14.8 C
Kocaeli
Salı, Temmuz 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 2

    Demir İndirildi

     “Ve enzelna’l-hadîde fîhi be’sün, şedîdün ve menafiü li’n-nasi.” (Hadîd Sûresi: 25) “Biz demiri de indirdik, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de insanlar için faydalar vardır.” Deniliyor ki: “Demir yerden çıkıyor; yukarıdan inmiyor ki ‘enzelna / biz indirdik’ denilsin. Neden ‘ahreçna / biz çıkardık’ denilmemiş? Zâhire / görünüşe muvafık / uygun olmayan ‘enzelna / biz indirdik’ denilmiş.” Kur’ân-ı Kerîm “enzelna / biz indirdik” kelimesiyle, demirdeki azîm, büyük ve çok ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek / hatırlatmak için “enzelna / biz indirdik” demiş.

     Çünkü yalnız demirin zâtını nazara vermiyor ki, “ahreçna / biz çıkardık” desin. Belki demirdeki büyük nimeti ve insanların demire ne derece muhtaç olduğunu ihtar / hatırlatmak içindir. Nimet ciheti ise aşağıdan yukarıya çıkmıyor, belki rahmet hazinesinden geliyor. Rahmet hazinesi, elbette yukarı ve mânen yüksek mertebededir. Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır. Muhtaç olan insanların mertebesi ise aşağıdadır. Elbette in’am / nimet vermek, ihtiyacın üstündedir. Onun için, nimetin rahmet hazînesinden insanların ihtiyacına imdad için gelmesinin hak ve doğru tabiri “enzelna / indirdik” olur. “Ahreçna / çıkardık” olmaz.

     Hem tedricî / yavaş yavaş çıkarmalar insanın eliyle olduğu için, “çıkarmak” kelimesi; ihsan, lütuf ve bağış cihetini gaflet nazarına hissettirmez. Evet, demirin maddesinden bahsetmek istenirse,  maddî mekân bakımından ihraç / çıkarmak asıldır. Fakat demirin sıfatları ve burada kasdedilen mânâsı olan “nimet” ise, mânevîdir. Bu mânevî mânâ, mekâna bakmıyor. Belki mânevî mertebeye bakar. Rahmanın hadsiz yüksek mertebesinin bir tecellisi olan rahmet hazinesinden gelen nimet, elbette en yüksek makamdan en aşağı mertebeye gönderiliyor. Hak / doğru tâbiri “enzelna / indirdik” olur. Bu tâbirle insanlara ihtar eder / hatırlatır ki, demir en büyük İlahî bir nimettir. Evet, bütün insanî san’atların mâdeni, insanî ilerlemelerin menbaı / kaynağı ve insan kuvvetinin sebebi; sâhip olduğu demirden ileri gelmektedir. İşte bu azîm nimeti ihtar ve hatırlatmak ve insanın minnet duygusu içinde olması ve nimet vereni hatırlaması makamında, âyet tam bir haşmetle ferman edip bildiriyor.

     Kaldı ki, “yukarı-aşağı” nisbî olup görecelidir. Arz küresinin merkezine göre yukarı ve aşağı oluyor. Hattâ bize nisbeten aşağı olan bir şey, Amerika kıt’asına nazaran yukarı oluyor. Demek, merkezden yeryüzü tarafına gelen maddeler, arz yüzeyinde olanlara göre vaziyeti değişir.

     Kur’ân, acze düşürücü lisanı ile ifade ediyor ki: Demirin o kadar çok menfaati, o kadar geniş faydaları vardır ki, insanın evi olan yeryüzünün mahzeninden çıkarılacak sıradan bir madde değildir. Rastgele ihtiyaçlarda kullanılan fıtrî ve tabiî bir  maden değildir. Belki kâinatı Yaratan tarafından, rahmet hazînesinde ve kâinatın büyük tezgâhından ihzar edilmiş / hazırlanmış bir nimet olarak yer ve göklerin Rabbi ünvaniyle; insanların ihtiyaçlarına sebep olmak için, Yüce Allah demiri inzal etmiş / indirmiş diye, demirdeki umumî menfaati ifade için, sanki demirin gökten gelen rahmet, hararet ve  ziya gibi öyle şümullü / kapsamlı pek çok faydaları var ki, kâinat tezgâhından gönderiliyor. Arzın / yerin dar  anbarından değil. Belki kainat sarayındaki büyük rahmet hazinesinden hazırlanarak gönderilip, arzın anbarında yerleştirilmiş. O anbardan asırların ihtiyacına göre parça parça ihraç ediliyor, çıkartılıyor. 

     Kur’ân, bu küçük anbardaki parça parça çıkarılan demir için, yalnız “sarf etmek” mânâsını kullanmak istemiyor. Belki En Büyük Hazîne’den; o büyük nimeti, arz ile beraber indirdiğini ifade etmek için, yani bu arz hânesine en lâzım şey demirdir ki, yüce yaratıcı, güya dünyayı güneşten ayırıp insanlar için indirdiği zaman, demiri de beraber indirmiş ve insan ihtiyaçlarının çoğu onunla temin edilmiştir.

     Kur’ân “Bu demirle işlerinizi görünüz. Onu çıkarmaya çalışarak istifade ediniz.” diye, mûcizeli bir şekilde ferman ediyor. Bu âyetle; hem düşmanları def etmeye, hem de menfaatleri celbetmeye sebep olabilecek iki nimeti beyan ediyor. Zaten Kur’ânın inişinden evvel insanın; ehemmiyetli menfaat ve yararlarını demirle temin ettiği tarihen de sabittir. Fakat istikbal / gelecekte demirin; gayet hârika ve akılları hayrette bırakacak şekilde; denizde, havada ve karada insanın emrinde daha çok olacağı kaçınılmaz bir gerçektir.

Hukuk, Namus ve Şeref

Dostlarım hukuk devletinden nasıl uzaklaştığımızı anlatıyor. Haklılar. Dünya Adalet Projesi (World Justice Project) her yıl Hukukun Üstünlüğü Endeksi’ni yayımlıyor. Türkiye serbest düşüş hâlinde. 2024’teki pozisyonumuz 101. sırada. Sıradaki komşularımız. 99-103 arasındaki ülkeler şöyle:

99   Nikaragua

100 Myanmar

101 Türkiye

102 Bangladeş

103 Honduras

Hayırlı olsun. Doğruluk Payı sitesindeki haber için buraya tıklayınız.

İyi ki istibdat rejiminde değiliz

Sayın Adalet Bakanımız bu sonucu beğenmemiş, insafsız bulmuştu. Bu hislerini de bir demeçle açıklayıp Dünya Adalet Projesi’ne hak ettiği dersi vermişti. Ama adamlar derslerini almamış ki hâlâ böyle sıralıyorlar. Ne yapmalı? İstibdat rejiminde yaşasak kolaydı. Mesela savcıya talimat verip, pardon telefon edip, pardon vazifeye çağırıp WJP’yi içeri alıverirdik. Ne gerekçeyle mi? Önce içeri alır sonra gerekçesini bulurduk. İlk gerekçemizi beğenmezsek başka bir gerekçe uydururduk. Elimizi tutan mı vardı? Yapmadığımız iş miydi? WJP bizim egemenlik alanımızın dışında mı? O halde bu sonuçları yazanı içeri alırdık. Bunu yazan köşe yazarlarını da. Önce asar sonra yargılardık. Ne var ki bunların hiçbirini yapamıyoruz. Yapamıyoruz değil mi? Çünkü Türkiye istibdat rejimi değil. Değil mi?

Şimdi istibdat rejimlerini bırakıp hukuk devletine, hukukun üstünlüğüne dönelim. Bütün kanunları canımızın istediği gibi değiştirebilirsek, neyin üstünlüğü? Hukuk diye bir şey mi var? Bugünkü hukukla yarınkinin ne ilgisi olabilir? Kanunların kanununu, anayasayı her seçim döneminde yeniden değiştirdikten sonra hangi hukuk. Hem de anayasayı değiştirme işinin propagandasını şu yemini etmiş kişiler yapıyor:

Sadakat, namus ve şeref

“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.” 

Demek ki endişelenecek bir şey yok. Bu anayasaya sadakattan ayrılmayacaklarına büyük Türk milleti önünde and içmişler. Hem de namusları ve şerefleri üzerine. Ne yani? Siz bu insanları ne zannediyorsunuz?

Şimdi dünyaya dönüyorum ve soruyorum: Anayasa dâhil bütün kanunlar hukuka dayanıyor. Hukuktan çıkıyor. Hukuk… Hak kelimesinin çoğulu. Haklar demek. İnsanların birbirine karşı hakları. Toplumun bireye bireyin topluma karşı hakları. Her hak yazdığım yere vazife de yazın. İkisi beraberdir. Her hak olan ilişkide bir vazife, her vazifenin de doğurduğu bir hak vardır.

Peki hukuk, yani haklar neye dayanıyor?

Hukukun temeli

İşte bu dayanak derinlerde. İnsanın ta içine, yapısına, fıtratına kadar uzanır. Genlerimize işlemiş bir temeldir bu. O temelin adı da ahlaktır. Evet bütün kanunlar birbirine, ana kanuna, fakat hepsi insan fıtratına, insanların ahlak dediği kaynak değere dayanır.

Bu yüzdendir ki bir ülkede hukuk üzerinde tereddütlerin doğması ahlak üzerinde tereddütlerin doğması demektir. Ahlak üzerinde tereddüt, toplumu toplum yapan bağların çözülmesidir, milletin ve dolayısıyla ülkenin çökmesidir. O çöküşe sebep olanlar da enkazın altında kalır. Tarih öyle söylüyor.

Ahlak değersizleşirse kanunlar da değersizleşir. Etrafından dolaşılacak, delinip geçilecek, muhalifleri yakalayıp hapse attıracak açıkgözlük araçları hâline gelirler. Kanunları manipüle ederiz. Mevcut kanunlar hırslarımızı tatmine kâfi gelmezse yenilerini çıkarırız. Kim tutar bizi? Ahlak yoksa.

Yaptıklarımızı doğru oldukları için değil, yapabildiğimiz için yaparız. Yapamadıklarımızı yeni kanunlarla yapabileceğimiz hâle çeviririz. Kanun ne ki? Ahlak ne ki? Hem bunu herkes yapıyor. (Bu sonuncu ifade bütün ahlaksızlıkların anasıdır.)

Kaçıncı tekrar bilmiyorum. Yine Akif, yine Akif, yine Akif:

Halimiz bir inhilâl etmiş vücudun halidir

Ruh-u izmihlalimiz ahlakın izmihlalidir

Dört Nala

Pentagonun ileri karakolu İsrail ‘in Başbakanı Netanyahu’nun Washington’daki uzantısı git-gel akıllı Donald Trump, efendisinin dediğini yaptı ve İran’ın nükleer tesislerini bombalattı.
Terörist ve haydut devlet İsrail’in destekçisi ABD nin Ortadoğu ya hâkim olma projesinin gerçekleşmesi olur mu? Bunu bilemeyiz; ancak ABD nin üstün silah gücüne dayalı emperyalist bir devlet olduğunu ve Ortadoğu coğrafyasına hâkim olmak istediğini izliyoruz.
Bilinen bu gerçeğin amaçlarından biri de şudur;
Atatürk’ü itibarsızlaştırmanın, daha dün Türk’ün tokatını yiyen emperyal güçlerin projesi olduğunu biliyor musunuz?
Bu güçlerin ülkenin üniter yapısını bozarak Federasyona dönüştürmek olduğunu; arkasından ülkeyi parçalamak amaçlı niyetlerini biliyor musunuz?
*
Türk tarihinin en önemli dönemlerinden biri… Yalnızca Türk tarihini, coğrafyasını ve insanını değil tüm dünyayı etkileyen, sonuçlarıyla, hayranlık duyulacak topyekûn bir mücadeleyle, özgürlük arayan başka milletlere örnek olmasıyla da önemli bir savaş… Kurtuluş Savaşı.


  • İniş ve çıkışları, iyi ve kötü günleri olan bir serüvendir hayat.
    Hayattaki kötü olayların en istenmeyeni ise savaştır; kan gözyaşı ve ölümün kol gezdiği günleri yaşamaktır.
    Her şey kendi seyrinde giderken, her şey yolundayken kahramanlar çıkmaz ortaya. Anadolu, insanoğlunun en kötü icadı olan savaş ile yüz yüze kaldığında her biri birer kahraman olan vatan evlatları vardı. Silahlarını çattılar, kafa kafaya verdiler, el ele tutuştular. Tarih içinde ‘’dörtnala’’ bir koşturmayla geleceğin aydınlık meşalesini yaktılar. Olmazları oldurup vatanı aydınlık günlere, bugünlere kavuşturdular.Tek bir samimi dokunuş direnme gücünü tetikler ve o dokunuş bir dalganın iç içe halkaları gibi genişler.. O samimi dokunuş, Mustafa Kemal’den gelmişti. O ve silah arkadaşları, vatanın evlatlarıyla birlikte memlekete sahip çıktılar; barışa ve savaşa dair sözlerini tarih sayfalarına yazdırdılar.
    Ne diyordu Mustafa Kemal. ‘’Ancak ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir.’’
    Allah bir daha Türk milletine Kurtuluş savaşı gibi özgürlüğünü yeniden kazanacağı savaş yaptırmasın.
    *
    Doğudan, Güneyden, Karadeniz’den, Batıdan düşmana karşı vermiş oldukları amansız savaşları kazanarak bu vatan toprağını hürriyetine kavuşturan, ‘’Misakımilli sınırlarını’’ kanla çizen ve canlarıyla hudut oluşturan bu aziz Türk milletinin ordusu, 9 Eylül 1923 günü sadece İzmir’e girmedi; onların, ellerinde geleceklerini aydınlatacak meşaleleri, güzel müreffeh bir Türkiye’ye hız kesmeksizin başarıları doludizgin yürüyüşleri dörtnalaydı.
    İnsanlığın savaştan uzak, barış içinde yaşaması dileğiyle…

S i n e k l e r

     Elbette, sineklerin zararlarını gidermek için, onlarla mücadele tabiidir. Tıpkı, koyunların kurtların tecavüzünden korunması gibi. Bu gerçeği belirttikten sonra, gelelim konuya:

     Sinek ve karınca gibi sayılamayacak kadar çoklukta olan, küçük hayvan türlerinin; ehemmiyetli / çok önemli vazife ve görevleri, o nisbette fayda ve kıymetleri vardır. Nitekim, bir kitap; kıymeti nispetinde nüshaları teksir edilip çoğaltılır.

     Sinek cinsinin de, önemli görevi ve büyük kıymeti var ki, hikmetle yaratıcı olan Yüce Allah; o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksîr etmiş, çoğaltmıştır.

     Kaldı ki sineğin hilkati / yaratılması, Rabbanî bir mûcizedir. Rabbin tekvîni / yaratışla ilgili bir âyetidir. Zira bütün sebepler toplansa, onun mislini / benzerini yapamazlar.

     Son derece temizliği seven, her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü ve kanatlarını temizleyen bu tâifenin, şüphesiz önemli bir görevi vardır. İnsanın hikmetle bakışı yetersiz olduğu için, henüz o görevi anlayıp kavrayamamıştır.

     Cenab-ı Hakk nasıl ki, deniz yüzünü temizlemek ve her gün ölen milyarlarca deniz hayvanlarının cenazelerini toplamak, deniz yüzünü cenazelerle karışık, iğrenç ve tiksinilen manzaradan kurtarmak için, sıhhiye / sağlık memurları sayılan, et yiyici ve gayet düzenli hareket eden bir kısım hayvanlar yaratmış. Eğer o deniz sıhhiye memurları muntazam görevlerini yerine getirmeseydiler; deniz yüzü ayna gibi parlamayacaktı. Belki hüzünlü, elîm ve acıklı bir bulanıklık gösterecekti.

     Hem Hz. Allah, her gün milyarlarca yabanî hayvanlar ve kuşların cenazelerini toplamakla, yeryüzünü o pis kokulardan temizlemek ve canlıları o elîm / acıklı, hazîn / üzüntü verici manzara ve görünüşlerden kurtarmak için, nezafet / temizlik ve sıhhiye memurları hükmünde olan kartalların benzeri; keramet gösterircesine, gizli ve uzak, beş altı saat mesafeden İlahî bir sevk ile o cenazelerin yerini hisseden, oraya giden ve onları kaldıran et yiyici kuşları ve vahşî hayvanları yaratmış. Eğer bu karadaki sıhhiyeler; gayet mükemmel, intizamlı ve vazîfeli olmasa idiler; zemin yüzü ağlanacak bir durum alacaktı.

     Evet, et yiyici hayvanların helâl rızıkları, ölmüş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, ceza görürler. “Boynuzsuz olan hayvanın kısâsı, Kıyamette boynuzludan alınır.” diyen hadîs (Müsned, I: 72) gösteriyor ki: Gerçi cesetleri fenâ bulur; fakat ruhları bâkî kalan hayvanlar arasında bile, onlara uygun bir tarzda, bekâ âleminde ceza, mükâfât ve ödüller vardır. Bundan dolayıdır ki, canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır, denilebilir.

     Hem küçücük hayvanların cenazelerini ve nimetin küçücük parçalarını ve tanelerini toplamak göreviyle karıncalar; temizlik memurları olarak, hem İlahî nimetin küçücük parçalarını teleften ve çiğnenmekten ve aşağılanmaktan ve abesiyetten korumakla ve küçücük hayvanların cenazelerini toplamakla, sıhhiye memurları gibi görevlendirilmişler.

     Sinekler de, insanın gözüne görünmeyen hastalıkların mikroplarını ve zehirleyici maddeyi temizlemekle, vazîfeli ve görevlidirler. Değil sadece mikropların nakledicileri, aksine, zararlı mikropları emmek ve yemekle; o mikropları imhâ, o zehirli maddeyi değişikliğe uğratırlar. Çok bulaşıcı hastalıkların önünü alırlar. Hem sıhhiye neferleri, hem temizlik memurları, hem kimyager

olduklarına ve geniş bir hikmete mazhar bulunduklarına delil ise, onların gayet çok oluşlarıdır. Çünkü kıymetli, menfaatli ve yararlı şeyler çoğaltılır.

     Sinekler; lâtif durumu, abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, abdest ve namaz, hareket ve temizlik gibi, insana gereken vazife ve görevini ihtar edip hatırlatarak, ders verir.

     Acaba hararet zamanında vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı zararlı maddeleri taşıyan toplardamar’da cereyan eden pis kana musallat olan, belki de memur olan sivrisinek ve pireleri; fıtrî haccâmlar / hacamat edenler / kan alıcılar olarak kabul etmemiz ihtimal dahilinde olamaz mı?

     Çok zaman, bir sineğin elimize konduğunu, Allah’ın emaneti olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladığını görürüz.

     Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazen tatlı bir şuruptur.

     Fakat sinekler, yedikleri binler çeşitli zararlı madde, mikrop ve zehirlerin kaynağı olmakla;     

sinekler, küçücük başkalaştırma ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri, Rabbanî hikmetten uzak değildir. Belki onlara verilen işler cümlesindendir.

     Arıdan başka sineklerin bazı taife ve gurupları var ki, çeşitli çürüyüp bozulan maddeleri yerler. Durmadan pislik yerine katre katre şurup damlatırlar. O zehirli, kokan maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifalı bir şuruba tebdil ederek / değiştirerek, bir istihale /  değiştirme makinesi olduklarını ispat ederler.

     Bu küçücük fertlerin ne kadar büyük bir milleti, bir taifesi olduğunu göze gösterirler. Hal diliyle:

     “Küçüklüğümüze bakmayın. Taifemizin azâmetine / büyüklüğüne bakınız. ‘Sübhânallah’ deyin.” derler. Nitekim, bir sineğin kanadı ve vücudu ne kadar hârika, Rabbanî bir san’at eseri olduğunu; lâtifâne bir deyişle, meşhûr Yûnus Emre’nin şu ifadesi ne güzel belirtir:

     “Bir sineğin kanadını kırk kağnıya yüklettim; kırkı da çekemedi…”

G r i z u

Gittikçe büyümeden kalbimdeki göçük

Rüzgârlarla selâm göndersem

Yağmurlarla öpücük

Kızar mısın?

Dudaklarında danseder deli bir mayın

Bir infilâk çiçeği soyunur aşka

Sevgimin kafasının tasını attırmayın

Uyuyor..

Darağacım saçlarındır sallanırım

Kefenim bir şal gibi omzuna âmade

Kız bu ne biçim soykırım

Hızar mısın?!

Gittikçe küçülüyor ağız ve mîde

Kala kala bir kalp kalıyorum

Kalbimdeki göçük ise gitgide

Büyüyor..

3 Mart 1996 –Bahçecik Seymen

İslamsız Dünya

            İslamsız Dünya, bir dönem CIA Ortadoğu Masası Şefi olarak görev yapan Graham E. Fuller’ın 2010 yılında yayınlanan ve aynı yıl Türkçeye de çevrilen kitabının adıdır. Kitabın orijinal adı “A World Without Islam” dır ve Türkçeye “İslamsız Dünya” olarak çevrilmiştir. Yazarın kimliği göz önüne alınınca kitabın ismi ilk etapta bizim coğrafyada en basit tabirle reaksiyon uyandıracak bir isimdir. Ancak kitabın daha ilk cümlelerini okuduğunuz zaman yazarın ve kitabın meramının aslında bambaşka olduğunu hemen anlıyorsunuz.

            Graham Fuller kitabın başında bir soru sorarak hemen cevabını vererek bir tez ortaya atıyor ve kitabın devamında Ortadoğu’nun ve esasında bütün bir Doğu’nun tarihsel süreci içerisinde tezini ispatlamaya çalışıyor. Fuller’ın kitabında son derece objektif bir yaklaşım sergilediğini peşinen belirtmek gerekir.

            Özellikle 11 Eylül sonrasında değişen dünya düzeni ve oluşan Batılı dünya ve İslam dünyası savaşı algısının hüküm sürdüğü bir ortamda, Fuller şu soruyu soruyor; “İslam diye bir din olmasaydı, Arabistan’ın çöllerinden Muhammed adında bir peygamber çıkmış olmasaydı, İslam destanı Ortadoğu, Asya ve Afrika’nın büyük bölümünde yayılmamış olsaydı Batı ile

Ortadoğu arasındaki bugünkü ilişki tamamen farklı olmaz mıydı?[1]

            Sorduğu soruya daha kitabın başında “Bence olmazdı,” diye hemen cevabını veriyor Fuller ve “hatta bugünkü manzaradan pek farklı bir şeyle karşılaşacağımızı da sanmıyorum.” diyerek tezini ortaya koyuyor[2].

            Ortaya koyduğu tezin tepkilere yol açacağını ön görerek ilk açıklamalarını şu şekilde yapıyor; “Bu görüş ilk bakışta mantığa aykırı gibi görünse de Ortadoğu ile Batı dünyası arasında İslam’ın, hatta Hıristiyanlığın da öncesine uzanan jeopolitik kaynaklı anlaşmazlıkların varlığını başka bir açıdan açıklamak da mümkündür. Çok eskilere dayanan Doğu-Batı ilişkilerinin evrimini sıkı biçimde etkilemiş olan çok sayıda farklı etken vardır: Ekonomik çıkarlar, jeopolitik çıkarlar, bölgedeki imparatorluklar arasında yaşanan güç savaşları, etnik

çekişmeler, milliyetçi dalgalar, hatta Hıristiyanlığın içerisinde yaşanan ciddi çatışmalar – tüm bunlar, aslında İslam’la uzaktan yakından alakası olmayan Doğu-Batı rekabetlerine ve çatışmalarına bol miktarda zemin hazırlamaktadır.[3]

            Fuller kitabın ilerleyen sayfalarında “Ya da İslam kültürünün yokluğunda Batı dünyasının neler kaybetmiş olacağını. Bu kitapta Doğu-Batı ilişkilerinin izlediği yolu inceleyeceğiz. Bu ilişkilerin ciddi biçimde kötüleşmesinde ise İslam’ın başrolü, hatta yardımcı rol bile oynadığı görüşüne katılmıyorum bu sorunun kaynağı için başka bir noktaya bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Başka bir noktaya baktığımız anda Doğu-Batı ilişkilerinin doğasını etkileyen çok sayıda farklı gücün olduğunu göreceğiz.[4]” diyerek aslında İslam Dünyası ve Batı dünyası şeklinde bir çatışma olmadığını, Doğu batı arasındaki çatışmanın kaynağının özelde İslam, genelde din olmadığını ve çatışmanın kaynağının çok daha farklı dinamiklere dayandığını vurgulamaktadır.

            “Eğer İslam, Hıristiyanlığın Ortadoğu’nun büyük kısmındaki hakimiyetini kırmamış olsaydı, bölgenin tamamı bugün çok büyük ihtimalle Doğu Ortodoks Hıristiyanlığının egemenliği altında olacaktı. Pek çok ortak klasik geleneğe rağmen Ortodokslukla Katoliklik arasındaki ilişkilerin yaklaşık iki bin yıldır karşılıklı şüphe ve öfke sınırlarını pek geçmediğini de

altını çizerek belirtmek gerekir. Tüm bunlardan yola çıkarak, Ortadoğu’nun Batı dünyasına karşı teşkil ettiği sorunların belirgin hale getirilmesinde günümüzdeki Ortodoks Hıristiyanlığının dini ve ideolojik bir sıçrama tahtası olarak işlev görebileceğini rahatlıkla

hayal edebiliriz.[5]” diyerek, İslam dini yeryüzünde hiç zuhur etmeseydi ve/veya bölge üzerinde hakimiyet kurmasaydı bölgede bir Ortodoks Hristiyan hakimiyetinin olacağını ve Ortodoks vs. Katolik çatışması üzerinden bugünkü Doğu-Batı mücadelesinin yine aynı şiddetle var olacağını ifade etmektedir.

Fuller’ın Tezi Neden Önemli?

            Fuller’ın İslamsız Dünya adlı kitabı ve kitapta ortaya koyduğu “İslam hiç var olmasaydı Doğu ile Batı arasında bugün var olan şiddetli –ve hatta kanlı- mücadele yine var olacaktı” tezi bugün Ortadoğu’da yaşananları doğru analiz etme ve problemlerin çözümü için doğru sonuçlar ortaya koyma bakımından çok önemlidir.

            Bugün Ortadoğu’da yaşananları ister Müslüman – Hristiyan ister Müslüman – Yahudi mücadelesi gibi dini sebeplerden kaynaklandığını düşünürsek ve problemlerin çözümünü burada ararsak hata ederiz. Fuller’ında ifade ettiği gibi bugün yaşananlar Hilal ve Haç’ın mücadelesi değildir.

            Ne Filistin vs. İsrail mücadelesi ne İran vs. İsrail – ABD mücadelesi dini temelli mücadeleler değildir.

            Son dönemde yaşananları Büyük Ortadoğu Projesi’nden, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ekonomik, stratejik, konjonktürel vb. menfaat odaklı hususlarından ayrı düşünmemek gerekmektedir. Yine son dönemde yaşananları “Turuncu Devrimlerden”, “Arap Baharlarından” da ayrı düşünmemek gerekmektedir.

            Kanaatimce gerek Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesi ve sonrasında karşı darbeyle Mursi’nin ve İhvan’ın devrilip Sisi’nin iktidara gelmesi, Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi, “Arap Baharı” operasyonları kapsamında Kuzey Afrika liderlerinin iktidardan düşmeleri, Suudi Arabistan’da Salman’ın darbeyle iktidar olması, Suriye’de Esad’ın devrilmesi ve nihayetinde bugün İran’la İsrail – ABD bloğu arasında yaşananlar bir doğu batı mücadelesinden ziyade Anglo-Saxon güçlerin kendi aralarındaki menfaat çatışmasıdır. Daha açık ifade edecek olursak ABD ve İngiltere arasında birbirlerinin kontrollerindeki ülkeleri diğerinin elinden alıp kontrolü ele geçirme mücadelesidir.

            Trump’ın “Kanada’yı ve Grönland’ı istiyorum” açıklamalarını da bence bu minvalde değerlendirmekte fayda var.

            Burada antparantez bir konuya değinmekte fayda vardır. Bir görüşe göre 15 Temmuz sürecinde Türkiye’de ABD yanlısı ekibin tasfiye edilip, İngiltere ile işbirliği içerisinde olan bir ekibin kontrolü ele geçirdiği ve Türkiye’nin ABD ekseninden İngiltere eksenine kaydığı iddiası da bu yaşananların bir parçası olarak kabul edilmektedir. Nitekim 15 Temmuz’dan sonra, İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Richard Moore’un MI6’in başına atanması, Mooore’un bu eksen kaymasındaki başarısının ödüllendirilmesi olarak yorumlanmaktadır. Yine burada İngiltere istihbaratı ile ilişkili oldukları iddia edilen ve Türkiye’de etkin olan birkaç isimden bahsedilmekte ve bu isimlerin bürokrasi ve siyasetteki etkinliklerinin artması da yukarıda ifade edilen iddiaya dayandırılmaktadır.

            Asıl konuya dönecek olursak, bugün bölgede yaşanan olaylar her ne kadar doğrudan doğruya bizim hayatımızı etkiliyor olsalar da olayların ve mücadelenin esasında bizimle ne dini ne de milli olarak pek de ilgisi olmadığını söyleyebiliriz.

            Probleme uygun çözüm üretebilmek için öncelikle problemin ne olduğunu doğru teşhis etmeliyiz. Veya ne olmadığını… Yaşananlar, Müslüman vs. Haçlı veya Müslüman vs. Yahudi mücadelesi değildir. Dünyada artık mağlup etmedik bir grup bırakmayan Anglo – Saxon bloğu 20 yıldır birbirinin bahçesine girme mücadelesi içinde. Bunu ister ABD vs. İngiltere mücadelesi olarak,  ister konuya biraz daha komplo teorisiyle yaklaşıp Rockefeller vs. Rotschild mücadelesi olarak kabul edelim durum bu. Mücadelenin Ortadoğu’da geçiyor olması da sizi yanıltmasın. Sonuçta futbol maçı yapmak isteyen gençlerin mücadele edecek zemin olarak kendi evlerini değil, kiralık bir halı saha kullanmaları gibi Ortadoğu coğrafyası büyük devletlere mücadele için halı saha hizmeti sunuyor. Üstelik kanlı bir biçimde…


[1] Fuller, Graham E., İslamsız Dünya, Profil Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, Kasım 2010, s. 9-10.

[2] A.g.e., s. 10.

[3] A.g.e., s.10.

[4] A.g.e., s. 17.

[5] A.g.e., s. 18-19.

Körfez Devlet Hastanesi(Kocaeli)

Kocaelimizin ilk hastanesi Körfez ilçemiz bölgesindeki Hereke’de açılmıştır. Sultan Abdulmecid zamanında 1845’te açılan Hereke Dokuma Tesislerine 1894’te, Sultan 2. Abdulhamit zamanında halı tezgâhları eklenmiş olup çalışan sayısının çok artması üzerine 1899 da 100 yataklı bir hastane burada hizmete sokulmuştur. Bu hastane sabit hekim ve çalışanları yanında İstanbul’dan geçici olarak gelip giden hekimleri ile sağlık hizmeti vermiştir.

Hereke daha sonra da SSK Dispanseri ile bu bölgeye gelen hekimler için ilk adres olan beldemizdir. Nitekim bu bölgenin çok bilinen hekimlerinden Zeki Öz 1974’te buradaki dispanserde çalışmaya başlamıştır. Bu hekimimiz, 1976’da Tütünçiftlik’te muayenahane açıp 2012’ye kadar tam zamanlı hekimlik yapmıştır. Dr. Zeki Öz uzman olmamasına rağmen

çalışkanlığı, şefkati ve ilgisi ile bölge insanını güvenerek gidip sağlık sorunlarına çare aradığı bir hekimdir. Ayrıca buradaki fabrika revir hekimleri ve işyeri hekimleri bu beldelerimizdeki insanlarımızın sağlık sorunlarında baş vurdukları isimlerdir. Bu hekimlerden Mehmet Uçkun, Can Çabukaş, Murat Ölçer, Doğan Samancı bildiğim isimlerdendir.

Körfez Devlet Hastanesi için ilk yazışma 1998’de Kaymakam Orhan Alimoğlu döneminde olmuş ve o yılların belediye başkanı olan Muzaffer Baştopcu döneminde Yavuz Sultan Selim

mahallesindeki yer sağlık alanı olarak imara geçmiştir. Arazi 32 dönüm olup bir kısmı orman ve bir kısmı da şahıs arazisidir. 1999 Gölcük depremi bölgedeki devlet hastanesi yokluğunu daha çok hissettirmiştir.Bu sebeple o tarihteki belediye başkanı Erhan Yenilmez konuya sahip çıkmış; bölge halkı ve sanayi kuruluşlarından elde edilen                        maddi imkanlar ile şahıs arsaları satın alınmıştır.Daha sonrada hastane yapılmak üzere Sağlık Bakanlığına devredilmiştir.O tarihteki Anasol-M hükümetinin MHP li Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un da ilgi ve desteği ile 2002 yılında 25 yataklı prefabrik hastane binası yaptırılarak hizmete sokulmuştur. Resim 1-2

Hastanenin kurucu başhekimliğine 99 yılında Kandıra Devlet Hastanesine mecburi hizmet gereği gelmiş olan genel cerrahi uzmanı A.Necati Erbesler atanmıştır. Ayrca 2002 yılı başında Dr.Hakkı Bozatlı (iç hast.), Dr. Tuncer Eren (kadın doğum), Dr.Ferhan Küskü (çocuk),Dr. Fehmi Güneş (pratisyen) ile 5 hekim ve 20 diğer personelin atamaları yapılmıştır. Kocaeli Sağlık Müdürlüğünün ek personel desteği ve Kocaeli Devlet Hastanesinden geçici görevlendirmeler yapılarak gönderilen hekimler ile mart 2002 tarihinden itibaren de hasta kabülüne başlanmıştır.Resim3

Kadın doğum uzmanı olan Mustafa Türkmen 2003-2008 yıllarındaki başhekimidir. Prefabrik binanın hizmete yetemediği görülmüş ve ek bina ihtiyacı doğmuştur. Sağlık müdürü Dr.Fikret Ak, vali Erdal Ata’nın olurunu alıp sağlık personel maaşlarının promosyonu ile ilk kaynak oluşturulur. Halen Şehir Hastanesi başhekim yardımcısı olan Dr.Nihat Üstüner bu konulardaki bilgi ve tecrübesi sebebiyle başhekim muavini olarak atanır. Daha sonra buranın müdürü olacak olan İsa Taş başkanlığında Körfez Sağlığı Koruma Derneği kurulur. Bu dernek üzerinden temin edilen yardımlar ile ek bina yapılır. 2006 da hizmete giren bu yapı ile hastane 75 yataklı olmuştur.    Bu ek binanın yapımında bu binayı yapmış olan bölgenin inşaat firması Türköz inşaatında emeği çoktur. Hastane bu şekli ile daha gelişmiş imkânlarla hizmet vermeye devam eder. Bu çalışmalarda o günün Ak Parti milletvekili olan Dr. Nevzat Doğan’ın ilgi ve desteği unutulmamalıdır. Gerek Sağlık Bakanlığı nezdinde gerekse bu bölgedeki kişi ve kurumlardan alınan yardımların temininde ilgisi eksik olmamıştır.

Bu yeni bina ile hastanenin hizmet imkânı genişlemiştir. Bu hizmetler, bölgeye değişik

şehirlerden, farklı bölgelerden gelmiş insanlarımızın birbirlerini daha yakından tanımalarına imkan sağlamıştır. Bu tanışıklıkların bölgedeki yerli-karadenizli-doğulu gibi ayrışmaların azalmasına, şehirlilik bilincinin gelişmesine katkısı çok olmuştur.

2009-2013 yıllarındaki başhekim KBB uzmanı Oğuzhan Değirmencioğlu’dur. 2014-2015 yıllarında ise halen Seka Hastanesi hariciye uzmanlarından olan Fatih Güneş başhekimlik yapmıştır. Hastaneden faydalanan insanlarımızın her geçen gün artması yeni bir yapıya ihtiyacı gerekli kılmıştır. Bu sebeple 2016-2020 yıllarında başhekimlik yapmış olan Dr.Ahmet Sarıışık zamanında yeni bir binanın temeli 2019 yılında atılmış olup halen inşaatı devam etmektedir.

Covit-19 salgınında kurumlar arası koordinatörlük görevini de yürüten Dr.Ahmet Sarıışık şehrimize 1989 da gelmiş olan bir hekim olup halen Kocaeli Sağlık müdür muavinidir..

Hastanenin şu anki başhekimi Dr. Ömer Dağ’dır. Kardiyoloji uzmanı olup 2003de Kocaeli

Devlet Hastanesine gelmiş, 2020de de bu hastaneye başhekim olarak atanmıştır. Hastane halen 50 yataklı şekli ile 7/24 hizmet vermekte olup yeni binanın açılması ile yine 75 yataklı C grubu bir hastane olarak hizmetini sürdürecektir. 20-25 hekim ve 300 e yakın çalışanı ile hizmet vermektedir. Acili ile birlikte 1500 e yakın poliklinik hizmeti yanında doğum ve yapılabilen müdaheleleri ile ilçenin önemli bir ihtiyacına cevap vermeye çalışmaktadır. Hizmet verilemeyecek vakalar ise başta Derince Eğitim Hastanesi olmak üzere daha imkânlı sağlık kurumlarımıza sevk edilmektedir.

Sağlıkta kalınız.

Öğrencilerimiz Tatili Hak Etti

“Çocukların nasihatten çok, iyi örneğe ihtiyaçları vardır.” Joseph Jouberth

20 Haziran 2025 Cuma günü, okullarda büyük bir hareketlilik vardı. Mutlulukla karnelerini alan öğrenciler, hem karne hem de tatil sevincini birlikte yaşadılar. Uzun bir eğitim öğretim maratonunun sonunda, sevgili öğrencilerimiz özledikleri ve hak ettikleri yaz tatiline kavuştular.

Aslında bundan iki hafta öncesinde, öğrenciler için yaz tatili başlamıştı. Son iki hafta, okullarda büyük bir sessizlik vardı. Tek tük öğrencinin dışında, hiçbir derslikte ders yapacak çoğunlukta öğrenci yoktu. Bir okul ziyaretimde bu durumu yakinen gördüm.

Milli Eğitim Bakanlığı, “eğitim öğretim süresi 180 iş gününden aşağı olamaz” ısrarından artık vaz geçmelidir. Çünkü okulların kapanmasına iki hafta kala tüm öğretmenler ders konularını bitirdiler ve kendilerini tatil ettiler.

Sınava girecek, ortaokul ve lise son sınıf öğrencilerinden, “devamsızlık sorunu olmayanlar”, sınavlardan ötürü okullarına devam etmeyi iki hafta öncesinden bıraktılar. Bu uygulamaya ara sınıflar da uyunca, okullar kendiliklerinden yaz tatilini iki hafta öncesine aldı.

Teknolojik gelişmeler, her konuda olduğu gibi, eğitim öğretimi de derinden etkileyerek, bu kavramların yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmıştır.

Özellikle yapay zekâ, medya, TV, bilgisayarlar ve cep telefonları birçok konuda okulların öğretme işlevinden daha etkili hale gelmiştir.

Bu materyallerin ilgi çekici etkisi sayesinde, bilgiye ulaşma ve öğrenme; daha çabuk, daha kısa ve daha kolay bir hal almıştır. Kreş ve anaokulu öğrencileri, birinci sınıfa başlamadan okumaya yazmaya başlamaktadırlar artık.

Öğrenciler, okulların hedeflediği bilgi birikiminden daha fazlasına sahipler. Yapılan anketler, bir ortaokul öğrencisinin, üniversiteye giriş sınav sorularının %25 ine yakınını çözebildiğini göstermiştir.

Öğrencilerde “öğretim” hususunda pozitif artışların gözlenmesine rağmen, “eğitim” konusunda, birçok eksikliklerinin olduğu da artık bir gerçektir. Bunlara, manevi ve milli değerler diyoruz.

Bu cümleden olarak öğrencilerde, “öz bakım becerileri, anne baba öğretmen ve arkadaşlarına saygı ve sevgi, disipline uyma, değerler, toplum kuralları vb.” konularında büyük eksiklikleri ve sorunları bulunmaktadır.

Eğitimin en vaz geçilmez hedeflerinden biri de, “bireylere insan olmalarını” sağlayan bu değerleri kazandırmasıdır.

Milli Eğitim Bakanlığı, gereksiz, mükerrer konularla zaman geçirmek yerine, müfredattan bu fazlalıkları atarak, okullardaki eğitim öğretim süresini  mutlaka kısaltmalıdır.

Okullardaki eğitim öğretim süresinin, yıllık 180 iş günü olması hususunda, ısrar etmenin hiçbir bilimsel dayanağı kalmamıştır.

Öğrenciler ve öğretmenler, bu zamanın bir kısmını boşa heder etmektedirler. Yıl sonunda öğrencisiz, boş geçen iki haftalık süre bunun en bariz örneğidir.

Artık “öğrenme” daha kolay ve çabuk hale gelmiştir. Bunun yanında mevsimsel sıcaklıklar ve iş yoğunluğunun fazla olduğu Eylül ve Haziran ayları, öğrencilerin okula devamlarını olumsuz etkilemektedir. Okullar en erken, Eylülün ilk haftasında açılmalı, Haziranın ilk haftasında kapanmalıdır.

Yarıyıl karne tatilinin dışındaki diğer tatiller de mutlaka kaldırılmalıdır. Belirlenen sürenin büyük bir kısmı “eğitim” dediğimiz milli ve manevi değerlere ayrılmalıdır.

Nitekim 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun “Genel amaçlar” başlıklı 2. Maddesinden hareketle:

“Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan.”

“Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren.”

 “Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan.”

 “İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak.”

 “Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğuna katkı sağlayan.”

“Milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı destekleyen, hızlandıran ve Türk Milletini çağdaş uygarlığın seçkin bir ortağı yapan.”  Bireyler yetiştirmek zorundayız.

Sevgili öğrencilerimizin aldığı karneler, bir bakıma anne babaların da karnesidir. Aile çocuğuyla ne kadar ilgilenmişse karşılığını evladıyla birlikte karnede görecektir. O yüzden bütün yıl boyunca çocuğuna maddi ve manevi desteği, katkıyı sağlamayan anne babaların, kırık not getiren çocuklarına; “kızmaya, serzenişte bulunmaya” asla hakları yoktur.

Bu aileler, çocuklarını azarlayacaklarına, “ben nerede yanlış yaptım” diye kendilerini sorgulamalıdırlar.

Olumsuz karne getiren öğrenci asla hakarete, şiddete, aşağılanmaya, azarlanmaya vb. tabi tutulmamalıdır. Çocuk, baskı ve tehditlerle başarıyı yakalayamaz. O’nun ilgiye, bilimsel desteğe, rehberliğe, hoşgörüye seviyle yüreklendirilmeye ihtiyacı vardır. Bunu yapan anne babalar elbette karşılığını olumlu anlamda görmektedirler.

Bir çocuk evinde rahat değilse, anne baba ile her konuda sevincini ve sıkıntısını paylaşamıyorsa, sevildiğinden ve kendisine değer verildiğinden emin değilse; cezalar, baskılar ve yasaklar bir fayda vermez, aksine işler daha da kötüye gider.

Her türlü desteği çocuğuna gösterdiği halde, başarılı olamayan çocukları da anlayışla karşılamak, çabalarını takdir ederek bu sonuca razı olmaları gerekmektedir. Çünkü çocuğunun kapasitesi bu kadardır. Ya da başarısızlığına neden olan bazı sorunları vardır. Bunların tespit edilerek giderilmesi gerekmektedir.

Bazı ailelerin baskı ve tehdidinden korkan öğrenciler, kırık karne aldıklarında, ya farklı yollarla notları düzeltmeye çalışmakta, ya da korkudan evden kaçmaya, tehlikeli davranışlara yönelmektedirler. O yüzden anne babalar çocuklarına sevgi ve şefkat duygularını ihmal etmemeli. Kendilerinden korkulacak davranışlarda bulunmamalıdırlar.

Değerli anne babalar; çocuğunuz istediğiniz başarıyı yakalayamazsa da o sizin biricik evladınızdır. Tehdit ederek, “hesap sorarım” diyerek küçük sıkıntıları, telafisi mümkün olmayan büyük acılara dönüştürecek, yanlış davranışlar içine girmeyiniz lütfen.

Yoksa çocuğunuzu kaybedersiniz. Çocuk ya sizden soğur, zamanla nefret etmeye başlar, ya da kendine zarar vermeye kalkışır. Kırık karne aldığı için anne baba korkusundan hap içen, intihara teşebbüs eden öğrenci vakalarını çok yaşadık.

Olumlu duygular ve sevgi, ancak ailede yaşanarak kazanılır. Hiçbir işimiz anne ve babalık sorumluluğundan daha önemli olamaz, İşler bekleyebilir, fakat çocuk eğitimi asla beklemez.

Sorunlar akılcı ve bilimsel yollarla çözümlenmelidir. Umarım tüm çocuklarımız karne mutluluğunu aileleri ile birlikte doya doya yaşarlar. Çünkü uzun soluklu bir maratonda, çalışarak, ter dökerek  bu sevinci fazlasıyla hak ettiler. Hepsine huzurlu ve mutlu tatiller diliyorum.

Sevgiyle kalın…

İran’a Diz Çöktürmek

İran’a 13 Haziran 2025’te ilk saldırıyı başlatan İsrail’in yanında hep ABD vardı. Başlangıçta bunu itiraf etmek istemiyordu. Fakat Savaşın 10. Gününde ABD Başkanı Trump talimatı verdi ve ABD uçakları İran’ın nükleer tesislerini bombalayarak savaşa doğrudan dahil oldu.

ABD’nin savaşa girmesi, İsrail’e fazla zarar vermeden İran’a diz çöktürmek yani yenilgiyi kabul etmesini sağlamak için olabilir.

İsrail’in 7 Ekim 2023’ten bu yana bombalayıp yer ile yeksan ettiği avuç içi kadar Gazze’de bile bombalamalar Hamas’ın teslim olmasına yetmedi.

İran büyük bir ülke. Bir kara savaşı olmadan, bombalamaların İran’ın diz çökmesini sağlayabileceğini sanmıyorum. (Coğrafi ve siyasi şartlar bir kara savaşının olmasını adeta imkansız kılıyor.) Ama İsrail’in en az zararı görmesi için İran’ı ateşkese zorlamak ve müzakere sürecini başlatmak için ABD bombalamaları etkili olabilir.

Bu savaşın gerçek sebebinin İran rejiminin değiştirilmesi ve İran’ın bölünmesi olduğu kanaatimi daha önce yazdım. Ancak bu kısa zaman içinde gerçekleşebilecek gibi görünmüyor.

Bu yüzden ABD/ İsrail tarafının ilk hedefi, savaş sürecinde İran askeri gücünün büyük kısmını tahrip etmek. Daha sonra içeride rejime muhalif grupları kullanarak ve ayrılıkçı etnik güçlere destek vererek hedeflerine ulaşmak istiyor olabilirler.

Ayrılıkçılık talebi olan etnik gruplar, çoğu Sünni olan Kürtler (PKK’nın İran uzantısı PJAK) ve (Sünni) Beluçlar.

En büyük etnik grup olan (Şii) Güney Azerbaycan Türkleri ve (Sünni) Türkmenler ayrılık taraftarı değiller.

ABD ve İsrail’in İran’ı zayıflatma stratejisinde etnik kartın ve mezhep farkının bir araç olarak kullanılabileceği açıktır.

Ancak bu stratejinin hayata geçirilmesi için İran rejiminin ciddi biçimde zayıflaması veya değişmesi ya da iç savaş ortamı oluşması gerekli.

*********************************

İran’da Kürt Ayrılıkçılığına Dış Destek

İran, çok etnikli ve merkeziyetçi teokratik rejimi olan bir yapı. Bu sebeple rejim istikrarı sarsıldığında etnik hareketlerin güçlenebileceği sosyal bir zemine sahiptir.

Özellikle İran’da Kürt nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerdeki gelişmeler, Suriye ve Irak’taki Kürt yapılanmalarıyla etkileşimi artıracaktır.

İran’ın Kürt nüfusu 8-9 milyon arasında tahmin edilmektedir. Kürtlerin çoğu Sünni Müslümandır; bir kısmı Şii’dir (özellikle Kirmanşah çevresinde).

PKK’nın İran uzantısı PJAK İran’ın sert güvenlik politikalarının da etkisiyle geniş taban bulmamıştır. PJAK son yıllarda düşük yoğunluklu bir varlık göstermektedir.

Buna karşılık Suriye’deki PYD/YPG, ABD’nin desteği ve askeri danışmanlığı sayesinde iyi donanımlı 80-100 bin civarında askeri gücü ile Suriye’de çok etkili.

İran’da rejimin zayıflaması halinde, ABD/ İsrail bu yapıları kullanarak Suriye üzerinden PJAK’a silah, militan ve lojistik destek sağlamak isteyecektir. Çünkü ABD’nin niyeti “vekâlet savaşları” stratejisiyle PJAK’ı kullanmaktır.

****

Bunun ilk adımı PKK / SDG ile PJAK arasında kadro ve ideolojik entegrasyon gerçekleştirmek olacaktır.

Bu ihtimal gerçekleşirse; PJAK, SDG ve Kandil’den personel ve silah desteği alarak, Sünni Kürt nüfuslu alanlarda kontrol sağlamaya başlar. ABD, bu yapıyı “rejim muhalifi yerel güç” olarak tanımlar. Tahran bölgede kontrolü kaybeder, lokal otonom yapılar ortaya çıkar.

Ancak bu projenin önünde şu engeller vardır: İran coğrafyasına ulaşım kolay değildir. Irak Kürdistanı üzerinden geçişte İran’ın istihbaratı ve askeri varlığı etkilidir. Türkiye’nin de bu tür bir gelişmeye sert tepki verme ihtimali büyüktür.

Ayrıca İran’daki Kürt toplumu içinde PJAK’a destek sınırlıdır. İran’ın iç istihbarat kapasitesi yüksektir. PKK/ SDG’den destek almak, Türkiye’yi de karşısına almak demektir.

İran’da Rejim Zayıflatılamazsa / “Rejim Ayakta Kalırsa” PJAK eylemleri sert bir şekilde bastırılır. PJAK eylemleri artar ancak İran istihbaratı ve güvenlik güçleri PJAK’a ciddi darbeler vurur. Bu durumda muhtemelen Sünni Kürt toplumu da bu çatışmalardan uzak durur.

Sonuçta ABD/ İsrail destek verse bile PJAK İran’da sürekli iç savaş yürütmekte zorlanır.

****

Özetlersek, kısa vadede, PJAK’ın ciddi bir bölge kontrolü kazanması düşük ihtimal gibi gözüküyor.

Orta vadede, İran rejimi çökerse veya zayıflatılırsa, ABD ve bazı batılı aktörlerin PJAK’ı kullanması etkili olabilir.

Uzun vadede, Büyük Kürdistan’ın İran ayağının gerçekleşmesi, demografik, siyasi ve jeopolitik olarak, zor olsa da imkansız değildir.

Suriye’de hiç yoktan bir Kürt nüfus oluşturup, ülke içindeki en önemli askeri güce sahip ve egemenliği paylaşır hale getirmek imkansız gibi görünüyordu. ABD bunu gerçekleştirdi.

Suriye pratiği açısından bakınca, İran’da PJAK üzerinden aynı planın uygulanması ve İran’ın bölünmesi veya ilk etapta PJAK’ın devlete ortak bir güç haline getirilmesi çok da düşük bir ihtimal değil.

*********************************

İran Penceresinden “Terörsüz Türkiye” Projesi

Suriye’de ve İran’da olanlardan sonra, Türkiye’de “Terörsüz Türkiye” adıyla yürütülen yeni açılım sürecinin ABD/ İsrail projesinin bir parçası olduğu daha net anlaşılıyor. Bu süreçte Türkiye’nin PKK/SDG’yi meşru olarak tanıması çok önemli.

Hem İran ve hem de Türkiye gibi devlet geleneği olan ve büyük hacimli devletlerden aynı anda parça koparmak kolay değil.

“Büyük Kürdistan” adıyla anılan İsrail güdümünde bir garnizon devlet veya “Kürt Koridoru” oluşturma projesini yürütenler bu zorluğu çok iyi biliyorlar.

Bu yüzden Türkiye’den bir “kuzey kürdistan” koparma işlemini savaşsız bir şekilde çözmek istiyorlar. Türkiye’yi, savaşmadan sadece yönetenleri “ikna ederek”, milli devlet yapısını “federasyon” veya “özerk bölgelere” ayrılmış bir yeni devlet yapılanmasına geçirmeyi tasarlamışlar.

“Yeni Anayasa” ile bunu sağladıklarında zaten çok uzun olmayan bir zaman diliminde zihinler ve idari yapı ayrılmaya hazır hale getirilecektir. Sadece bir halkoylaması (plebisit) ile ülke bölünebilecektir.

Bunu başarabilirlerse ABD/ İsrail çok büyük bir zafer kazanmış olacak. Hem de onların bu zaferi en zahmetsiz ve külfetsiz zaferlerden biri olarak tarihe geçecek.

ABD/ İsrail’e bu zaferi hediye edecek yöneticilerin tarihe nasıl geçeceğini de tarih okuyanlar iyi bilirler.

Manipülasyon

“Hatırlatmalara devam ediyoruz… sizce bir fark yada değişen bir şey var mı? Halbuki bu bir kader değil… Değiştirebiliriz!”

Türkiye’de her saat başı bir yazı yazsanız yine de hepimize yetecek kadar malzeme var. Onun için bazen kendi kendime dert ediniyorum; “Şunu da yazamadım, bunu da yazamadım” diye… Bu günde sizlerle paylaşmak istediğim konu: manipülasyon.

İnsanlarımız bu coğrafyada yüzyıllardır bir manipülasyona tabii tutuluyor. Manipülasyon; kelime anlamı itibarı ile insanların “Kendi bilgileri dışında veya istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme işlemine tabi tutulmak” olarak tarif edilebilir.

Manipülasyon olmayan bir şeyi varmış gibi göstererek yanlış haberler ve söylentilerle, gerçek olmayan işlemlerle; sosyal, siyasal, ekonomik rant elde etmek için de kullanılan bir olgudur.

Örneğin Türkiye’yi; Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları kurmuştur. Atatürk öncesi; ulusal ve uluslararası konjonktürü bilmezseniz, size Atatürk’ün yaptıkları bir şey ifade etmeyebilir. Ondan sonra gider “80 sene ne yapıldı ki; şu son 10 yıllık AKP iktidarında yapılanlara bak” diyebilirsiniz. Eğer böyle yaparsanız ya manipüle etmiş yada manipüle edilen olarak kullanılmış olursunuz.

Bir iktidar, günlük yaşamı döndürebilmek adına bile bir şeyler yapmak zorundadır. Ancak bu gün yapılabilenlerin hangi temel üzerine yürüdüğünü de, doğru sonuçlara ulaşmak bakımından bilmek gereklidir.

Ülkemiz üzerinde dün adına emperyalist dediğimiz bu günde küreselci adını taktığımız güçlerin büyük bir rekabet savaşı vardır. Bu güçlerin aralarında anlaştıkları gün “hapı yuttuğumuzun resmi” olacaktır. Acaba “Gezi Olayları”nda bu güçlerin ve yerli işbirlikçilerinin, Türkiye Cumhuriyeti devletine ve Türk Milletine karşı, bizim henüz bilmediğimiz bir anlaşması var mı? Ve varsa iyiniyetli insanlarımız manipüle edilerek bu olaylarda kullanıldı mı?

ABD’nin 1919 yılında Türkiye’de “Yüksek Komiser” olarak görevlendirdiği Amiral Bristol, ABD’ye gönderdiği 08 Eylül 1920 tarihli telgrafta “Yunan kuvvetlerinin, Anadolu’daki Türk Milliyetçilerine karşı sonuç alıcı eyleme girişmesine, Fransız ve İtalyanlar etkin biçimde karşı çıkıyorlar. Öyle görülüyor ki; Fransız ve İtalyanlar siyasal ve ekonomik nedenlerle Kemal akımının tümden ortadan kalkmasını istemiyorlar” diyor. Görüyorsunuz İngiliz güdümlü Yunan politikalarına karşı Fransız ve İtalyanların aldığı tavır, bizi rahatlatıyor!

Bu gün herkesin dilinde bir “bende milliyetçiyim” sözü var. Bunları söyleyenlerin çoğuda tarikatçi ve cemaatçi. Çünkü milliyetçilik yükselen bir trend. Bunu düşürmek için manipülasyona ihtiyaç var. Onlara sokakta öyle konuşun diye telkinde bulunuluyor. Ama bu “bende milliyetçiyim” diyenlerin hepsi, Atilla İlhan’ın tabiri ile bir “Türk Milliyetçisi” olan Atatürk’e karşılar… Hatta onu Türkiye Cumhuriyetini kuran bir “ayyaş” olarak niteliyorlar. Bu ne perhiz ne lahana turşusudur. Bu olsa olsa samimi halkı manipüle etmektir.

Türk Milletini 36 parçaya bölen, ihanetle müzakereye oturan, milli ve manevi değerlere saldıran, halkına eziyet eden, zengini daha zengin fakiri daha fakirleştiren, toplumu İnançlı – İnançsız diye ayıran (şimdi de düşman ceza hukuku var diye konuşuyoruz) bir anlayışı; Ay – yıldızlı bayraklarla karşılamakta bir manipülasyondur.

Kanaatimce halk; hem iktidar yönünden hem de dış güçler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından bir çıkmaza itilmiştir.

Peki niye manipüle oluyoruz? Onu da Nihal Atsız’a söyletelim “Edebiyat, tarih, coğrafya dersleri okutmakla, güdülen gayelerden birisi de gençlere millet ve yurt sevgisi aşılamaktır. Bu işin hiç yalan söylemeden, gerçekleri değiştirmeden yapılması gerekir. Çünkü yalancılık üzerine kurulmuş yurtseverlik olamayacağı gibi, gerçeklerin değiştirilmesinden de hiç bir erdem doğmaz”.

Evet! At izinin it izine karıştığı bu günlerde (o günler hep devam ediyor) yine her şey manipüle edilerek, Türk Milletinin hakimiyeti elde etmesinin önüne geçilmeye çalışılıyor.

Bu manipülasyonlar; hangi ad ve nam altında yapılıyorsa yapılsın, amaç budur. Bunu anlamak için bütün gözlerin açık ve akılların uyanık olmasına ihtiyaç var.

Bilmem anlatabildim mi?