8.8 C
Kocaeli
Pazar, Kasım 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 27

Bir Deprem Ülkesinde “Önemsenmeyen” Bilim: Sismoloji

Donald Trump’ın ikinci başkanlık döneminde (2025’ten itibaren) ABD’de bilimsel fonlara yönelik kesintiler, özellikle Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi (NOAA), Ulusal Sağlık Enstitüleri (NIH) ve Ulusal Bilim Vakfı (NSF) gibi kurumlara yapılan 22 milyar dolarlık kısıtlamalar, sismolojik araştırmaların ulusal güvenlikteki kritik rolünü vurgulayan Amerika Sismoloji Derneği (SSA) gibi kuruluşlar tarafından sert bir şekilde eleştirilmiştir. SSA’nın açıklaması*, sismolojik araştırmaların nükleer testlerin tespitinden altyapı korumasına kadar geniş bir yelpazede ulusal güvenliğe katkısını açıkça ortaya koymaktadır.

Peki, sismolojik araştırmaların Türkiye’deki durumu nedir? Türkiye, deprem riski yüksek bir ülke olmasına rağmen, sismolojik çalışmaların finansmanı, altyapısı ve toplumsal algısı bazı zorluklarla karşı karşıyadır. Sismolojik çalışmaların bütçesi oldukça sınırlı ve genel bilimsel araştırma fonları, savunma veya altyapı projelerine kıyasla düşük önceliklidir. Ülkemizde sismolojik çalışmalar, genellikle büyük depremlerden sonra (örneğin, 2023 Kahramanmaraş depremleri) gündeme gelmekte, ancak uzun vadeli bir öncelik olarak görülmemektedir. Sismik izleme, deprem erken uyarı sistemleri ve altyapı güvenliği açısından kritiktir, ancak bu çalışmalar genellikle “görünmez” faydalar sağladığı için politik ve toplumsal destek eksikliğiyle karşılaşmaktadır. Kısaca, sismolojik çalışmaların uzun vadeli faydaları, kısa vadeli ekonomik veya siyasi kazanımların gölgesinde kalmaktadır. Yenilikçi teknolojilere yatırım eksikliği, bilimsel araştırmalara ayrılan genel bütçenin savunma ve altyapı gibi alanlara kıyasla düşük olması, sismolojinin “değersiz” görülmesi algısını pekiştirmektedir. Bu durum bizlere, sismolojik çalışmaların ulusal güvenlik ve afet önleme açısından kritik öneminin, karar vericiler tarafından yeterince dikkate alınmadığını göstermektedir.

2023 Kahramanmaraş depremlerinin 103 milyar doları aşan yıkıcı etkisi, sismolojik çalışmaların deprem erken uyarı sistemleri, altyapı güvenliği ve ekonomik kayıpların azaltılmasındaki vazgeçilmez rolünü açıkça ortaya koymuştur. Buna rağmen, Türkiye’de sismolojik araştırmalara ayrılan sınırlı bütçe, yetersiz toplumsal farkındalık ve yenilikçi teknolojilere yatırım eksikliği, bu alandaki ilerlemeyi kısıtlamaktadır. Sismolojik çalışmaların değerini artırmak için, karar vericilerin bu alana daha fazla kaynak ayırması, uluslararası işbirliklerini güçlendirmesi ve toplumsal bilinçlendirme kampanyalarıyla uzun vadeli faydaların vurgulanması şarttır. Ancak bu şekilde, Türkiye deprem riskine karşı daha hazırlıklı ve güvenli bir geleceği sahip olabilir.* SSA’in açıklaması için: Statement on the Importance of Seismic Research and Monitoring for National Defense | Seismological Society of America

İsrail Terör Devletidir

II

         Özet

            İsrail haber alma Teşkilatı MOSSAD başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasında CIA, MI-6 ve birçok Avrupa ülkesinin istihbarat ajanları yerel işbirlikçilerle katliamlar yapmakta ve huzursuzluk çıkarmaktadır. Özellikle 2015 yılından beri İslam dünyasını tedirgin eden IŞİD ve türevlerinin de MOSSAD tarafından kurulmuş olduğu ifade edilmektedir. IŞİD öncesi de benzeri örgütlerin din adına kendi dindaşlarını öldürdüğü bilinmektedir. IŞİD ve benzerleri bu örgütler İslam’a hizmet değil tam tersine İsrail’in yaşamasına gerekçe oluşturmaktadır. Yaptıkları katliamlarla İsrail katliamlarını aklamaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bir terör örgütünün önce kime faydası olduğuna bakılmalı ondan sonra onu kurduran istihbarat örgütleri tespit edilmelidir. Bu çalışmada IŞİD ve türevlerinin İsrail ve diğer Batı ülkeleri ile ilişkilerine dikkat çekilmiştir.

Anahtar kelimeler: İsrail, MOSSAD, Ortadoğu,  Barzani, Bernard-Henry Levy, IŞİD ve Türevleri

Giriş

Fransız düşünür Roger  Garaudy,  İsrail Mitler ve Terör isimli eserinde Haham Cohen’den şu alıntıyı paylaşmaktadır:  “ Dünya insanları, İsrail ve bir bütün olarak ele alınan diğer Milletler olarak ikiye ayrılabilir. İsrail Seçkin millettir. Bu, Temel dogmadır”. Dünya milletlerine bu gözle bakan İsrail’in Orta Doğu coğrafyasına bakışı bundan bin kat daha aşırıdır. Orta Doğu coğrafyasını dinî mitolojik uydurmalarla insanla meskûn bile görmemektedir. Bu mitolojik hatırlatmadan sonra bugün mevcut olan İsrail’in jeopolitik hedefleri gerçekleştirmesinin analizini Suat PARLAR’ın Ortadoğu Vaat edilmiş Topraklar isimliönemli araştırmasından takip ettiğimizde önemli tespitler şunlardır: İsrail’in Orta Doğu’da  yayılmacı bir güç olarak sivrilmesi­nin en önemli araçlarından biri böl yönet siyasetidir. Güçlü bir istihbarat ağına dayanan Siyonist rejim, bölge­deki etnik, dini topluluklar ile hizipleri birbirine karşı kış­kırtmaktadır. Bu açıdan İsrail açısından en değerli model Lübnan’dır. Lübnan’ın bölünmesi fikri 1919’da ortaya atılmış, 1936′ da planlanmış, 1954′ de fiilen başlatılmış, 1982’de tam anlamıyla uygulanmıştır. Lübnan’ın beş böl­geye bölünmesi Mısır, Suriye, Irak ve Arap Yarımadası dâhil tüm Arap ülkeleri için bir örnek sayılmaktadır. Suri­ye ve Irak’ın da Lübnan’da olduğu gibi etnik ve dini bakım­lardan ayrı ayrı bölgelere ayrılması uzun vadede İsrail’in “Doğu Cephesi”indeki ilk hedefidir. Ancak bir “Şii İmparatorluğu”ndan duyulan korku neticesinde Irak’ın bölün­mesine yönelik girişimler yavaşlatılmış olup İsrail’in böl­gedeki stratejik ortağı Türkiye’nin güvenlik kuşağı proje­si devreye sokulmuştur. Kısa vadeli İsrail hedefi ise bu devletlerin askeri gücünün dağıtılmasıdır. İsrail’in bölge­deki Arap devletlerinin parçalanmasına yönelik ciddi planları vardır. Örneğin, Suriye etnik ve dini yapısına uy­gun olarak, Lübnan’da olduğu gibi çeşitli devletçiklere ayrılacaktır. Buna göre kıyıda bir Şii Alevi devleti, Halep bölgesinde Sünni devleti, Şam’da da buna düşman başka bir Sünni devleti ve Kuzey Ürdün ve Golan’da bir Dürzi devletidir. İsrail’de, bu hedeflerin gerçekleşmesi halinde parçalanmış Suriye’nin uzun vadede bölgede “barış ve güvenliğin” sağlanması açısından güvence olduğu görüşü hâkimdir. Bu görüşler, İsrail’de gerek ordu, gerek istihba­rat örgütünün üst düzey kademelerinde egemen olan dü­şünce yapısını sergilemektedir. İlk kez 1982′ de Dünya Si­yonist Örgütüne bağlı Enformasyon Dairesi’nin yayın or­ganı Kivunim’de (Yönler) dile getirilen ve eski Dışişleri Bakanlığı görevlilerinden Oded Yinon’un imzasını taşı­yan açıklamalarda İsrail’in yayılmacılığı ile desteklenen böl-yönet politikalarına ışık tutmaktadır. Bu görüşler çer­çevesinde ordusunda dini azınlık bulunan her ülkede par­çalanma dinamikleri mevcuttur. Yapılan tespitlerde Suri­ye Ordusu’nun büyük bölümünün Sünni olduğu ancak başlarında Alevi subaylar bulunduğu vurgulanır. Irak or­dusunun ise Şii, subaylarının Sünni olduğu belirtilir ve uzun vadede bu orduların sadakatinin çözüleceği üzerin­de durulur. Yinon’un çözümlemelerinde iktidardaki güçlü askeri rejim dışında Suri­ye’nin, Lübnan’dan farklı olmadığı ve iktidardaki Alevi azınlık ile Sünni çoğunluk arasında bir iç savaşın kaçınıl­mazlığına gönderme yapılır. Bütün bölgede Şii Müslümanların en yoksul kesimlerinin örgütlenmesi ve İran’ın bunlara desteği ABD ve İsrail’in korkulu rüyasıdır (Parlar, 2002: 421-422). Bu amaçla, 1980-1988 yılları arası İran’daki azınlıkların da kışkırtılması gündeme gelmiştir. Irak’ın, İran’ın petrol üretimi ve rafinerilerinin bulunduğu güney bölgesi Kuzistan’ a yaptığı saldırı ABD’de de memnuniyetle karşılanmıştır. İran’ın petrolce zengin olan bu bölgesinde Arap azınlığın yaşıyor olması buranın İran’dan koparılması açısından değerlendirilmiştir. İran’da birçok etnik grup bulunmak­tadır. Yaklaşık 15 milyon Farisi, 12 milyon Güney Azerbaycan Türkü, 6 mil­yon Arap, 3 milyon Kürt, Beluciler ve Türkmenler İran’ın etnik unsurlarıdır. İran’ın bu yapısı yanında Yinon bölge­sinde, bölge halklarının geleceğine yönelik planları önce­leyen rakamlar vardır. Buna göre, İran’da nüfusun yarısı­nın “Türk” olduğu, Türkiye nüfusunun çoğunluğunun ve Sünni Müslüman “çoğunluk”tan oluştuğu ayrıca 12 mil­yon Şii Alevi ile 6 milyon Sünni Kürt bulunduğu, Afga­nistan’da Şiilerin nüfusun üçte birini kapsadığı, Sünni Pa­kistan’daki 15 milyon Şii’nin bu devletin “varlığı için bü­yük bir tehdit unsuru” olduğu vurgulanmıştır. ABD ve İs­rail her iki tarafı silahlandırıp Irak-İran savaşında (1980 ve 1988 yıllarını kapsayan 8 yıllık bir savaştır. Aynı zamanda Birinci Körfez Savaşı olarak da bilinir)  çarpışmaları uzatmış ve İran’ın olası bir zaferini engellemişlerdir. ABD, Irak’ı silahlandırırken İsrail de İran’ a silah satmıştır. Kısa vade­de İsrail, Irak’ın askeri gücünü tehlike olarak değerlendir­miş ve Irak’ın bölünmesinin uzun vadede en az Suri­ye’nin bölünmesi kadar önemli olduğunu tespit etmiştir. Irak’ta çoğunluğun Şii, yönetici azınlığın ise Sünni olma­sı yanında Kürtlerin konumu, rejimin katılımı kısıtlaması uzun vadeli Irak planlarının unsurları arasında sayılmıştır. İsrail daha 1982′ de Irak’ın parçalanması durumunda ku­rulacak uydu devletlerin nerelere kurulacaklarını ve kim­lerin egemenliğinde olacağını kararlaştırmıştır. Buna gö­re, Osmanlılar zamanındaki Suriye gibi Irak da, etnik ve dini farklılıklara göre bölgelere ayrılacaktır. Böylece üç büyük kent Basra, Bağdat ve Musul çevresinde üç veya daha fazla devlet oluşacak, güneydeki Şii bölgeleri ku­zeydeki Sünnilerden ve Kürtlerden ayrılacaktır. İsrail, böl­gedeki yoksulluğun yarattığı etkilerden, halka yabancılaş­mış rejimlerin yaratığı istikrarsızlıktan azami yarar sağla­maya çalışmaktadır (Parlar, 2002: 422-423). Günümüzde İran’ın parçalanması için her türlü çareye başvuran ABD ve İsrail İran rejimin yapısını da aleyhine kullanmaktadır. İran yakın tarihine baktığımızda İran Şah’ı ülkesini ABD emperyalizmine terk etmişti. Fakat 1978 yılında İran şahı ayaklanmalar sonunda ülkeyi terk etmesi zorunlu kaldı. Önce Mısır ve Panama’ya sığındı sonra da öldü. Kermit Roosevelt’e(Theodore Roosevelt’in oğlu, iş adamı ve asker) (1889-1943),  “şeytanın elçisi” diyen ve Washington’u İran halkına ve insanlığa karşı suç işlemekle itham eden mollalar ABD emperyalizmine karşı ayaklandılar. Taraftarları Tahran’daki ABD elçiliğini basıp 52 Amerikalıyı 444 gün gibi uzun bir süre rehin tuttular. Birçok Amerikan şirketi 30 yıl boyunca İran’a giremedi( Perkins, 2016: 60). Kermit Roosevelt’e olan düşmanlık 1953 yılında başbakan Musaddık’ın devrilme günlerine dayanmaktadır. Musaddık İran petrollerini yaşadıkları sefaletin düzeltilmesi için kullanmak istiyordu. Muhtemel bir demokratikleşme sürecine saygı gösteriyor sünniler ile şiiler arasında anlaşmazlıkları çözümlemeye çalışıyordu. CIA ve İngiliz istihbaratı ise Musaddık’a  karşı bir darbe hazırlamış ve o günden sonra İran’ın çalkantılı dönemi başlamıştır. “Uluslararası şirketlerin ve Washington lobicilerinin ise demokrasi ile herhangi bir ilgileri olmadığı onların sadece kendi menfaatlerine düşen şirketokrasileri söz konusu olduğu ortadaydı. Şirketokrasinin elindeki en etkin siyasi silahlardan biri olan lobiciler için şunlar söylenebilir: Bunlar politikacıların şirketlerin çıkarlarını koruyan yasalar çıkarmalarını garanti ederler. Hatta bu yasalar kampanyada verilen sözlere tamamen ters düşüp kamuoyunu hiçe sayıyor olsa bile ( Perkins, 2016: 64). İbrahim Okur Hem Kundakçı Hem itfaiyeci adlı kitabının ikinci bölümünde 1953 yılında halkının neredeyse hepsinin oyunu alarak iktidara gelen Musaddık’a karşı nasıl ve neden darbe yapıldığını ve yerine petrol sözleşmelerini ABD şirketleri ile yapmayı kabul eden Rıza Pehlevi’nin tahta oturtulmasını ve sonuçlarını anlatmaktadır. Bugünde ABD ve İsrail Şah Rıza Pehlevi’nin oğlu’nu dünya kamuoyuna pazarlamakta ve İran’ın başına getirmek istemektedir. Bu araştırmada İsrail’in IŞİD-türevleri gibi terör örgütlerinin de kurucu ve destekçisi olduğu aydınlatılmaya çalışılacaktır.

İsrail, IŞİD (DAEŞ) ve Türevleri

Burada IŞİD (DAEŞ) terör örgütünün arka planının, istihbarat örgütleri ile ilişkisi okuyucuya şaşırtıcı gelebilir. IŞİD’in İsrail ve BARZANİ ile direk bağlantısını anlayabilmek için “Abdullah AĞAR”ın IŞİD ve Irak isimli araştırmasından önemli bilgileri sizlerle paylaşılcaktır. Aksi halde hiçbir zaman terör örgütlerinin arkasındaki karanlık güçleri fark edilmemektedir. Yoksa nasıl olurda,  İslâm’la terör bir araya gelir mi diye tartışılır durulur. Küresel veya karanlık odaklar “önce terör örgütleri” kurmaya karar verirler. Sonra istedikleri sonuçlara ulaşmak için; ona bir isim ve görev vereceklerdir. Üstelik bir taşla bin bir kuş vuracaklardır. İşte DAEŞ böyle bir terör örgütüdür. İslam ümmetine zarar vermiş, Ortadoğu coğrafyasını kan gölüne döndürmüş, Müslümanlara karşı dünyada ön yargı oluşturmuştur. IŞİD sürekli hunharca müslüman öldürmüş ve müslüman olduğunu iddia etmiştir. “IŞİD’İ KİM KURDU” sorusu ile Abdullah Ağar buna cevap aramakta ve önemli ipuçlarına ulaşmaktadır:

IŞİD ve türevleri üzerinden bölgedeki kırılgan ittifaklarla nikâhlar tazelendi. Bu ittifaklara kimlerin dâhil edileceği ve kimlere karşı tavır alınacağı tespit edilmiş oldu. IŞİD ve türevleri sayesinde, Arap Baharı’nın asıl kaybedenleri yeni egemenlere dönüştü. Savaşların, işgal ve istilaların, hava saldırılarının, asimetrik mudahalelerin bahanesi olarak “toprak kazanımlı” IŞİD, “toprak kazanımsız” El-Kaide’nin yerini aldı. IŞİD’ın kaptığı ve IŞİD sayesinde kapılan (!) topraklara, artık yeni bir dizayn gerekiyordu! Barzani başta olmak üzere, inisiyatif üretme sevdasında olan yerel aktörlere iyi bir ayar verildi. Barzani’ye “devletin öyle kurulamayacağı, böyle kurulacağı” gösterildi. Bağımsız Kürt devletinin kurulmasının altyapısı oluşmuyordu, artık oluştu. Başta Kerkük olmak üzere, pek çok stratejik bölge; tapu dairesi, nüfus dairesi ve siyasî oyunlarla Kürtlerin üstünlüğüne geçti. Tartışmalı bölgelerin büyük bir çoğunluğu “tartışmasız bölgeler”e dönüştü. IKBY (Irak Kürdistan Bölgesel Yönetim) bölgesine gönderilen taktik zırhlı araçlar, silahlar ve sistemler, normal koşullarda verilemezdi. Peşmergeye başta ABD ve Batı Avrupa olmak üzere, dünyanın pek çok yerinden silah yağdı ve yağacak. Bu kadarıyla bile, IKBY hiç de fena olmayan bir yığınak ve caydırıcılık üretmeye başladı. Peşmergenin elinde artık, Türkiye’nin ve merkezi Irak hükümetin elinde bile olmayan silahlar, zırhlı araçlar, hatta Chinook  tipi yüksek yük ve personel taşıma kabiliyetli helikopterler var. Kerkük’ün neredeyse tamamının ve Ninova’nın (Musul) önemli bir kısmının iki Kürt oyuncu arasında pay edilmesi öngörülüyor. KDP (Kürdistan Demokrat Partisi ) Kerkük’e hevesli, KYB (Kürdistan Yurtseverler Birliği) de Musul’a… Irak ve Suriye ortak paydasında Kerkük-Musul-Kuzey Suriye ekseninden Kürtlerin, petrolün, doğal gazın ve madenlerin Akdeniz’e çıkışıyla, hatta Hayfa ile temasın sağlanmasıyla ilgili çok önemli bir adım atıldı. Türkmen nüfusun homojen olduğu ve Büyük Kürdistan’ın böğrüne saplanmış hançer konumundaki Telafer kaosa sürüklendi, büyük bir demografik akış oldu. Telafer’de kalan ve IŞİD’e biat etmek zorunda kalan Sünni Türkmenler için çok zor günler yaşandı. Kürtlerden ısrarla uzak duran Türkmenler, Kürtlere yakınlaşmaya başladı. Türkmenler artık ya IŞİD’in, ya Kürtlerin, ya da İran’ın (Şii orijinli siyasi ve askeri güçlerin) tarafına geçmek gibi, 40 satır mı, 40 katır mı, gibi bir çaresizliğin içine sürüklendi… Irak’taki Sünni inisiyatif güç ve haklılık yerle bir oldu. IŞİD bölgesel savaş kışkırtıcılarının her türlü vahşet için bir gerekçe oldu (Ağar, 2015: 419-421.). Ağır aksak yürüyen dönüşümler, savaş sayesinde büyük bir ivme kazandı. Göçler, baskı, ayrıştırma, yönetme ve yönlendirme, yeni yeni asimilasyon metotları başladı. Yeni yeni düşmanlıklar, ayrılıklar, kırılma ve yarılmalar da öyle… Uluslararası hukuk ve ülkelerin kendi iç hukukları bir köşeye çekilirken, intikam saldırıları Irak’ın ve Ortadoğu’nun yeni gerçeği oldu. Güdümlü ya da güdümsüz rejimler, bölgede kullanılan aparat güçler ve taşeronlar, geniş kapsamlı baskı ve cinayetlerini açıklamak için terör tehdidini kullandı. Amerikan Merkez Bankası’nda (FED) biriken Irak’ın parasını artık daha uslu kişiler harcamaktadır (Ağar, 2015: 421).İran’la her zaman sorunlar yaşayan İsrail, IŞİD ve türevleri vasıtasıyla Ortadoğu ve diğer İslam dünyası haritasını yeniden şekillendirmeye devam etmektedir.

 İsrail’in Artık Büyük Bir Güvenlik Sorunu Yok

 İsrail, dünyada peydah oluveren (!) IŞİD korkusunu Gazze Şeridi’ne saldırmak, daha fazla Filistin toprağını ele geçirmek ve “yaşama hakkı” başta olmak üzere Filistinlilerin temel haklarını yok saymak için kullandı. ABD başta Batı dünyası, Rusya ile girdikleri nüfuz mücadelesinde, petrol fiyatları üzerinden Rusya’yı alt ettiler. Rusya’nın şu ana kadarki zararı yaklaşık 300 milyar dolar. ABD’nin ve Batı Avrupa’nın depolarındaki miadı dolmuş ya da dolmak üzere olan silah ve mühimmat stokları erimeye başladı. Yeni silah sistemlerinin, gerçek muharebe ortamlarında denenme imkânları üredi. ABD silah sanayi, başta Körfez ülkeleri olmak üzere bazı ülkelerle cömert ihaleler imzaladı. Bölgenin petrolüyle ilgili daha şimdiden onlarca yıllık ihaleler, anlaşmalar yapıldı. Irak ordusunun yeniden yapılanması için harcanması öngörülen 75 milyar doların kimin cebine gireceğini anlamak için çok akıllı olmak gerekmiyor. Birbirinden uzak duran ve aralarında pek çok sorun üreten Kürtler, birbirlerine yakınlaştırıldı. KDP ve KYB terör listelerinden çıkarıldı. PKK ve PYD’ye büyük sempati ve meşruiyet kazandırıldı. PKK ve PYD’nin elinde artık zırhlı ve tırtıllı silah sistemleri bile var. Hatta son dönemde yeni nesil güdümlü tanksavar ve uçaksavar füze sistemlerine eriştiği söyleniyor. Artık bunları da kimseye karşı kullanmaz! PKK’lılar sokak çatışması ve meskûn mahallerde muharebe konularında artık hiç de fena değiller… Canım ülkem bir şey avuçladı, ama daha ne avuçladığından haberi bile yok (Ağar, 2015: 423).

DAEŞ-IŞİD’i Kimin Kurduğuna Dair Görüşler:

Görüşlere bakılırsa, IŞİD’in arkasında olmayan devlet, IŞİD’i kurmayan istihbarat servisi yok gibi! Görüşlerin bir kısmını sıralayalım: Gizli belgeleri sızdırdığı için Rusya’ya sığınan CIA ve NSA eski çalışanı Edward Snowden, “IŞİD’in ajan devlet olduğunu; arkasında ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratlarının bulunduğunu; Ortadoğu’da denge ve tehdit unsuru olarak ABD, İngiltere ve İsrail’e hizmet etmesinin planlandığını” ileri sürüyor. Snowden’e göre: “ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratları, dünyadaki bütün terörü “eşek arısı yuvası’ adlı bir stratejiyle bir araya getirmeye çalışıyor. Bu üç ülke böylelikle dünyanın herhangi bir noktasında ajanları tarafından yönetilen bir terör örgütü sayesinde hem enerji kaynaklarına ulaşmayı, hem de bölgelerdeki siyasî boşlukları doldurmayı hedefliyor. Maksat, karışıklık çıkarmak ve İsrail’i korumak… İsrail’e karşı olan gruplar kendi içlerinde savaştırılıyor.” İran’ın ilk kadın Cumhurbaşkanı Yardımcısı Masume Ebtekar, “ABD ve CIA’yı, IŞİD’i ortaya çıkaran güç olmak”la suçluyor. Sudan Cumhurbaşkanı Ömer El Beşir, Euronews’e Şubat 2015’te verdiği bir demeçte, “IŞİD ve Boko Haram’ın arkasında CIA ve MOSSAD’ın olduğunu… Bu tür vahşetleri bir Müslüman’ın işleyemeyeceğini…” söylüyor. Fidel Castro da benzer görüşte… “IŞİD’in arkasında İsrail ve bazı Amerikan unsurlarının olduğunu” düşünüyor. İran’ın istihbarat eski bakanı Haydar Müslihi ise yelpazeyi biraz daha genişletiyor. Ona göre: “IŞİD’i, CIA ile birlikte MOSSAD ve MI-6 kurdu.” Diğer bir görüşe bakarsak; “IŞİD, ABD başta olmak üzere Batı’nın Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek amacıyla kurduğu bir terör örgütü… IŞİD’i yönlendirerek, manivela olarak kullanarak, bahane ederek, Ortadoğu’daki ülkeleri parçalamaya ve başta Büyük Kürdistan olmak üzere, güdümlü yeni devletler kurmaya çalışıyor. Amerikalı emekli General Wesley Clark, durumu sürmekte olan stratejik bir çatışmanın parçası olarak görüyor: “Müttefiklerimiz Hizbullah’ı yok etmek için IŞİD’i destekliyor Cihat’ın Dönüşü: IŞİD ve Yeni Sünni Ayaklanması (The jihadis Return: ISIS and the New Sunni Uprising) kitabının yazarı ve deneyimli gazeteci Patrick Cockburn, “Suudi Arabistan’ın Kuzey Irak’ı kontrolüne alması için IŞİD’e yardım ettiğini” iddia ediyor. Cockburn iddiasına, İngiliz istihbarat kaynaklarını referans gösteriyor ve Suudi planının on yıl öncesine dayandığını söylüyor (Ağar, 2015: 424).

Maliki de benzer görüşte… Irak Başbakanı iken verdiği bir demeçte, “Suudilerin IŞİD’i desteklediğini ve soykırım işlediklerini…” söylüyordu. Obama ise IŞİD’in yükselişiyle ilgili, “Diktatörlük, mezhepçilik, Arap ve Müslümanların yabancılaştırılması ve marjinalleştirilmesi…” fikrini üretiyor. İsrailli Bir Haham; “IŞİD’in, İsrail’in Muhaliflerini Yok Etmesi İçin Gönderilen İlahi Bir Hediye…” olduğunu vurguluyor.

İsrail’in IŞİD ve türevlerini kurduğuna dair “Sırrı Şahsi – Şahsa Özel Çok Gizli” ibaresi taşıyan bir belgenin, aslında insanların gözleri önünde durduğu görülmektedir. Bu belge, taş madendeki koca taşlar arasına sıkışmış küçük bir taş gibi, gözlerden uzak bir forumda (Belgenin orijinal linki için: http://beforeitsnews.com/war-and-conflict/2013/05/ leaked-document-terrorist-organization-linked-to-al-qaeda-2446798.html) internette yayınlanmıştır. Belge Arapça, forum İngilizceydi. Bu belge Saddam dönemine ait… IŞİD-DAEŞ adında bir örgütün esamesi bile ortada yokken Saddam dönemi istihbarat örgütü, IŞİD’in kimler tarafından kurulmasına karar verildiğini yakalamış, bunu da başkanlık makamına raporlandırmıştır (Ağar,2015:  430).

Belgeyi daha iyi anlamak için IŞlD’in geçtigi süreçleri ve isim değişikliklerini hatırlatmakta fayda var. İlk kurulduğu ve eylem yapmaya başladığı 2001-2003 yıllarında ismi Cemaat el-Tevhid vel-Cihad… Ekim 2004’te Mezopotamya El-Kaidesi ya da Irak El-Kaidesi… Ocak 2006’da birkaç küçük grupla birleşerek Mücahidin Şûra Konseyi… Ekim 2006’da Irak İslam Devleti… Nisan 2013’te Irak ve Şam İslam Devleti… 2012’nin ortalarından itibaren özellikle bağlıları ve sempatizanları arasında El-Devle… Suriye’de ve Irak’taki toprak kazanımlarıyla birlikte bağlıları ve sempatizanları arasındaki son adı ise İslamî Devlet… Belge 2001 yılına ait… Unutmadan…Bu belgenin sahte olma olasılığı var mı? Elbette vardır. Asimetrik savaşın tam gaz gittiği Irak gibi bir ülkede, bu tür belgelerin ortaya çıkması gayet normal… Ancak, böyle bir belgenin “çakma” olarak hazırlanabilmesi için Saddam dönemi resmi ve askeri yazışma kuralları ile tarz ve karakterin iyi bilinmesi gerekiyor. Bu dönemde görev almış, askeri ve resmi yazışmaları bilen kişilerle belge üzerinde yapılan tartışma ve incelemeler sonucunda ortaya çıkan ortak kanaat, “belgenin gerçek olduğu” doğrultusundadır.Belgenin işgal sonrası ortalığa dökülen Saddam döneminin gizli arşivlerinden çıktığı tahmin ediliyor (Ağar, 2015: 431).

Belge: Siyonist Yahudi “Bernard-Henry Levy” ile “Mesud Barzani”nin mutabakatı ile Dinî görünümlü Terör örgütünün kurulduğunu belgeleyen Irak Cumhuriyeti Başkanlık Sekreterliği Sayı: K/7582 Tarih 18/9/2001’li İstihbarat Raporu (Ağar, 2015: 432.)

Bismillahirrahmanirrahim “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla”

Irak Cumhuriyeti

Başkanlık Sekreterliği

Sayı: K/7582

Tarih Hicri: 1/4/1422

Miladi: 18/9/2001

Amblem “Irak Kartalı”

Gizlilik Derecesi “Sırrı Şahsi”

“Şahsa Özel Çok Gizli”

(“Sırrı Şahsi” gizlilik derecesi, Saddam döneminde “Sırrı lil Gaye” ile en yüksek iki gizlilik derecesinden biri…)

Selam…

İstihbarat servisimizin unsurları, (bulunduğu toprakları) gaspçı Siyonist rejimin başbakan adayı Yahudi “Bernard-Henry Levy” ile “Mesud Barzani’nin aralarında yaptıkları bir görüşmeyi izleme ve takip etme başarısı göstermiştir. Bu görüşmede adı “El Tevhid vel Cihad” olacak, El-Kaide’ye bağlı bir örgütün Irak’ta kurulmasına ve bu örgütün Irak içinde terör eylemleri yapmasına dair karar alınmıştır.

Bilgilerinize Saygılarımızla

İmza mühür (1) “Gördüm onayladım” ibaresi

İmza (2)

“Gördüm onayladım” ibaresi

ONAY

“Rütbe-İsim-İmza-Mühür-Tarih”

El Ferik

Abid Himut El Mahmut (Abdülhamit el Mahmut)

Başkanlık Özel Sekreteri

18/9/2001

(Saddam Irakı’nda “dönemin” en etkili adamlarından biri olduğu ifade ediliyor. Maliki Hükümeti döneminde 2013’te idam edildi.)

Dağıtım: Muhaberat Özel Ofisi

Takdir Ediyorum(Ağar, 2015: 433).

11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki ikiz kulelere ve Pentagon’a yaptığı saldırılarla ABD’nin intikam duygularını galeyana getiren, öfke, kin ve acımasızlığını tetikleyen, küresel terörle mücadele konseptini hayata geçiren, Irak ve Afganistan işgallerine yol açan, BOP ve Arap baharıyla filin zücaciye dükkânına daldığı gibi ABD’nin Ortadoğu’ya dalmasına neden olan El-Kaide’nin arkasında da, kimlerin olduğuna dair bazı emareler var. Yoksa adı geçen şahıslar, hangi yetki ve cüretle, Irak’ta El-Kaide’ye bağlı bir örgütün kurulmasına karar vermeye kalksınlar? Belgenin üzerindeki tarih ise belgenin en ilginç taraflarından birisi, 18 Eylül 2001… Yani 11 Eylül saldırısından tam bir hafta sonra. Saddam muhaberatı, tarihin en büyük kırılmalarından birine neden olacak WTC (Dünya Ticaret Merkezi) ve Pentagon saldırılarından hemen sonra bir istihbarat raporu yazıyor ve Saddam’ın önüne koyuyor. Bize de “ilginç, hem de çok ilginç!” demekten başka bir şey kalmıyor. Zaman içerisinde isim değişiklikleri ile günümüze ulaşan DAEŞ-IŞİD’in nasıl ve kimler tarafından kurulduğuna dair pek çok yorum yapılmış ve yapılacak olsa da… Sahte ya da gerçek pek çok bilgi ve belge ortaya dökülmüş ve dökülecek olsa da… Her şeye rağmen bu örgütün kimler tarafından kurulduğu ve kimlerin hedef ve menfaatlerine hizmet ettiği belki çok anlaşılmayacak. Yalanlar gerçek, gerçekler yalan olsun istenecek… Çatışmalarla birlikte, “tam gaz” asimetrik bir psikolojik harekât, kamu diplomasisi, kültür mühendisliği ve algı operasyonları yaşanacak. Gri, kara ve beyaz propagandalar havalarda uçuşacak. Artık bundan sonra IŞİD’in neden olduğu toz bulutu dağıldığında ve kan denizi durulduğunda kim ne kazanmış, kimin elinde ne kalmış, ona bakılacak. Ancak bugün bu bile bir ölçü değil… Çünkü kontrollü kaosla kontrolsüz kaos arasındaki ince çizginin iyice belirsizleşeceği DAEŞ-İŞİD döneminde, kazananlarla kaybedenler arasındaki çizginin de iyice belirsizleşeceği anlaşılıyor(Ağar, 2015: 434).Çünkü ortada dizayn etme ve aparat kullanma konusunda uzman olduğunu zannedenlere dair de büyük bir çuvallama durumu var. “Pardon…” deyip duruyorlar. Ancak ürettikleri inisiyatif, pardonların ve çuvallamaların izini silme gücüne de sahip… IŞİD’in neden olduğu kaos artık ülkelerin millî güç unsurlarını kendi bekaları adına nasıl kullanacaklarının maharet testine dönüşmüş durumda… Kendi bekama hizmet edeyim derken, IŞİD ya da bir başka mezhepsel ya da etnik gücün, devlet ve devletler grubunun menfaatlerine, teolojik paydalara ve beka çıkarlarının özdeşliklerine hizmetler üretilecek. Bundan bölgedeki yerel oyuncular ve aparatlar da fazlasıyla payını ve dersini alacak. Bedeller ödenecek! Ancak ister IŞİD bitsin, ister bitmesin, bölgedeki kaos bölgenin ve insanlığın hayrını düşünen bir iradenin, iradesini ortaya koyuncaya kadar kesinlikle bitmeyecek (Ağar, 2015: 435). Abdullah Ağar’ın 2015 yılında yaptığı tespitlerden bugünlere yani 2025 yılına tarihsel bir projeksiyon yaptığımızda IŞİD (DAEŞ) sadece emperyalizm ve İsrail’in işine yaramıştır. Büyük oranda çeşitli terör örgütleri ile ilişkisi ispatlanabilecek İsrail artık kendini gizlemek ihtiyacı bile duymamakta açıkça dünyayı III. Dünya savaşına sürüklemekten de çekinmemektedir. MOSSAD ajanları Ortadoğu’da cirit atıp bağlantılar kurmakta ve işbirlikçilerini artırmaktadır. Her devlet bu işbirlikçilere karşı tedbirlerini gözden geçirmelidir. Aksi halde her devlet İran üst düzey yöneticiler ve askeri komuta heyetinin düştüğü tuzağa düşebilecektir. Bir devlet dışarıdan topla tüfekle yıkılmaz ancak iç cepheyi zayıflatan; emperyalistlerle şahsi menfaatlerini önceleyen iş-birlikçiler yüzünden yıkılır. Tarih bu iş-birlikçilerin örnekleri ve yol açtığı felaketlerle doludur.

Oyun Kurucu İstihbarat Örgütleri; MI-6, CIA, MOSSAD vb.

İbrahim Okur Terörün Patronları isimli eserinde şu tespitlerde bulunmaktadır: Büyük Güçler, daha önce savaş yoluyla elde etmek istedikleri sonuçları, savaşmadan sağlamak üzere üç kavram ortaya atarak, bunların ışığında yeniden örgütlenmeye gitmişlerdir. Bu kavramların birincisi, kontrollü bunalım stratejisi; ikincisi, provokatif (kışkırtıcı) ajanlık; üçüncüsü ise, etki ajanlığıdır. Bu işler için kurulan örgütlerin başlı­caları şunlardır: İngiltere’deMI-6, ABD’de CIA, İs­rail’de MOSSAD, Sovyetler  Birliği’nde KGB, Fransa’ da SDECE, Çin’de Çin Gizli Servisi, Şah dönemi İran’da SAVAK(Okur, 2016: 138-139).

Tevrat’ta bile yer alması dolayısıyla, Yahudiler arasında, ca­susluk en saygın mesleklerin başında gelmektedir. Hititlerin de bir casusluk şebekesi olduğu bazı tab­letlerde yer alan raporlardan anlaşılmaktadır (MÖ 15. yüzyıl). Herhalde tarih boyunca kurulmuş bü­tün devletlerin az çok bir casusluk örgütü vardır. İkinci Dünya Savaşı bittiğinde en tecrübeli ve yaygın istihbarat örgütü İngilizlerin MI-6 örgütü idi. ABD’de ilk örgütlü istihbarat, 1942’de kurulan OSS adı verilen bir örgüttü. Bundan öncesinde, ABD yönetimi, istihbarat işinin diktatörlük rejimlerinin işi olduğunu söyler ve örgütlü istihbarat şebekeleri olmadığı için övünürlerdi. (Gerçekte misyo­nerlerin ve arkeologların ağır bastığı bir örgütleri var­dı.) OSS, İkinci Dünya Savaşı’nda hiçbir başarı elde edemedi. Birçok yerde komik durumlara da düştü. Yönetim, durumun farkındaydı ve bu yüz­den savaş biter bitmez örgütü ortadan kaldırdı. Onun yerine İngilizlerin desteğinde ve eğitmenli­ğinde CIA’yi kurdular (1947). CIA’nin Yahudilerin de geniş desteğini aldığını düşünmek gerekir. İs­rail devleti henüz kurulmazdan önce dört ayrı dalda faaliyet gösteren dört ayrı istihbarat örgütüne sa­hipti. Bu dört örgüt, hep birlikte beşinci bir örgüt olarak MOSSAD’ı kurdular ve kendileri iyice perde arkasına çekildi (1951). Sektördeki gelişmeleri iz­leyen Sovyetler Birliği, Bolşevik İhtilali’nden beri var olan örgütünü günün şartlarına göre yeniden düzenleyerek KGB’yi kurdu (1954). Daha sonra, CIA ve MOSSAD’ın ortak çalışması ile İran şahının finanse ettiği SAVAK kuruldu (1956). Soğuk Savaş döneminde yeryüzünü işte bu örgütler yönlendirdi. Bunun yanında, söz konusu örgütlere eşlik eden birçok yan kuruluşun, kulüp, vakıf ve derneğin de ortaya çıktığını ve dünya çapında işbirlikçi tedarikinde kullanıldığını da eklemek gerekir(Okur, 2016: 139-140). Bütün bu örgütler, Soğuk Savaş hiç bitmeyecekmiş gibi gayretkeş bir tutum içindeydiler. Hiçbir ahlak yasasını hiçbir zaman tanımadılar. Akla hayale gelmedik ne kadar insanlık suçu varsa hepsini işlediler. Bütün bu etkinliklerin, ortada adı dolaşan gizli örgütlerin hepsi tarafından ayrı ayrı yürütüldüğünü düşünecek olursak, sür­dürülen gizli savaşın yol açtığı, kültürel, toplumsal, siyasî, ahlakî, askerî ve ekonomik kirliliğin boyut­larını da kestirmek mümkün olur. Nitekim bir süre sonra bu örgütlerin işlerini taşeron olarak üstlenen yan kuruluşlar ortaya çıktı. Dünyanın her yanın­daki etnik sorunların üzerine gidildi, yetersiz etnik sorunlar kaşındı, tırmandırıldı ve etkin yarar sağ­layacak biçimlere sokuldu. Siyaseti etnisite kav­ramları üzerine oturtmuş olan siyasi partiler geniş desteğe mazhar oldular(Okur, 2016: 142). Geniş imkanlara kavuşturulmuş, devasa yeraltı örgütleri yeni şartlar karşısında rolsüz kaldılar. Ta­şeronlar, varlığını sürdürmek için önlerine yeni hedefler koydu. Yeni şartlara resmiyet kazandıran 11 Eylül 2001’de New York’a yapılan intihar saldırısı oldu. El Kaide yakın zamanlara kadar adı en çok duyulan terör örgütüydü. 2016 yıllarında IŞİD ya da diğer adıyla DAEŞ öne çıktı.  Batı dünyası ve Rusya bu örgütlerinin hepsini terör örgütü olarak niteliyor ama bunların ikmalini kimlerin yaptığı sorusuna cevap aramaya hiçbiri yanaşmıyor (Okur, 2016: 143). Siyonist Yahudi “Bernard-Henry Levy” ile “Mesud Barzani’nin mutabakatı ile Dinî görünümlü Terör örgütünün kurulduğunu belgeleyen Irak Cumhuriyeti Başkanlık Sekreterliği Sayı: K/7582 Tarih 18/9/2001’li İstihabarat Raporu yukarda anlatılmıştı. Burada Saddam muhaberatının izlediği görüşmede adı geçen Bernard-Henry Levy’nin kim olduğuna bakmakta fayda vardır. Levy, 5 Kasım 1948’de doğmuş. Cezayirli Yahudi bir ailenin çocuğu… Ailesi, doğumundan sonra Paris’e taşınmış, babası kereste ticareti yaparak milyarder olmuş. Levy, İslam ve terörizm üzerine çalışmalarıyla tanınıyor. 2010 yılında The Jerusalem Post/İsrail tarafından dünyanın en etkili 50 Yahudisi listesinde 45. sırada yer almış… Fransız yazar ve entelektüeli. Fransa’da 1976’da başlayan yeni filozoflar akımının liderlerinden… İyi okullarda okuyan Levy, dönemin ünlü Fransız entelektüel ve filozofları olan Jacques Derrida ve Louis Althusser den ders almış. Gazeteciliğe Combat gazetesinde muhabir olarak başlamış… Bu dönemde Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’te çalışmış ve 1973’te Bangladeş özgürlük Savaşı adında ilk kitabını yazmış. Paris’e döndükten sonra yeni filozoflar okulunun genç kurucusu olarak tanınmış ve Strasbourg Üniversitesi nde felsefe dersi vermiş. 1977’de yayınladığı Barbarism with a Human Face kitabında Marksizm’in doğası gereği yozlaştığını ifade etmiş… 2010 yılında Tel Aviv’de düzenlenen “Democracy and its Challenges” konferansında, İsrail ordusunun daha önce hiç görmediği kadar demokratik olduğunu söylemiştir. Mart 2011 de Libyalı isyancılarla Bingazi’de görüşmüş ve Ulusal Geçiş Hükümeti nin tanınmasına çalışmış. 2011 yılında Nicolas Sarkozy’nin Libya müdahalesi için ABD’yi ikna çalışmalarım desteklemiş. Mayıs 2011 de Suriye’ye askeri müdahalede bulunulmasını istemiş. 1983 yılından beri Nicolas Sarkozy’nin arkadaşı olan Levy, Yahudilerin toplum ve siyasete benzersiz ahlaki bir destek saklayabileceğini söyleyen bir Yahudi’dir (Ağar, 2015: 435-436.). Kısaca fanatik Yahudilerin ve MOSSAD’ın terörizmle bağlarını göstermesi bakımından bu bilgilerin Türk ve Dünya kamuoyu tarafından bilinmesinin elzem olduğudur. Kısaca ABD ve İsrail, fanatik Siyonistler aracılığı ile terör örgülerini kurmakta, finanse etmekte ve devletlerde iç karışıklıklar çıkarma aparatı olarak kullanmaktadır. Böyle bir devlet anlayışı uluslar arası hukuk ve ahlak açısından insanlık ayıbıdır. Bedelini milyonlarca sivil ödemektedir.

            Sonuç

  Terör devleti İsrail’in ülkelerin etnik yapılarından dini ve mezhepsel farklılıklarına kadar her konuda terör üretme mekanizmasını kullandığı çok açıktır. kendisinin son derece konsolide bir yapıya sahip olması asırlardır dışa kapalı bir toplum olarak bu günlere gelmesi onu millî devletlerden bile daha dayanışmacı bir yapıya kavuşturmuştur.  Fakat bu özelliğini dünya barışı için kullanmamaktadır. Fanatik bir Yahudi inancını benimsemiş olan bugünkü İsrail’in bu şekilde dünya barışına katkısının olması mümkün değildir.  Bu anlayış çerçevesinde terör örgütleri kurup veya onlarla işbirliği yaparak hem Yahudileri hem de dünyayı riske atmaktadır. Roger Garaudy, İsrail Siyasetini Oluşturan Efsaneler adlı ese­rinde, ABD’deki Yahudi Birliği’nin başkanlarından anti-Siyonist ola­rak bilinen Rabbi Elmer Berger(1908-1996)’in bir konferansında yaptığı açıklamaya yer vermiştir:  “İsrail Devleti’nin şu anki oluşumunun bir Kutsal Kitap kehanetinin tamamlanması olduğunu ve sonuç olarak devletlerini kurmak ve onu yaşatmak için İsrail­lilerce gerçekleştirilmiş olan bütün bu hareketlerin önceden Tanrı tarafından onaylandığını iddia etmek kim için olursa olsun kabul edilemez. İsrail’in bugünkü politikası, İsrail’in ruhani boyutuna zarar vermiş ya da en azından onu karanlığa gömmüştür.”(İsrail doğdu, insanlık öldü. Dustin Hoffman(Okur, 2023: 121)Tahrif edilmiş Tevrat çerçevesinde Yahudi milleti İsrail Devleti tarafından kandırılmaya çalışılmakta ırkçı bir halüsinasyonun ve illüzyonun peşinde uçuruma doğru sürüklenmektedir. Sedat Şenermen’in Akıl, Bilim ve Kur’an Işığında Dinler ve Dünya Egemenliği isimli eserinde ifade ettiği gibi sömürgeci emperyalist batı ülkelerinin İsrail terörünü desteklemelerinin altında da şu nedenler yatmaktadır:l)Din devleti olarak devlet terörü uygulayan İsrail Devleti’ni, stra­tejik müttefik olarak Ortadoğu’da desteklemektedirler, 2)Kendisini, bulunduğu ortamda kuşatılmış hisseden İsrail’in gü­venliği için Büyük Kürdistan adı altında “üç İsrail” projesini gerçek­leştirmek istemektedirler, 3)Tevrat’ta belirtilen “Nil’den Fırat’a” Tanrı’nın -Yahova’nın- tek hukuk, tek devlet krallığının kurulmasını istemektedirler, 4)İsrail’in içme suyu ihtiyacını Fırat ve Dicle ırmaklarından sağ­lamak üzere ele geçirilmesini istemektedirler, 5)Müslüman ülkelerin zengin yer altı ve yerüstü -petrol, doğal gaz madenler ve su gibi- kaynaklarını ele geçirme stratejisini sürdürmek­tedirler, 6)İslam’ı bilim ve din açısından anlayıp hakkıyla değerlendirememişlerdir. Bu nedenle Haçlı zihniyetini sürdürmektedirler, 7)İslam ülkelerini sömürge anlayışı ile yönetmek istemektedirler (Şenermen, 2013: 51-52). Kurulduğu günden beri İsrail, Avrupa ve ABD’nin desteği ile Araplara karşı sürekli siyasî üstünlük kazanmıştır. 1982 yılında İsrail, Lübnan’daki Filistinli sığınmacı militanların Lübnan’dan yaptığı saldırıları sebep göstererek Lübnan’ı işgal etti. Fakat 2006 yılında İran’ın desteklediği Lübnan Hizbullahı (12 Temmuz-14 Ağustos 2006 tarihleri arasında ) ile olan savaşı İsrail kaybetti. Bu arada İsrail Arap devletlerinden işbirlikçi kukla yöneticiler vasıtasıyla da yapmış olduğu katliamlara devam etti ve günümüzde de etmektedir. 2024-2025 yılları İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamlarla feryatlar sağır kulaklara çarpıp dönmektedir. İnsanlık tarih önünde bir kez daha sınıfta kalmıştır. Aynı zamanda Lübnan Hizbullah üyelerinin telefon, telsiz gibi elektronik cihazlarına yerleştirdiği uzaktan kumandalı sistemlerle onları şimdilik bertaraf etmiştir.   Avrupa’nın ve ABD’nin çifte standardı neticesinde ise her geçen gün İsrail’in teknolojik gelişmesine ve nükleer programının ilerlemesine ses çıkarılmamaktadır. Terör örgütleri vasıtasıyla parçalanan Suriye, Irak, Libya’nın başına gelenler yarın İran’ın yahut Türkiye’nin başına gelmeyeceğini hiç kimse garanti edemez.  Bu açıdan Ortadoğu coğrafyasında yapılan ve Türkiye’de de yapılmak istenen toplum mühendisliği, demografik nüfus değişikliği; Türk devletinin yakın mercek altına alması gereken en önemli güvenlik başlıkları arasındadır. Eğer Terör örgütlerini sadece eli silahlı birkaç kandırılmış insan şeklinde görüp arkasındaki finans kaynaklarını, çok uluslu şirketleri ve devletleri hesaba katmadan terörizmle mücadele etmek mümkün değildir. Özellikle  CIA,  MOSSAD, MI-6 gibi istihbarat örgütlerinin, terör örgütleri ile çok yakın temasta oldukları bilinen bir gerçektir. Çok uluslu şirketlerin de özellikle Ortadoğu coğrafyası ve Türkiye gibi jeo-stratejik önemi yüksek, üç kıta arasında köprü olan, madenler açısından çok zengin ülkelere göz diktikleri de unutulmamalıdır. Bu coğrafyanın tabii kaynaklarını sömürmek için asırlardır emperyalistlerin oynamadıkları oyun neredeyse kalmamış ve hepsi bilinmektedir. Fakat toplumsal hafıza unutkandır. Bunlar hatırlanmamakta her seferinde emperyalistlerin kurduğu tiyatro sahnesi tekrar birinci perdeden başlamakta ve yeniden oynamaktadır. Yüce Türk milleti ve Türk devleti millî hafıza ve tarih şûrunu topyekun bir zihinsel uyanışla yeniden inşa etmelidir. Aksi takdirde Anadolu’yu vatan yapan onu Türkiye adıyla ebedileştiren atalarımızın emanetine sahip çıkmak mümkün olmayacaktır. Millî şairimiz Mehmet Akif ERSOY’UN (1873-1936)  söylediği gibiSahipsiz olan vatanın batması haktır; Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır”.

Kaynaklar

Abdullah Ağar, IŞİD ve Irak, Remzi Kitapevi, 2015, İstanbul.

İbrahim Okur, Sivillere Saldırmanın Felsefesi, Terörün Patronları (Topyekûn Savaş Fikrinin Tırmanışı), Okursoy Yayınları, 2016, İstanbul.

İbrahim Okur, Küresel Teo-Politik ve Jeo-Teoloji Judeo-Hristiyan Fundamentalizmi, Okursoy Yayınları, 2023, İstanbul.

İbrahim Okur, Banksterler ve Demokratörler Ulus Devletleri Çürütenler, Okursoy Yayınları, 2023, İstanbul.

John Perkins, Bir ekonomik Tetikçinin İtirafları, Kafes, Cilt 4, Türkçesi, Murat Kayı, Aprıl yayınları, 2016, İstanbul.

Roger  Garaudy,  İsrail Mitler ve Terör, Pınar yayınları Türkçesi Cemal Aydın 1996 İstanbul, Haham Cohen’in Talmud adlı eseri, Ed. Payot, Paris, 1986, s. 104.

Sedat Şenermen, Akıl, Bilim ve Kur’an Işığında Dinler ve Dünya Egemenliği, Togan Yayıncılık, 2013, İstanbul.

Fatih Altaylı’nın Tutuklanması 

Siyasetin Gölgesinde Yargı ve İfade Özgürlüğü

Son yıllarda Türkiye’de “yargı bağımsızlığı” kavramı sadece hukukçuların değil, artık sokaktaki vatandaşın da günlük siyasal tartışmalarında kullandığı bir terim haline geldi. Çünkü yargının verdiği kararlar artık sadece mahkeme salonlarını değil, sandık sonuçlarını, kamuoyunu ve hatta sosyal medyanın nabzını da belirliyor.

Geçtiğimiz günlerde gazeteci Fatih Altaylı’nın tutuklanması, bu bağlamda yalnızca bireysel bir yargı süreci değil, aynı zamanda Türkiye’de ifade özgürlüğünün, medya bağımsızlığının ve yargı güvencesinin ne durumda olduğunu gösteren kritik bir gösterge oldu.

Fatih Altaylı, gazetecilik kariyerinde birçok dönemden geçmiş, iktidarlara zaman zaman yakın durmuş, zaman zaman mesafesini korumuş bir figür. Ancak son dönemde özellikle YouTube üzerinden yaptığı yayınlar, onu geleneksel medya sınırlarının çok ötesine taşıdı.

Her gün yüz binlerce kişinin izlediği Altaylı, özellikle son videolarında Cumhurbaşkanlığı sisteminin keyfiliğe yol açabileceğine dair açık ve sert uyarılarda bulunuyordu. Anket sonuçlarına dayanarak halkın ömür boyu yetkiye karşı olduğunu dile getiriyor, tarihsel örneklerle halk iradesinin gücünü vurguluyordu.

Yargının Altaylı hakkında “Cumhurbaşkanına tehdit” suçlamasıyla başlattığı soruşturma, tam da bu sözlerin ardından geldi. Gerekçede özellikle videonun bir bölümünde padişahların halk tarafından alaşağı edildiği yönündeki tarihsel anlatı, bir tür dolaylı tehdit olarak yorumlandı. Oysa Altaylı’nın ifadesine bakıldığında, bu sözlerin şiddet çağrısı değil, halk iradesine yapılan bir tarihsel göndermeden ibaret olduğu açıkça görülüyor.

****************************************

Amaç Muhalif Sesleri Susturmak mı?

Fatih Altaylı’nın tutuklanmasında esas sorgulanması gereken şey, yargının bu kadar geniş yorumlara başvurmasının ardında hangi saiklerin yattığıdır. Eğer ortada gerçek bir tehdit olsaydı, bunu anlamak için sözlerin bağlamından koparılmasına gerek kalmazdı.

Oysa burada, tıpkı geçmişte Ekrem İmamoğlu’nun “ahmak” kelimesiyle yargılanması gibi, kelimelerin cımbızla seçilip siyasi anlamlar yüklenmesiyle karşı karşıyayız.

Yargı organlarının, özellikle iktidarın kritik dönemlerinde –örneğin seçim öncesi– belirli medya figürlerine yönelik cezai süreçler başlatması, sadece ifade özgürlüğüyle ilgili değil, aynı zamanda demokratik rekabetin doğasıyla da ilgili bir meseledir. Çünkü muhalif siyasetçiler susturulunca halk tepki gösterebiliyor, ama gazeteciler daha kolay hedef alınabiliyor. Böylece hem iktidar eleştirisinin ses düzeyi azaltılıyor hem de kamuoyunun yönlendirilmesi daha kolay hale geliyor.

Fatih Altaylı’nın tutuklanması, bir “bağımsız yargı kararı” olmaktan çok, kamuoyunda bir mesaj niteliği taşıyor: “Fazla konuşursan, bedel ödersin.”

Bu durum, sadece gazetecileri değil, akademisyenleri, sanatçıları ve hatta sıradan yurttaşları da otosansüre itiyor. Oysa ifade özgürlüğü, sadece herkesin hoşuna giden sözleri değil, rahatsız eden fikirleri de kapsar. Bu ilkeyi içselleştirememiş bir sistemde ne demokrasi ne hukuk devleti ayakta kalabilir.

Altaylı’nın videolarında rahatsız edici olan şey, söylediği sözlerin içeriğinden ziyade, ulaştığı izleyici sayısıdır. YouTube’da aylık 30 milyondan fazla izlenme alan, Türkiye’nin en çok izlenen gazetecisi haline gelen biri, iktidar açısından yalnızca bir yorumcu değil, kamuoyu üzerinde etkili bir aktöre dönüşmüştür. Ve maalesef Türkiye’de etkili olmak, çoğu zaman “tehlikeli” olmaktır.

Batı demokrasilerinde bir gazetecinin böylesi yorumları sebebiyle tutuklanması düşünülemez. Eleştirinin dozu, bağlamı, dili ne olursa olsun; eğer ortada açık bir şiddet çağrısı veya kamu düzenini tehdit eden somut bir unsur yoksa, yargı bu tür davalara karışmaz. Aksi takdirde hukuk, iktidarın muhalif avı aracına dönüştürülmüş olur.

Fatih Altaylı’nın yaşadığı bu süreç, sadece onun kişisel özgürlüğüyle ilgili değil, toplumun tamamının konuşma hakkı, sorgulama hakkı ve özgür düşünceye ulaşma hakkıyla ilgilidir.

Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Yargı, hukukun tarafsız terazisini mi tutuyor; yoksa iktidarın sopası mı oluyor?

Türkiye’nin geleceği, bu soruya nasıl cevap verdiğimizle doğrudan bağlantılıdır.

****************************************

Otosansür

Sansür, dıştan gelen bir müdahaledir: devlet ya da başka bir otorite tarafından içerik yayınına doğrudan engel konur. Otosansür ise kişinin kendi kendine sınır koymasıdır: cezalandırılma korkusuyla fikrini söylememesi, eleştiri yapmaktan kaçınmasıdır. Otosansürde kişi “görünmeyen bir ceza ihtimali” ile özgürlüğünden gönüllü vazgeçer. Bu durum, fikrin değil korkunun iktidarını tesis eder.

Otosansür, çoğu durumda doğrudan sansürden daha sinsi ve tehlikeli olabilir. Fatih Altaylı’nın tutuklanması gibi örnekler bu tehlikeyi derinleştirir.

Altaylı gibi tanınmış, deneyimli ve izleyici kitlesi büyük bir ismin cezalandırılması, çok daha geniş bir mesaj içerir: “O bile susturulabiliyorsa, sen hiç konuşma!”

Bu, sadece gazetecilere değil, akademisyenlere, sanatçılara, sosyal medya kullanıcılarına da sirayet eder.

Tutuklamalar, davalar ve medya hedef göstermeleri bir yandan susturmayı, bir yandan “otoritenin gücünü görün” mesajını vermeyi amaçlar. Bu psikolojik baskı, bireylerin düşünce üretme sürecini bile felce uğratır.

Demokrasi, ancak çoğulcu fikir ortamı varsa işler. Farklı görüşlerin açıkça dile getirilemediği bir ortamda toplum tek tipleşir.

Otosansür ortamında seçmen, yöneticilerin eksiklerini öğrenemez; hesap soramaz.

Eleştiriden kaçınan yazarlar, akademisyenler ve gazeteciler, toplumu bilgilendirmek yerine “dolanarak konuşma” alışkanlığı geliştirir.

Sonuçta sığ, cesaretsiz, etkisiz bir düşünsel iklim oluşur. Ülke; bilimde, sanatta, medyada geri kalır.

Otosansür yaygınlaştıkça kamuoyu gerçek bilgiye ulaşamaz, manipülasyon artar.

Bu bilgi eksikliği, iktidarların daha da sertleşmesine zemin hazırlar.

Sessizlik otoriterliğin oksijenidir.

Fatih Altaylı’nın tutuklanması doğrudan ifade özgürlüğüne yönelik bir darbe olduğu kadar, daha büyük bir tehdidin de işaretidir: sessizliğin kurumsallaşması.

Eğer toplum otosansürü kabullenirse, artık susturulmaya bile gerek kalmaz. Ve bu, bir ülkenin çöküşe en çok yaklaştığı andır.

NOT: Bu yazının tamamı ChatGPT adlı yapay zeka programı tarafından hazırlanmıştır. Bu tür eleştirileri yapan doğal zekalar tutuklanıyor. Bakalım yapay zekaya da ceza verilecek mi?

Kırım Kongo Kanamalı Ateşi

“Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız.”  (Bakara Suresi 195)

Bu günlerde KKKA kısaltmalı bu hastalıkla ilgili haberleri çok okumaya, görmeye başladık. Her yıl mayıs- haziran aylarında başlayıp yaz boyu devam eden süre içinde benzeri haberleri daha çok görmekte ve ölüm vakalarını da okumaktayız.

Nedir bu KKKA?

Bu bir zoonotik viral hastalıktır. Zoonoz hayvanlarda bulunan, onlarda da hastalık yapabilen mikroorganizmaların insanlara bulaşarak hastalık yapmasıdır. Kuduz viral, şarbon bakteriyel, tokzoplazmozis protozoe gibi hastalıklar zoonotik örneklerdir. Yakında atlattığımız Covid-19 da bir zoonoz idi. KKKA olarak kısaltılmış şekli ile yazılan kırım kongo kanamalı ateşi de zoonotik bir hastalıktır. Bu hastalığa sebep olan virüsler daha çok ot,çimen ve çalı gibi bitkiler üzerinde bulunan kenelerde yaşarlar. Sıçrama ve uçma özelliği bulunmayan bu canlılar hayvanlara ve insanlara yapışıp yerleşir ve kanlarını emerek yaşarlar.

Bu adlandırmanın hikâyesi ise şöyledir. 1944’de Kırım’da tarım ürünleri hasadında çalışan bazı askerlerde yüksek ateşle başlayan ve bazılarında ölümle sonuçlanan kanamalı bir hastalığa kırım kanamalı ateşi adı verilmiştir.1956 da Kongo’da da yine yüksek ateşle başlayıp bazılarında kanamaların da görüldüğü bir hastalığın varlığı tespit edilmiştir. Bunun viral bir zoonoz olduğu düşünülmüş olup 1969 da her iki hastalığın da Nairo virüs gurubundan olan ve kenelerden bulaşan bir etken olduğu tespit edilerek KIRIM KONGO KANAMALI ATEŞİ olarak adlandırılmıştır. Bu hastalık ülkemizde ilk olarak 2002 yılında Tokat ilimizde görülmüştür. Daha sonra Sivas, Çorum, Yozgat,Erzurum gibi orta anadolu ve doğu anadolunun kırsal kesimlerinden gelen hastalarda da teşhis edilmiştir. Ülkemizde daha çok bu bölgelerde olmak üzere kene teması şüphesi olan durumlardaki yüksek ateşli vakalarda düşünülmesi gereken hastalıklardandır. Bu hastalık Afrika, Asya, Doğu Avrupa, Orta doğu ülkelerinde görülebilen hastalıklardandır.

Hastalık kene temasından 1-3 gün sonra ateşle başlar. Ateş 39-41 dereceye kadar çıkabilir. Buna baş ve adale ağrıları,bulantı-kusma, ishal eklenebilir. Gözlerde kızarma ve kanama, burun kanaması dahil diş eti kanamaları,deri altı kanamaları, sindirim sistemi kanamaları gibi bulgular gelişebilir. Bulaşma hasta bir insan veya hayvan çıktılarından olmuş ise şikâyetler 9-10 gün sonra görülmeye başlar.

Erken teşhis ile tedavi imkânı olan bu hastalıkta önemli olan bu ihtimalin akla getirilmesidir. Erken teşhis ile daha kolay tedavi edilebilir olan KKKA %5 e kadar ölümcül olabilen bir hastalıktır. Hayvancılık yapanlarda, yaz mevsimi yapılan kır pikniği sonrası, sebebi belli olmayan yüksek ateş durumlarında KKKA da düşünülmeli, tetkik ve takip buna uygun yapılmalıdır.

Korunmada kenelere karşı tedbirli olmak önceliklidir. Bunun için kır gezileri, doğal ortam gezileri, tarım alanları ile ilgili çalışmalarda kol ve bacakların olabildiğince korunması, açık renk elbiselerin giyilerek kenelerin daha kolay görülebilir liğinin sağlanması tavsiye edilir. Bu ve benzeri etkinlikler sonrası vücudun, özellikle kol altı, diz arkası, kulak arkası gibi derimizin kıvrımlı alanlarının bu bakımdan kontrol edilmesi önemlidir. Kene yapıştığı görülürse onu ezmeden, mümkün ise cımbızla baş kısmından tutup çıkarmalı veya aldırılmalıdır. Çıplak elle keneye dokunulmamalı veya üzerine bir şeyler

bastırılarak ezilmemelidir. Hastalık ihtimali olan hayvan çıktılarına da çıplak ten ile temas yapılmamalıdır. Tabiiki bu hastalığın görüldüğü bölgelerde hayvanların da kenelerden korunmasına yönelik tedbirler uygulanmalı ve bu yöndeki uygulamalar takip ve desteklenmelidir.

KKKA dâhil tüm hastalıklardan uzak, sağlıklı yaşamanız dileğiyle.

    Demir İndirildi

     “Ve enzelna’l-hadîde fîhi be’sün, şedîdün ve menafiü li’n-nasi.” (Hadîd Sûresi: 25) “Biz demiri de indirdik, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de insanlar için faydalar vardır.” Deniliyor ki: “Demir yerden çıkıyor; yukarıdan inmiyor ki ‘enzelna / biz indirdik’ denilsin. Neden ‘ahreçna / biz çıkardık’ denilmemiş? Zâhire / görünüşe muvafık / uygun olmayan ‘enzelna / biz indirdik’ denilmiş.” Kur’ân-ı Kerîm “enzelna / biz indirdik” kelimesiyle, demirdeki azîm, büyük ve çok ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek / hatırlatmak için “enzelna / biz indirdik” demiş.

     Çünkü yalnız demirin zâtını nazara vermiyor ki, “ahreçna / biz çıkardık” desin. Belki demirdeki büyük nimeti ve insanların demire ne derece muhtaç olduğunu ihtar / hatırlatmak içindir. Nimet ciheti ise aşağıdan yukarıya çıkmıyor, belki rahmet hazinesinden geliyor. Rahmet hazinesi, elbette yukarı ve mânen yüksek mertebededir. Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır. Muhtaç olan insanların mertebesi ise aşağıdadır. Elbette in’am / nimet vermek, ihtiyacın üstündedir. Onun için, nimetin rahmet hazînesinden insanların ihtiyacına imdad için gelmesinin hak ve doğru tabiri “enzelna / indirdik” olur. “Ahreçna / çıkardık” olmaz.

     Hem tedricî / yavaş yavaş çıkarmalar insanın eliyle olduğu için, “çıkarmak” kelimesi; ihsan, lütuf ve bağış cihetini gaflet nazarına hissettirmez. Evet, demirin maddesinden bahsetmek istenirse,  maddî mekân bakımından ihraç / çıkarmak asıldır. Fakat demirin sıfatları ve burada kasdedilen mânâsı olan “nimet” ise, mânevîdir. Bu mânevî mânâ, mekâna bakmıyor. Belki mânevî mertebeye bakar. Rahmanın hadsiz yüksek mertebesinin bir tecellisi olan rahmet hazinesinden gelen nimet, elbette en yüksek makamdan en aşağı mertebeye gönderiliyor. Hak / doğru tâbiri “enzelna / indirdik” olur. Bu tâbirle insanlara ihtar eder / hatırlatır ki, demir en büyük İlahî bir nimettir. Evet, bütün insanî san’atların mâdeni, insanî ilerlemelerin menbaı / kaynağı ve insan kuvvetinin sebebi; sâhip olduğu demirden ileri gelmektedir. İşte bu azîm nimeti ihtar ve hatırlatmak ve insanın minnet duygusu içinde olması ve nimet vereni hatırlaması makamında, âyet tam bir haşmetle ferman edip bildiriyor.

     Kaldı ki, “yukarı-aşağı” nisbî olup görecelidir. Arz küresinin merkezine göre yukarı ve aşağı oluyor. Hattâ bize nisbeten aşağı olan bir şey, Amerika kıt’asına nazaran yukarı oluyor. Demek, merkezden yeryüzü tarafına gelen maddeler, arz yüzeyinde olanlara göre vaziyeti değişir.

     Kur’ân, acze düşürücü lisanı ile ifade ediyor ki: Demirin o kadar çok menfaati, o kadar geniş faydaları vardır ki, insanın evi olan yeryüzünün mahzeninden çıkarılacak sıradan bir madde değildir. Rastgele ihtiyaçlarda kullanılan fıtrî ve tabiî bir  maden değildir. Belki kâinatı Yaratan tarafından, rahmet hazînesinde ve kâinatın büyük tezgâhından ihzar edilmiş / hazırlanmış bir nimet olarak yer ve göklerin Rabbi ünvaniyle; insanların ihtiyaçlarına sebep olmak için, Yüce Allah demiri inzal etmiş / indirmiş diye, demirdeki umumî menfaati ifade için, sanki demirin gökten gelen rahmet, hararet ve  ziya gibi öyle şümullü / kapsamlı pek çok faydaları var ki, kâinat tezgâhından gönderiliyor. Arzın / yerin dar  anbarından değil. Belki kainat sarayındaki büyük rahmet hazinesinden hazırlanarak gönderilip, arzın anbarında yerleştirilmiş. O anbardan asırların ihtiyacına göre parça parça ihraç ediliyor, çıkartılıyor. 

     Kur’ân, bu küçük anbardaki parça parça çıkarılan demir için, yalnız “sarf etmek” mânâsını kullanmak istemiyor. Belki En Büyük Hazîne’den; o büyük nimeti, arz ile beraber indirdiğini ifade etmek için, yani bu arz hânesine en lâzım şey demirdir ki, yüce yaratıcı, güya dünyayı güneşten ayırıp insanlar için indirdiği zaman, demiri de beraber indirmiş ve insan ihtiyaçlarının çoğu onunla temin edilmiştir.

     Kur’ân “Bu demirle işlerinizi görünüz. Onu çıkarmaya çalışarak istifade ediniz.” diye, mûcizeli bir şekilde ferman ediyor. Bu âyetle; hem düşmanları def etmeye, hem de menfaatleri celbetmeye sebep olabilecek iki nimeti beyan ediyor. Zaten Kur’ânın inişinden evvel insanın; ehemmiyetli menfaat ve yararlarını demirle temin ettiği tarihen de sabittir. Fakat istikbal / gelecekte demirin; gayet hârika ve akılları hayrette bırakacak şekilde; denizde, havada ve karada insanın emrinde daha çok olacağı kaçınılmaz bir gerçektir.

Hukuk, Namus ve Şeref

Dostlarım hukuk devletinden nasıl uzaklaştığımızı anlatıyor. Haklılar. Dünya Adalet Projesi (World Justice Project) her yıl Hukukun Üstünlüğü Endeksi’ni yayımlıyor. Türkiye serbest düşüş hâlinde. 2024’teki pozisyonumuz 101. sırada. Sıradaki komşularımız. 99-103 arasındaki ülkeler şöyle:

99   Nikaragua

100 Myanmar

101 Türkiye

102 Bangladeş

103 Honduras

Hayırlı olsun. Doğruluk Payı sitesindeki haber için buraya tıklayınız.

İyi ki istibdat rejiminde değiliz

Sayın Adalet Bakanımız bu sonucu beğenmemiş, insafsız bulmuştu. Bu hislerini de bir demeçle açıklayıp Dünya Adalet Projesi’ne hak ettiği dersi vermişti. Ama adamlar derslerini almamış ki hâlâ böyle sıralıyorlar. Ne yapmalı? İstibdat rejiminde yaşasak kolaydı. Mesela savcıya talimat verip, pardon telefon edip, pardon vazifeye çağırıp WJP’yi içeri alıverirdik. Ne gerekçeyle mi? Önce içeri alır sonra gerekçesini bulurduk. İlk gerekçemizi beğenmezsek başka bir gerekçe uydururduk. Elimizi tutan mı vardı? Yapmadığımız iş miydi? WJP bizim egemenlik alanımızın dışında mı? O halde bu sonuçları yazanı içeri alırdık. Bunu yazan köşe yazarlarını da. Önce asar sonra yargılardık. Ne var ki bunların hiçbirini yapamıyoruz. Yapamıyoruz değil mi? Çünkü Türkiye istibdat rejimi değil. Değil mi?

Şimdi istibdat rejimlerini bırakıp hukuk devletine, hukukun üstünlüğüne dönelim. Bütün kanunları canımızın istediği gibi değiştirebilirsek, neyin üstünlüğü? Hukuk diye bir şey mi var? Bugünkü hukukla yarınkinin ne ilgisi olabilir? Kanunların kanununu, anayasayı her seçim döneminde yeniden değiştirdikten sonra hangi hukuk. Hem de anayasayı değiştirme işinin propagandasını şu yemini etmiş kişiler yapıyor:

Sadakat, namus ve şeref

“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.” 

Demek ki endişelenecek bir şey yok. Bu anayasaya sadakattan ayrılmayacaklarına büyük Türk milleti önünde and içmişler. Hem de namusları ve şerefleri üzerine. Ne yani? Siz bu insanları ne zannediyorsunuz?

Şimdi dünyaya dönüyorum ve soruyorum: Anayasa dâhil bütün kanunlar hukuka dayanıyor. Hukuktan çıkıyor. Hukuk… Hak kelimesinin çoğulu. Haklar demek. İnsanların birbirine karşı hakları. Toplumun bireye bireyin topluma karşı hakları. Her hak yazdığım yere vazife de yazın. İkisi beraberdir. Her hak olan ilişkide bir vazife, her vazifenin de doğurduğu bir hak vardır.

Peki hukuk, yani haklar neye dayanıyor?

Hukukun temeli

İşte bu dayanak derinlerde. İnsanın ta içine, yapısına, fıtratına kadar uzanır. Genlerimize işlemiş bir temeldir bu. O temelin adı da ahlaktır. Evet bütün kanunlar birbirine, ana kanuna, fakat hepsi insan fıtratına, insanların ahlak dediği kaynak değere dayanır.

Bu yüzdendir ki bir ülkede hukuk üzerinde tereddütlerin doğması ahlak üzerinde tereddütlerin doğması demektir. Ahlak üzerinde tereddüt, toplumu toplum yapan bağların çözülmesidir, milletin ve dolayısıyla ülkenin çökmesidir. O çöküşe sebep olanlar da enkazın altında kalır. Tarih öyle söylüyor.

Ahlak değersizleşirse kanunlar da değersizleşir. Etrafından dolaşılacak, delinip geçilecek, muhalifleri yakalayıp hapse attıracak açıkgözlük araçları hâline gelirler. Kanunları manipüle ederiz. Mevcut kanunlar hırslarımızı tatmine kâfi gelmezse yenilerini çıkarırız. Kim tutar bizi? Ahlak yoksa.

Yaptıklarımızı doğru oldukları için değil, yapabildiğimiz için yaparız. Yapamadıklarımızı yeni kanunlarla yapabileceğimiz hâle çeviririz. Kanun ne ki? Ahlak ne ki? Hem bunu herkes yapıyor. (Bu sonuncu ifade bütün ahlaksızlıkların anasıdır.)

Kaçıncı tekrar bilmiyorum. Yine Akif, yine Akif, yine Akif:

Halimiz bir inhilâl etmiş vücudun halidir

Ruh-u izmihlalimiz ahlakın izmihlalidir

Dört Nala

Pentagonun ileri karakolu İsrail ‘in Başbakanı Netanyahu’nun Washington’daki uzantısı git-gel akıllı Donald Trump, efendisinin dediğini yaptı ve İran’ın nükleer tesislerini bombalattı.
Terörist ve haydut devlet İsrail’in destekçisi ABD nin Ortadoğu ya hâkim olma projesinin gerçekleşmesi olur mu? Bunu bilemeyiz; ancak ABD nin üstün silah gücüne dayalı emperyalist bir devlet olduğunu ve Ortadoğu coğrafyasına hâkim olmak istediğini izliyoruz.
Bilinen bu gerçeğin amaçlarından biri de şudur;
Atatürk’ü itibarsızlaştırmanın, daha dün Türk’ün tokatını yiyen emperyal güçlerin projesi olduğunu biliyor musunuz?
Bu güçlerin ülkenin üniter yapısını bozarak Federasyona dönüştürmek olduğunu; arkasından ülkeyi parçalamak amaçlı niyetlerini biliyor musunuz?
*
Türk tarihinin en önemli dönemlerinden biri… Yalnızca Türk tarihini, coğrafyasını ve insanını değil tüm dünyayı etkileyen, sonuçlarıyla, hayranlık duyulacak topyekûn bir mücadeleyle, özgürlük arayan başka milletlere örnek olmasıyla da önemli bir savaş… Kurtuluş Savaşı.


  • İniş ve çıkışları, iyi ve kötü günleri olan bir serüvendir hayat.
    Hayattaki kötü olayların en istenmeyeni ise savaştır; kan gözyaşı ve ölümün kol gezdiği günleri yaşamaktır.
    Her şey kendi seyrinde giderken, her şey yolundayken kahramanlar çıkmaz ortaya. Anadolu, insanoğlunun en kötü icadı olan savaş ile yüz yüze kaldığında her biri birer kahraman olan vatan evlatları vardı. Silahlarını çattılar, kafa kafaya verdiler, el ele tutuştular. Tarih içinde ‘’dörtnala’’ bir koşturmayla geleceğin aydınlık meşalesini yaktılar. Olmazları oldurup vatanı aydınlık günlere, bugünlere kavuşturdular.Tek bir samimi dokunuş direnme gücünü tetikler ve o dokunuş bir dalganın iç içe halkaları gibi genişler.. O samimi dokunuş, Mustafa Kemal’den gelmişti. O ve silah arkadaşları, vatanın evlatlarıyla birlikte memlekete sahip çıktılar; barışa ve savaşa dair sözlerini tarih sayfalarına yazdırdılar.
    Ne diyordu Mustafa Kemal. ‘’Ancak ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir.’’
    Allah bir daha Türk milletine Kurtuluş savaşı gibi özgürlüğünü yeniden kazanacağı savaş yaptırmasın.
    *
    Doğudan, Güneyden, Karadeniz’den, Batıdan düşmana karşı vermiş oldukları amansız savaşları kazanarak bu vatan toprağını hürriyetine kavuşturan, ‘’Misakımilli sınırlarını’’ kanla çizen ve canlarıyla hudut oluşturan bu aziz Türk milletinin ordusu, 9 Eylül 1923 günü sadece İzmir’e girmedi; onların, ellerinde geleceklerini aydınlatacak meşaleleri, güzel müreffeh bir Türkiye’ye hız kesmeksizin başarıları doludizgin yürüyüşleri dörtnalaydı.
    İnsanlığın savaştan uzak, barış içinde yaşaması dileğiyle…

S i n e k l e r

     Elbette, sineklerin zararlarını gidermek için, onlarla mücadele tabiidir. Tıpkı, koyunların kurtların tecavüzünden korunması gibi. Bu gerçeği belirttikten sonra, gelelim konuya:

     Sinek ve karınca gibi sayılamayacak kadar çoklukta olan, küçük hayvan türlerinin; ehemmiyetli / çok önemli vazife ve görevleri, o nisbette fayda ve kıymetleri vardır. Nitekim, bir kitap; kıymeti nispetinde nüshaları teksir edilip çoğaltılır.

     Sinek cinsinin de, önemli görevi ve büyük kıymeti var ki, hikmetle yaratıcı olan Yüce Allah; o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksîr etmiş, çoğaltmıştır.

     Kaldı ki sineğin hilkati / yaratılması, Rabbanî bir mûcizedir. Rabbin tekvîni / yaratışla ilgili bir âyetidir. Zira bütün sebepler toplansa, onun mislini / benzerini yapamazlar.

     Son derece temizliği seven, her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü ve kanatlarını temizleyen bu tâifenin, şüphesiz önemli bir görevi vardır. İnsanın hikmetle bakışı yetersiz olduğu için, henüz o görevi anlayıp kavrayamamıştır.

     Cenab-ı Hakk nasıl ki, deniz yüzünü temizlemek ve her gün ölen milyarlarca deniz hayvanlarının cenazelerini toplamak, deniz yüzünü cenazelerle karışık, iğrenç ve tiksinilen manzaradan kurtarmak için, sıhhiye / sağlık memurları sayılan, et yiyici ve gayet düzenli hareket eden bir kısım hayvanlar yaratmış. Eğer o deniz sıhhiye memurları muntazam görevlerini yerine getirmeseydiler; deniz yüzü ayna gibi parlamayacaktı. Belki hüzünlü, elîm ve acıklı bir bulanıklık gösterecekti.

     Hem Hz. Allah, her gün milyarlarca yabanî hayvanlar ve kuşların cenazelerini toplamakla, yeryüzünü o pis kokulardan temizlemek ve canlıları o elîm / acıklı, hazîn / üzüntü verici manzara ve görünüşlerden kurtarmak için, nezafet / temizlik ve sıhhiye memurları hükmünde olan kartalların benzeri; keramet gösterircesine, gizli ve uzak, beş altı saat mesafeden İlahî bir sevk ile o cenazelerin yerini hisseden, oraya giden ve onları kaldıran et yiyici kuşları ve vahşî hayvanları yaratmış. Eğer bu karadaki sıhhiyeler; gayet mükemmel, intizamlı ve vazîfeli olmasa idiler; zemin yüzü ağlanacak bir durum alacaktı.

     Evet, et yiyici hayvanların helâl rızıkları, ölmüş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, ceza görürler. “Boynuzsuz olan hayvanın kısâsı, Kıyamette boynuzludan alınır.” diyen hadîs (Müsned, I: 72) gösteriyor ki: Gerçi cesetleri fenâ bulur; fakat ruhları bâkî kalan hayvanlar arasında bile, onlara uygun bir tarzda, bekâ âleminde ceza, mükâfât ve ödüller vardır. Bundan dolayıdır ki, canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır, denilebilir.

     Hem küçücük hayvanların cenazelerini ve nimetin küçücük parçalarını ve tanelerini toplamak göreviyle karıncalar; temizlik memurları olarak, hem İlahî nimetin küçücük parçalarını teleften ve çiğnenmekten ve aşağılanmaktan ve abesiyetten korumakla ve küçücük hayvanların cenazelerini toplamakla, sıhhiye memurları gibi görevlendirilmişler.

     Sinekler de, insanın gözüne görünmeyen hastalıkların mikroplarını ve zehirleyici maddeyi temizlemekle, vazîfeli ve görevlidirler. Değil sadece mikropların nakledicileri, aksine, zararlı mikropları emmek ve yemekle; o mikropları imhâ, o zehirli maddeyi değişikliğe uğratırlar. Çok bulaşıcı hastalıkların önünü alırlar. Hem sıhhiye neferleri, hem temizlik memurları, hem kimyager

olduklarına ve geniş bir hikmete mazhar bulunduklarına delil ise, onların gayet çok oluşlarıdır. Çünkü kıymetli, menfaatli ve yararlı şeyler çoğaltılır.

     Sinekler; lâtif durumu, abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, abdest ve namaz, hareket ve temizlik gibi, insana gereken vazife ve görevini ihtar edip hatırlatarak, ders verir.

     Acaba hararet zamanında vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı zararlı maddeleri taşıyan toplardamar’da cereyan eden pis kana musallat olan, belki de memur olan sivrisinek ve pireleri; fıtrî haccâmlar / hacamat edenler / kan alıcılar olarak kabul etmemiz ihtimal dahilinde olamaz mı?

     Çok zaman, bir sineğin elimize konduğunu, Allah’ın emaneti olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladığını görürüz.

     Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazen tatlı bir şuruptur.

     Fakat sinekler, yedikleri binler çeşitli zararlı madde, mikrop ve zehirlerin kaynağı olmakla;     

sinekler, küçücük başkalaştırma ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri, Rabbanî hikmetten uzak değildir. Belki onlara verilen işler cümlesindendir.

     Arıdan başka sineklerin bazı taife ve gurupları var ki, çeşitli çürüyüp bozulan maddeleri yerler. Durmadan pislik yerine katre katre şurup damlatırlar. O zehirli, kokan maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifalı bir şuruba tebdil ederek / değiştirerek, bir istihale /  değiştirme makinesi olduklarını ispat ederler.

     Bu küçücük fertlerin ne kadar büyük bir milleti, bir taifesi olduğunu göze gösterirler. Hal diliyle:

     “Küçüklüğümüze bakmayın. Taifemizin azâmetine / büyüklüğüne bakınız. ‘Sübhânallah’ deyin.” derler. Nitekim, bir sineğin kanadı ve vücudu ne kadar hârika, Rabbanî bir san’at eseri olduğunu; lâtifâne bir deyişle, meşhûr Yûnus Emre’nin şu ifadesi ne güzel belirtir:

     “Bir sineğin kanadını kırk kağnıya yüklettim; kırkı da çekemedi…”

G r i z u

Gittikçe büyümeden kalbimdeki göçük

Rüzgârlarla selâm göndersem

Yağmurlarla öpücük

Kızar mısın?

Dudaklarında danseder deli bir mayın

Bir infilâk çiçeği soyunur aşka

Sevgimin kafasının tasını attırmayın

Uyuyor..

Darağacım saçlarındır sallanırım

Kefenim bir şal gibi omzuna âmade

Kız bu ne biçim soykırım

Hızar mısın?!

Gittikçe küçülüyor ağız ve mîde

Kala kala bir kalp kalıyorum

Kalbimdeki göçük ise gitgide

Büyüyor..

3 Mart 1996 –Bahçecik Seymen