19.4 C
Kocaeli
Pazar, Kasım 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 29

İsrail’in Saldırdığı İran…

İsrail’in İran’a saldırısıyla başlayan savaş bölgede önemli değişmelere yol açacak. Ben, başından beri ABD/ İsrail’in asıl hedefinin, İran’ın nükleer silah edinmesini önlemek bahanesiyle, İran’ı bölmek olduğunu düşünüyorum.

Bu savaş öncelikle, Suriye’den sonra İran içinde bir Kürt devleti yapılandırmak için başlatıldı. Bu hemen olacak bir şey değil. Çünkü           İran’daki Kürt nüfusu (yaklaşık %8-10) dağınık, Şii-Sünni ayrımıyla bölünmüş ve bir kısmı rejime entegredir. Ayrıca Irak ve Suriye’ye kıyasla İran Kürtleri arasında ayrılıkçılık daha zayıf destek buluyor.

Bu yüzden ABD/ İsrail’in ilk aşamada İran askeri gücünü imha etmek ve rejimin değişmesini sağlamak isteyeceklerini düşünüyorum. İran içindeki rejim savaş sürecinde zayıflayacak mı, değişecek mi yoksa gücünü pekiştirecek mi şimdiden öngörmek kolay değil.

Savaşın ne kadar süreceği ve başarıya ulaşıp ulaşmayacağını da tahmin etmek kolay değil. Çünkü süre ve sonucu belirleyecek çok faktör var.Mesela savaşın başka devletlerin katılımıyla genişleyip genişlemeyeceğini henüz bilmiyoruz.

**********************************

İran’da Sosyal Yapı

İran’a 12 yıl önce bir grup arkadaşla seyahat yapmıştık. Bu seyahatimizde edindiğim bazı bilgileri köşe yazılarıyla paylaşmıştım. 11.02.2013 tarihli köşe yazımda paylaştığım bazı bilgileri hatırlayıp güncellemek istedim.

İlk tespitim İRAN’DA NÜFUS POLİTİKASI ile alakalı olup şöyle idi: “İran’da devrimin ilk yıllarında Humeyni tarafından doğum kontrol yöntemlerinin haram ilan edilmesiyle başlayan nüfus arttırma politikası devam ediyormuş. 1979 Devrimi öncesi 34 milyon nüfusa sahip olan bir ülke olan İran’da, (1980-1988 arasında yaşanan 8 yıllık Irak savaşı sırasında bir milyon kayıp vermesine rağmen) bugün nüfus 80 milyona ulaşmış. Son yıllarda nüfus artış hızı dramatik bir şekilde düşmüş, çünkü erkekler 35, kadınlar ise 25-30 yaşından önce evlenmez olmuş. Ayrıca 2013 itibariyle işsizlik oranı %25’i aşmakta imiş.”

Güncel durum ise şöyle:

  • İran’da nüfus artış hızı daha da düştü; doğurganlık oranı 1.6’ya kadar geriledi (nüfus yenilenme eşiğinin altında).
  • İşsizlik gençler arasında %30’u aştı; üniversite mezunları arasında yaygın.
  • Göç artıyor: beyin göçü ve siyasi sebeplerle Batı’ya kaçışlar devam ediyor.
  • Toplumsal hoşnutsuzluk yüksek; kadınlar başta olmak üzere genç kuşakta rejime karşı öfke birikti.

*****

Eğitim ve Teknik Seviye

2013’te öğrendiğimize göre, “İran okullarında özellikle fen bilimlerinde çok iyi eğitim veriliyordu. İran’da mühendis olarak mezun olan bir gencin direkt NASA’da göreve başlayabilecek bilgi ve birikime sahip olduğu söylenmişti. Ancak sosyal bilimlerde aynı kalite söz konusu değildi.”

2025’te İran bilim açısından belli konularda Türkiye’den ileride.

•           İran, bölgenin en çok bilimsel yayın yapan ülkeleri arasında yer alıyor.

•           Üniversite ve AR-GE seviyesinde, özellikle nükleer teknoloji, füze sistemleri, drone üretimi ve siber savaş alanlarında dikkat çekici ilerlemeler sağladı.

•           İran yapımı kamikaze dronları, Rusya’nın Ukrayna savaşında kullandığı silahlar arasında yer aldı.

Bu durumun savaş üzerindeki bir etkisi olacağı muhakkak. Bilim ve teknoloji birikimi, özellikle asimetrik savaş (drone, füze, siber saldırı) alanında İran’a avantaj sağlıyor. Ancak hava üstünlüğü gibi konvansiyonel savaş gücünde İsrail karşısında hala zayıf. İsrail’in ilk saldırısında İran’ın komuta kademesi ve hava savunma gücünde çok ciddi zayiat vermiş olması İsrail’in istihbarat ve teknolojik üstünlüğünü gösteriyor. İran halen uçak kaldıramıyor, füze atışlarıyla denge sağlamaya çalışıyor.

**********************************

İran’da Etnik Kimlikler

2013’te İranlı Türklerden aldığım bilgiye göre: 2010 rakamlarıyla İran nüfusu içinde Türklerin oranı yüzde 49; Farslar yüzde 29, Kürtler yüzde 8,5 Beluçlar yüzde 4, Araplar ise yüzde 2,5 oranında; Başkent Tahran’da Türk oranı yüzde 50’nin biraz üzerinde idi. Tahran İstanbul’dan sonra en büyük Türk şehri. İran’daki Türkler Güney Azerbaycan Türkleri, Kaşgay Türkleri, Afşar ve Bahtiyari Türkleri ile Türkmenlerden oluşuyor.

İranlı Türkler kendilerini hem Türk ve hem İranlı olarak görüyordu. Türk olmakla da gurur duyuyordu, İran tarihi ve kültürünün bir parçası olmaktan da.

Arap Baharı gibi hareketlere kalkışmayı veya belli şehirlerde hâkimiyet sağlayıp buralarda bağımsız bir devlet kurmayı düşünmüyorlardı. Çünkü O’nlar kendilerini İran’ın asli sahipleri olarak görüyorlar. Tıpkı Farslar, Araplar gibi. “Biz bütün İran’da söz sahibi olmalıyız. Ülkenin tamamı için hedeflerimiz olmalı” diyorlardı.

Kürtlerin (PJAK) ABD’ye dayanarak Irak, Türkiye ve İran’da bağımsız devlet kurma gayretlerini doğru bulmuyorlardı. Başkasının gücüne dayanarak sağlanacak bir devletin bağımsız ve kalıcı olamayacağı kanaatindelerdi.

****

Bu bilgileri güncellemeye çalıştığımda farklı kaynaklarda farklı rakamlara ulaştım.

İran güncel nüfusu yaklaşık 92 milyon.

İran, etnik kökenlere dair resmi nüfus sayımı yapmıyor. Etnik kimliklerin oranları araştırma kuruluşları, akademik kaynaklar ve dış gözlemciler tarafından yapılan tahminlere dayanıyor. Çeşitli araştırmalara göre İran’daki Türk nüfusun 25-40 milyon arasında olduğu bildiriliyor. Dünya Bankasına göre yüzde 42 olan Türk nüfusun, ortalama yüzde 40 mertebesinde olduğu kabul görüyor.

Bazı kaynakların verileri bu bilgilerden epeyce farklı. Farslar: %50 civarında, Azerbaycan Türkleri: %25-30 arası, Türkmenler: %2 olarak veriliyor.

Her halde İran’da nüfusun yarısının Fars olmadığını söyleyebiliriz.

Günümüzde, İran’daki Azerbaycan Türklerinin milliyetçilik ve dil hakları talepleri arttığı ancak hâlâ İran’ın bütünlüğü içinde hak arayışının baskın olduğu ifade ediliyor.

**********************************

Rejime Tepki

2013’teki seyahatimizde bize verilen en ilginç bilgilerden biri inanç ekseninde idi: Gençlerden bir kısmı molla rejiminden çok rahatsızdı ve daha fazla özgürlük istiyorlardı. Bunlar tepki olarak İslam öncesi Zerdüştlük dönemi simgelerini kullanmaya başlamışlardı. Gençler “mollaların İslam’ını yaşamaktansa Zerdüştlüğü tercih ederiz” mesajı veriyorlardı.

2025’te ise durum şöyle: Rejime karşı protestolar daha örgütlü hale geldi. Sosyal medya üzerinden organize olan direniş ağları mevcut. Güvenlik teşkilatı / Devrim Muhafızları sert yöntemlerle baskı uyguluyor. Zerdüştlük değil ama İran milliyetçiliği, modern laik değerler ön plana çıkıyor.

Halkın bir kesiminde “İsrail ile değil, önce rejimle hesaplaşma” düşüncesinin hakim olduğu söyleniyor.

İsrail İran’ın iç cephesini çökertmek için PKK’nın İran kolu PJAK’ı ve rejime tepki duyan kitleleri kullanmaya çalışacak.

Devam edeceğiz…

Ben Yaşadım

29 Mayıs’ta, dostlarım bana saygı günü düzenledi. Bir de kitap yayımladılar. Bu sevgi tsunamisi karşısında her türlü teşekkür cılız kalır. Sağ olsunlar, var olsunlar… Olup biteni, katılan değerli dostları, önce Saliha Sultan  ardından da Yağmur Tunalı yazdı.

Toplantıda benden de konuşma isteyecekler diye düşünüp kafamdan bir şeyler hazırlamıştım. Fakat günün yoğunluğu ve heyecanından, o düşüncelerin pek azını söyleyebildim. Günün sonunda düşünceler insanın kendine yönelince ister istemez bir muhasebe yapma mecburiyeti doğuyor. İşte o muhasebeyi anlatmak isterdim. Gerçi Saliha Sultan’ın röportajında az da olsa biraz bahsettim. Şöyle demişim:

“Hayatım boyunca burnumun dikine gittim, yaptığım hiçbir şeyden pişman olmadım. Benim hiç keşkem yoktur. Şu an karşımda, kitaplığımda, İdris Yamantürk’ün ‘Türk Milletine Borcumuz Var’, öte yanda Şakir Akça’nın ‘Ata’ya ve Sılaya Borcum’ kitapları duruyor. Onlardaki bu his bende de var. Ülkemize, Türkiye’ye borçluyuz ve ne yapsak bu borcu ödeyemeyiz. Onca yıl yaptığım çalışmaları yetersiz hissediyorum. Keşke daha fazlasını yapabilseydim. Tek keşkem bu… Kıymet bilenler sağ olsun, ancak maksat kıymet bilinmesi değil çalışmalarımızın Türkiye’ye tesir etmesi, ülkemizi iyi tarafa doğru çekebilmesi.”

Pekin’de 55 gün

Muhasebemin özeti bu. Doğru bildiğimi yaptım. Doğru bildiğimi yapmaktan çekinmedim. Etkim ne kadar oldu? İstediğim kadar değil. Fakat yaptım.

Konuşmamı düşüncemde hazırlarken aklımdaki fonda gençliğimde beni çok etkileyen bir film sahnesi vardı: Pekin’de 55 Gün filminden bir sahne. Baş rollerde Charlton Heston, Ava Gardner ve David Niven oynuyor. Film 1963 tarihli. Türkiye’de oynatılışı 1964. O zamanlar film sadece sinemada seyredildiğine göre ben ‘64’te, yani 19 yaşımda seyretmiş olmalıyım. Demek ki epey etkileyiciymiş. Belki de insan o yaşlarda kolay etkileniyor, ondandır.

Emperyalistlerin Çin’i sömürmesine, aşağılamasına, her istediklerini yaptırmasına isyan eden, kendilerine Boksörler diyen bir gizli teşkilat 1900 yılında, Pekin’de yabancıların oturduğu yerleşkeyi kuşatır. Savunmayı bir Amerikan deniz piyade Binbaşısı Matt Lewis yönetmektedir. Onunla gönül ilişkisi yaşayan- gönül ilişkisi yoksa film yoktur- Barones Natalie İvanoff Rusya’yı terk etmiş bir aristokrattır. Lewis’i Charlton Heston, Barones Natalie’yi de tabii Ava Garden oynuyor.

Ben yaşadım!

Barones, bir zamanlar Rus aristokrasisinin ve aristokrat sosyetesinin zirvelerindeyken ülkesini ve servetini terk etmek zorunda kalmış. Boksörler yerleşkeyi muhasara edince bir Rus diplomat Natalie’yi bulur ve Çin’i terk etmesi için ricacı olur. Natalie reddeder. Diplomat, “Fakat Barones İvanoff” der, “Burada yaşayamazsınız.” Barones’in hafızama kazınan ve hayran kaldığım iki kelimelik cevabı şöyledir: “Ben yaşadım!” 

“Ben yaşadım!” Bunu söyleyebilmek öyle kolay bir iş değil. İnsanın hayatında onun “Ben yaşadım” demesine mâni olacak o kadar çok engel var ki. Engelli koşu gibi. Bunların birini aşamasanız, birini devirseniz, ahir ömrünüzde “Keşke…” demek zorunda kalırsınız.

Engeller: Bu tehlikeli. İtibarım ne olur… Ama onlar istemiyor. Annem- babam istemiyor. Hocam istemiyor. O istemiyor, öbürü hayır diyor. Ayıplarlar. Kızarlar… Hepsini teker teker aşmalısınız. Hedefinize kilitlenmeli ve engellere aldırmamalısınız. Aksi takdirde keşke şunu yapsaydım. Keşke çekinmeseydim. Ne olacaksa olsaydı… Keşke, keşke, keşke. Fakat zamanı geri saramazsınız. Keşke size yapışır ve o keşkeyi, ölünceye kadar taşırsınız. Dilimizde öyle keşkeler için özel bir kelime var: Ukde.

Keşkesiz, ukdesiz

Natalie’yi Pekin’de, yabancı yerleşkesinde bıraktık, ona dönelim. Rusya’ya gitmeyi kabullense, “Keşke kalsaydım.” diyecekti, gitmedi ve kaldı. Barones, pahalı elbiselerini çıkarır ve bir hemşire olarak yaralıların, hastaların tedavisine koşar. Eski servetinden kalma değerli mücevherlerini de satıp savıp ilaç ve tıbbi malzemeye yatırır. Bunu yapmasaydı, tuvaletlerinin içinde, asil asil, takılarını takıp otursaydı… Hayır! Yaptı. Yapmasaydı, keşke, diyecekti. Cephede, yaralıların yardımına koşarken yaralanır ve ölür. Ama yaşamıştır. Keşkesi yoktur.

Sekiz emperyalist devlet; İngiltere, Fransa, İtalya, Avusturya-Macaristan, Rusya, ABD, Almanya ve Japonya “sekiz millet ittifakı” denilen birliği kurup Çin’i ezen bir harekete girişirler. Boksörleri katlederler, Pekin’i günlerce yağmalar ve yabancı yerleşkesini kurtarırlar. Biz yedi düvel deriz. Bunlar sekiz düvel. Emperyalizmden bu kadar çekmiş bir ülkenin şimdi aynı ayıbı Uygurlara yapması hazin.

Ben emperyalistleri değil Boksörleri tutuyorum. Fakat asıl kahramanım, açık ara farkla Barones Natalie Ivanoff.

İnsan ve Görevi

     İnsanın görevi; beden makinesine yerleştirilen lâtif / güzel, şirin duygular, din ve imanın içerdikleri uzuv / organların gereklerini yerine getirmek ve bunu tek gaye bilmektir. Bunların vücuduna / bedenine, fıtratına / yaratılışına konmasının hikmet ve amacının iki sebebi var:

     Biri: Asıl Mün’im / Nimet Verici olan Hz. Allah’ın çeşit çeşit nimetlerini, kuluna hissettirmek. Bu hissedişten hareketle kulun; şükür ve ibadetinden geri kalmamasını hatırlatmak.

     Diğeri: Âlem’de tecellî eden / yansıyan, görülen kutsal isimlerini; birer birer kuluna tanıttırmak.

İnsan bunları zevkle tanıyarak; tahkikî bir iman / inanç sahibi olarak, bu iki esas sayesinde; mükemmellik yolunda, ondan istenen gelişmeyi gösterebilmek. 

     İnsanın hayatı ve sayısız istidat ve kabiliyetlerle donatılmasından beklenen mükemmellik ve görevler ise şunlardır:

     Bedenine konan mizan / ölçeklerle yani aklı, idraki ve muhakemesiyle; rahmet hazinelerindeki maddî manevî nimetlerin veriliş hikmetlerini akıl terazisiyle tartmak.

     Fıtrat ve yaratılışına yerleştirilen -anahtar hükmünde olan- maddî manevî uzuv ve organlarla; Kutsal İlâhî İsimler’in gizli definelerini açmak.

     İnsanın; kardeşleri olan diğer mevcûdat ve varlıkların nazarında; İlâhî İsimler’in garip / şaşırtıcı, parıltılı görünüşlerinin nümune ve örneklerini, hayatıyla sergilemek ve onları görünür kılmak.

     İnsanın; hâl ve sözleri ile Hakk’ın Rububiyet kapısında ubudiyet ve kulluğunu ilân etmek.

     İnsanın, güzelliğinin; Allah’ın Güzel İsimleri’nin kendisinde yansımalarından ileri geldiğinin şuur ve bilincinde olarak; Ezelî Şâhit / Gören Allah’a -Allah bilip gördüğü hâlde- yine de, kendisini O’na sunmak.  

     Hayat sahiplerinin, hayat belirtileri olan; hâl diliyle yaptıkları selâm ve dualarla; hayat vericileri Allah’a kulluklarını arzetmelerini görüp anlamak ve göstermek.

     Hayatına verilen ilim, kudret ve irade gibi sıfat ve hâllerinden küçük nümûneleri kıyas ederek; Yaratıcı’nın mutlak / sınırsız sıfatlarını ve kutsal işlerini fehmedip anlamak. Meselâ: Nasıl ki, ben azıcık ilim, irade ve gücümle bu evi böyle düzgün yaptım ise, bu âlem sarayının yapıcısının da, âlem kasrının büyüklüğüne nispetle; kudret sahibi, bilen ve hikmetle yapan olduğunu fehmetmek.

     Varlıkların herbirinin kendine mahsus bir lisan ile Allah’ın birliğini onaylamasını fark etmek.

     Sanatla yaratanın Rububiyetine / Rablığına işaret eden kelimeleri okumak.

     İnsanın, acz ve fakr derecelerini nazara alarak; sanatla yaratan ve sınırsız imkân sahibi olan Allah’ın sonsuz tecellî derecelerini düşünmesi. Tıpkı, açlığın dereceleri nispetinde, yeneceklerin sayısız lezzetleri anlaşılacağı gibi. Velhasıl insan, sonsuz acz ve fakrı ile, Yaratıcı’nın sınırsız kudret ve zenginliğinin derecelerini anlamakla mükelleftir.

x

     Hayatın mahiyeti ise:

     Yüce Allah’ın garip, şaşırtıcı ve hayret verici İlâhî İsimlerini aksettiren eserlerin listesi.

     İlahî sıfat, iş ve emirlerin anlaşılmasına bir mikyas ve ölçü.

     Kâinatın içindekilere ve nefsin dışındaki âlemlere dair bir mizan / ölçü.

     Büyük âlemin bir misal ve örneği.

     Kâinatın bir haritası.

     Kitab-ı Kebîr / Büyük Kitap hükmünde olan Kâinatın bir fezlekesi / özeti.

     Defineleri ve gizli hazineleri açacak anahtarların mahzeni olma keyfiyetidir.   

x

     Hayatın sûreti ise şudur:

     Hayat, mektûb / yazılmış bir kelimedir. Esmâü’l-Hüsnâ’ya delâlet eder.

     Hayatın hakîkati ise, Allah’ın her şeyde tecellî etmesine aynalık etmektir.

     Hayatın saadet ve kemâli ise, hayat aynasında görünene karşı;

     Şuur ve bilinçle muhabbet, şevk ile ibadet etmektir.

     Hayat, böyle gayelere yönelik olduğu için, hayatı nefsanî hazlara sarf etmemeli.

     Kaldı ki, diğer hayat sahipleri, hatta bitkiler bile, bahsedilen gayelerin bazısında, insana şerik ve ortaktır.

     Nar, elma ve dut gibi san’atlı meyveler birer kudret kelimeleridir. İlahî İsimleri ilân edip okutturuyorlar. Onların hayatlarının gayeleri, bu gibi işlerdir. Yoksa, bu meyvelerin suretlerinin gayeleri olan yenilmek, hayatlarının gayesi değildir. Ancak ölümlerinin gayesi olabilir. Fakat diğer hayat sahipleri, bütün gayelerde insanla eşit olamaz.

     Çünkü, herşeyi içine alan ayna insandır. Öyle ise insan, kendinden çok aşağı olanlardan daha aşağı olmamalı. Nitekim:

     Mü’minin / inananın kıymetini ilân eden şu kudsî hadis insana yeter:

     “Arzım (yeryüzü) ve semam (gökyüzü) Beni içine alamaz. Lâkin Ben mü’min kulumun kalbine

girerim.”

            Boykot mu, İstiğna mı?

“Bilginin, irfana dönüşmüş hali bu olsa gerek.” dedim kendi kendime. İrfanî bakış; şeytanın dediği yerden değil de Rahman’ın gör dediği yerden bakabilmek olaylara ve olgulara. Kendime kızdım, düşündüğüm şeyi ben şimdiye kadar niye böyle ifade edemedim diye.

Sadettin Ökten Üstat’a soruyorlar, “Boykot hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye. Boykota karşı olduğunu söylüyor Sadettin Hoca. Önce irkiliyorsunuz. Gazze’de soykırımcı, katil İsrail’i destekleyen firmalara yönelik boykotu desteklememek, boykot kırıcılığı değil midir, diyorsunuz. Sadettin Hoca devam ediyor: “Boykot Batı kaynaklı bir kelime, bir kişi veya kuruma veya ürüne karşı geçici olarak kendini frenleme, arzu ettiğin halde ona karşı ilgisiz kalmaktır. Bu geçici bir protestodur. Ben ise müstağni kalıyorum. Onların sattığı her şeyi ihtiyaç dışı kabul ediyorum, gündemime sokmuyorum.” diye cevap veriyor.

Müstağni, istiğna eden, kanaatkâr demek; istiğna da önerilen bir işe karşı isteksiz davranma, gönül tokluğu, doygunluk demektir. “Zenginlik, çok şeye sahip olmak değil, az şeye ihtiyaç duymaktır.” diyen bilge, aynı zamanda gerçek zenginliğin müstağnilik olduğunu ifade etmiş oluyor.

Batı ve Siyonist ahlakı üzerine kurulan vahşi kapitalist sistem, arzuların sınırsızlığını sınırlı kaynaklarla çatıştırarak insan emeğini sömürüyor, böylece ayakta duruyor. Kapitalizm, önce arzularımızı canavarlaştırıyor, sonra da bizi arzularımıza yem ediyor. Eşya alımında yapılan kampanyaların, ihtiyacımız olmadığı halde bir gün lazım olur düşüncesiyle alarak yaptığımız gereksiz masrafların, daha da pahalanmadan alıp bir kenara koyalım düşüncesiyle stokladığımız eşyaların, birilerine fark atmak veya birilerine üstünlük sağlayarak basit duygularımızı tatmin için aldığımız ve bir daha kullanmadığımız eşyaların esiri, böylece kapitalist sistemin hizmetkârı oluyoruz. Ne kadar farkındayız?

İstiğna, ihtiyaç dışı olan bir metayı arzu etmemektir. İstiğna, kapitalist sistemin arzu etmediği bir yaşam tarzıdır. Müstağni kişi, gönlüyle zaten zengin olduğu için kimseyle yarışmaz, gelmesi meçhul yarınlar için birikim yapmaz. Ona göre yarının bir sahibi vardır. Gün doğmadan neler doğar.

Bir gün bir öğrencimin ders sırasında bana “Hocam, sizin başka bir pantolonunuz yok mu?” dediğini hatırlıyorum. Ben hiç dikkat etmemiştim, önemsememiştim. Meğer her gün aynı pantolonu giyermişim. Öğrencime göre her gün ayrı kıyafet giymeliydim; belki de ayakkabılarım, gömleğim, pantolonum birbiriyle uyumlu olmalıydı. Bu, bir algıdır; bu, bir anlayıştır; bu, israfa dayalı kapitalist ahlaktır. Ne kadar tüketim; o kadar istek, ne kadar tüketim o kadar ihtiras, ne kadar tüketim o kadar kavga, gözyaşı, kan demektir. Kişilerde bencilliği artıran, ihtirasları körükleyen, insani duyguları törpüleyen; toplumlarda ise savaşlara, soykırımlara, düşmanlıklara yol açan, işte bu ahlaktır. Bu ahlakın merhemi, boykot değil, kalıcı bir müstağni hayat tarzıdır. 

Batılı bir şirket, yeni bir tür terlik üretir. Pazarlamacısını Afrika’da bir ülkeye gönderir. Fakat pazarlamacı hiç terlik satamaz; çünkü oranın halkı yalın ayaktır. Birkaç yıl sonra başka bir pazarlamacı aynı ülkeye gider, bir süre sonra “Bana binlerce çift terlik gönderin.” diye faks çeker. Uyanık pazarlamacı, önce terlik kullanmayan yerel halka terliğin bir ihtiyaç olduğunu öğretmiş, onlar da bunu bir şekilde kabullenmiş, daha sonra binlerce terlik satmıştır. Siz ister pazarlamacılık yöntemi deyin ister uyanıklık deyin ister akıllık deyin; sonuçta kapitalist ahlak budur. Kişiye ihtiyacı olamayan eşyayı ihtiyaç diye kabullendirir; önce ucuz, sonra da pahalı satar.

Sokrates, erken kalkmaktan hoşlanmazmış. Onun bu halinden nefret eden ve oğlunun zengin bir tüccar olmasını isteyen annesi, öğretmenden yardım istemiş. Öğretmen Sokrates’e şu öykücüğü anlatmış: “İki kuş varmış, biri erken uyanıp böcek yiyip yavrularını beslermiş, diğeri geç uyanıp yiyecek bir şey bulamazmış…” Öğretmen, hikâyeden ne anladığını sorar. Sokrates: “Erken kalkan böcekler, kuşlar tarafından yenir.” cevabını verir.

Olaylardaki mesajı, evrenin dilini, eşyadaki hikmeti, yaratılıştaki sebebi anlamayan kişilerle bir sonuca varmak çok zor. Sınav süreci bunu anlamakla veya anlayamamakla başlıyor ve bitiyor. Neyi, nasıl anladığınız, niyetinizle ve onu besleyen ahlakınızla ilgili. Siyonist ahlak, dünyayı bir kavga mekânı; Roma-Grek ahlakı sömürü alanı gördüğü için bu evrende huzuru beklemek beyhudedir. İslam ve Siyonist-Hristiyan ahlakı, dünya görüşü arasında derin uçurumlar var. Hikmete dayalı ahlak, müstağni hayat tarzını esas alırken daima kazanmaya yönelik ahlak; sömürüyü, kavgayı telkin etmektedir, üretmektedir. Dünyayı bataklığa çeviren bu sineklerden korunmanın çaresi, onların telkin ve algılarından bizi uzaklaştıran bir medeniyet inşa etmektir. Böyle bir medeniyet evreninde boykota da gerek kalmaz.

Bütün yolculuklar, ilk adımla başlar. İnsanlık düşmanlarıyla mücadelede zafer için, müstağni, gönlü tok olmak, vazgeçilmez şarttır.

İspanya Penceresinden Türkiye-2-

İSPANYA DEMOKRASİYE 1982’DE GEÇTİ. İspanya 1936-1939 İç Savaşı’nın ardından Franco yönetimi otoriter ve baskıcı bir rejim kurdu. Franco Dönemi (1939–1975) içinde siyasi partiler yasaklandı, basın özgürlüğü kısıtlandı, bölgesel kimlikler (örneğin Katalan ve Bask) bastırıldı. Ekonomik olarak otarşik, dışa kapalı ve devletçi bir model benimsendi.

Franco’nun 1975’te ölümünden sonra yaşanan geçiş döneminde 1978 Anayasası kabul edildi: Demokratik parlamenter sistem, siyasi partilerin serbestliği, yerinden yönetim (özerk bölgeler) gibi ilkeler getirildi.1981’de başarısız bir darbe girişimi yaşandı, ama 1982’de demokrasiye geçiş gerçekleşti.

Bu kadar taze bir demokrasisi olan ülke, demokrasi ile geçen 43 yıl içinde çok önemli değişimler yaşadı: 

Piyasa ekonomisine geçildi. Özelleştirmeler yapıldı.1986’da Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET, şimdiki AB) tam üye olunması, yatırımları ve dış ticareti artırdı. AB fonları altyapı, tarım ve bölgesel kalkınmada büyük rol oynadı. 1990’lar ve 2000’lerde hızlı büyüme ve finansal liberalleşme görüldü.

Franco döneminde otoriter tek parti ile yönetilen İspanya’da şimdi parlamenter demokrasi var. Ancak krallık sınırlı yetkilerle devam ediyor. Yani “anayasal monarşi” veya “meşrutiyet” denilen rejim geçerli.

Devletçi içe kapalı ekonomiden piyasa temelli dışa açık ekonomiye geçildi. 1986’dan beri AB üyesi olan İspanya’da artık eğitime erişim sınırlı değil, yaygın ve evrensel. Baskıcı rejimden sonra gelen demokrasi döneminde vatandaşlara geniş kapsamlı haklar verildi.

Demokrasi döneminde İspanya’da siyasal ve ekonomik istikrar sağlandı, enflasyon 1990’lardan itibaren düşük seviyelerde.

**************************************

İspanya’nın Özerk Bölgeleri

İspanya’da 1975’te rejim değişince, etnik kimlikler öne çıkarıldı. 1978 Anayasası ile “İspanyol halkı içinde farklı milliyetlerin ve bölgelerin” varlığı resmen tanındı.

İspanya’da 1980’li yıllarda 17 Özerk Topluluk ve 2 özerk şehir oluşturuldu.

İspanya bu haliyle bir federasyon olmayıp merkezî olmayan üniter bir devlettir. Bazı akademisyenler, ortaya çıkan sistemi “federalizm olmayan bir federasyon” olarak tanımlamakta.

Her topluluğun, Kendi parlamentosu, Yürütme organı (hükûmet), Resmî dili (Castilla dışındaki bölgelerde), Eğitim, sağlık, kültür vb. alanlarda yetkileri vardır.

Ancak bu özerklikler her bölgede aynı değil, “Asimetrik Özerklik” söz konusu. Özellikle Katalonya, Galiçya ve Bask bölgesi gibi tarihi milliyetlere sahip alanlar, eğitim, sağlık, kültür, yerel polis ve hatta (Bask Bölgesinde) vergi toplama ve harcama yetkisi gibi konularda büyük oranda bağımsız hareket edebilmektedir. Altı özerk toplulukta, İspanyolca diğer dillerle birlikte eş-resmi dildir. Diğer özerk toplulukta ise İspanyolca tek resmi dildir.

****

BASK ve Katalonya’da Özerkliğin Boyutu: Katalanca/ Baskça resmî dil. Kendi bayrak ve marşları, bölgesel parlamentoları var. Eğitim sistemlerinde merkezden bağımsız, müfredatları farklı. Özerk polis teşkilatları görev yapıyor.

Özerk bölgeler uygulaması, ilk bakışta, ayrışma potansiyeli olan bölgelerde çatışmayı önlemiş ve farklı kimliklere saygı gösterilmesi toplumsal huzuru artırmış gözüküyor.

Ancak bu yapı merkezi otoriteyi zayıflatıcı etki yapmıştır. Özerklik sisteminin en tartışmalı sonucu, bazı bölgelerde bağımsızlık taleplerinin canlı kalması oldu. Özellikle Katalonya, 2017 yılında anayasaya aykırı biçimde bir bağımsızlık referandumu düzenleyerek merkezi hükümetle büyük bir krize girdi. Madrid yönetimi, Katalonya hükümetini görevden aldı, bazı yöneticiler hapsedildi veya yurtdışına kaçtı.

Bask bölgesinde ise daha farklı bir süreç yaşandı. 1960’lardan itibaren şiddetli bir ayrılıkçı terör hareketi yürüten ETA, özerklik sistemi ve siyasi çözüm süreci sayesinde 2011’de silahlı mücadeleye son verdi. Ancak bölgesel milliyetçilik siyasi yollarla yaşamaya devam ediyor. Her seçimde Bask’ın bağımsızlığını savunan partiler kazanıyor.

****

İspanya’nın, “özerk topluluklar” sistemi bazı çevrelerce barışçıl bir çözüm olarak sunuluyor. Fakat ortak tarih ve kimlik anlayışı zayıflıyor. Bağımsızlık talepleri anayasal düzene meydan okuyor. Ortak “İspanyol milleti” anlayışı geri plana itiliyor. Devletin otoritesi ve milli birlik hissi, yerini kimlik eksenli ayrışmalara bırakıyor.

İspanya’nın uzun vadede toprak ve millet bütünlüğü açısından ciddi risklerle karşı karşıya kalmasına yol açıyor.

İspanya modeli zaman zaman Türkiye’deki tartışmalarda da örnek gösterilir. Oysa gerçek şu ki: İspanya modeli sürdürülebilirliği sorgulanan kırılgan bir dengeyi temsil etmektedir. Bu denge toplumda zenginlik ve refah sürdüğünde ve adil bir yönetim devam ettirebildiği taktirde sürdürülebilir.

******************************

İspanya’daki Özerklik Şartları Türkiye’de Yok!

Özerklik ve federasyon gibi devlet yapıları, tarihsel köken itibariyle daha önce bağımsız devlet olarak yaşamış bölgeleri bir arada tutmak için uygulanan modellerdir.

İspanya’daki Katalonya ve Bask gibi bölgelerindeki özerklik talepleri ile Türkiye’de bazı Kürt gruplarının özerklik ya da bağımsızlık talepleri arasında tarihsel, siyasal ve sosyolojik açıdan temel farklılıklar söz konusudur.

Katalonya ve Bask’ta:

  • Daha önce bağımsız kontluk, krallık ve yönetimler vardı. (Barselona Kontluğu, Navarra Krallığı). Devlet gelenekleri, kendi meclisi, hukuku, parası olan yapılar var olmuştu.
  • Katalanca ve Baskça standartlaştırılmış, eğitim dili haline gelmiştir.
  • İspanya’da Katalonya ve Bask bölgeleri %80-90 oranında kendi etnik grubundan oluşur.
  • Katalonya ve Bask İspanya’nın en gelişmiş ve zengin bölgeleridir. Burada Katalon ve Basklar diğer etnik grupların yükünü çekmek istememektedir.

Türkiye’deki Kürt Bölgelerinde ise;

  • Hiçbir zaman bağımsız bir Kürt devleti var olmamıştır. Dolayısıyla Kürt devlet geleneği yoktur.
  • Osmanlı döneminde Kürtler birçok bölgede aşiret yapısı içinde Osmanlı idaresinde yaşamıştır.
  • Kürtçenin lehçeleri çok çeşitli, yazı dili birliği zayıftır. (Kurmanci, Zazaca, Sorani farklıdır.)
  • Nüfus olarak Türkiye’nin doğu ve güneydoğusu karma yapıya sahiptir: Türk, Kürt, Arap, Zaza, Süryani vs. birlikte yaşar.
  • Kürt nüfusun büyük kısmı Batıdaki büyük şehirlerde yaşar. İspanya’daki Katalonya ve Bask’ın tam tersine Türkiye’nin Kürt nüfusunun yoğun yaşadığı bölgeler nispeten geri kalmış bölgelerimizdendir.

Katalonya ve Bask örnekleri, tarihsel olarak kurumlaşmış özerk yapılara sahip bölgelerin, modern ulus devlet içinde kimliklerini sürdürme çabasının bir devamı sayılabilir.

Türkiye’deki Kürt özerklik talepleri ise, önceden var olmuş bağımsız bir siyasal yapının iadesi değildir. Türkiye’nin önemli bir bölgesel güç olmasını istemeyen devletlerin desteklediği, kimlik siyaseti üzerinden yapılandırılan narko-terör örgütünün (PKK) kullanıldığı bir projenin eseridir. Bask ve Katalanların 20. yüzyıl başında yaşadığı dışlanma süreçlerine benzemez.

Kürt vatandaşlarımız Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren eşit vatandaştır, Kürt oldukları için erişemedikleri hiçbir evrensel ve anayasal hak yoktur.  Ayrılıkçı Kürt hareketi BOP ve Büyük İsrail Projesinin bir parçasıdır. İspanya örneği Türkiye’de özerklik/ federasyon /bağımsız Kürt devleti talepleri için emsal olamaz.

İslam ve İbadet

Konuya ilişkin edinimlerimizden bahisle;
Günümüzde ibadet kavramı kadar anlamı daraltılmış, içeriği boşaltılmış çok az kavram vardır.
Hâlbuki içeriği bu kadar zengin, kapsamı bu kadar geniş çok nadir bir kavram olan İBADET; Allah’ın sevdiği, gizli ve açık söz ve davranışların tümünü içine alır.
Genellikle ibadet denilince, namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetler aklımıza gelir.
Kur’ân bunları ibadet kategorisine almaz bile. Bunlar Kur’ân’da; “nüsuk (çoğulu menasik) ibadet şekilleri” olarak geçer. Birtakım ritüellerin toplamına “ibadet” denilmez İslam’da!
Anne-babanın evladına şefkati ibadet olduğu gibi, tüccarın dürüstlüğü de bir İBADETTİR.
Hatta İBADET zalim idareciler karşısında hakkı söylemek ve sözünde durmaktır.
İslam, birtakım ritüeller toplamından ibaret bir ibadet dini değildir.
Aksine, İSLAM hayatı ibadetleştiren bir dindir.
Gün boyu işlenen ahlaki her davranış ibadettir.
İBADET salih ameldir, yani düzgün ve kaliteli iş yapmaktır, üretmektir. Yararı yalnızca kendimize olan ameller değil, belki faydası başkalarına da olan iyiliklerdir.
İSLAM tevhit ve adalet, sevgi ve merhametten ibarettir. Allah’ın hakkına tevhit, kulların hakkına da adalet çerçevesinde riayet etmektir!
İBADET, mutlak itaati yalnızca O’na özgüleyerek, Allah’tan başkasına boyun eğmemektir!
İBADET, O’nun mahlûkatına sevgi ve merhamet ile muamele etmek, yani kul hakkı karşısında saygıyla eğilmektir!
İbadetler; “köşk, şarap, huri vs. gibi” ahirette zevk-ü sefa sürmek için yapılan birtakım ritüeller (ayinler) değildir. Asla bir Müslüman ibadetlerini, kâr-zarar hesabı yapan bir tüccar mantığıyla yapmaz!
Allah’ın rızası dışında hiçbir mükâfat beklentisi yoktur! Örneğin bir mümin sevap toplamak için Kur’ân okumaz! Namazını; psikolojik olarak kendisini rahatlatan bir tür yoga-meditasyon olarak görmez!
DİN ahireti kazanmak için dünyayı terk etmek değildir!
DİN dünya içindir, dünyayı ıslah içindir. AHİRET yaptıklarımızın karşılığıdır!
DİN gün boyu iyiliği, adaleti, hakkaniyeti ayakta tutmak, bunları ikame etmektir.
UBUDİYET (Kulluk / itaat), kötülüğü, haksızlığı, zulmü engellemektir. Emr-i bil ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerdir! (İyiliği emredip, kötülükten sakındırmaktır.) İnsan hakkına tecavüzün en büyük günah olduğunu idrak etmektir.
İBADET zulme savaş açmak, zalimlere hasım olmaktır. Yolsuzluğa, yoksulluğa isyan etmektir. Fahşa ve münkerin (hoş olmayan ve çirkin tavırların) karşısına dikilmektir. Yetimlerin, mazlumların koluna girmek, onların önünde yürümektir!
Mazlumların ahı göğü inletirken, bir köşede doksan dokuzluk tespih çevirmek hiç değildir. İnsanları aç-bî ilaç -boğaz tokluğuna bile değil- çalıştırıp, bunların sırtından iktisap edilen sermaye ile cömert görünmek değildir!
Vurana elsiz, sövene dilsiz, devletlüler karşısında el pençe divan duran, ensesine vurulduğunda ağzındaki lokmayı da veren pasif, miskin itaatkâr vatandaşlar olmak hiç değildir.
İBADET bir duruştur. İlkeli olmak samimi olmak, diğergâm olmak (başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetmek), velhasıl adam gibi adam olmaktır. Kölelikten özgür insan olma eylemine inkılâp etmektir.”

*
Dinin doğru anlaşılmasının eğitimi-öğretimi yapılmalı, yanlışlar delileriyle ikna edici şekilde aydınlığa kavuşturulmalıdır. Türkiye bunun için iyi yetişmiş yeteri kadar uzmana sahiptir. Yeter ki bu iş siyasetin ikbal ve menfaat çarkının istismarına kurban edilmesin.
Din, devletin dışındaki odakların bigisine, eğitimine ve etkisine bırakılmamalıdır. Din için en büyük tehlike,günümüzün orijinal tabiriyle ‘’merdivenaltı’’dır.
*
Tekrar vurguluyalım;
İslam bilgisi ve tefekkürü içinde inandığımız Allah, kendisinin tanınmasını isteyen, her şeyden haberdar olan, hesap soran, yaptıklarımıza göre bize gelecek hazırlayan, emir veren, dua isteyen, affeden, merhamet eden, ceza veren bir Allah’tır. Yaratıcıdır, eşsizdir, hiçbir şeye benzemez. Mutlaktır. Hayy ve Kayyum’dur( diri, daima var).Görür, işitir. İstediklerini ve istemediklerini bize bildirmiştir. Ahireti hazırladığını söylüyor.

Hukuk, Namus ve Şeref

Dostlarım hukuk devletinden nasıl uzaklaştığımızı anlatıyor. Haklılar. Dünya Adalet Projesi (World Justice Project) her yıl Hukukun Üstünlüğü Endeksi’ni yayımlıyor. Türkiye serbest düşüş hâlinde. 2024’teki pozisyonumuz 101. sırada. Sıradaki komşularımız. 99-103 arasındaki ülkeler şöyle:

99   Nikaragua

100 Myanmar

101 Türkiye

102 Bangladeş

103 Honduras

Hayırlı olsun. Doğruluk Payı sitesindeki haber için buraya tıklayınız.

İyi ki istibdat rejiminde değiliz

Sayın Adalet Bakanımız bu sonucu beğenmemiş, insafsız bulmuştu. Bu hislerini de bir demeçle açıklayıp Dünya Adalet Projesi’ne hak ettiği dersi vermişti. Ama adamlar derslerini almamış ki hâlâ böyle sıralıyorlar. Ne yapmalı? İstibdat rejiminde yaşasak kolaydı. Mesela savcıya talimat verip, pardon telefon edip, pardon vazifeye çağırıp WJP’yi içeri alıverirdik. Ne gerekçeyle mi? Önce içeri alır sonra gerekçesini bulurduk. İlk gerekçemizi beğenmezsek başka bir gerekçe uydururduk. Elimizi tutan mı vardı? Yapmadığımız iş miydi? WJP bizim egemenlik alanımızın dışında mı? O halde bu sonuçları yazanı içeri alırdık. Bunu yazan köşe yazarlarını da. Önce asar sonra yargılardık. Ne var ki bunların hiçbirini yapamıyoruz. Yapamıyoruz değil mi? Çünkü Türkiye istibdat rejimi değil. Değil mi?

Şimdi istibdat rejimlerini bırakıp hukuk devletine, hukukun üstünlüğüne dönelim. Bütün kanunları canımızın istediği gibi değiştirebilirsek, neyin üstünlüğü? Hukuk diye bir şey mi var? Bugünkü hukukla yarınkinin ne ilgisi olabilir? Kanunların kanununu, anayasayı her seçim döneminde yeniden değiştirdikten sonra hangi hukuk. Hem de anayasayı değiştirme işinin propagandasını şu yemini etmiş kişiler yapıyor:

Sadakat, namus ve şeref

“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.” 

Demek ki endişelenecek bir şey yok. Bu anayasaya sadakattan ayrılmayacaklarına büyük Türk milleti önünde and içmişler. Hem de namusları ve şerefleri üzerine. Ne yani? Siz bu insanları ne zannediyorsunuz?

Şimdi dünyaya dönüyorum ve soruyorum: Anayasa dâhil bütün kanunlar hukuka dayanıyor. Hukuktan çıkıyor. Hukuk… Hak kelimesinin çoğulu. Haklar demek. İnsanların birbirine karşı hakları. Toplumun bireye bireyin topluma karşı hakları. Her hak yazdığım yere vazife de yazın. İkisi beraberdir. Her hak olan ilişkide bir vazife, her vazifenin de doğurduğu bir hak vardır.

Peki hukuk, yani haklar neye dayanıyor?

Hukukun temeli

İşte bu dayanak derinlerde. İnsanın ta içine, yapısına, fıtratına kadar uzanır. Genlerimize işlemiş bir temeldir bu. O temelin adı da ahlaktır. Evet bütün kanunlar birbirine, ana kanuna, fakat hepsi insan fıtratına, insanların ahlak dediği kaynak değere dayanır.

Bu yüzdendir ki bir ülkede hukuk üzerinde tereddütlerin doğması ahlak üzerinde tereddütlerin doğması demektir. Ahlak üzerinde tereddüt, toplumu toplum yapan bağların çözülmesidir, milletin ve dolayısıyla ülkenin çökmesidir. O çöküşe sebep olanlar da enkazın altında kalır. Tarih öyle söylüyor.

Ahlak değersizleşirse kanunlar da değersizleşir. Etrafından dolaşılacak, delinip geçilecek, muhalifleri yakalayıp hapse attıracak açıkgözlük araçları hâline gelirler. Kanunları manipüle ederiz. Mevcut kanunlar hırslarımızı tatmine kâfi gelmezse yenilerini çıkarırız. Kim tutar bizi? Ahlak yoksa.

Yaptıklarımızı doğru oldukları için değil, yapabildiğimiz için yaparız. Yapamadıklarımızı yeni kanunlarla yapabileceğimiz hâle çeviririz. Kanun ne ki? Ahlak ne ki? Hem bunu herkes yapıyor. (Bu sonuncu ifade bütün ahlaksızlıkların anasıdır.)

Kaçıncı tekrar bilmiyorum. Yine Akif, yine Akif, yine Akif:

Halimiz bir inhilâl etmiş vücudun halidir

Ruh-u izmihlalimiz ahlakın izmihlalidir

Türk Milleti Meleklerin Cinsiyetini Aramaktan Derhal Vazgeçmeli!

İsrail’in İran’a karşı giriştiği saldırılardan sonra hem dünya hem de biz başka bir yere evrilmiş durumdayız… Çünkü olmaz denilen şeyler oluyor.

İsrail’in arkasına ABD’yi ve diğerlerini alarak Gazze, Irak, Suriye ve İran’da gerçekleştirdiği saldırıların en büyük ortak özelliği çok kuvvetli bir istihbarat çalışmasına dayanıyor olmasıdır.

Bu istihbarat çalışmasının bu ülkelerde kendisine yeterince işbirlikçi bulduğunu görüyoruz.

Onun için İsrail ve ABD kısa sürede sonuç alıyor!

Trump açıkça “bu bizim işimiz” diyor.

Suriye’de de bunu gördük… Birkaç saat içinde Esad devrilip gitti.

Keza Irak’ın, Irak Ordusu ve Kesnizani tarikatı tarafından satıldığını bilmeyenimiz yok.

İran’ın Cumhurbaşkanı, Dışişleri Bakanı şimdi de Genel Kurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Komutanı, Genelkurmay’dan İstihbarat Başkanı ve önemli şahsiyetler nokta vuruşlar ile ortadan kaldırıldılar. Her halde şimdi hedefte dini lider Hamaney ve mevcut Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan var.

Bizim şimdi bu tablodan kendimize bir hisse çıkarmamız lazım…

Bunu yapıyor muyuz? Bu şüpheli bir durum! Meseleyi halen kavradığımızı düşünmüyorum.

Bana göre milli üniter yapıyı bozmaya çalışan ve iç cephenin tek vücut olmasını engelleyen her türlü davranış ile bunu sergileyen kişi ve kurumlar İsrail ve ABD’nin ekmeğine yağ sürüyor.

Bunlar Türk Milletinin veya Türk Milletinin öncüsü olduğuna iddia eden Türk Milliyetçilerinin ve vatanseverlerin gündeminde midir? Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir!

Türk Milliyetçileri nezdinde Türk Milleti, ne yazık ki ironik olarak ifade edeceğim bir şekilde “meleklerin cinsiyetini öğrenmekle” meşguldür.

Türkiye’de kayda değer sayıda hainler nedeniyle kuvvetli bir ihanet potansiyeli vardır. Irak, Suriye ve İran’da yaşanan zaafiyet Türkiye’de de yaşanabilir.

O sebeple boş işlerle uğraşmaktan derhal vaz geçiniz. Önceliğiniz vatan savunması konusunda uyanık olmak ve iç cepheyi tahkim etmek olmalıdır.

Ancak ne yazık ki, bu iradeyi ve hareketi göremiyorum!

Bilmiyorum ne zaman gereğini yapacaksınız?

Meleklerin cinsini öğrenmek ne işinize yarayacak?

İran’ın uğradığı saldırı da gözünüzü açmıyor ve sizi uyandırmaya yetmiyorsa vay halimize diyeceğim.