıldır Namus, inanç ve egemenliği hariç her şeyini herkesle kardeşçe bölüşmüştür, kıyamete kadarda bölüşür.
    Herkesin eleştirdiği 1982 darbe Anayasası bile bu konuyu hiçbir ayrıma, ayrıştırmaya tabi tutmadan çözüme kavuşturmuştur.
    1982 Anayasası’nın Türk Vatandaşlığı’nı düzenleyen 66.
    Maddesi de bu çerçevededir.
    *
    Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.
    Türkiye Cumhuriyeti MOZAİK bir yapıdadır şeklinde ki,
    Yaklaşımlarda iyi niyetten uzak veya cehaletten söylenen sözlerdir.
    Bu kavramda bölücü, ayrıştırıcı zihniyetin ürettiği sözdür.
    Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Türk Milleti, Türk Devleti derken kullandığı Türk sıfatı etnik bir tavsifi değil, daha çok üst kimlik ile vatandaşlık sınırlarını ifade etmektedir.
    Güya birleştirici ve eşitlikçi gibi görünen, esas itibari ile TÜRK üst kimliğinin yanına başka kimlikler koymak isteyen zihniyetin;
    Niyetini kavram kargaşası oluşturarak Büyük Türk Milletinin gündemine getirme, yutturma çabalarıdır.
    Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik alanına, şeytanın melek yüzlü maske takarak saldırı pozisyonudur…
    *
    Türkiyelilik veya Mozaikçilik; Bölmek, ayrıştırmak, sınıflandırmak ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenlik alanını ihlal etmek için üretilmiş maskeli zehirli kavramlardır. Son zamanlarda etnikçilerin yeni moda söylemi Avrupa ülkelerindeki bir takım uygulamalarını gündeme taşıma çabaları vardır. Biz. Anadolu Coğrafyasında buz üstünde yürüyen Büyük Türk Milletiyiz. Bizim hiç bir sosyal, siyasal, aile kültür ve medeniyetimiz kimseye benzemez.
    Büyük Türk Milleti; Bu zihniyetlerin temsilcilerini, her zaman, her yerde, her şekilde tanımaktadır. Gereğini yapacak demokratik olgunluk seviyesine ulaşmıştır
    Bu anlamda ‘’Türk Milleti uyurken dahi gözünün biri açık uyumak zorundadır’’
    Desek yanılmayız.