7.4 C
Kocaeli
Salı, Mayıs 13, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 27

Adnan Yolalan’dan İki Kitap Bir Mümtaz İnsan ve Anılardan Damlalar

1-Bir Mümtaz İnsan: Mümtaz Otur

Adnan Yolalan İnşaat Mühendisidir. Meslektaşlarından farklı olarak eli kaleme de yatkındır. 25 yıldır komşusu olan Mümtaz Otur Beyefendi’nin dinlemekten büyük zevk aldığı hâtırâlarını kitap hâline getirmeyi teklif eder. Mümtaz Bey de kabul eder. Böylece Antalya Pil Fabrikasının kurucu müdürü Mümtaz Otur Bey’in hâtırâlarını ebediliğe kazandıran kitap meydana gelir. Kitap, 13.5 X 21 santim ölçülerinde 192 sayfadır. 24 yılda tamamlanmış, 2024 yılının Haziran ayında kitaplıklardaki yerini almıştır.

Mümtaz Otur, Kimya Mühendisidir. 2024 yılında 86 yıllık hayatının baharını, eşi Aydan Hanım, Elif, Gültekin ve Bülent isimli üç evlâdı ve (şimdilik) 6 torunu ile birlikte idrak ediyordu. Mayıs 2024’te önemli bir cerrâhî operasyondan sonra yeni bir hayata başladı.

Mümtaz Bey, Orta Asya’dan, asırlardır vatan bildikleri topraklarla vedalaşarak Anadolu’ya göç eden bir ailenin ferdidir. Âilenin bâzı fertleri 14 Mayıs 1950 milletvekili seçiminden birkaç hafta sonra Ordu’dan İstanbul’a göç eder. Kadroya 12 yaşındaki Mümtaz da dâhildir. Yerleştikleri semt, Beykoz’dur. Birkaç hafta sonra da İzmir’e taşınırlar. Sürpriz: Dede Ordu’da vefat etmiştir, Baba Ordu’ya gitmiştir.

Dünya dönüyor, hayat devam ediyordu. İlkokul, ortaokul bitirilir. Çalışkan öğrenci Mümtaz Askerî liseye kaydolmak isterse de kulak, burun, boğaz doktorunun dudak hareketlerinden ne dediğini anlayamayınca, belgesine; ‘askerî liseye giremez’ notu düşürülürse de Manisa’da yeni açılan askerî lisede şansını dener. Bu defa de gözündeki küçük bir problem sebebiyle meyus olur. Sivil lisede futbola yönelir. Metin Oktaylarla, Lefterlerle top peşindedir. Sakatlanınca, futbol yasaklanır. Tesâdüflerle sinema makinisti olur, üzüm satıp para kazanır. Lisede kimya öğretmeninin ısrarı üzerine kimya mühendisliği fakültesine kayıt yaptırır.

Kitapta, imkân sâhiplerine, yardıma muhtaçlara ve hatta bütün insanlığa ışıklı yollar gösteren olaylar dikkat çekiyor:

Ekonomik sıkıntıları başlamıştır. Nâmi Hoca ders anlatırken Mümtaz ile arkadaşı Özkan dershânenin arka sıralarında kendi aralarında konuşmaya dalarlar. İzmir’den gelirken ağabeyinin verdiği harçlık bitmek üzeredir. Zenginler grubunda olan arkadaşlarının verdiği desteklerle bu günlere gelebilmişlerdir.

Özkan, sağlık memuru iken kimya bölümü imtihanına girmiş, kazanmıştır. İki arkadaş gelecek için plânlar yapmaktadır. Özkan, dışarıda sağlık ile ilgili iş bulabileceğini söyler. Mümtaz da Buldanlıoğulları’nın İngiltere’den ithalat yapan İstanbul’daki şirketlerinde çalışabileceğini düşünmektedir. Kazanacakları para ile donduracakları okulu daha sonra bitirebileceklerinin hesabını yaparlar. Nami Hoca sevdiği bu iki öğrencinin dersi dinlemediklerinin farkına varır. Ders zili çalar, amfinin kapısı açılır. Bodrum kattaki yemekhanedeki mis gibi yemeklerin kokusu içeriye dolar. Ama paraları yoktur. Hoca bunları yanma çağırır.

O anı Mümtaz şöyle anlatıyor:

‘Eyvah! Hocayı unuttuk, dersi dinlemedik. En sevdiği, güvendiği öğrencileriydik. Başımızı öne eğerek süklüm püklüm hocamızın önüne geldik.’

Bugün dersimi dinlemediniz. Dürüstçe söyleyin, ne derdiniz var? dedi. Özkan bir şey diyemedi. ‘Hocam, biz üniversiteden ayrılıyoruz,’ dedim. Koltuğundan fırladı ‘Ne demek o?’ dedi. ‘Paramız kalmadı. Aç kalıyoruz. Maddî sıkıntı içindeyiz, memleketten bize para gönderecek kimse yok. Onun için okulu dondurup bir sene çalışıp para biriktireceğiz. Sonra okula devam edeceğiz. Bir sene çalışıp bir sene okumanın hesabını yaparken dalmışız, sizi dinleyemedik. Özür dileriz!..’ dedik. Ak saçlı hoca dondu kaldı. Ağlamaklı oldu. ‘Kesinlikle okulu bırakmayacaksınız. Üniversitenin bütçe görüşmeleri var. Yarın Ankara’ya gidiyorum. Size burs getireceğim,’ deyince şaştık kaldık. Sözünü yineledi, bizden okulu bırakmayacağımıza ilişkin söz aldı. Dışarı çıkmak üzereyken kürsüdeki kitaplarını çantasına koydu. Biz yemekhaneye götürdü. Onun yemek masası ayrıydı. Bizi masasına oturttu. Arkadaşlar şaşkınlık içinde bizi tâkip ediyordu. Papyonlu, şık giyimli garsonları çağırdı. Esas duruşta geldiler. ‘Çocuklara yemek getirin,’ dedi. Yüreğim yerinden çıkacak gibiydi. Karnımız doyurduk. Çıkarken okulu bırakmayacağımıza ilişkin bizden yine söz aldı.

Duânın gücü kendini gösterir. Hoca Ankara’dan iki adet bursla döner. Bir büyük engel daha aşılmıştır. Sonraki engeller de… (s: 31-34) 

Başarılı öğrenci için diploma almak zor değildir. İş hayatı, ilk aşk, evliliği giden yoldaki engeller de aşılır. Hepsi bu kadar değil. Gurur verici başarılar ve başarıları taçlandıran kararlar var:  

Ateşlemeleri eğitimli askerler yapıyordu. Mermilerin düştüğü yerleri de askerler tespit ediyordu. Bizler sığınaklarda dürbünlerle gözetliyorduk. Merminin düştüğü noktaları belirlemek ve hedefle karşılaştırma yapabilmek için belli aralıklarla beyaz çizgilerle çizilmiş olan o alana zir poligonu deniyordu.

İlk atış yapıldı. O boom sesi sanki yüreğimde patladı. Heyecandan ölüyorum sandım. Merminin düştüğü yerden haber bekliyorum. Zaman bir türlü geçmiyordu, durmuştu sanki. İnsanlar bana deliye bakar gibi bakıyordu. 45 derecelik bir açıyla yaptığımız bu atışta hatâ payı 15 metre olarak kabul edilirken 5 metre uzağına düşmüştü. Bu an benim için VAR OLMA veya YOK OLMA, yâni ÖLÜM anıydı. Herkes büyük bir sevinçle birbirine sarılıyor, çığlıklar atıyordu. İki damla sevinç gözyaşının aktığını hatırlıyorum.

Bütün atışlar başarıyla tamamlandığında Herr WEBER yanıma gelerek bana sarıldı, tebrik etti. ‘Herr Mümtaz Almanların askeri GOBLENZ merkezinde çalışır mısın? Benimle Almanya’ya gelir misin?’ dedi. Tercümana dönerek şunları söyledim: ‘Teşekkür ederim. Beni Türkiye Cumhuriyeti devleti okuttu. Devletime, milletime borcum var. Bir yere gidemem…‘ dedim.

Ankara merkeze bildirmişler. Art arda teşekkür telefonları gelmeye başladı. Fabrika müdürü beni kapıda yaşlı gözlerle karşıladı. Ülkeme karşı başarılı bir iş yapmış olmanın saadetiyle uçuyordum sanki. Bir anda ünlü olmuştum. Yeni başarılara yelken açıyordum.

Başarmaya azimli insanların bulunduğu ortamlarda bir musibetten bin hayır doğar. Amerika’nın ambargo koyması, taahhüt ettiği malzemeleri vermemekte ısrarlı olması sebebiyle aksayan işlere çözümler bulunur. Depoda âtıl vaziyette bekleyen sodyum nitrattan kara barut yapılır, engeller aşılır.

Aziz ve necip milletimizin, ihtiyaç sâhipleri kullansın diye, akıl ve zekâ imbiğinden süzülen özdeyişler, tavsiyeleri vardır. Bunlardan birinde: ‘Üç şeyi titizlikle seçiniz: İşinizi, eşinizi ve çevrenizi…’ Mümtaz Bey, her üçünü de titizlikle seçtiğinden hem başarılı hem de mesuttur. Aydan Hanımla yuva kurmanın eşiğini nişan yüzükleriyle aşarlar.

Okuyucu da onlarla birlikte mes’ut ve bahtiyardır. 

Bu işler olurken, atölye çalışmaları da devam eder. Büyük başarı: Mümtaz Bey, sentetik ve toz deterjan üretimini gerçekleştirir. Türkiye çapında başarıdır. Türkiye’nin tanınmış deterjan fabrikasının sâhibi, Mümtaz Bey’i câzip tekliflerle firmasına transfer etmek ister:

1-5.000 lira maaş bağlanacak. (Oysa şu andaki aylığı 1.650 liradır.  

2-Altına bir Amerikan otomobili verilecek.  

3-Devlete olan 20.000 lira burs borcu fâizleriyle birlikte ödenecek.      

4-Ataköy’de bir dâirenin tapusu verilecek.

Kahramanımız, söylenenleri dinledikten sonra kendi düşüncelerini şöyle açıklar: ‘Devlet beni okutup buraya gönderdi. Maaşım bana yetiyor. ‘Patent al’ dediler, almadım. Bu başarıyı devletin bu kurumda, devletin atölyesinde, devletin işçisiyle, devletin malzemesini, devletin elektriğini kullanarak elde ettim. Şimdi buradan nasıl ayrılırım?’ der.

Israrlar karşısında verilen cevap net ve kesindir: ‘Malda mülkte gözüm yok. Emr-i Hak vâki olduğunda götüreceğimiz şey yalnızca yedi metre kefen. Size ve Ahmet Bey’e teşekkür ederim’

Başarılar ve asil davranışlar burada bitmiyor.

***

 Türkçe hassasiyeti olanlar soruyor: ‘Gözyaşı’ ayrı mı yazılır, bitişik mi?’

El-cevap: ‘Göz ve yaş birbirinden ayrılmaz. Türk milleti, bâzan sevincinden ağlar, bâzan kederinden, ıstıraptan.

Sonraki sayfaları okurken, sevinç gözyaşlarınız sizi ferahlatacak, gururlandıracak… En önemlisi gençlerimize örnek olacak…

Anlatana ve yazana gönül dolusu tebrikler, teşekkürler…

UBUNTU YAYINLARI                                                                                                                                      ANTALYA

2-Anılardan Damlalar

İnşaat Mühendisi Adnan Yolalan’ın kendi hayatını anlattığı kitap 16 X 24 santim ölçülerinde ve 272 sayfadır. Kasım 2024’te İstanbul’da yayınlanmıştır. 8 bölüm olarak hazırlanan bol fotoğraflı kitap, 136 adet alt bölüm ihtiva etmektedir. Editörlüğünü Mehmet Şadi Polat ve Sinem Yolalan Köse üstlenmiştir.

Sayın Yolalan hâtıralarına, 1 Temmuz 1925 târihinde dünyaya gelen annesi Şerife Hâtun ile başlıyor. Onu saygı ile anıyor ve ona ithafen yazdığı bir şiirle ihtiramda bulunuyor. Şerife Hâtun, beyinin önceki iki hanımından dünyaya gelen çocuklarına da annelik yapmış saygıdeğer bir insandır. 4 Ağustos 2013 târihinde sessizce ve melekler gibi kanatlanıp Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur. Yazar, eskiye âit her ne varsa hepsine hasret duygularıyla bağlıdır. Bu bağlılık, ‘komşuluk diye bir güzellik vardı’ başlığıyla okuyucuya tebliğ ediliyor.

Kitapta yüzlercesi bulunan ‘Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer’* mısraını hatırlatan bir paragraf: ‘… Sokaklarda oynarken acıkınca hangi komşu yakın ve kapısı açıksa oradan peynir ekmek vs. isterdik. Mahalledeki bütün evler kendi evimiz gibiydi.’ 

(Bu tanıtım yazısını hazırlamaya çalışanın çocukluğundan bir hâtıra: Mahallemizde oturan Rum ve Ermeni komşularımız, iftar soflarımızı zenginleştirmek için bir tepsi içerisinde en az iki tabak yemek veya tatlı gönderirlerdi.)

Bir başka bölümde, o dönem şehirlerimizin olmazsa olmaz bir geleneği anlatılıyor: 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim’de büyük bir coşkunlukla kutlanan millî bayramlarımız…

Millî bayramlara 5 Mayıs günü havanın kararmasıyla başlayıp 6 Mayıs günü havanın kararması ile sona eren Hıdrellez kutlamalarını de eklemek gerek. Şehrin yeşil çayırlarla süslenmiş meydanlarında veya dere kenarında evde hazırlanmış, su böreği, sigara böreği, çeşit çeşit kekler, nokullar, etli, yumurtalı, pastırmalı pideler haşlanmış ve kabuğu renk renk boyunmış yumurtalar, omlet, ekmek köftesi, zeytinyağlı dolmalarla verilen ziyâfetler… En uzak mahallelerden gelen âileler ve çocukları, komşu imiş gibi kaynaşırlar, yiyeceklerini paylaşırlar, gelecek hıdrellezde yine bir arada olmayı kararlaştırırlardı. Şimdilerde ‘sosyalleşme’ deniliyor. Bir hıdrellez günündeki berâberliğin hatırına bütün bir yıl devam eden kardeşlikler, dostluklar yaşanırdı.

Gerçekten Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer.

Sayın Yolalan devam ediyor: Ramazan Geceleri, Sivas Sokaklarında Ayılar, Sokaklardaki Dostluklar, Mahallemizde ‘Komşuluk’ diye bir şey vardı, Kuşbazlar, Muzaffer Sarısözen, Büyük Ozan Âşık Veysel, Gökpınar Gölü başlıklı bölümler, kitabı meydana getiren hâtıraları arasında yer almakla birlikte, Sivas’ın târihidir, kültürüdür, coğrafî tanıtımıdır, Özetle kitap; Sivas medeniyetini 40-50 yıl öncesinden günümüze kadar getirip, asırlar sonrasına armağan etmektedir.

Yazılı olan her şey, târihî bir belgedir. Kıymetlidir.

Eserin 101. sayfadan sonrasında şahsî hâtıralar yer almakla birlikte Sivas’ta sosyal hayatla alâkalı doküman niteliğindedir. Üniversite hayatı, iş hayatı, iş hayatındaki hatâlar ve başarılar, okuyan gençlere tecrübe kazandırmaktadır, başarı anahtarıdır.

***

Çok kişi, etrafındaki insanlara hâtıralarını yazmasını ısrarla tavsiye eder. Hâtıra yazmak netâmeli bir iştir. Çünkü insanlar arasında ihtilâflar, tartışmalar, hattâ kavgalar vardır. Mâruz kaldığı haksızlıkları yazarken, kendini haklı, muhatabını haksız göstermek mecburiyeti hâsıl olabilir. Yazarın haksız gösterdiği kişi, hakîkatte haklı olabilir. Üstüne üstlük söz konusu kişi vefat etmişse, ölünün arkasından gıybet yapılmış olur ki büyük günahtır. Vefat eden ve hakkında olumsuz hüküm verilen şahıs cevap vermek imkânına sâhip değildir. İnsanların büyük bir kısmı, duyduğu sözü, doğruluğunu tahkik etmeden yaygınlaştırır, onların günahı da ilk yanlış sözü söyleyene yüklenir. Bu sebeple hâtıra yazarken son derece dikkatli olunmalı, olunamıyorsa hâtıra yazılmamalıdır. Oysa ki hâtıra kitapları geçmiş ile gelecek arasında sağlam bir köprüdür. Ve de faydalıdır.

Hâtıra yazı ve kitapları hakkında:

Hâtıralar, şâirlerin ve yazarların ruh ve fikir dünyasını anlamada başvurulan en önemli kaynaklardan biridir. Modern Türk şiirinin köşe taşlarından biri olan Sezai Karakoç’un Diriliş dergisinde yayımladığı ‘Hâtıralar’ bu tarzdaki önemli metinlerdir.

Karakoç burada yalnızca kendi hayatını anlatmakla yetinmiyor, aynı zamanda üstadı olan Necip Fâzıl Kısakürek’e geniş ölçüde yer veriyor. ‘Üstadım’ diye andığı şâirin verdiği sosyal mücâdele, hapishâne yılları, maddî sıkıntılar ve şahsî zaafları birçok hâtırada söz konusu edilir.

Edebî bir tür olarak hâtıra kavramı ve terimi yeni olmakla berâber yazılı en eski metinler arasında hâtıraların da yer aldığı bilinmektedir. Bilge Kağan’ın ifâdesiyle yazılmış Göktürk Kitabeleri, Bâbür Şah’ın Bâbürnâme’si, Celal Bayar’ın ‘Ben de Yazdım…’ isimli tamamlanmamış eseri gibi çok defa devlet adamlarının yazdıkları ilk örnekler daha ziyâde siyasî ve tarihî karakterde hâtıralardır.

Ergun Göze’nin ‘Yaşasın Hâtıralar’,  Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın 990 sayfalık ‘Hâtıralar’, Prof. Dr. Sabahattin Zâim’in ‘Bir Ömrün Hikâyesi, Dr. Metin Eriş’in ‘Yelkovan’ın Ucundan Düşen Yapraklar’, İdris Yamantürk’ün ‘Türk Milletine Borcumuz Var’, Refik Baydur’un ‘Hâtıralar ve Tavsiyeler’ gibi eserler, yakın zamanlarda yayınlanan önemli hâtıra kitaplarıdır.

Hâtıralar ifade ve üslûp bakımından farklılık gösterir. Genellikle askerî şahısların yazdıkları belgelere dayanan, hattâ birliklerin harekât şemalarını ihtiva eden harp hâtıraları yalın ve objektif bir ifâdeyle kaleme alınmıştır. Sanatkârların, özellikle edebiyatçıların hâtıralarında ise kişi ve olaylarla beraber hâtıra sâhibinin intiba, duygu ve sübjektif yorumları üslûba da tesir eden edebî bir dille anlatılır. Bu sonuncular edebî bir tür olan hâtıratı teşkil eder. Bu özellikleri dikkate alınarak genellikle bütün hâtıralardan, özellikle de siyâsî karakteri ağırlıkta olan hâtıralardan bir belge ve objektif bilgi olarak faydalanmak için bunlara ihtiyatla yaklaşılması ve aynı konu üzerine yazılmış olanlarla karşılaştırılması gerekir.

Şahsî hâtıralarda bâzan okuyucu üzerinde gerçeklik duygusu uyandırmak maksadıyla yazarın kendisi hakkında birtakım itiraflarda bulunduğu da görülmektedir. Kaynağını Jean-Jacques Rousseau’nun ‘İtiraflar’ından alan bu çeşit hâtıralar için Ziyâ Paşa’nın ‘Defter-i A‘mâl’i ile Rıza Nur’un Hayat ve Hâtırâtım’ı örnek olabilir.

BOĞAZİÇİ YAYINLARI:

Alemdar Mahallesi Çatalçeşme Sokağı Nu: 44 Meriçli Apartmanı Kat: 3 Cağaloğlu, İstanbul Telefon:

0.212-520 70 76 Belgegeçer: 0.212-526 09 77  e-posta: bogazici@bogaziciyayinlari.com //

www.bogaziciyayinlari.com.tr  

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><> 

*Gelibolulu Mustafa Ali Efendi’ye (1541-1600) âit olduğu söylenen bu mısra,  keman virtüözü ve ilk Türk tango bestekârı Necip Celâl Ander’in (1908-1957) tangolarından birinde kullanılmıştır:

Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer 

Bir an acı duyar insan belki sevmişse biraz eğer 

Anlar ki geçenlerin rüyâymış hepsi meğer         

Rüyâ olsa bile o günlerin hayâli cihan değer.

ADNAN YOLALAN       1946 Yılında Sivas’ta doğdu.    İlk ve ortaokulu ATATÜRK ismini taşıyan okullarda okudu. Lise tahsilini Sivas  Erkek Sanat Enstitüsü Yapı bölümünde tamamladı. İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesine bağlı Vatan Mühendislik Yüksek Okulu’ndan 1975 yılında İnşaat Mühendisi olarak mezun oldu. Sivas Arı sitesinde iki arkadaşı Necati Marım, Doğan Aykanat ile ERENTAŞ MÜHENDİSLİK BÜROSU’nu kurdu. Sivasta serbest mühendislik ve müteahhitlik, çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarda şantiye şefi, kontrol mühendisi olarak hizmet verdi. 1986 yılında Antalya’ya taşındı. O yıllarda Antalya’nın 16 katlı en yüksek binaların inşaatlarında şantiye şefi olarak görev yaptı. DETAY YAPI DENETİM A.Ş. A grubu kurucu ortağı olarak hizmet verdi. Gazete ve degilerde hatıra türünde yazılar yazdı. Şimdilerde 78 yaşında, Duacı Köyü, Göçerler mevkiinde hemşehrisi, meslektaşı Yılmaz Özüduru ile yaptıkları Çamlıbel Sitesinde değerli eşi Selma Hanım ve güzel komşuları ile emekliliğini yaşıyor.

‘Her Çocuk Ayrı Bir Dünyâdır’

Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi      

   Prof. Dr.  SÜLEYMAN DOĞAN’la        

Çocuk Eğitimi Hakkında konuştuk.

(Dördüncü –Son- Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Her çocuk ayrı bir dünyâ. Bu sebeple çocuk eğitimi için tek bir reçete yok. Çocuğun zihnî, sosyal ve ahlâkî gelişmesi için anne ve babalar bilgi noksanlıklarını nasıl karşılayabilirler?

Prof. Dr. Süleyman Doğan: Yeryüzünde bu kadar insan olmasına rağmen hiç birinin parmak izi, bir başkasının parmak izine benzemiyor. O bakımdan insan bir mûcizedir âdeta. Allah’ın yarattığı mûcize bir varlıktır. İnsan yeryüzünün gördüğü en güzel canlıdır. Kâinatın merkezidir. Dünyâdaki bütün canlılar bir yana, insan diğer bir yanadır. İnsan Rabbimiz’in en çok sevdiği, aynı zamanda da sevgi beklediği gönlün taşıyıcısıdır. Kendisinden üflediği ruhun emânetçisidir. Bu eşrefi mahlûkata ‘Hazreti İnsan’ diyebiliriz. Zamanında bizlerin de yaşadığı, hep özlemini duyduğumuz saf, temiz, günahsız, kusursuz, yalan bilmez, saygısızlık, kötülük ve hakaret etmez çocukluk dönemlerimiz, bizlere verilen emânetlerle tekrar yaşanır. Evet, Rabbimiz’in bahşettiği çocuklarımız en büyük emânetlerimizdir. Allah (cc), dünyâya gönderdiği en değerli yolcusunu evimize ve korumamıza misâfir olarak verir. Rabbimiz’den emânet alabilme onurunu bizlere bahşeder. Bizleri birbirimize muhtaç bırakır. Çünkü çocuğumuz hayat için bize, biz de erdem için çocuğumuza muhtâcız.

Hiçbir canlı, insandaki değeri insanı yaratandan daha iyi bilemez. Toprak belki aynı topraktır ama ondaki mineraller farklılık gösterir. Toprağı besleyen hava, su, güneş ve diğer besinlerden hepsi özelliklerine göre farklı istifâde eder. Demir, çinko, magnezyum, bakır, krom, bor hepsi birbirinden farklı işleve sâhiptir. Asıl olan onun yerinde ve zamanında usta ellerce işlenebilmesidir. Çocuk, insana dünyâ hayatında verilen en kıymetli hediyelerdendir. Anne babalar çocuklarının yaratılıştan gelen özelliklerini ve yeteneklerini araştırarak, şahsî beklentilerini önlerine set çekmeden, o özellikleri en olumlu şekilde geliştirmeye çalışmalıdır. Çocuğun tanınmayan kendisine has özellikleri göz ardı edilerek anne babaların beklentileri doğrultusunda yetiştirilmeye çalışılması çocuğa zulümdür. Her insanın imkânları, fıtrat ve istidadı farklıdır.

Bazı anne ve babalar çocuklarını tıpkı kendileri gibi değerlendirir. Kendileri gülerse çocuklarının da gülmesini; kendileri ağlarsa, çocuklarının da ağlamasını isterler. Oysa çocukların farklı bir ruh, farklı bir beden ve farklı bir sosyal yapıya sâhip olduklarını göremezler. Sonuç olarak, çocuklarıyla alay eder, onların düşüncelerine, duygularına önem vermezler. Çoğu zaman da çocuklara öfkelenirler. Bu tür bilinçsiz anne ve babaların çocukları, sonunda kişiliksiz birer yetişkin olabilirler. İnsan her çağında değişik bir yapıya sâhiptir. Çocuktan bir genç gibi davranması beklenilemez. Bir gençte yetişkinliği aramak yanlıştır. Psikologların birleştikleri bir fikir olarak, çocukluk yetersizlik değil, gençliğe bir hazırlık evresidir.

Her insanın kendine has yanları vardır. Parmak izi misali… Ne kadar kafa varsa o kadar düşünce var. Milyonlarca insan ve binlerce öğrenci var iken tek düze bir eğitimin verilmesi imkânsızdır. Eğitimin her insana aynı şekilde, aynı yöntem ve materyaller ile verilmesi güçtür. Aynı şartlarda, aynı şekilde verilen eğitimin yararı olmaz. Öğrencilerin tepkilerinin hepsi aynı seviyede değildir.  
 Kişiler arasındaki farklar, psikoloji ilminin en önemli ve en temel bulgularından biri olmuştur. Herkes kendine özgü bir varlıktır; ilgi, yetenek, değer ve tutumları ile başkalarından farklılık gösterir. Farklı yaradılışı olan ve farklı çevrelerden gelen kişilerin ihtiyaçları da farklılık gösterir. Bütün çocukların aynı özelliklere sâhip olduğunu varsaymak, çocuğun kendisine has tabiatını ortaya çıkarma açısından büyük problemleri beraberinde getirir. Bu yönden problemleri, üstün yönleri, zayıflıkları, başarı ve başarısızlıklarıyla her çocuğun ayrı bir dünyâ olduğunu bilmek ve bunları keşfetmeye çalışmak gerekir.

Âileler her şeyden önce şunu akıllarından çıkarmamalıdır; her çocuk ayrı bir dünyâdır. Dünyâda tek yumurta ikizleri de dâhil olmak üzere aslında hiçbir çocuk bir diğerine benzemez. Bütün çocuklar özeldir. Onların her birinin ayrı duyguları, düşünceleri, yetenekleri vardır. Kimi çocuğun matematik, kimi çocuğun fen, kimi çocuğun sosyal, kimi çocuğun ise dil yeteneği ileri düzeydedir. Resim, müzik gibi yetenekler de çocuklarda farklı farklı seviyelerde olabilir. Dolayısıyla hiçbir çocuk bir başkasıyla karşılaştırılamaz. Âile, çocuğun kapasitesini iyi bilmelidir. Asla gücünün üstünde şeyler isteyerek onu ezmemelidir. Bâzen çocuktan beklenen davranışlar gerçekçi ve ilmî olmayabilir. Meselâ en basitinden, çocuğun içinde bulunduğu yaş itibâriyle boyunun 1metre 30 cm olması gerekiyor. Bizim çocuğumuz da yaklaşık olarak bu boyda. Şimdi bu çocuğu tutup da 1metre 50 cm boya sâhip bir çocukla kıyaslamak doğru değildir. Kıyaslarsak hislerimize yenilmiş oluruz ve çocuktan beklentilerimiz gerçekçi olmaz. Âileler çocuğu iyi tanımalı, yaş özelliklerini iyi bilmeli ve beklentilerini bu gerçeklere göre sınırlandırmalıdır.

Çetinoğlu: Her çocuk ayrı bir dünyâ olmakla birlikte, çocuk eğitiminde değişmez ve olmazsa olmaz ana prensiplere ihtiyaç var. Sosyolog olarak tavsiyelerinizi lütfeder misiniz?

Prof. Doğan: Âilenin görevi, çocuğa dünyâda işe yarayan ve sağlıklı bir hayat yaşamayı sağlayan duygu ile alâkalı becerileri kazandırmaktır. Duygular insan hayatında ifâde aracıdır. İnsanın çoğu davranışları çocukluğunun ürünüdür. Bu sebeple insana çocukluk döneminde örnek davranışlar aşılamak gerekmektedir. Çocuğun yetiştiği âile ortamı ve âile fertleri ile olan ilişkiler kişiliğinin oluşmasında çok önemli rol oynar. Çocuk fazla konuşma ve öğütten ziyâde ana babanın davranışlarından etkilenir ve bu davranışları kendisine örnek olarak alır. Çocuğun âilesi ile kuracağı ilişki, onun ömrü boyunca kuracağı insan ilişkilerinin temelini oluşturur. Bu sebeple çocuğun 0-6 yaş döneminde âilesinden aldığı eğitim, daha sonraki eğitim sürecini de etkiler. Her çocuk ayrı bir dünyâdır. Çocuk yetiştirmek ise en mukaddes, en büyük, en zor ve hayat boyu devam ettirilmesi gereken en önemli sanattır. Gelecek açısından düşünüldüğünde bu konunun önemi her geçen gün çok daha iyi anlaşılmaktadır. Daha doğacak çocuk anne karnında iken anne babaların kafasında birçok soru işareti oluşur. Kız mı, erkek mi olacak? Sağlıklı doğup büyüyecek mi? Âilemizde ve günlük hayatımızda nasıl bir değişiklik olacak? İleride nasıl bir insan olacak? Nasıl bir meslek sâhibi olacak? Hayatta başarılı olacak mı? Gibi pek çok soru ile çocuğun doğacağı gün heyecanla beklenir.

Çocuklarla olan ilişkilerimiz onların her zaman kendi eğilimlerini elden geldiğince en iyi biçimde geliştirmelerine yardımcı olmalıdır. Çocuğun gelişimini engelleyecek olumsuz eleştirilerde bulunulmamalı ve yaptıklarına karşılık ölçülü bir beğeni tutumu sergilenmelidir. Her insan, keşfedilmeyi bekleyen ayrı bir dünyâdır. Kolay olan, genelleyerek herkesi kendimiz gibi görmektir. Asıl olması gereken ise onu keşfetmek için tanımaya çalışmaktır. Âileler çocuklarını belli bir hedefe doğru harekete geçirebilmek, istenen doğrultuda çaba göstermelerini sağlayabilmek ve onları gayrete getirebilmek için herhangi biriyle karşılaştırırlar. Meselâ âileler, çocuklarının daha çok ders çalışmasını sağlamak için onu, ‘Bak; kardeşin, ablan veya ağabeyin ne kadar başarılı, sen de öyle olmalısın!’ benzeri sözlerle kardeşleriyle karşılaştırabilirler. ‘Ben senin gibiyken…’ sözleriyle başlayan ifâdelerle çocuğu kendileriyle kıyaslayabilirler. ‘Komşunun çocuğu kadar olamadın.’ benzeri yakınma ifâde eden sözlerle de çocuğu çevredeki herhangi biriyle karşılaştırabilirler. Aslında âileler bütün bunları çocuğun daha başarılı olması adına yaparlar. İsterler ki, bu karşılaştırmalar çocuğu biraz kamçılasın ve çocuk gayrete gelsin, kendinden beklenen performansı ortaya koysun. Yani âilelerin bu yaklaşımında genelde kötü bir niyet söz konusu değildir. Ancak bu karşılaştırmalar çocuğu çok defa olumsuz şekilde etkiler.

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim. Her soruyu en ince teferruatına kadar cevaplandırdınız.  Zaman ayırdınız, yoruldunuz… Sağolunuz…

Prof. Doğan: Efendim böyle bir fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Bu alanda maşallah iyi çalışıp iyi, doğru ve yerinde sorular çıkartmışsınız Geleceğimizin garantisi gençler ise, onu yetiştiren âileler de o kadar önemlidir. Anne ve baba sevgisiyle yetişmiş kişilerde suç işleme oranı çok azdır. Diyebiliriz ki, toplumlar, kendi problemli insanlarını yine kendileri oluşturmaktadırlar. Normal insanlar, mutlaka çevrelerine uymak isterler ve çevrelerinin mutluluğunu kendi mutluluklarıyla eş zamanlı görürler. İnşallah söylediklerimiz yerini bulur ve ebeveynler başta olmak üzere yetkilileri de uyarmış oluruz. Çünkü sağlıklı çocuk sağlıklı âileyi, sağlıklı âile de sağlıklı devleti ve milleti meydana getirir.

Prof. Dr. SÜLEYMAN DOĞAN: 1965 yılında Aksaray’ın Ortaköy ilçesi Devedamı (eski kasaba) köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulu Kırşehir ve Ortaköy’de ve lise öğrenimini Ortaköy  lisesinde tamamladı. Ayrıca dışarıdan İstanbul Küçükköy İmam-Hatip lisesinde fark derslerini vererek bitirdi. Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesinden mezun oldu (1988). 1995 yılında İngiliz Kültür’ün bursunu kazanarak İngiltere’de, Birmingham Üniversitesinde Politika ve Uluslararası İlişkiler alanında Master Programını tamamladı. Pedagoji alında yaptığı çalışmalarla Pedagoji (Eğitim bilimleri) doktoru unvanını aldı (1999). Yine çocuk ve âile eğitimi ve âile sosyolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla Eğitim Sosyolojisi alanında doçent oldu (2012). Devlet Planlama Teşkilatı Ulusal Ajans proje değerlendirmesinde bağımsız (AB) hakemi dış uzmanı olarak görev yaptı (2005–2008). Uluslararası Malezya Üniversitesinde bir müddet araştırmacı öğretim üyesi olarak bulundu (2008). 2009’dan beri Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümünde Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır. 2022 yılında Profesör oldu. Yazar Doğan, uzun yıllar çeşitli günlük gazete ve dergilerde muhabir, editör ve köşe yazarı olarak çalışmıştır. Moldova, Gagavuz Özerk Cumhuriyeti Meclisi tarafından verilen devlet nişanı sâhibidir (2001). Çevre konusunda yaptığı çalışmalarıyla ‘Kelaynak Kuşları Zorda’ başlıklı çalışması, 2002; ‘Boğazlarımız Yolcu Geçen Hanı’ başlıklı çalışması, 2004) INEPO (Milletlerarası Çevre Olimpiyatları Projesi) mlletlerarası çevre basın ve jüri özel ödülü kazanmıştır. Gazeteci ve ilim adamı olarak 60 ülkeye seyahat etmiştir. Doğan, Türkiye Yazarlar Birliği (1994-), Türk Felsefe Derneği (2008-) üyesi ve Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM, 2010-) ve Telif Hakları Derneği kurucu üyesi ve genel başkan yardımcısıdır (2016). 30’u milletlerarası olmak üzere 100’den fazla ilmî yayını vardır. Başta TÜBİTAK olmak üzere millî ve milletlerarası birçok kurum, kuruluş ve dergilere hakemlik ve ilmî jüri üyeliği yapmaktadır. Yayınlanmış Kitaplarından bazıları: Afganistan’da kim kazandı? (1993), Keşmirden Geliyorum (1995), Eğitimde Başarının Şartları (1998), Şimdiki Çocuklar Harika (2001), Çocuklar Küçük Bir Şey Değildir (2002), Mutlu Âile Mutlu Çocuk (2003), Başarıya Yürüyenler (2005), Varolmanın Yolunda Zengin Olmak (Editör, M. Uyar ve M. Çetin ile birlikte) (2005), Âilenin Aynası Çocuk  (2006), Âilede Sevgi Eğitim (Editör) (2009), Mesnevi’den Pedagojik Telkinler (2013), Konuşmak Lâzım (C. Doğan ile birlikte 2015),Rektörlerin Gözüyle Üniversitelerimiz (2016), Hayatı Güzelleştiren Hikâyeler (2020), 100 Soru Cevapta Eğitim Felsefesi (2020), Postmodern Medya (Editör, 2020), Rektörler Konuşuyor (2020), Koronaya 100 Mektup (2020), Profesörler Geçidi (2021), Sorularla Sosyoloji ve Eğitim Sosyolojisi (2021).  10 adet ilmî kitap bölüm yazarlığı, ayrıca akademik bazı dergilerde hakemlik ve editörlüğü devam etmektedir.

Alıştırılıyorsunuz


Neye alıştırılıyorsunuz? Gizli… Siz anlamazsınız. Bu devlet aklı. 

Görüşüyorlar ama ne görüştüklerini bize söylemiyorlar. Biz kimiz ki! Biz ezikler. Bize ne. Onlar görüşür, karar verir, yapar. Muhakkak iyi yapar, âlâ yapar. Bize ne oluyor!

Bu lafların, bu tutumun bir anlamı var. Görüşülenler, kamuoyunda çok şiddetli tepki doğuracak şeyler. Onları doğrudan ortaya atmak olmaz. Tepki doğurur. Onun için “alıştıra alıştıra” ilerlenecek. Bu başlıklı bir yazım vardı: Alıştıra Alıştıra. O yazıda, Rûdaw televizyonunun Kuzey, yani Türkiye’deki Kürdistan programında Abdürrahim Semavi ile yapılan bir röportajı özetlemiştim. Rûdaw, hani bir zamanlar Mısır’ın “yarı resmi” El Ahram gazetesi gibi Irak Özerk Kürt Bölgesi’nin yarı resmi yayın organı; kendi tarifleriyle “Medya Ağı”. Naklettiğim, 24 Ekim tarihli röportajdı. Semavi, Irak Kürdistanı’nın Serokê Navenda Lêkolînên Stratejik û Şêwirmendiyê, yani Temel Strateji Araştırma Merkezi Başkanı. Semavi bize gizli, dünyanın geri kalanına aşikâr olan programı anlatıyordu. Bir buçuk yıldır hazırlanan ve halkı alıştırmak için beş yıl gerektiği hesaplanan programı. Sayın başkan, 29 Aralık’ta aynı kanalda bir röportaja daha çıktı. İki ay önceki beyanlarına bir güncelleme yaptı. Başlık şöyleydi: “Öcalan Kandil’i de PYD’yi de ikna etmiş durumda

Dört aşamada alışacaksınız

Müthiş “devlet aklı”mızın sırlarını Rûdaw’den öğrenmek insanın içini bir tuhaf ediyor. Neyse, Semavi’ye dönelim…

Bir buçuk yıldır -tabii bizim haberimiz olmadan- hazırlanan ve beş yıl boyunca uygulanacak “alıştırma” planı dört aşamalıymış. Aşamaları şöyle anlatıyor Semavi: 

Birinci kısım bu meselenin konuşulması dile getirilmesidir. İkinci adımda ise garantörlüğü gündeme getirecekler. Üçüncü adım ise akil insanlardan bir meclis oluşturulacak, bu meclise yaklaşık 300 kişi yer alacak. “

Bütün bunlar dördüncü adım için: 

Söz konusu mecliste yer alacak olan kişiler Ortadoğu’da yaşayan bütün Kürtleri temsilen seçilecek. Araştırmalar yapacaklar ve daha sonra Türkiye hükümeti ile görüşmeler yürütecekler. Kürtlerin ne istediğini Türk devletine aktaracaklar ve Türk devleti de ne düşündüğünü söyleyecek ve daha sonra anayasa üzerinde konuşulacak. Bütün bu sürecin sonunda Kürtler hukuk sahibi olacak, statü sahibi olacak. Yani idari meseleler de kanuni meseleler de anayasa meselesi de… Bunların hepsi gündeme gelecek. İdari meseleler de federasyon da tartışılacak.”

Devlet aklı ve paradigma

Demek ki biz şu anda birinci adımdayız. Yani “meselenin konuşulması, dile getirilmesi” adımında. Bu yüzden içeriğin önemi yok. Konuşuluyor mu? Dile getiriliyor mu? Ne? “Kürt sorunu”. Kürt sorunu ne? Bu da gizli noktalardan. Onu herhâlde anca “devlet aklı” bilir. Biz ezikler bilemeyiz. Ambalajsız “gizli”, “söylemeyiz” dememek için bu kavramı servis ettik: “Devlet aklı”. Ne yani? Yapay zekâ veya doğal aptallık diyecek hâlimiz yoktu ya. Demek akıl ve zekâ çeşit çeşit: Doğal akıl, yapay akıl, doğal aptallık ve devlet aklı. Devlet aklı, “biliyoruz ama- henüz- siz eziklere söyleyemeyiz” demenin diplomatik yolu. 

“Biz biliyoruz ama size söylemeyiz”in ikinci servis ediliş tarzı da “paradigma”. Nedir paradigma? Söylenmez. Gizlidir. Dördüncü adıma geldiğimizde anlarsınız paradigmanın ne olduğunu. 

Peki, birinci adım “meselenin konuşulması, dile getirilmesi” ise Sayın Bölücü Başı Bebek Katili ile konuşuluyor mu? Bu da bir cins konuşulma, dile getirilme. Konuşuluyor. Kim konuşuyor? DEM aracılığıyla MHP’den başlayarak cümle partilerimiz. İyi Parti ve Zafer Partisi hâriç. O hâlde maksat hâsıl olmuştur. Birinci adım tamamlanmıştır. Hem de Öcalan’ın DEM grubuna gelip konuşmasından daha ileri bir aşamadır bu. DEM’de konuşması bir monolog olurdu. Şimdi diyalog var. “Mesele (her ne ise) konuşuluyor ve dile getiriliyor.”

Semavi, DEM heyetinin İmralı seferinin ertesi günü, yani 29 Aralık’ta, 10 veya 12 Ocak’ta İmralı’ya bir sefer daha yapılacağını söyledi.. O tarihte biz eziklerin ikinci seferden haberi yoktu. Bu yazım 10 Ocak’ta yayımlanacak. Okuyucularım, hangi tarihin gerçekleştiğini o zaman bilecekler. İkinci adıma, yani “garantörlüğün gündeme getirilmesi”ne gelinip gelinmediğini de o zaman öğreniriz.  

Şüphesiz bu ikinci adımda halkın tepkisi başlayacaktır. Hele üçüncü adım denilen 300 kişilik “meclis” aşamasında! Türkiye’de Gazi Meclis’e paralel ikinci bir meclis! O zamana kadar alıştırma öyle bir noktaya varmalıdır ki bunlara karşı ağzını açana, “Sen barışa karşı mısın?” diye posta konulabilmeli. İnsanları şimdiden bu postadan çekinir hâle getirmek gerek!

Zor Mesele

İlginç ve bilge kişilik örneğidir Sokrat. Bir gün, muhtemelen öğrencileriyle uzun bir dersten sonra eve geç gelir. Karısı öfkelidir, söylenmeye başlar; hayli söylenir.  Sokrat’ın suskun duruşu kadının öfkesini artırır. Bu öfkeyle Sokrat’ın başından aşağıya bir kova suyu boşaltır. Bilge Sokrat, “Bu kadar gök gürültüsünden sonra bu yağmurun gelmesi doğaldır.” der. Buna rağmen Sokrat: “Mutlaka evleniniz, karınız iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa filozof olursunuz.” öğüdünü vermeye devam eder öğrencilerine.   

Konumuz, evlenmek ya da evlenmemek değil, o başka bir konu, hem de ciddi bir konu. Konumuz, her durumda hayata, olaylara olumlu bakabilmek, iyimser olabilmek, krizlerden şikâyetçi olmak yerine onlardan ders çıkarabilmek. “Kriz, fırsattır.” sözünü aktif sabrın motivasyonu görmüşümdür her zaman.

Evlenmek, yaptığımız binlerce eylemden yalnız biri, bir hareket, bir hamle. Sonucu, mutluluk veya mutsuzluk; hiç önemli değil. Önemli olan, iyi niyetle bir işe adım atmaktır. Adım attın, evlendin; evlilik istediğin gibi gitmedi. Kaybettiğin bir şey yok. Mutsuzsun; ama filozofsun. Mutlusun, ne güzel. Mutsuzluk, seni yetiştiren bir muallim. Yaşayanlar bilir, yalnızlık da bir mektep değil midir? Kötü olsaydı iyi bir mutasavvıf olmak için kırk günlük inziva tavsiye edilir miydi? Ramazan aylarında itikafın önemli bir sünnet olduğunu hatırlamakta fayda var.

            Gök gürlemişse yağmurun yağmasına şaşırmayacaksın; işin doğası gereği. Gülü severek veya sevmeyerek almışsan dikenine katlanacaksın. Gürültüden ve dikenden şikâyetin olacaksa yağmurdan ve gülden mahrum kalacaksın. Doğanın yasasını, eşyanın hakikatini, var olmanın esrarın bilenler, yağmurun gök gürültüsüyle, gülün dikeniyle olan aşkını görür. Bu aşkı okumak, yüksek tevekkülü, bilgeliği gerektirir. Kişiler açısından iyi veya kötü ne olursa olsun, her sonuç mutlaka iyidir. Yeter ki hareket olsun, yeter ki kişinin her sonuçtaki iyiliği görebilme idrak ve yeteneği olsun.

            Öfke, başkasının hatası yüzünden kişinin kendisine verdiği cezadır. Altmış sekiz yıllık ömrümde anladığım gerçeklerden bir de şu: Öfkeyle hareket eden daime zarar ediyor, olay ve olgulara sükûnet ve suhuletle yaklaşan hep kazanıyor. Mütevazı yani alçakgönüllü insanlar uzun vadede kazananlar, kibirliler ise kaybedenler oluyor. Ahmet Yesevi bir öğrencisine tavsiyede bulunur. Ona “Sakın ilahlık ve peygamberlik iddiasında bulunma.” der. Öğrenci asla yapmayacağı şeyi Hoca’sından duyunca şaşırır, bu tavsiyenin nedenini sorar. Yesevi, “İlahlık, kendini ilah; peygamberlik de kendini peygamber ilan etmen değildir. Her isteğinin yapılmasını istemek, kendini ilah görmek, her sözünün dinlenmesini ve söylediklerine itaat edilmesini istemek, kendini peygamber yerine konumlandırmaktır.” der.

            Samimi tevazu, yüksek kişiliğin işaretidir. Eğilmek, küçülmek değil, karşındakini yüceltmek, ona değer vermektir. Alçakgönüllülüğün karşıtı kibir, kendinden gayrısını küçümsemekle başlar. Küçümsemek, kendi küçüklüğünün işaretidir. Aşırı özgüven ve öz benlik duygusuyla küçük dağları yarattığını zannedenlerin varacağı yer, kuş uçmaz kervan geçmez mezralar olacaktır.

            Sokrat ve Ahmet Yesevi, iki farklı dünyanın bilgeleridir. Her ikisi de varlığın künhüne vakıf olmuş derin şahsiyetlerdir. Eşyanın ve olayların derinindeki hakikate onların gözüyle bakabilmek, neden-sonuç bağlantısındaki formülü çözebilmek yoğun tefekkürü elzem kılar. Çağımızın hastalığı, biraz da bunun yoksunluğu değil midir?

            Şairin dediği gibi, geç anlıyoruz belki “taşın sert olduğunu, ateşin yaktığını, suyun boğduğu”nu. Bu gerçeği itiraf ettiğimizde tekrarı olmayan ömrümüzün sonuna geldiğimizi görüyoruz, bugüne kadar kimsenin yıkamadığı duvara tosluyoruz. Bazılarımız ise bu hayıflanma girdabına düşmüyor, sert taşın ateşle eridiğini, ateşin suya boyun eğdiğini, suyun ise iki gazın bileşeni, evrenin de gazdan ibaret olduğunu keşfetmenin ayrıcalığıyla hayret makamında kanatsız kelebek hafifliğine ulaşabiliyor. “Hiç”lik makamı, bu olsa gerek.

            İnsanların vahşileştiği, kaotik sistemin fıtratımızı bozduğu bir iklimde Sokrat’taki olguya, Ahmet Yesevi’deki algıya nasıl erişebileceğimizin cevabını bir türlü bulamıyorum. Zor mesele, bu. Çok çalışmak gerek. Önce “menzil-i maksut”ta anlaşalım.

Rauf Raif Denktaş (27 Ocak 1924 – 13 Ocak 2012), 

İlk yılları

Rauf Denktaş, 27 Ocak 1924 günü Baf kasabasında doğdu. 1,5 yaşındayken annesi Emine Hanım’ı kaybetti. Babası hâkim Mehmet Raif Bey’di, Rauf ailenin dördüncü ve en küçük çocuğuydu. Altı yaşına kadar eğitiminde anneannesi ve babaannesinin yanında, Osmanlı döneminde zaptiyelik yapmış olan dedesi Şeherli Mehmed yetiştirilmesinde rol oynadı. Çocukluk yıllarında, özellikle tatillerde Aybifan‘da ailesiyle vakit geçiren Denktaş, hatıratında bu köyü “köyüm” olarak niteler. Denktaş, 1930 yılında eğitim için İstanbul‘a gönderildi. Arnavutköy‘de ilkokuldan liseye kadar eğitim veren Fevzi Ati Lisesi‘nde yatılı okumaya başladı. Ortaokuldan sonra Kıbrıs’a döndü ve 1941 yılında Lefkoşa İngiliz Okulu‘ndan mezun oldu. Mezun olmasının ardından Fazıl Küçük‘ün Halkın Sesi gazetesinde yazılar yazmaya başladı. Daha sonra bir süre Mağusa‘da tercümanlık, mahkemelerde memurluk ve İngiliz Okulu’nda öğretmenlik yaptı. 1944 yılında hukuk eğitimi için Lincoln’s Inn‘de okumak üzere Birleşik Krallık‘a gitti. 1947 yılında adaya döndü ve avukatlığa başladı.[5][6] Sonraları savcılığa geçti ve 1956 yılında başsavcılığa yükseldi.

Siyasi yaşamı

Mücadele yılları

27 Kasım 1948 tarihinde Kıbrıs Türklerinin düzenlediği ilk mitingde Fazıl Küçük ile beraber hatiplik yaptı. Halka ilk hitabını bu vesileyle ve 24 yaşındayken yaptı. Türk cemaatinin iki önemli ismi Faiz Kaymak ve Fazıl Küçük arasında ara bulucu rolünü üstlenip, toplumun çıkarlarının takipçisi oldu. Faiz Kaymak’ın teklifi ve Fazıl Küçük’ün tasvibiyle Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu Kongresi’nde başkanlığa seçildi. Savcılık görevinden emeklilik hakkını kazanmasına altı ay kala, Birleşik Krallık yönetimini zorlukla ikna ederek istifa etti ve cemaat sorunlarıyla uğraşmaya başladı. 1949 yılı yaz aylarında avukatlık yapmaya başladı. Yine aynı yıl Aydın Hanım’la evlendi. 1955 yılında Enosisle mücadelede ve EOKA karşısında Kıbrıs Türklerinin direnişine yön verdi. 1958 yılında hükûmetteki görevinden istifa etti. Arkadaşlarıyla 1 Ağustos 1958 tarihinde Türk Mukavemet Teşkilatını (TMT) kurdu.

1958 yılında iki toplum arasında başlayan çatışmalarda, Türkler protestolar gerçekleştirdi. Zürih-Londra antlaşmaları öncesinde Fazıl Küçük ile birlikte Ankara‘ya Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüşmeye gitti. Bu görüşmede adaya Türk askerinin gönderilmesi teklifini dile getirdi. 1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları ile, 1960 Antlaşmaları ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın hazırlanmasında çaba gösterdi. Aynı yıl Türk Cemaat Meclisi üyeliği ve Türk Cemaati İcra Komitesi Başkanlığına seçildi. 16 Ağustos 1960 tarihinde 650 kişilik Türk Alayı Mağusa Limanı‘na ayak bastı. 1963 olaylarından sonra temaslarda bulunmak üzere Ankara‘ya gitti. Temaslarını tamamlayarak bir sandalla Kıbrıs‘a geçti ve Türk direnişini örgütlemeye başladı.

7 Ocak 1964’te Londra Konferansı‘na katılmak üzere adadan ayrıldı. Görüşmelerin sonuca ulaşamaması üzerine 15 Ocak’ta Ankara’ya dönen Denktaş, 17 Şubat’ta New York‘a gitti ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi görüşmelerine katıldı. 18 Mart tarihinde tekrar Ankara’ya dönene dek, Makarios başkanlığında ve tamamen Rum kontrolünde olan Kıbrıs Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu, Denktaş hakkında devlete hakaret ve başka suçlar nedeniyle tutuklama ve yargılama kararı aldı. Bunun üzerine Denktaş mecburi olarak Ankara’da kaldı.[7] Gizlice Erenköy‘e çıkarak Erenköy Direnişi‘ne katıldı, sonra tekrar Ankara’ya döndü. Türkiye’de kaldığı dönemde Ankara’daki siyasi çevrelerle Kıbrıs konusundaki vizyon farkının derinliğini gözlemledi. Kıbrıs konusundaki gelişmeleri ve düşüncelerini Türkiye kamuoyuna aktarmak için basın toplantıları ve konferanslar düzenledi. 29 Ekim 1966 tarihinde, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının çok pasif kaldığı, taksim için yeterince çabalanmadığı görüşünü aktardığı 12’ye 5 Kala kitapçığını yayımladı ve tüm milletvekillerine dağıttı. Türkiye’nin dış politikasına sert bir eleştiri teşkil eden bu kitapçık, Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından hoş karşılanmadı. 1967 yılında adaya gizlice girerken tutuklandı. Yoğun girişimler sonucu Türkiye’ye iade edildi. 1968 yılında adaya giriş yasağı kaldırılınca Kıbrıs’a döndü.

Siyaset dönemi

1970 seçimlerinde Türk Cemaat Meclisi Başkanlığına seçildi. 18 Şubat 1973 tarihinde Fazıl Küçük görevinden ayrılması üzerine Kıbrıs Cumhurbaşkanı Yardımcısı seçildi. Bu görevinden 28 Şubat 1973 tarihinde istifa etti ve aynı gün Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı seçildi. Kıbrıs Harekâtı‘nın ardından 13 Şubat 1975 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti‘nin ilanından sonra devlet ve meclis başkanı görevlerini de yürüttü ve anayasa uyarınca 1976 yılında yapılan ilk genel seçimlerde devlet başkanlığına seçildi. 1981 yılında ikinci kez devlet başkanı oldu. 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti‘nin ilanından sonra tekrar cumhurbaşkanlığına seçildi. 22 Nisan 1990 tarihinde yapılan erken seçimde ikinci kez cumhurbaşkanı seçildi. 1995’teki seçimlerde de cumhurbaşkanı seçildi. 2000 yılındaki seçimlerde %43,67 oranında oy aldı ve seçim ikinci tura kaldı; ama ikinci tura kalan diğer aday olan Derviş Eroğlu‘nun çekilmesi üzerine seçimden galip olarak çıktı. 2004 yılında BM genel sekreteri Kofi Annan‘ın Kıbrıs Sorunu’nun çözümü için hazırladığı Annan Planı‘na karşı çıktı, buna rağmen plan Kıbrıslı Türkler tarafından kabul edilse de Kıbrıslı Rumların reddetmesi üzerine hayata geçmedi. 17 Nisan 2005 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmadı ve 24 Nisan 2005 tarihinde görevi yeni seçilen cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat‘a devretti.

Sosyal yaşamı

Politika hayatı yanı sıra, aynı zamanda yazar kimliğiyle de önemli bir şahsiyet olan Rauf Denktaş, 1985 yılının son aylarından bugüne, Yeni Asya Yayınları arasında çıkan kitapları bulunuyor. Ayrıca Denktaş, çok meraklı bir fotoğrafçı özelliği ile de bilinmekte, fotoğraf makinesini elinden bırakmamaktaydı. Rauf Denktaş, Halkın Sesi gazetesinde yazılar yazmakta ve ART isimli televizyon kanalında Pazartesi günleri Denktaş’ın Gündemi adlı, görüşlerini anlattığı programı sunmaktaydı.

Vefatı

8 Ocak gecesi organ yetmezliği teşhisi ile Yakın Doğu Üniversitesi Hastanesi’ne kaldırılan Rauf Denktaş, tedavi gördüğü hastanede 13 Ocak 2012 tarihinde 88 yaşında öldü. Vefatının ardından Türkiye ve KKTC’de ulusal yas ilan edildi 17 Ocak 2012 günü, yapılan devlet töreniyle Lefkoşa’daki Cumhuriyet Parkı‘nda defnedildi.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Rauf_Denkta%C5%9F

Ormanya; Aromatik Bitki Ürünlerine Marka Oluyor

Siz hiç Eşme ayva cezeryesi, Kandıra fındıklı, Sapanca cevizli cezeryesinden yediniz mi? Bir Ankara seyahatimin öncesi, sürekli yakıt aldığım Yahyakaptan kavşağındaki Şimşek Petrol’de ödeme yaparken dikkatimi çeken sincap logosunun altındaki bu ürünlerden hediyelik olarak almış ve götürdüğüm ev sahibinin ikramı ile bunların tadına bakmıştım. İzmit’imizin marka ürünü olan pişmaniye ile birlikte götürdüğüm bu ürünlerin de ayrı bir beğeni alması beni mutlu etmişti. Daha önceden de Maide Restoran girişinden Ormanya adı altında üretilen defne ve lavanta kolonyaları verdiğim yerlerden beğeni görmüştü. Bu iki olay bana bu ürünlerimizi araştırıp yazmam gerektiğini düşündürmüştür.

Bu ürünler Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin 2020 yılında başlattığı Tıbbi ve Aromatik Bitki Yetiştiriciliği Projesi (TABİP)’ nin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Başkan Tahir Büyükakın’ın 2019 yılında, tarıma destek ve kırsal kesimdeki insanlarımızın ekonomik imkanlarını yükseltmek amaçlı ne yapılabilir sorusuna; o günkü belediyenin Kırsal Kesim Kalkınma Müdürü Numan Balaban ve İzmit/ Kandıra bölgesi koordinatörü Abdullah Köktürk’ün ön çalışması sonucu bu aromatik bitki üretimi konusunda karar kılınmıştı.

Aromatik bitki üretimindeki görevlendirme 2020 yılında Sekapark A.Ş.ye verilmiş ve genel müdürlüğüne Bayram Karakuş getirilmiştir. Bu amaçla sözleşmeli tarım ve çiftçilik modeli hayata geçirilmiştir. Sözleşmeye göre çiftçilere fideler hibe şeklinde verilecek, ekim/dikim/bakım ve hasat işlerinde istihdam ve teknik ekipman yardımları yapılacaktır. Üretim süreci organik tarımın kurallarına göre yapılacak ve bu hususta kontrol ve sertifikasyon kuruluşlarının denetimine açık olunacaktır. Böylece kırsal kesimin istihdam ve üretime katkısının artırılması ile birlikte ilaç, kozmotik, kimya ve gıdada güvenilir ürünler elde edilmiş olacaktır. Bu proje Kocaeli Gazetesi’nin her yıl yaptığı doruktakiler yarışmasında 2020 yılı için yılın yatırımı ödülünü almıştır.

Üretilen ürünlerin değerlendirilmesi, kalitesinin muhafaza edilebilmesi ve sürdürülebilir olması için Başiskele Kullar’da arge dâhil her türlü imkâna sahip DİSTİLASYON tesisi kurulmuştur. Ayrıca Türkiye’de ilk defa Tübitak kurumu ile anlaşılarak Gebze’deki yerleşkesinde süper kritik akışkan ekstraksiyon tesisi kurularak sağlıklı ve yüksek kaliteli tıbbi destek ürünleri elde edilmeye başlanmıştır.

Tıbbı nane, ihlamur, zeytin yaprağı, melisa otunun bitki çayları ile başlayan ORMANYA ÜRÜNLERİ üretimi şu anda 100 çeşide yaklaşmıştır. Cezerye ve pişmaniye çeşitleri gibi gıda; defne/lavanta/eşme ayva çiçeği kolonyası, sabun, oda kokuları gibi parfümeri; biberiye yağı, keten tohumu yağı, üzüm çekirdeği ekstraktı gibi gıda destek ürünlerinin her biri güvenilir; paketlerine kadar tebrik ve takdire değer özelliklere sahiptir. Profesyonel bir tanıtım ve pazarlama ile bu ürünlerin bilinilirliğinin artırılmasına ve kolay temin edilebilir hale getirilmesine ihtiyaç vardır.

Bu çalışma her yönü ile takdire değer bir çalışma olup Ormanya Doğal Yaşam Parkımız gibi Kocaelimiz için yeni bir marka olma gücüne sahiptir. Bu çalışmanın başta Büyükşehir Belediye Başkanımız Tahir Büyükakın olmak üzere emeği geçen ve geçecek olanlar için övünç kaynağı olacağı düşüncesindeyim. ORMANYA ÜRÜNLERİNİN şehrimizin yeni bir marka değeri haline gelmesi, getirilmesi temennilerimle..

Dervişoğlu’nun Kocaeli’den Verdiği Mesajlar

“Yeni çözüm süreci” de denilen gelişmeler konusunda, gün geçtikçe safların netleşmesi bekleniyor. Malum süreci MHP ve Genel Başkanı Devlet Bahçeli başlattı.  Bu ortak projelerini CB Erdoğan ve AKP temkinli bir mesafeden desteklemekte.

Meclis’te grubu olan muhalif partilerden, sadece İYİ Parti “sürece” net bir şekilde karşı çıkıyor. Meclis’te temsil edilmeyen partilerden ise Zafer Partisi. Diğer muhalif partiler “bekle gör” anlayışı içindeler. “Süreç” denilen, “yeni paradigma” denilen şeyin içeriğinin belirginleşmesini bekliyorlar.

****

İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu, 11 Ocak 2025 tarihinde Kocaeli’de düzenlenen “Yerel Yönetimler Buluşması”nda, önemli mesajlar verdi.

Müsavat Dervişoğlu’nun, dinleyenleri heyecanlandıran, sadece İYİ Partililerin değil, vatanını ve milletini seven her Türk evladının duymak istediği; vatansever, milliyetçi ve yiğit bir duruşun ifadesi olan sözlerini aynen aktarmak istiyorum:

“‘Devletin bir aklı var’ diyorlar.  Cumhuriyet öncesinde de devletin bir aklı vardı. Bir aklının olduğu var sayılıyordu. O akıl ‘manda ve himaye’den yanaydı. O aklın Türk milletini bir felakete sürüklememesi için MİLLETİN AKLININ devreye girmesi söz konusu oldu.

Birinci cihan harbi bitmişti. Harbin sonuçlarına göre Osmanlı yenilmişti. Bugün üzerinde durduğumuz ve ‘Vatan’ diye tarif ettiğimiz Anadolu coğrafyası parçalara ayrılmıştı. Ama bir yiğit çıktı, mavi gözlü sarı saçlı bir bozkurt çıktı. ‘Dünya Savaşı’nın sonuçlarını bile kabul etmediğini, Türkiye’nin bir kurtuluş mücadelesi vermek mecburiyetinde olduğunu’ ifade etti.

İşte biz BUGÜN O NOKTADAYIZ. Bizi yönetenler hangi teslimiyet içerisinde olurlarsa olsunlar, önümüze koyacakları sonuçları asla ve kat’a kabul etmeyeceğiz. Bu büyük milleti böldürtmeyeceğiz. Bu vatan topraklarından bir çakıl taşı vermeyeceğiz.

“İki devlet’ isteyecekler biliyoruz. ‘İki dil’ isteyecekler biliyoruz. ‘İki bayrak’ isteyecekler biliyoruz.  İki dil, iki bayrak, iki devlet istenirse biz de üzerimize düşeni yaparız: KILIÇ HAKKIMIZ neyse onun icaplarını yerine getiririz.”

****

Bu duruşun sadece İYİ Parti ve Zafer Partisi tarafından sergilenmekte oluşu aslında çok üzüntü verici. Aynı sağlam duruşu öncelikle ana muhalefetten, Cumhuriyeti kuran parti CHP’den de bekliyoruz.

Aynı iradeyi ve tutumu MHP ve AKP içerisinde, kırmızıçizgisi vatan ve millet olan, teröristbaşı ve terör örgütü ile değil işbirliğine, görüşülmesine bile tahammül edemeyen kitleler ve onların Meclis ve devletteki temsilcilerinden de beklemek hakkımız.

Milli Görüş çizgisinden gelen partilerin AKP ile benzer tutum sergileyeceklerine dair önyargıları yıkacak bir milli tavır sergileyeceklerini umut ediyorum.

Türkiye’nin bir kurtuluş mücadelesi vermek mecburiyetinde olduğu bir noktaya geldiysek siyasi görüş farkı olmadan herkesin bu siyasi ve milli direnişi gösterme zamanı gelmiştir.

****************************

Yeni Çözüm Süreci Ve Yeni Anayasa

İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu, Kocaeli’deki konuşmasında, PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın Meclis’e getirilmesi ve genel af çıkarılması gibi taleplere kesinlikle karşı olduklarını belirtti. “Hain ve katillerin cezaevinden çıkarılmasını öngören hiçbir anayasal ve yasal düzenlemeye İYİ Parti olarak onay vermeyeceklerini” söyledi.

“Türkiye’nin gündemine ‘yeni bir anayasa değişikliği’ getirmek istiyorlar. Tek adam rejimini tahkim edip, Recep Tayyip Erdoğan’ı da emri hak vaki oluncaya kadar Cumhurbaşkanı yapmayı planlıyorlar. İyi Parti olarak bu amaca hizmet edecek hiçbir anayasa değişikliğine asla izin vermeyeceğiz.

Anayasanın ilk 4 maddesi, 44. Maddesi, Türk vatandaşlığının tanımının yapıldığı 66. Maddesi bu iktidar tarafından ileriye matuf bir takım planların pazarlığı olarak değiştirilmek istenebilir. İYİ Parti Türk vatandaşlığı tanımını değiştirecek, üniter devlet yapısına halel getirecek, Milli Devlet anlayışımızı yerle bir edecek hiçbir Anayasa değişikliğine izin vermeyecektir.

Hainlerin ve katillerin cezaevinden çıkmasını sağlayacak hiçbir yasa / anayasa değişikliğine ve genel af düzenlemesine onay vermeyeceğiz” dedi.

****

Dervişoğlu konuşmasında ayrıca, Türkiye’de asgari ücretle geçinmenin imkânsız hale geldiğini belirterek, verilen maaşların sadaka niteliğinde olduğunu… Vatandaşların ekonomik sıkıntılar içinde olduğunu… Ülkede umutsuzluğun hüküm sürdüğünü… İşçi, çiftçi ve memurun emeğinin karşılığını alamadığını dile getirdi.

********************************

Merkez Siyaset

Müsavat Dervişoğlu konuşmasında partisinin “Merkez Siyaset” çizgisini ve iktidar olma hedefini vurguladı. Salondaki partililerin gözlerinde iktidar pırıltısı gördüğünü ifade etti. İYİ Parti olarak sadece diğer partilerin kaybettiği “döküntü oylara” talip olmadıklarını, sadece bu oylarla iktidara gelmenin mümkün olmadığını söyledi.

“Merkez Siyaset makul ve makbul siyaset demektir. Bu partinin kuruluşunda bizle beraber olan, şimdi yanımızda olmayan arkadaşlarımıza, nasıl partimize geri dönmeleri için bir çağrıda bulunuyorsam, Türk milletinin asil evlatlarının tamamına, bütün siyasi partilerin gönül vermişlerine de sesleniyorum:

Bakın Türkiye büyük bir belayla karşı karşıya iken hepsi bir yerde toplandılar. Hepsi bir, İYİ Parti tek. O zaman milli mücadelenin çatısı İYİ Parti demektir. Bu çatının altına hangi siyasi görüşte olursa olsun bütün memleket evlatlarını davet ediyorum” cümleleriyle çağrıda bulundu.

********************************

Bandırma Vapuru Örneği

Müsavat Dervişoğlu’nun verdiği bu mesajları çok değerli ve önemli buluyorum. Çünkü Meclis’in aritmetik yapısı ve iktidarın -hangi yöntemleri kullanarak ikna ediyorsa- sürekli muhalefetten milletvekili transferi yapmaya çalışması endişeleri artırıyor.

YENİ MHP- YENİ SÜREÇ VE YENİ ANAYASA tartışmalarının yarattığı endişe ve karamsarlık sebepsiz değil. Siyasi ahlakın yerlerde süründüğü bir ortamda, iktidar ortaklarının programlarında ve seçimlerde vaat ettiklerinin tam tersi “süreçlere” yönelmiş olması kitlelerde şaşkınlık, üzüntü ve nefret duyguları yarattı.

Müsavat Dervişoğlu’nun konuşmasında verdiği net mesajlar -kara bulutları kaldırmasa da- bir umut kaynağı oldu. Milli Mücadele’nin Bandırma Vapuru’ndaki bir avuç kahramanla başladığını hatırlatan bir umut esintisi yarattı.

 ‘Her Çocuk Ayrı Bir Dünyâdır’

Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi 

Prof. Dr.  SÜLEYMAN DOĞAN’la     

Çocuk Eğitimi Hakkında konuştuk.

(Üçüncü Bölüm)

Çetinoğlu: Hepimiz, çocuklarımızın-torunlarımızın; ahlâklı, iyi karakterli, güvenilir, okulda-iş hayatında ve evliliğinde başarılı ve mes’ut olmasını istiyoruz. Çok şey mi istiyoruz?

Prof. Doğan: Kesinlikle çok şey istemiyoruz. Doğru olanı istiyoruz. Buna da hakkımız var. Önemli olan bunun yollarını doğru ve düzgün bir şekilde tespit ederek uygulamaktır. İnsan Allah’ın yeryüzündeki en büyük eseridir. Bu eser boşu boşuna zâyi olmamalı ve vaktini boş işlerle de geçirmemelidir. Bunun için iyi ve doğru yolu göstermek gerekir.

Çetinoğlu: İstediklerimizin gerçekleşmesi için ne tür katkılarda bulunmamız lâzım?

Prof. Doğan: Burada bir genci ele alırsak, kişiliğin oluşması için, tüm iyi yönlerini ve eksikliklerini de görerek gencin kendisini kabul etmesi gerekir. Bu sırada ortaya çıkan gerginliklere dayanabilmek ve katlanmak zorundadır. Yeni ve oturmuş bir kişiliğin oluşması uzun bir süreçtir ve devamlılığın yanı sıra bazı terslikler de bu sürecin belirgin işâretleridir.

Gençlik dönemi belirtilerinden ruhî hastalıklarla karşılaşabilir. Bu şekilde muayeneye getirilen gençlerin ebeveynlerine, durumu ‘ergenlik problemi’ olarak açıkladığımızda itiraz edenler oluyor. ‘Garip hareketler, olmadık fikirler görüyorum oğlumda. Bu delirme değil mi?’ veya ‘Benim kızım çok inatçı, mızmız. Artık baş edemez hâle geldim. Zehir gibi konuşuyor. Sonra da bana sarılıyor. Kafadan problemi yok mu sizce?’ şeklinde konuşuyorlar.

Aslında delikanlı, ergenlik öncesi tâkip ettiği yolu bırakmış, yepyeni hedeflere yönelmiş bir haldedir ve bu hedeflere gidecek yolu aramanın şaşkınlığı, cesâret kırıklığı ve güvensizliği içindedir. İşte bu devre öfke, şiddet, üzüntü ve gözyaşlarıyla dolu duygu krizlerine tutabilir.

Çetinoğlu: Dinî telkin ve bilgilerin, çocuk yetiştirilmesindeki yeri ve önemi hakkında neler söylemek istersiniz?

Prof. Doğan: Çocukta dinî duygu ve düşüncenin oluşumu ve gelişiminde, âile içindeki yetiştirmeden sonra, okul öncesi kurumlarındaki eğitim ve öğretim son derece önemlidir. Zira Anaokulu ve yuvalar, çocuğun bedenî ve zihnî gelişimine ve hazır oluş seviyelerine uygun olarak sağladığı yetiştirme programlarıyla, fıtrattan kaynaklanan din duygusuyla ve bireyin dini eğitimiyle de ilgilenmek durumundadırlar. Okul öncesi eğitim kurumlarında çocuğun temel ihtiyaçlarına cevap verecek bir program, istenen seviyede bir çevre ve yararlı-uygun metotlar uygulandığı sürece, bireyin her yönden gelişimi söz konusu olacaktır. Çocukların beden, zihin ve duygu bakımından dengeli bir şekilde yetiştirilmeleri, eğitimde bütünlük ilkesinin hem âilede ve hem de okul öncesi eğitim kurumlarında uygulanmasıyla mümkün olacaktır. Aksi takdirde bireyler, ilerleyen zaman dilimlerinde doyurulmayan bu duyguları tatmin etmek için farkında olmadan veya bilmeyerek de olsa sağlıksız dini oluşumlar içerisine girebilir. Din inancı küçük yaşta verilmelidir. Doğru ve düzgün dini eğitim verilmelidir. İslam’ın, İnsan yetiştirmede önerdiği genel maksatlar doğrultusunda, beden, zihin, ahlâk, ruh ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere sâhip insanlar yetiştirmekle mümkün olabilir. Çocuklardaki duyguların herhangi bir sıralamaya tâbi tutulması pedagojik açıdan uygun görülmemektedir. Duygular arasında yer alan din duygusuyla da, yeri ve zamanı geldiğinde diğer duygular gibi ilgilenilmesi ve bakımının yapılması eğitimde bütünlük ilkesi açısından son derece önemlidir. Din eğitimini genel eğitimden ayrı tutmak pedagojik kurallara uygun düşmez. Çünkü din eğitimi genel eğitimin ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanı merkeze alan bir eğitim anlayışı, çocuğa bütün yönleriyle kaliteli eğitim sunmak durumundadır. Bu yüzden eğitimli âile evlatlarına, okul öncesi eğitim kurumlarına, programlarına, görevlilerine ve eğitim ortamlarının elverişli bulunup bulunmadığına, bu konularda pedagojik yatırımın yapılmasına her zaman ihtiyaç duyulmaktadır.

Çetinoğlu: Telkin ve bilgilerin verilmesinde kullanılacak yöntem ne olmalıdır?

Prof. Doğan: Çocuk eğitiminin giderek karmaşıklaştığı ve zorlaştığı günümüzde ana-babaların ve öğretmenlerin gelişim sürecinin tüm boyutlarına ilişkin yeterli donanıma sahip olmaları gerekmektedir. İnsanların günlük hayatında ve öteki gelişim alanları üzerinde çok etkili olduğu bilinen hareketlerle alâkalı gelişim konusunda yapılan yayınların çoğalması sevindirici bir durumdur. İnsanoğlunun gelişimi, döllenmeyle başlayan ve ölünceye kadar devam eden bir süreçtir. Geniş bir zaman yelpazesine yayılan bu süreci ele alan çok sayıda düşünür ve psikolog ortaya koydukları görüşleriyle alana önemli katkılar sunmuşlardır.

Gelişim sürecini anlayabilirsek çocukların ve gençlerin davranışlarının sebeplerini daha iyi anlayabiliriz. Ferdin içinde bulunduğu gelişim dönemi, şahıslara göre değişen farklılıkları, gelişim görevlerini yerine getirip getirmemesi, gelişiminin sağlıklı olup olmadığı vb. konularda bilinçli yetişkinler toplumun geleceğinde etkili olabilirler. Bir ülkenin kalkınması; bir toplumun refah seviyesinin yükselmesi vatandaşlarının potansiyellerinin artırılması ve değerlendirilmesine bağlıdır.

Gelişimi anlayabilirsek içinde bulunduğu gelişim dönemine göre şahıslardan ne bekleyebileceğimizi biliriz. Kritik zamanlar konusunda bilgi sâhibi olan bir ana-baba tuvalet eğitimine, okuma-yazma öğretimine ne zaman başlanması gerektiğini bilir. Zamansız yapılan müdâhalelerin gelişimi olumsuz etkilediği unutulmamalıdır. Çocuklara neyi ne zaman öğretmemiz gerektiğini bilemediğimizde birçok olumsuzluk yaşanmaktadır. Gelişimi anlayabilirsek, insanın gelişimi ve bu süreci etkileyen temel faktörlerle, sağlıklı ve normal dışı gelişim ölçütleriyle, psikolojik problemler, bunların oluşumu ve sebeplerini tanımamız mümkün olur.

Ana-baba ve eğitimcilerin gelişim sürecini anlamak kadar tâkip etmekle de yükümlü olduklarını unutmamalıyız. Gelişim bozukluklarına zamanında müdahale edilirse tedbir almak ve zararı en aza indirmek mümkün olmaktadır. Yetersizliklerin engele dönüşmemesi de erken müdâhale ile mümkündür.

Çetinoğlu: Yapılan ilmî incelemelerin neticelerine göre insanlarımız düşüncelerini muhatâplarının anlayabileceği şekilde ifâde edemiyorlar. Belki de bu sebeple, konuşarak değil tartışarak netice almaya çalışıyorlar. Kavgaların, yaralamaların, öldürmelerin başlıca sebebi bu olabilir.  Yeni nesillerin ifâde gücünün artırılabilmesi için test edilmiş yöntemler var mı?

Prof. Doğan: Elbette vardır. Çocuğun oyun boyunca neşeli ve olumlu duygular içinde olması, oyun arkadaşını da etkiler. Çocuklar erken yaşlarda başkalarının duygularını anlamaya başlar. Bu da çocukların olumlu duygularını en rahat ve en erken ifâde etmelerini gösterir Olumlu duygular çocukların yeniden üretme ve ayırt etme yeteneklerinin gelişmesinde önemlidir. Çocukların gelişim alanlarının sürekli ve karmaşık etkileşimi sebebiyle hareket gelişimi açısından ana-babaların sorumlulukları artmaktadır. Uslu çocuk olsun diye hareketleri kısıtlanan çocukların sağlıklı gelişme imkânları ellerinden alınmaktadır. Giderek karmaşıklaşan ilişkiler ağı dolayısıyla çocuklarımızın girişken ve kendilerine güvenmeleri, gelişimlerinin doğru desteklenmesine bağlıdır.

Ebeveynler tahammüllü olmalıdırlar. Bu krizler, ergenlik çağındakinin kendisiyle ve dünyâyla yapması gereken çatışmaların işâretleridir. Bu dönemde genç, korumasız ve tehlikelere açık bir durumdadır. Desteğe, paylaşmaya ihtiyacı vardır. Duygusuzca zorlamalar ve bilmişçe tavırlardan rahatsızlık duyar. Benliğin yeniden yapılandığı bu geçiş döneminin tipik özellikleri, abartılmış bir egosantrizm (benmerkezcilik) ve narsizmdir (kendini aşırı beğenme ve hayranlık duyma). Genç her şeyi kendi üstüne alınır, sâdece kendini görür, başka bir şeye ve başkasına şans tanımaz. Bunlara da dikkat edilmeli ve orta yolda hareket edilmelidir. Daha fazla vakit geçirerek çocukları anlamaya çalışılmalıdır.

Çetinoğlu: Enfal sûresi 28. Âyette;  ‘Bilin ki mallarınız ve çoluk çocuğunuz birer imtihan vesilesidir. Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.’ Buyuruluyor. Gözlemlerinize göre anneler, babalar bu imtihandan geçer not alacak kadar bilgi-eğitim ve kültüre sâhip mi?

Prof. Doğan: Maalesef tam olarak sâhip olduklarını söylemek zor. Bütün peygamberler, insanları eğitmek, kemâle erdirmek maksadıyla, insanda var olan ancak serbest yaratılan duygu ve düşünceleri iyiye güzele, doğruya yönlendirerek, onları iyi ahlâk sâhibi yapmağa çalışmıştır. Son peygamber (s.a.v.) ‘Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim’ (Buhari, Edebü’l müfred) diyerek bu gerçeğe işâret etmiştir. Bunun yolu da insanın duygularını, düşüncelerini disipline etmesidir. Bunun temeli de çocukluk döneminde atılır. Bu konuda yol gösterici rehber ise, dindir, ilimdir, tecrübe ve deneylerin ortaya koyduğu kurallardır. Bu kurallara göre yetiştirilen bir çocuk, hem kendisini hem de toplumu mutlu eder, aksi takdirde, toplumun başına belâ olur, kendisi de yaptığı taşkınlıklardan dolayı, ya hapishane, ya hastane veya kabristana gider.

Ağaç yaş iken eğilir’ atasözünde ifade edildiği gibi, çocukların duygu ve düşünceleri küçük yaştan itibâren disiplin altına alınmalıdır. Arap atasözü der ki, ‘Küçük yaşta çocuk eğitmek, taşa nakış işlemek gibidir.’ Bu sebeplerle, çocukta serbest olarak var olan duygu ve düşünceler küçük yaştan itibâren iyi bir eğitim ve öğretimle kontrol altına alınmalı, iyiye, güzele ve doğruya yönlendirilmelidir. Aksi takdirde çocukta fıtraten yaratılan ve insan olma gereği olarak var olan bu duygu ve düşünceler, fıtrata aykırı olarak bilinçsiz bir şekilde emir ve yasaklarla baskı altında tutulursa ilerde patlar ve zararlı hâle gelir. ‘Yapma, etme’ yerine, ‘şöyle yap, böyle yap’ şeklinde o duygu ve düşünceler kanalize edilmelidir. İslâm, geleceğin ümidi olan çocukları koruma, ıslah etme, kabiliyetlerini geliştirme, hayır ve şerri öğretme sorumluluğunu, ana, baba ve akrabaya vermiştir.

Çetinoğlu: Mecbur kalındığında çocuklara cezâlar verilebilir mi? Verilebilirse hangi türde cezâlar olabilir?

Prof. Doğan: Eğitimde armağan ve cezâ öteden beri tartışılan bir meseledir. Cezâlar, çocuğun canını fizikî olarak yakmayacak derecede ve çocuğun yaşına, gelişim dönemine uygun olmalıdır. Aynı hatâlı davranışlara aynı cezâyı almalıdır. Çocuk o cezâyı daha önce öğrendiği ve yapmaması gereken bir durum için aldığını bilmelidir. Çocuk cezânın haklılığına inanır ve duruma uygun bir cezâ verildiyse onu hoşgörüyle karşılar. Cezâlar tehdit halinde kalır, anne babanın söyledikleriyle uygulamaları birbirini tutmazsa veya çocuk yapacağı şirinliklerle cezâyı affettirebileceğini öğrenirse cezânın bir anlamı kalmaz. Armağan da çoğu defâ âileler tarafından yanlış algılanmaktadır. Armağan, zâten yapılması gereken bir şeyi iyi yaptığı için verilmelidir. Oysa çoğu kez çocuğa sorumluluğunda olup, yapması gereken bir işi yapması için önerilen bir teşvik hâlinde kullanılmakta, bu da armağan değil rüşvet olmaktadır. Dersini çalışıp, ödevlerini yapmak, çocuğun aslî görevidir. Ders çalıştığı için armağan verilmez. Çalışmasından dolayı okul bilgi takımına seçilen çocuğa verilen armağan, gerçek anlamda armağandır. Dersini çalışan, ödevlerini zamanında yapan çocuk da aynı zamanda takdir edilmeli, olumlu davranışlarından dolayı kıymetinin bilindiği ona hissettirilmelidir. Cezâ ve armağan, çocuk eğitiminde yeri olan, ancak mutlaka yerinde, zamanında ve dozunda uygulanması gereken yöntemlerdir. Çocuğun yaşına ve durumuna uygun olmalıdır. Dövmek hiçbir zaman bir cezâ aracı olarak kullanılmamalıdır. Aslında şiddet, çaresizlik ve yetersizliğin dışa vurumudur. Çocuğa fizikî acı verilmemelidir. Cezâ mutlaka suçla orantılı olmalıdır. Çocuk sorumluluğunda olan bir şeyi yerine getirmediğinde önce uyarılmalı, sonra yaşına uygun bedel ödettirilmelidir. Cezânın neden verildiği çocuğa mutlaka anlatılmalıdır. Çocuk neyi yanlış yaptığını, neden yanlış yaptığını ve neden cezâ gördüğünü bilmelidir. Cezâya karar verip söylendiğinde artık geri dönülmemelidir. Armağan ve cezâ sisteminin doğru uygulanmaması, bedel ödemeyi bilmeyen, sınırlarını bilmeyen, umursamaz ve öfkeli çocuklar yaratmaktadır. Ruhî açıdan sağlıksız, toplumla uyumsuz nesiller bunun eseridir.

(Devam Edecek)

Siyasi-Kültürel Hayat ve İslam

İslam’ın başına bela olan, toplumu zaafa uğratan, kamplara bölen önemli mesele, dinin siyasileşmesi, siyasetin dinileşmesidir. Bu, siyasal İslam veya İslamcılık( İslamizim) şeklinde bir ürün de vermiştir. Bu mesele, artık dinin meşru olarak toplumla ve onun kültürüyle ahengi, meşru alış-verişi değildir. Milli kimlikler üzerine İslam’ın oturtulması da değildir. Bu, İslam’ın ana direğini sarsan, din ile din olmayanı birbirine karıştıran, çoğu kez zalimliklerle sonuçlanan bir meseledir. Dini anlamama ve siyasileşme birbirini doğurdu, birbirini etkileyerek bir süreç oluşturdu.
*
Kur’an der ki: İş başına geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, harsı ve nesli yok etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez;’’ 8Bakara 205). Emeviler bunlara aldırmadılar. Güçlerinin yettiği kavim ve grupları Araplaştırdılar. İktidar meselesini başından beri dinin önünde tutmuşlardır. Bir valilik için (Horasan Valiliği) Hz. Hüseyin’in kafasının kesilmesi, bu zihniyetin eseriydi.


  • Hz. Muhammet’in Peygamberliği yanı sıra Medine şehrinde kurduğu Site Devletinde;’’Şura-Adalet-Liyakat’’kavramlarıyla özetlenebilecek devleti yönetme biçimi Kerbela Katliamıyla sonlanmış; diktatörlüğe dönüşen Emevi dönemi başlamış oldu.
    *
    Günümüz dünyasında Arap devletlerine bir bakın; ne değişti? Halktan kopuk yöneticilerinin statülerini koruyabilmeleri için egemen güçlerin uşaklığını yapmak zorundalar. Osmanlı’ ya işbirlikçi İngiliz’le arkadan vuran onlar değil miydi?
    *
    Kırk yıla yakındır PKK belasıyla uğraşan Ülkemiz güney sınırını güven altına almak amacıyla PKK / PYD yi bertaraf etme maksadıyla başlattığı ‘’Barış Pınarı Harekâtı’’yla, geçici olarak Suriye topraklarına girmek zorunda kaldı. ABD ve Avrupa ülkeleriyle birlikte Müslüman Arap ülkelerinin de karşı gelerek aynı safta yer aldıklarını yaşadık. Müslümanlar kardeşti ve haktan yanaydı… Neredeeee!
    *
    BU meşru ve haklı davamızda arkamızda Türk dünyasını gördük; Umarım ümmetle millet kavramlarını birbirine karıştıran yöneticilerimiz Müslüman Arap kardeşlerini yakından tanımışlardır.
    *
    Kur’an dininin ruhunu kavrayamayan, İslam Peygamberi Hz. Muhammet’in o ilkel toplumunda canı pahasına verdiği nitelikli mücadeleyi göremeyen mütedeyyin dindarlarımızın verdiği destekle, dini güçlendirme hikâyesiyle Emevi diktatoryasınının günümüzde yaşatılmaya yönelik siyasallaşmayı sürdüren zihniyetlere tanık olduk.
    *
    Anladığım odur ki; her şeyin altüst olduğu, fırsat eşitliğinin olmadığı, işgaller altında umutların tükendiği, siyasal katılımın olmadığı toplumda sadece din anlatarak insanları mutlu edemeyiz.
    *
    İslam dünyası acilen bilgi, çalışma, üretme, temizlik, sosyal barış, sosyal adalet, insan hakları, kadın hakları, çevre, özgürlükler, ötekinin hakkı gibi temel konularda zihnini durultmak ve bu konularda mesafe almak zorunda.
    *
    İslamiyet’te ibadet sadece kıldığımız namaz değildir. İnsanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranış ibadettir.
    *
    Gönlüm isterdi ki, evrensel ilâhî din olan İslam’ın günümüz uleması dünyada kanıksadığımız bunca eşitsizlik, sömürü, adaletsizlik, güçlü ve egemenin oldubittileri karşısında hakkın sesi olsun, her türlü ayırımcılığa karşı çıksın, bizlere hepimizin Âdem’in çocukları kardeşler olduğumuzu, insan olarak eşit ve değerli olduğumuzu, insanca bir hayatın hepimizin temel hakkı olduğunu hatırlatsın.
    Ama öyle olmadı ve olmuyor. Olup bitene eleştirel baktığımızda bunu açıkça görüyoruz
    *
    Din artık melankoli ve gözyaşı olarak sunuluyor ve algılanıyor. Böyle bir din anlayışı sizi dünya sahnesinde yukarı çeker mi?
    *
    Hazreti Muhammed’in hayatını öyle bir anlatıyorlar ki, öyle bir hayatın örnek alınması ve yaşanması mümkün değil. Bugün İslam dinini gizemli, esrarengiz bir din olarak sunanların üzerinde durdukları; ‘’Başımıza geleni de hep “ya Allah’ın gazabı ya da ötekinin kötülüğü” diye anlattılar. “Sen sadece dua et, hatta en etkili ve gizemli duayı ve zamanı bul yeter, bunlardan kurtulursun” diyerek piyangocu bir anlayışı besledik. Halkı böyle besleyince onlar da buna uygun hoca tipi istemeye başladı.
    *
    Böyle bir dini anlayışın, çocuklarımız, torunlarımız tarafından nasıl karşılanacağından emin değilim. Artık yavaş yavaş yol ayrımına geliyoruz. Çocuklarımız, torunlarımız sorguluyor, görüyor, biliyor.
    *
    Bireyin olmadığı, kadın hakkı, insan hakkı, çevre bilinci, bilgi üretimi, sosyal adalet, hukuk, özgürlük, düşünce gibi temel değerlerin yeterince gelişmediği, sadece melankoli, sadece menkıbe, gözyaşı, ötekileştirme ve öfkenin yer aldığı bir din anlatımı İslamofobi’yi mahallemize indirecektir.
    Bizim çocuklarımız, torunlarımız da büyük sorular soracaktır elbette; bu anlayışı üretenler aslında kendi din ticaretleri için müşteri peşindeler algısı kendilerinde hâkim olacak
    *
    Bizim din anlayışımız sığlaştı. Dindarlığı dar bir alana hapsettik. Müslümanlar şeklen dindarlaştıkça, dünyevileşmesi de artıyor. İslam, seccadeni ser ibadetle ömrünü geçir demiyor. Düşünce, bilgi, yararlı iş, temizlik, haklının ve mağdurun yanında olma, iyiliği destekleyip kötülüğü önleme, insanı insan olduğu için sevme hepsi ibadettir. Sadaka ve iane kültürüyle ya da retorikle bunları sağlayamayız.
    *
    Ana konu, dinin anlaşılma problemi ki, rasathaneyi topa tutan, medreselerden tabiat bilimlerini ve matematiği kaldıran, Arapça öğrenimini bilim zanneden, gerçek dinden uzak bir anlayışın doğurduğu zihniyet; hiçbir toplumun ve devletin dayanamayacağı bu sebepler, sonuçta Osmanlı Devletini tarih sahnesinden çekti.
    *
    Dini kavramada ana gerçek şu ki;
    Yaratılmış olan insan, Allah’ın doğasını bilemez. O nedenle insani hiçbir yetkinlik, Allah’ın doğası hakkında söz söyleme cüretinde bulunamaz. O’nu ancak O’nun kendisini bize açtığı kadar bilebiliriz. Bunun da tek imkânı vahiydir. Bu nedenle insanoğlu O’nun halk, takdir ve tercihleri konusunda ancak vahiy temelli konuşabilir. O da anladığı kadarıyladır.
    *
    Ve son vahiy olan Kur’an der ki:
    ‘’ Nefse ve onu şekillendirip düzenleyene; ona kötü ve iyi olma kabiliyetlerini verene and olsun! Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu arzuları ile baş başa bırakan da ziyan etmiştir (Şems,7-10)
    ‘’ Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Sonunda kötülük işleyenleri amellerine karşılık cezalandıracak, iyilik edenler de daha güzeli ile mükâfatlandırılacaklardır.( Necm, 31)
    ‘’Her nefis ölümü tadacaktır. Kötülük ve iyilikle imtihan ederek sizi deneriz. Sonunda bize döndürüleceksiniz’’(Enbiya,35)
    ‘’ Kötülük ve iyilik olarak yaptıklarını, kıyamet günü herkes karşısında hazır bulacak ve kötülükleriyle kendisi arasında bir uzaklık olmasını isteyecek’’(Al-i İmran, 30)
    ‘’Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu deneyerek göstermek için ölümü ve hayatı yaratan o’dur’’( Mülk,2)
    *
    Burada iyiliğin zıttı kötülük kavramı; fayda üretmeyen, sömüren, özellikle insan hakları, kamu hakları, çevre hakları, yetim hakları, hayvan haklarıyla alakalı kasıtlı duyarsızlık, bozguncu, merhametsizlik… Gibi kavramları içerir.
    Bu ayetlerin neresindeyiz sorgusuyla kendimizi yargılamalıyız sanırım.
    *
    Ve ne yazık ki, Kuran’ı Kerim ile aramız açıldı. Kuran’ı Kerim’in bize verdiği öğütlere kulak tıkadık ve kendi yanlışlarımıza kendimiz fetva vermeye başladık.
    *
    Serbest pazar mantığıyla fetva arayan, müşteri memnuniyetine göre fetva verenler kapladı ortalığı. İslam âlimlerinin içinde yaşadığı hayatla ve gerçekliklerle bağı koptu. Üçüncü, beşinci asırda yazılan kitaplardaki bilgileri tekrar ederek insanlara dini anlattığımızı düşünemeyiz. 50 küsur İslam ülkesi var, paramparçayız vesselam.