8.5 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 18, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 2

Bir Şeyler Pişiyor

Bir ay önce Cumhur İttifakı’nın en küçük ortağı Hüdapar Genel Başkanı “Anayasa’nın 4. Maddesi kaldırılmalı” açıklaması yaptı. Yani “Anayasa’nın ilk dört maddesi değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” hükmünün değiştirilmesini teklif etti. Yaptığı anayasaya karşı bir suçtu. Toplumdan tepkiler geldi. Bu nabız yoklamasından sonra Cumhur İttifakından cılız açıklamalar geldi:

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “bizim için yok hükmündedir” diye geçiştirdi.

CB Tayyip Erdoğan “Anayasa’nın ilk dört maddesi ile ilgili tartışma yok.” dedi.

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, “İlk dört madde tartışması lüzumsuz yere vakit kaybetmektir. Meclis’te temsil edilen partilerin çoğunluğu hatta tamamına yakını ilk dört maddeyle ilgili en ufak bir problemleri olmadığını ısrarla söylüyor. Dolayısıyla ilk dört madde konusu gündeme gelmeyecektir” dedi. 27.09.2024

Numan Kurtulmuş, iki hafta içinde ne olduysa, bu defa “Anayasanın 3. Maddesinin değişmesi gerektiğini” söyledi.12.10.2024

********************************

Hedefleri Değişmezlik Özelliğini Kaldırmak

Numan Kurtulmuş’un açıklamasına muhalefetten gelen tepkiler sert oldu. Fakat en dikkat çekici tepki Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’dan geldi.

Uçum, Anayasanın 3. Maddesindeki “devletin bütünlüğüne” dair ifade için, “çok doğru bir ifadedir. Tartışmaya açılması hem yersizdir hem de sorunludur. O nedenle ilk dört maddenin diğer esasları gibi bu konu da tartışma dışıdır.”

Uçum’un açıklamasında TBMM Başkanına bir uyarısı da var: “Geçmişin milli devlet karşıtı liberal akımlarının tortusu olan sorunlu görüşleri ileri sürmek yerine ‘Bütünlük İlkesinin’ manasını kavramak gerekir.”

Yani TBMM Başkanının 3. Maddede istediği değişikliğin, haklı olarak, “Milli devlet karşıtlığı” olduğunu söyledi.

T.C. Anayasası 3. Maddesindeki“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” sözünden dolayı bugüne kadar hiç tartışma olmadı.

Bu maddeye kelime oyunlarıyla karşı çıkmak, bir defa delinmesi ile bu hükümlerin “değiştirilemezlik” vasfını yok etme amacından ibarettir.

Hüdapar Genel Başkanı Yapıcıoğlu ile TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un bu ortak amaca göre nabız yokladığını düşünüyorum.

CB Başdanışmanı Mehmet Uçum’un, sureti haktan görünerek, “yeni anayasada ‘Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir’ hükmünün de ilk dört madde kapsamına alınması gerekir” teklifinin de ilk dört maddenin “değiştirilemezlik” özelliğini yok etmeye yönelik olduğu kanaatindeyim.

********************************

Siyasal İslamcı Bakış

İYİ Parti lideri Müsavat Dervişoğlu’nun Numan Kurtulmuş’un sözlerine tepkisindeki tanımlama dikkatimi çekti: “Bunların içinden çıktığı siyasi geleneğin; devlet, millet ve vatan tanımı yoktur. Düşmanı oldukları ve yıllarca yönetmelerine rağmen bir türlü barışamadıkları Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm değerlerine ve kurumlarına hasımdırlar.”

Zannederim burada kastedilen “siyasal İslamcılardır.” Gerçekten Numan Kurtulmuş gibi “ılımlı İslamcı” gözüken biri de Hüdapar Genel Başkanı gibi “Hizbullah” kökenli biri de “devlet, millet ve vatan” kavramlarını ortalama Türk vatandaşlarından farklı anlamaktadır.

CB Erdoğan’ın bu kavramlara verdiği anlam benim anladığımdan ve bilimin tanımından farklıdır. Erdoğan’ın “Osmanlı tam bir millet devletiydi.” “Biz milleti İbrahim’den geliyoruz” ifadeleri Müsavat Dervişoğlu’nu doğrulayan sözlerdir. Bu “ümmetçi” anlayıştakiler “milli devlet” yapısını kodlandıran anayasa hükümleriyle barışık olamıyor.

****

Daha üç ay önce, 05.07.2024’te, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı ve iki dönem AKP milletvekilliği yapmış Yenişafak yazarı Aydın Ünal “Suriyeliler ülkelerine dönsün” diyenler için bakın ne yazmıştı:

“Eğer bu ülkeden birinin gitmesi gerekiyorsa sen git!” “Vallahi bu ülkede seninle yaşamaktansa, 5 değil 50 milyon Suriyeli ile yaşamayı tercih ederim. Senle olandan çok daha fazla ortak yanım var onlarla. Sen bana Suriyeliden çok daha yabancısın” dedi.

Hadi “siyasal İslamcıları” anlıyoruz, Onlar meşreplerinin gereğini yapıyorlar. Fakat “Türk Milliyetçisi” olduğunu söyleyen MHP ve BBP bu siyasal İslamcılarla nasıl anlaşabiliyor ve ortak bir hedefe yürüyebiliyorlar?

****

BBP Genel Başkanı Destici bunlara cevap vermiyor. Ama “İsrail öcüsü” ile korkutularak, “Savunma Sanayiine katkı” bahanesiyle, kredi kartı kullananlardan yıllık 750 TL vergi alınmasına karşı çıkanlara tepki gösterdi. “750 lirayı vermeyen DEM’lidir, Ermeni’dir, Yunan’dır” dedi. Kendisi gibi iktidara destek vermeyenlere bölücü bir dille hakaret etti.

Geçmişte, Bahçeli ve Destici’ye saygı duyduğum yılları pişmanlık ve utançla anıyorum.

********************************

Mutfakta Pişen Ne?

Bir yandan MHP Genel Başkanı Mecliste DEM Partililerle tokalaşıp barış mesajı veriyor. Yeni bir ‘çözüm süreci’ başlayacak yorumları yapılıyor.

Diğer taraftan DEM Eş Başkanı “çözüm” için adres olarak, “sayın Öcalan” dediği teröristbaşının yattığı İmralı ile TBMM’ni gösteriyor.

DEM Parti Milletvekili Cengiz Çandar “Çözüm Süreci demek için erken ama bir şeyler pişiyor” dediğine göre mutfakta bir şeyler pişiyor. Malum Cengiz Çandar önceki “çözüm sürecinde” iktidarın muteber adamlarından biriydi.

Bana göre mutfakta pişen “yeni bir çözüm sürecinden” de ötesi.

Bu gelişmeleri iktidarın “yeni anayasa” talebiyle birlikte değerlendirmek gerekiyor.

Yeni anayasanın ilk amacı “Erdoğan’ın yeniden ve güçlü yetkilerle seçilmesini sağlamak.” Ama Ortadoğu’da ABD- İsrail ortak emellerine uygun şekilde planlanan bölgesel tasarımın içinde Türkiye’nin olmadığını kimse söyleyemez.

Türkiye sınırlarındaki mayınları hem de İsrailli bir firmaya söktürme fikrini kabul ettiren, 10 milyondan fazla sığınmacı ve kaçağı Türkiye’nin içine sokturmayı başaran dış güçlerin iktidar üzerindeki etkisini hafife almayınız.

Siyasal İslamcı görüşün “ümmetçi” bakışından yararlanıp, Türk nüfus oranı azaltılmış bir Anadolu yaratmada aldığı mesafeye bakınız. Daha şimdiden Suriye’ye komşu il ve ilçelerin bazılarında Türkler azınlık haline getirildi. “Ümmet” karşılığı kullanılan “millet” tanımının “Türksüz Türkiye” yaratmak için kullanıldığı açık.

Fırsatını bulurlarsa Anayasanın ilk 4 maddesini ve 66. maddeyi değiştirecekler.  Çünkü bu maddeler varken Erdoğan’ın, “MİLLETİN ÇEŞİTLİLİĞİNİ YANSITAN BIR ANAYASA HEDEFLİYORUZ” sözü ile kastettiği devleti kuramazlar.

Kısa vadede başaramayacaklarını biliyorlar ama uzun vadede vazgeçmeyecekler.

Birileri “Yeniden Çözüm” mü Dedi? Aklıma Hemen Bunlar Geldi!

I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı – Türk Devleti, ateşkesi kabul etmek zorunda kaldı. Mondros Anlaşması’nın hemen ardından, İtilaf Devletleri anlaşmanın hükümlerini de ihlal etmek sureti ile bir çok girişimle birlikte “Türk Yurdu”nu işgale başladı.

Mondros’un en önemli maddelerinden biri, her zaman olduğu gibi Türk Ordusu’na yönelikti. Askerler terhis olacak ve askeri araç – gereç ile mühimmat düşman güçlere teslim edilecekti.

Biz savaşları kazansakta kaybetsekte, Türkler açısından bu hep böyle olmuş ve masa başında daima kaybetmişizdir.  Şimdi de PKK ve arkasındaki güçlere karşı yürüttüğümüz, askeri savaşı, kazanmamıza rağmen masa başında darma duman oluşumuz gibi!

“Demokratik Çözülme Paketi”, herkes için farklı bir şey ifade edebilir. Benim için ise, bir “teslimiyet belgesi”dir. Hürriyet’te Ege Cansen’de aynı şekilde düşünmüş olacak ki, 02 Ekim 2013 tarihli yazısında “Ulus – Devlet Bitti” başlığını kullanmış. Hatta “… Cumhuriyet’i çok sevmiştim. Kısmet buraya kadarmış” diyerekte kendince bir sonu ifade etmiş.

Bunların hepsi doğru olabilir. Ama ben bir Türk’üm. Bu toprakların tamamı Türk toprağıdır. Hatta fazlası yoktur eksiği çoktur.  Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bir Türk devletidir. Bir Türk tarafından ve Türk milliyetseverleri eli ile kurulmuş ve bugüne değin yaşatılmıştır. Bu sebeble Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti eli ile bu topraklarda hükümran etmek, bir Türk olarak birinci vazifemdir. Bunu yapacağım ve yapacağız.

Ancak bir kısım Türk Milletinden olmayan ve hatta Türk Milletine düşmanlık besleyen adamlarca yönetilebiliriz. Onlar kendilerini bizlerden saklayabilirler. Türk Milletinin bir kısmı, varlık sebebinden vaz geçerek bir inkarcılığa sapabilir. Bunun hiç bir önemi yoktur. Alay konusu olsa bile “Bir Türk Dünyaya Bedeldir” sözü büyük bir gerçeklik ifade eder. Yeryüzünde tek bir Türk kalsa bile bu dünyada hükümranlık sürdürülecektir.

Biz “Demokratik Çözülme Paketi” adını verdiğimiz bu filmi, 1800’lü yılların başından bu yana Avrupa Türkiye’si olan Balkanlarda ve nihayet yaklaşık 100 yıl öncede Asya Türkiye’si olan Anadolu’da görmüştük.

Avrupa Türkiye’sini elimizden tutalım diye dayatılan “Demokratik Çözülme Paketi”lerinin adları o zaman; Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Kanun-i Esasi, Birinci ve İkinci Meşrutiyet idi. Sonu ise; 30 Ekim 1918 sonrası, fiili işgalle neticelendi.

“İstanbul’da İşgal Yılları”nı anlatan İ. Hakkı Sunata’nın, 10 Şubat 1920’de dönemin hükümeti tarafından Meclis’te yayınlanan beyanname ile ilgili söyledikleri çok ilginç; “Hükümet beyannamesini Meclis’te okumuş. Sönük ve ruhsuz bir şey. Hele Islahat hakkındaki vaatler, yerine getirilmesi mümkün olamayan o kadar yalan sözler ki; insanı elinde olmadan güldürüyor.” Yine aynı kitapta, İstanbul Rum Azınlığı’nın yarattığı bugünküne benzer sorunlar üzerinde duruyor.

İşgal altındaki İstanbul’da tam bir sansür var. Tek yaprak olarak çıkan gazetelerde bile, sansüre uğrayarak çıkarılmış boş yerler var. Erzurum Kongresi’ne dair hiç bir bilgiye ulaşamıyorlar. Tıpkı bugün ülkeyi, bu karanlıktan kurtaracak olanların, medya eliyle seslerinin halkla buluşmasının önlenmesi gibi!

Buna karşılık, 14 Temmuz Fransızların milli bayramlarının, Rum ve Ermeniler tarafından, bayram şerefine mağaza ve dükkanlarını kapatarak bayrama katılmaları, gece şenlikleri, havai fişekler ve ışıklandırılmış uçaklar ile İstanbul’un donatılması gerçekleşiyordu. Aynen “Demokratik Çözülme”nin bazılarınca Türkiye’de bayram gibi kutlanması hali…

Bütün bunlara karşı, elbette Türk Milletinin diyeceği bir şeyler dün olduğu gibi bugünde vardır. O vakit, Anadolu’nun İşgali üzerine İstanbul ayağa kalkar. Protesto Mitinglerinin birinde, Halide Edip konuştukça, insanlar kendini tutamaz ve göz yaşlarına boğulur. Türk Milleti artık 15 Mayıs 1919’dan sonra her türlü bedeli ödemek kararlılığında, vatanını kurtarmaya hazırdır. Bugünde farklı olduğu sanılmasın!

Bana göre Türkiye; Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden bu yana, Türk olmayanların işbirliği ile İtilaf devletleri ve onlara yeni eklenenlerin adım adım sessiz bir işgaline uğramıştır. Böyle giderse muhtemelen orta vadede bu işgal, fiiliyata dönüşecektir.

“Demokratik Çözülme Paketi” ilgili olarak AKP – BDP – CHP’nin işbirliği ve CHP’li Atilla Kart’ın “Ortak Vatan” teklifi ile CHP’nin Tunceli adının Dersim’e dönüştürülmesi isteği, işin hem vahametini hem de kimlerin işbirliği içinde olduğunu göstermesi bakımından çok çarpıcıdır.

Yine dönüp sözü İ. Hakkı Sunata’ya bırakalım; “Dünkü gazetelerin (1920) yazılarından sezdiğim idare kısırlığı, bütün kabine de tamı tamına mevcut. Ama böyle zamanlarda kabinenin idare kabiliyetsizliği çok esef verilebilecek bir şey ise, onun böyle zayıf idaresini isteyenlerde o derece nefrete layık. Hakikaten bu memleket iyi idarecilerden tamamen mahrum. Önümüzdeki zamanlar pek karanlık. Çalışılsa, milli istiklal elde edilse bile, adamsızlık, yine bu memleketi felaketlere sürükleyecek…”

Buradan anlıyoruz ki; bu filmi daha önce görmüşüz. Doğru mu? O halde yeniden seyretmeye gerek yok. Hollywood’un huyudur, konu bulamazsa ısıtır ısıtır aynı filmi yapar ve seyrettirir. Ama biz Türkler, bu filmi tekrar seyretmek istemiyoruz. Ülkemizdeki her şeyin Türk’e göre ve Türk için yapılmasını istiyoruz. Ne pahasına olursa olsun!

Türkiye ve ABD’de değerler eğitimi

Millî eğitimin iki temel görevi vardır. Biri gençlere yaşadıkları dünyayı tanıtmak, diğeri de toplumlarının değerlerini ve onlara saygılı olmayı öğretmek. Hâl böyle iken okullara ÇEDES = Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Saygılıyım diye eğitime ek bir program koymak son derece tuhaf. Eğitimin ÇEDES dışındaki kısmı acaba ne yapıyor? Kaldı ki ÇEDES’ten önce de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi vardı. 

Gençlere hangi değerler öğretiliyor dersiniz! Bir mezar maketi yapıp öğrencileri bunun başında ağlattıklarını basından okumuş, görmüşsünüzdür. Birkaç yıl önce bir arkadaşımın 16 yaşındaki kızı, derste başına gelenleri anlatmış. Din Kültürü öğretmeni 15-16 yaşında çocuklara ölü yıkama ve kefenlemeyi anlatmış. Uygulamalı olarak. Bir öğrenci ölü olmuş… Uygulamayı tam yapmamışlardır umarım! 

Hristiyan ve Müslüman misyoner

Anlamıyorlar. Ritüeller değer değildir. Bunlar değerlerin uygulaması veya sembolleridir. Değerlerin kendilerini vermeden, merasimlerin anlamı yoktur. Gel gör ki ritüel ezberlemekten değerleri unutmuşlar, hatırlamıyorlar. 

Bir Hıristiyan misyonerle Müslüman misyonerin, dindar olmaya karar vermiş bir insana, neler söyleyeceklerini hep düşünmüşümdür. Gerçi Müslüman misyoner yok. Farzı muhal diyelim, olsaydı ne olurdu… Hıristiyan’ın açılış cümleleri malum: “Tanrı seni seviyor. İsa, seni kurtarmak için canını feda etti…” Peki, günümüz Müslüman misyoneri ne diyecek: “Bizim dinde kadınları örteriz. Erkek kadın bir arada bulunmaz. O yasak, öbürü de yasak, yasağın yanındaki de yasak. Ayrıntı istiyorsan ölüleri nasıl yıkayıp kefenlediğimizi sana göstereyim…” Müslümanın samimiyeti, insanların ondan emin oluşu, Allah’a kul olanın kula kul olamayacağı… Bunları en son ne zaman duydunuz? 

Bu da değer eğitimi?

Derken David Thomas adlı bir yazarın “Aferin” başlıklı bir yazısına rastladım. LBir ABD lisesinde geçen  “değerlere saygı” hikâyesi. Şöyle: 

2005 Eylül’ünde, okulların ilk gününde, Little Rock’taki Robinson Lisesi tarih öğretmeni Martha Cothren, unutulmayacak bir şey yaptı. Okul müdürünün, müdür yardımcısının ve bina sorumlusunun izniyle, okulların ilk gününde sınıfındaki tüm sıraları çıkardı. Birinci ders zili çalıp öğrenciler sınıfa girdiklerinde sıraların olmadığını gördüler.

‘Ms. Cothren, sıralarımız nerede?’ diye sordular.

‘Sırada oturma hakkını nasıl kazandığınızı bana söylemeden sıranız olmayacak.’ cevabını aldılar.

Öğrenciler düşündü: ‘Belki de bu, notlarımızla ilgilidir.’
‘Hayır.’
‘Belki de davranışlarımızla ilgilidir.’
‘Hayır, davranışlarınızla da ilgili değil.’

Ve böylece birinci, ikinci, üçüncü ders saatleri gelip geçti. Sınıfta hâlâ sıra yoktu. Öğrenciler olup biteni anlamak için ebeveynlerini aramaya başladılar ve öğleden sonra televizyon haber ekipleri, sıraları sınıfından çıkaran bu çılgın öğretmenin haberini yapmak için okulda toplanmaya başladı.

Günün son ders saati geldi ve kafası karışmış öğrenciler, sırasız sınıfta yere oturdu. Martha Cothren şöyle dedi: ‘Gün boyunca kimse, bu sınıfta sırada oturma hakkını nasıl kazandığını bana söyleyemedi. Şimdi ben size anlatacağım.’

Martha Cothren sınıfının kapısını açtı. Üniformalı 27 Amerikan gazisi sınıfa girdi, her biri bir okul sırası taşıyordu. Gaziler sıraları sırayla yerleştirdikten sonra, duvar kenarına geçip ayakta durdular. Son asker son sırayı yerine koyduğunda, öğrenciler belki de hayatlarında ilk kez, o sıralarda oturma hakkının nasıl kazanıldığını anlamaya başladılar.

Martha şöyle dedi: ‘Bu sıralarda oturma hakkını siz kazanmadınız. Bu kahramanlar sizin için kazandı. Sıraları buraya sizin için onlar koydu. Onlar, eğitiminizden yararlanabilmeniz için dünyanın öbür ucuna gitmiş, eğitimlerinden vazgeçmiş, kariyerlerini ve ailelerini bırakmıştı. Şimdi oturmak size kalmış. Sizin sorumluluğunuz öğrenmek, iyi öğrenciler olmak ve iyi vatandaşlar olmak. Onlar, eğitiminiz için özgürlüğü kazanmanızın bedelini ödedi. Bunu asla unutmayın.’

Bu arada, bu gerçek bir hikâye. Öğretmen, 2006’da Arkansas eyaletinde Yabancı Savaş Gazileri Yılın Öğretmeni ödülünü aldı. Kendisi, İkinci Dünya Savaşı’nda esir düşen bir askerin kızı.”

Biz çocuklarımıza, büyük âlimlerimiz vasıtasıyla Millî Mücadele’nin hiç olmadığını, kimsenin denize dökülmediğini, şehitliklerin içinin boş olduğunu öğretiyoruz. “Keşke Yunan kazansaydı.” diyor ödüllü büyük âlimlerimiz. Yok ama ölü kefenlemeyi ve yıkamayı da öğretiyoruz. Başka ne değerimiz var ki?

Türkiye ve ABD’de değerler eğitimi – Milli Düşünce Merkezi (millidusunce.com)

Düşündüren Düşünceler

     Kâinat için Allah neyse, beden için de, ruh odur.

     Allah kâinatın neresindeyse, ruh da bedenin orasında.

     Ruh, bedenden münezzeh / uzak.

     Allah’ın kâinattan münezzeh oluşu gibi.

     Allah, ne yerdedir ne de gökte.

     Mekândan münezzeh / alâkasız.

     Fakat her yerde hâzır ve nâzır / her şeyi görür.

     Ruh da bedenin, sanki ne orasında ne de burasında.

     Fakat bedenin her yerinde, bedeni ihata etmiş / kuşatmış bir vaziyette.

     Fakat, sanki bedenden münezzeh, bedenle ilgisi olmayan bir mahiyet arzetmekte.

     Kâinattan bir parça kopsa, ayrılsa; Yaratan’da bir eksiklik olur mu?

     Bedenin bir kolu kopsa, ruh eksilmiş sayılır mı?

     Allah’ın isim ve sıfatları, kâinatta dağ, taş, bitki, toprak, hayvan ve insanlar olarak tecelli ediyor.

     Tabiat denen bir görüntü oluşturuyor. Âdeta Yunus’un ete kemiğe bürünüp görünmesi gibi.

     Tüm tecelli, görüntü ve yansımalar O’ndan, fakat onlar O değiller.

     Yani varlıklar Allah’tan, fakat Allah değiller.

     Allah’ın zâtının bilinmesine ise yol yok.

     Bedende göz görüyor. Fakat gören göz değil.

     Göz penceresinden bakan ruh.

     Tıpkı pencere değil, göz penceresinden bakanın görmesi gibi.

     Bedende kulak işitiyor. Fakat işiten kulak değil.

     Kulak penceresinden duyan ruh.

     Tıpkı, pencere değil, kulak penceresinden duyanın ruh olması gibi.

     Fakat ruhun mahiyet ve zâtına da yol yok.

     Güneş yeryüzünü aydınlatıyor. Ama kendisi arzda değil.

     Sadece yeryüzünde tecelli ediyor, kendisini gösteriyor.

     Yani kendisini yansıtıyor.

     Tüm yansımalar Güneşten. Fakat onlar Güneş değiller.

     Ruh da ete kemiğe bürünerek uzuv ve organları içeren;

     Maddî bir görünüş hâlini alarak bedende tecelli ediyor.

     Organ ve uzuvlardaki tecelliler ruhdan. Fakat her biri, bizzat ruhun kendisi değil.

x

     “Siz, Tanrı değilseniz bile Tanrının bir yansımasısınız. Fiziksel ölümünüzün hiçbir anlamı yok!

     Varlığın özünün ayrılamaz bir parçası olarak ölümden sonra yaşamayı sürdüreceksiniz.”

     (Bilinçsiz Kuantum, Vıctor J. Stenger, Türkçesi: Murat Havzalı s.19)

x

     “Zihinlerimiz, içimizdeki en küçük parçacıklardan, dışarıda gökadanın en uzak köşelerine,

     Geride sonsuz bir geçmişe ve ileride ebedî bir geleceğe uzanan, daha büyük bir kozmik zihinle…

     bir uyum içindedir.” (a.g.e. s. 20)  

    x

      “Günümüz yüksek hızlı bilgisayarları kuantum mekaniğinin bir ürünüdür.

      Kuantum mekaniği fizik, kimya, biyoloji ve yaşamın kendisinin temelini oluşturur.

      Var olan her şeyin yoktan nasıl var olabileceğini göstererek,

      Evrenin kökenine ilişkin anahtar niteliği taşıyacak bir anlayış bile sağlayabilir.” (a.g.e. s. 21)

x

      “Yakın zamanlarda birçok yazar bilimsel düşüncedeki bu devrimin aslında gerçekleştiğini,

      Yirminci yüzyıl fiziğiyle birlikte evrenin tözü (cevheri)nin madde değil bilinç olduğunun

      Keşfedildiğini ilân etmiştir. Bu düşünce şekli, insanların yüreğini ısıtmıştır.” (a.g.e. s. 19)

Türkçe bizim ses bayrağımızdır. Ay yıldızlı bayrağımıza gösterdiğimiz saygıyı, dilimize de göstermeliyiz.

Oğuz Çetinoğlu İle Türkçe Hakkında Konuştuk.

HÜLYA GÜNAY: Mülâkatımıza dil kavramının târifi ile başlayabilir miyiz?

OĞUZ ÇETİNOĞLU: Dil, insan kalabalıklarını millet hâline getiren en önemli unsurdur. Bu dil, bizim için Türkçedir. Türkçe bizim ses bayrağımızdır. Ay yıldızlı bayrağımıza gösterdiğimiz saygıyı, dilimize de göstermeliyiz. Türk dil bilgisine aykırı kaidelerle konuşulan Türkçe, yırtık bayrak gibidir. Kabul edilemez.

Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en mükemmel vasıtadır. Uzun yıllar içerisinde sağlam kaidelere bağlanmıştır. Meselâ Türkçede ön ek yoktur. Sondan eklemeli bir dildir. Hangi ekin; isim, fiil ve sıfat olarak hangi gruptan kelimelerle birleştirilebileceği belirlenmiştir. ‘Pespembe’ denilir de, ‘pesyeşil’ denilemez. Dil, ancak kendi kaideleri içerisinde gelişen canlı bir varlıktır. Zorlama ile ‘ben yaptım oldu’ demekle olmaz. Çok eskiden bizim, ‘babacan’ diye bir kelimemiz vardı. Ona bakarak ‘sevecen’ diye bir kelime yapıldı. İnsanlarımız sevdi ve dilimize yerleşti.

Türkçemizin temeli, târihimizin bilinmeyen bir döneminde atıldı, zaman içerisinde kaideler icat edildi ve ihtiyaç hissedildikçe bu kaideler çerçevesinde yeni kelimeler türetilerek dilimiz zenginleşti.

Milletle birlikte doğmuş ve uzun yıllar içerisinde milletle bütünleşmiş dil, din, mûsıkî ve ahlâk gibi değerler üzerinde ânî ve zorlama değişiklikler, bir başka ifâde ile devrim olmaz, olamaz, yapılamaz. Yapılmamalıdır. . Yapılırsa, milletin bütünlüğü ve dayanışması sarsılır ve ‘millet’ dağılır, insan kalabalıkları hâline dönüşür. 

HÜLYA GÜNAY: Türkçenin kökeni ve gelişimi, dünya dilleri arasında Türkçenin yeri hakkında bilgi verir misiniz?

OĞUZ ÇETİNOĞLU: Türkçe, Ural-Altay dil âilesinin Altay koluna mensuptur. Mançuca (Mançu dili) ve Moğolca ile aynı koldandır. Mançuca gönümüzde ölü bir dil hâline gelmiştir. Konuşan insanların bir kısmı, Çinlileşmiş, bir kısmı Ruslaşmıştır. Moğolca ise Orta Asya’da konuşulan 13 dilin oluşturduğu karma bir dil gurubudur. Moğolistan ve Kuzey Çin’de konuşulur.

Türkler, Asya bozkırlarının her tarafına gruplar hâlinde dağılmış olmalarına ve birbirleriyle irtibatlarının en az seviyede olmasına rağmen, Türkçe, az farklarla varlığını koruyabilmiştir. Günümüzde 220.000.000 kişi tarafından konuşulmaktadır. En çok konuşulan diller arasında, 5. Sırada yer almaktadır. Bizim önümüzde 1.300.000.000 ile Çince, 427.000.000 ile İngilizce, 266.000.000 ile İspanyolca, 260.000.000 ile Hintçe vardır. Sıralama şöyle devam etmektedir: 6-Arapça 181.000.000, 7-Portekizce: 165.000.000, 8-Bengalce: 162.000.000, 9-Rusça: 158.000.000, 10-Japonca: 124.000.000 kişi tarafından konuşulmaktadır.

Dünya coğrafyasında 300.000.000 Türk yaşadığı bilinmektedir. Özellikle Çarlık Rusya ve Sovyetler Birliği döneminde soydaşlarımız korkunç bir baskı ve Türklükten uzaklaştırma faaliyetlerine tâbi tutulduğundan ana dillerini kısmen unutmuştur. Türkçe, soydaşlarımızın yaşadıkları veya yaşamaya mecbur edildikleri bölgelerde ikinci dil konumuna düşürülmüştür. Asya kıtasında Çince ve Japonya’dan sonra 3. sırada Türkçe yer almaktadır. Alman asıllı Rus Türkoloğu Wilhelm Radloff; ‘Dünya dilleri arasında, vatan edinilmiş topraklarda Türkçe kadar yayılmış başka bir dil yoktur’ diyor.

Böylesine geniş bir coğrafyaya yayılmış ve türlü çeşitli baskılara mâruz kalmış olmasına rağmen, Yakutlar ve Çuvaşlar gibi 145.000.000’luk Slav coğrafyası içerisinde çok küçük birer topluluk olan iki Türk zümresinin dilleri arasında olan Yakutça ve Çuvaşça dışında, Türk kavim ve topluluklarının konuştukları Türkçe arasında mühim bir fark yoktur. Aksine çok büyük yakınlık ve ayniyet vardır. Bu sebeple büyük Türk dili âlimi Ord. Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat; Çuvaşça ve Yakutçayı Türkçenin lehçeleri, diğer Türk dillerini ise şîveleri saymıştır. Bu hakikatlere dayanarak Türkçe’nin en çok konuşulan diller sıralamasında 3. sıraya yerleştirmek mümkündür. Türk dünyasının insanları birbirlerine yaklaştıkça, ana dillerini konuşur duruma geleceklerdir.  

HÜLYA GÜNAY: Millet ile dil kavramları arasındaki bağlantıyı açıklar mısınız?

OĞUZ ÇETİNOĞLU: Dil ve millet ayrılmaz bir bütündür. Bulgar Türkleri olarak anılan topluluk 350’li yıllarda Batıya, Avrupa’ya doğru hareket etti. Bir kısmı İdil boylarında kaldı. Bunlar, burada 925 yılında topluca Müslüman oldu. Daha sonra Kazan Hanlığı’nın nüfusunu oluşturdu.  Bir kısmı Atilla’nın ölümünden sonra günümüzdeki Bulgaristan topraklarında kaldı. Slavlar arasında azınlık olduklarından önce dillerini değiştirdiler. Zamanla Bulgar kültürünü benimsediler, Türklüklerini kaybettiler ve onlarla birlikte Hıristiyan oldular.

İkinci olarak topluca Müslüman olan Türkler, Satuk Buğra Han yönetimindeki Karahanlı Türkleridir.     

Gagavuz (Gök Oğuz) Türkleri Hıristiyan olmalarına rağmen dillerini değiştirmediler. Günümüzde de Türkçe konuşuyorlar. Türklükleriyle iftihar ediyorlar.

HÜLYA GÜNAY: Dilin korunması hakkında ki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

OĞUZ ÇETİNOĞLU: Öncelikle kelimeler düzgün telaffuz edilmeli. Kelimelerin başındaki, ortasındaki veya sonundaki heceler yutulmamalı. Gerekli vurgular ihmal edilmemeli. ‘Ordu’ kelimesi, hem bir şehrimizin adıdır, hem de askerî birlik mânâsında kullanılır. Şehir adı olarak kullanılırken birinci hece vurgulu söylenir. Askerî birlik mânâsı ile kullanılırken vurgu, ikinci heceye kaydırılır. Bu konuda en büyük sorumluluk, anne ve baba ile diğer âile büyüklerinin, ilk, orta ve lise öğretmenlerinin üzerindedir. 1940’lı yılların sonu ile 1950’li yılların başlarında ilkokul öğretmenleri Cumartesi günleri Ankara Radyosu’ndaki çocuk saatini dinlememizi söylerdi. Günümüzde ne yazık ki bu imkân yeterince kullanılamıyor. Radyo ve televizyonlarda sık sık dinleme talihsizliğine mâruz kaldığımız kişiler, Türkçeyi yanlış kullanıyorlar. ‘Ekonomi’ kelimesini ‘ekönomi’ şeklinde söyleyenler var. Telaffuz hocalığı yapabilecek hassasiyeti olan spikerleri maalesef ekranlarda göremiyoruz. Az zamanda çok kelime söylemeyi mârifet zanneden, konuşmacıların ağzından laf kapma yarışına girenler, gençlere kötü örnek oluyor. Pek çok kelime yanlış telaffuz ediliyor veya yanlış mânâda kullanılıyor. Meselâ ‘kimi’ kelimesi ancak insanlar için kullanılması gerekirken, ‘kimi evlerde…’, ‘kimi sokak hayvanlarında…’ şeklinde kullanılıyor. Türkçe karşılığı varken, bilgiçlik taslamak maksadıyla yabancı kelime kullanma alışkanlığı yaygındır. ‘Destinasyon, lansman, efor, performans’ ve benzeri kelimeler lüzumsuz yere kullanılarak dilimize yerleştirilmeye çalışılıyor. ‘Alkış aldı, tehdit aldı, ‘bekleme yapma, ‘çıkış yaptı’ gibi dangul dungul ifâdeler, dilimizi koruyanlara karşı açılmış meydan savaşı gibi devam ettiriliyor.

HÜLYA GÜNAY: Dili korumak sadece dil uzmanlarına bırakılabilecek bir konu mudur?

OĞUZ ÇETİNOĞLU: Dili korumak, yalnız dil uzmanlarının değil her Türk’ün aslî vazifesidir. ‘Farz-ı ayn’dır. ‘Farz-ı kifâye’ değildir. En mükemmel dil uzmanlarımızdan biri olan Nihat Sâmi Banarlı (1907-1974) diyor ki: ‘Şu fâni dünyâ saâdetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet olamaz.’

HÜLYA GÜNAY: Size göre Türkçemizin ilk akla gelen sızısı nedir?

OĞUZ ÇETİNOĞLU: Türkçemizin sızıları; kalbindeki hançer, kafasındaki kurşun yaraları, öldürücü ıstıraplar… o kadar çoktur ki… Bir sıralamaya tâbi tutulursa, sonrakilerin pek de önemli olmadığı gibi yorumlanabilir. Hapsi önemlidir. Hepsinin ciddiyetle ele alınması, çâre bulunması tedâvi edilmesi gerekir.

Bunların neler olduğu merak ediliyorsa belli başlıları şöylece ifâde edilebilir: Türkçe karşılığı varken ve hiç ihtiyaç yokken yabancı dillerden alınan kelimeler. Yine ihtiyaç yokken, üstelik Türk dilbilgisi kaidelerine aykırı olarak türetilen kelimeler. Meselâ; ahlâk yerine aktöre veya etik, aidat yerine ödenti, akit / sözleşme yerine bağıt, asil yerine soycul, delil yerine kanıt, eser yerine yapıt, gaye ve hedef yerine amaç, gelişme yerine açınım, hâfıza yerine bellek, hâtıra yerine anı, hayat yerine yaşam, hile yerine aldatı, hür yerine özgür, hürriyet yerine özgürlük, sel-sal takılı bütün kelimeler, şart yerine koşul, tâyin yerine atama, zekâ yerine anlak ve daha yüzlercesi… binlercesi… Bir başka problem internet Türkçesidir. Yabancı dilden bâzı internet terimleri günlük konuşma diline yerleşmiştir. ‘Saçını skeyn etmemişsin’ veya ‘seni hayatımdan delete ettim’  deniliyor

Değerli okuyucularımızın, dildeki bozulmaların zamanla giderileceğini düşünen iyimser dostlarımızın dikkatini bir hususa çekmek isterim: Dünya milletleri içerisinde en büyük devrimi gerçekleştiren Çin’de ve Rusya’da gerçekleştiren Mao Zedung (1893-1976) ve Vladimir İlyiç Lenin (1870-1924) darbe ile işbaşına geldikten sonra ülkelerinde A’dan Z’ye kadar herşeyi değiştirdiler de dile dokunmadılar. Türkiye’de ise 1930, 1934 ve 1936 yıllarında üç ayrı dil devrimi yaşandı. Neden acaba?

1926 yılına kadar Rusya yönetimindeki Türkler, Anadolu’da yaşayan soydaşları gibi Arap alfabesini kullanıyordu. 1926 yılında Bakü Türkoloji Kongresi’nde alınan bir kararla, Türkiye’ye Lâtin alfabesine geçmesi teklif edildi. Bütün masrafları Moskova hükümeti üstlenecekti. Hedef, Rusya Türkleri ile Anadolu Türklerinin irtibatını kesmekti. Teklif reddedilince Rusya, yönetimi altındaki Türklere Lâtin Alfabesi kullanılmasını emretti. 1928 yılında Türkiye Cumhuriyeti Lâtin Alfâbesini kabul edince, bu defa Rusya, yönetimi altındaki Türklere, Kiril alfabesi kullanılmasını emretti. Üstelik Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Kırım, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan Türklerinin her birine Kiril Alfabesinin ayrı bir şeklini dayattı. Türkiye de dâhil edilince Türkler aynı millet olmalarına rağmen 9 ayrı alfabe kullanmak mecburiyetinde bırakıldı. Alfabe ve dil konusunda Türkler kadar mağdur edilen başka bir millet yoktur. Bir delinin kuyuya atığı taş, 33 yıldır çıkartılamıyor. Orta Asya Türk cumhuriyetleri tek tip Lâtin harfli alfabeye geçemiyor.

Yeri gelmişken alfabe konusundaki bir hususu, okuyucularımızın dikkatine sunmak isterim. Kullanmakta olduğumuz alfabe, Lâtin alfabesi değildir. Türk alfabesidir. Çünkü alfabemizdeki ç, ğ, i, ö, ü, ş harfleri Lâtin alfabesinde yoktur. Lâtin alfabesindeki Q-q, ve X-x harfleri ile W-w harfleri Türk alfabesinde yoktur.

 Not: Dilimizi Arapçanın ve Farsçanın tesirinden kurtarmak isteyenler, dil ve alfabe konularında oynanan gizli oyunları bilselerdi farklı düşünürlerdi. Bu konuda, röportaj metninin sonuna eklenen Atilla İlhan’ın yazısını okumalarını tavsiye ederim. 

HÜLYA GÜNAY: Türkçeyi doğru kullanmak, korumak günümüzde ne kadar mümkün, neler yapılabilir?

OĞUZ ÇETİNOĞLU: Günümüzde Türkçeyi doğru şekilde kullanmanın ne kadar mümkün olduğu hususuna takılırsak, netice almak bir tarafa, mesâfe almamız bile tehlikeye düşer. Kâbe yolundaki topal karınca misâli bütün gücümüzde çalışmak, mesâfe almak mecburiyetindeyiz. Esâsen bizim vazifemiz, samîmiyetle çalışmaktır. Bizler neticeden sorumlu değiliz. Neticenin tâyini Cenâb-ı Allah’ın yetkisindedir. Netice almanın neden zor olduğu ise ayrı bir meseledir. Küçük bir kitap hacminde yazmak gerekir.

HÜLYA GÜNAY: TDK kuralları ile Türkçe’nin çelişkileri var mı?

OĞUZ ÇETİNOĞLU: Türk Dil Kurumu’nun kuralları Türk Dil Bilgisi kaideleri arasındaki çelişkiler konusunda söz söylemek beni aşar. Dil üzerine eğitim almadım. Özel merak ve hassasiyetim gereği, bir şeyler öğrenmeye çalıştım, çalışmalarıma devam ediyorum. Öğrendiklerim bana yetmiyor. Ancak herkesin görebileceği aksaklıkları görüyor ve kamuoyunu bilgilendirmeye çalışıyorum.

Türk Dil Kurumu’nun vazife ve sorumluluklarının gereğini yapmakta noksanları var mı?’ diye sorarsanız, ‘Elbette var’ derim. Türk Dil Kurumu’nun birinci vazifesi, Türkçeyi batı kökenli yabancı dillerin istilâsından korumaktır.

Evet batı kökenli yabancı kelimeler… Dilimizdeki doğu kökenli yâni Farsça ve Arapça kelimeleri, vaktiyle gelin olarak evimize aldı isek de onların hepsi artık kızımız olmuştur. 

Türk Dil Kurumu’nun bir vazifesi de kültür ve medeniyet ile ilmî sâhalardaki gelişmelerle meydana gelen ihtiyaçları karşılamak maksadıyla Türk dil bilgisi kaidelerine uygun olan ve milletimizin benimseyip kullanacağı kelimeler türetmektir. Bilgisiz ve yetkisiz kişiler tarafından, Türk dil bilgisi kaidelerine aykırı olarak uydurulan kelimelerin kullanılmaması için ilgili makamları îkaz etmektir. Bu tür kelimelerin ders kitaplarında resmî yazışmalarda kullanılmasına mâni olmaktır Türk Dil Kurumu bu vazifelerin hiçbirini yapamıyor.  

HÜLYA GÜNAY: Efendim dil bilinci kazanımı noktasında, nasıl bir aile ortamında, nasıl bir çevrede yetiştiniz?

OĞUZ ÇETİNOĞLU: Dil şuurunu kazanmamda âilemin tesiri olmadı. Annemin ve babamın okuma yazması yoktu. İlkokula başlarken tek kelime Türkçe bilmiyordum. Lazca konuşuyordum.  Sınıf arkadaşlarımın alay etmelerinden aşağılamalarından kurtulmak için çok çalıştım. Öğretmenlerim, üçüncü sınıfta iken, okulun en güzel Türkçe konuşan kişisi olduğumu söylüyordu. Müsâmerelerde, törenlerde, şiir okuma günlerinde vazifelendiriliyordum. Dördüncü sınıfta iken ev ödevi olarak mektup yazmam gerekti. Yazdığım mektup öğretmenim tarafından beğenilmiş, öğretmenler odasında okunmuş, dördüncü sınıfın diğer şubesinde ve beşinci sınıfta da örnek olarak okunmuş. Mektup okulun duvar gazetesinde yayınlandığı gibi her hafta bir yazı yazmam istendi. Beşinci sınıfta duvar gazetesinin yönetimi bana verildi. Gelen yazıları inceliyor, yanlışlarını düzeltiyor, öyle yayınlıyordum. Tahsil hayatımın sonraki yıllarında da bu tür çalışmaların içerisinde oldum.

HÜLYA GÜNAY: Dil eğitimi konusunda ebeveynlere tavsiyeleriniz nelerdir?

OĞUZ ÇETİNOĞLU: Aile büyüklerinden herkes yeni doğan âile fertlerine, doğduğu günden itibâren ninni olarak masal, hikâye ve şiir okumalı. Türkçeyi güzel konuşanların hazırladığı CD’leri, bantları dinletmelerinde faydalar vardır. 

HÜLYA GÜNAY: Sorularla sınırlı kaldığınız için söyleyemedikleriniz varsa, söz sizin efendim…

OĞUZ ÇETİNOĞLU: Söylenecek çok şey var. Diğer röportajlara da mevzu kalsın. İsteğinizi yerine getirmek maksadıyla Nihat Sâni Banarlı’nın sözünü tekrar etmek isterim:

‘Şu fâni dünyâ saâdetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet olamaz.’

………………………….

*Farz-ı ayn: Herkesin bizzat yerine getirmesi gereken vazifeler. Meselâ İslâmiyet’te vakit namazları Farz-ı ayn’dır.  Farz-ı kifâye: Bir kişinin yapması ile orada bulunan diğer kişilerin îfa etmek sorumluluğundan kurtulduğu vazifeler. Meselâ cenâze namazı…                                                                                                                              

OĞUZ ÇETİNOĞLU 28 Kasım 1938 târihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticâret Lisesi ve Ankara İktisâdî ve Ticârî İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te: muhasebeci, mâlî müşâvir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da demir ticâreti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas âzâsı olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisinde, Son Havadis, Tercüman, Dünyâ ve Kırım’da yayınlanan Kırım Sadâsı gazetelerinde, Türk Ocakları Genel Merkezi’nin yayımladığı Türk Yurdu Dergisi’nde yazdı. İslâm, Kadın ve Âile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Târih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER/Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM/Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği üyesidir. İstanbul’da ikamet etmektedir. Evlidir, bir oğlu, Emir adında bir torunu vardır. Yayınlanmış kitapları: 1-Kültür Zenginliklerimiz (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Târih Ansiklopedisi (2008 ve 2012), 3-Târih Sözlüğü (2009), 4-Okyanusa Açılan Kapılar/Tefekkür Mayası Röportajlar (2009), 5-Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu (2012 ve 2013), 6-Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri (2012), 7-Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu? (2013), 8-Türkmennâme/Irak Türkleri Hakkında Bilmek İplediğiniz Her Şey (2013), 9-Türklerin Muhteşem Târihi (Nisan 2014 ve Nisan 2015), 10-115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj (2015), 11-Cihad-Gazi-Şehid (2015), 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte), 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi/İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15- Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmed Yüknekî ve Atebetü’l-Hakãyık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtüridî (2019), 19- Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugâti’t-Türk (2019), 20-Duâ/Huzura Açılan Kapılar (2019), 21-Ses Bayrağımız Türkçe (2020), 22-Mutasavvf ve Halk Filozofu Nasreddin Hoca (2020), 23-Hacı Bayram-ı Velî (2021), 24-Hz. Ali ve Alevîlik (2021), 25-Ahî Evran, Ahîlik, Fütüvvet ve Fütüvvetnâmeler (2021), 26-Dilimizdeki Dikenler (Yavuz Bülent Bâkiler ile birlikte) (2021). 27- Hoca Ahmed Yesevî ve Yesevîlik (2021), 28-Ahmet Kabaklı/Hayatı, Fikirleri, Eserleri (2022). 29-Türk Dünyâsı Destanları (2022), 30-Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi ve Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri İrşâdü’l- Akli’s-Selîm (2022), 31-Kaygusuz Abdal (2023), 32-Âşık Veysel (2023), 33-Seçkinlerden bir Seçkim: Hulûsi Çetinoğlu (2023)

DERKENAR

ATTİLÂ İLHAN VE TÜRKÇE

Atilla İlhan Paris’te Türkolog Prof. Carlieri ziyâretindeki bir hâtırasını şöyle dile getiriyor:

Üniversite öğrencisi Fransızlarla ‘takıştık’. Kral 1. François’nın, uğradığı Cermen yenilgisinden sonra, Kanûni Sultan Süleyman Han’dan yardım istediğine inanmıyorlar. Marsilya’ya iki kalyon gönderdiğine filan! Hele Padişahın, krala yazdığı mektubu, aklımda kaldığı kadarıyla, nakledince, küplere bindiler o zaman…

Bir Türkolog bulun da, yüzleşelim!’ dedim.

İşte Prof. Carlier, buldukları Türkolog… Sâkin, kendi hâlinde bir zat! Beni kibarca karşıladı, düzgün Türkçesiyle ‘safa geldiniz’ dedi. Olayı, Türkçe olarak benden dinledi, gülümsedi. öğrencilere dönüp:

Demek inanmıyorsunuz? Bu târihî bir gerçektir.  dedi.

 Hayır inanmıyorlardı, o kadar ki, adamcağız kütüphaneden, ciltli kocaman bir kitap çıkarıp göstermek mecbûriyetinde kaldı. Orada üstelik padişahın mektubunun, sûreti de var. Hani adama,’Ben ki…’ diye başlayıp, bilinmez kaç unvanını sıraladıktan sonra;

Sen ki Françeska eyâletinin beyi François’ın! dediği!

………

Ben, tam çıkacağım, kolumdan tutuyor. Eğilip, sır söyler gibi, alçak bir sesle:

‘Delikanlı, Türkçeye ne yaptınız?’ diye soruyor. Dilimin döndüğünce ona, ‘Dil Devrimi’ni izâha çalışıyorum, Türkçenin Arapça ve Acemce’nin istilâsına uğradığını, vs.. vs.. vs…

Meğerse neymiş?..

Beni mütebessim dinlemişti. Susunca, aynı fısıltıya yakın sesle, o söze başladı. Bilmediğim, o zamana kadar işitmediğim şeyler söylüyor:

-‘Ümmet toplumlarında dil – dolayısıyla kültür- dine göre değişirmiş. Onca böyle büyük üç adet ümmet toplumu ve sentezi var; birisi, Batı/Hıristiyan toplumu, ikincisi Doğu/Müslüman toplumu; üçüncüsü, daha doğudaki, semâvî olmayan dinler topluluğu! Ümmet toplumunda, başat dil, dinin kendini ifâde ettiği dil: Batı’da bu, Yunanca/ Latince olarak görünüyor; Osmanlı’da, Arapça / Farsça olması, son derece normal; zira Müslümanlığın ümmet dili, bu iki dil…’

Batı ülkeleri, Fransa, İtalya ve İspanya, nasıl millet diline geçerken, Yunanca / Latince kökenli birçok kelime, hatta kuralı aldılar kullandılarsa; Türkler de, Selçuklu / Osmanlı ümmet sentezinden, millet sentezine geçerken, dillerinde elbette Farsça / Arapça kelimeler bulunacaktır ve bunda yadırganacak şey yok; ve ya asıl yadırganması gereken, ‘özleştirme’ adı altında dilin budanıp kuşa çevrilmesi: Zira böyle yetiştirilen genç kuşakların, ecdadın dilini anlaması imkânsızdır. Bu da, kendi kurdukları (Selçuklu / Osmanlı) medeniyet sentezinden kopmalarına, boşlukta kalmalarına yol açar!..’

Hayret -biraz da dehşetle- dinliyordum; elimde olmaksızın, belki de onu ‘madara etmek’ maksadıyla, sözünü keserek sordum:

Peki, şimdi siz Fransızca’daki Yunan/Latin kökenli kelimeleri atsanız, ne olur?’ Cevabı unutulur gibi değildir:

Atamayız, çünkü geriye kalsa kalsa, yüz, bilemedin iki yüz kelime kalır. O da konuşmaya yetmez.’

Dönem, Cumhurbaşkanlığı sanat danışmanı Nurullah Bey ‘in (Ataç) ‘alenen ve resmen’;

Yunanca ve Latinceye geçmeliyiz, onlar gibi olmalıyız, onlara benzemeliyiz! dediği dönem.  Bunu söylediğim zaman, Prof. Carlier’den aldığım cevabı, tahmin edebilirsiniz:

 -‘Biz bunu sömürgelerde uyguladık. Kimliklerini, kişiliklerini kaybettiler!’

Kaynak: www.turkalemiyiz.com  (Erişim târihi: 31.08.2023 / 11.25)

Uygarlığın Çöküşü ve İsrail

  İsrail yıllardır ve günümüzde acımasızca sürdürdüğü hiç bir savaşı kazanamamıştır. Öncelikle İnsanlık adına kendi tarihine bir utanç vesikası daha eklemiştir. Binlerce bebek binlerce kadın, yaşlı, genç sivilin kanı bu vesika’nın mürekkebi olmuştur. Asla ve asla kazanamayacak ve kaybedecektir. Tarih boyunca hiçbir soykırımcı ülke kendi çocukları dâhil hiçbir ülkenin yüzüne bakamamıştır. İsrail çok değil bundan kısa bir süre sonra yeryüzünde bütün insanlık ailesi tarafından daima bu suçları yüzüne haykırılan terörist bir ülke ilan edilecektir. Katletmiş olduğu Filistinlilerin acıları Filistin halkı tarafından asla unutulmayacak çekilen acılar nesiller boyu “Özgür Filistin Devleti” kurulana kadar Filistin direnişini canlı tutacaktır. 

İsrail, “Batı Uygarlığının” çöküşünün son halkasını tamamlamıştır.  Ahlakî değerlerin olmadığı hiçbir uygarlık  ayakta kalmamış ve haklı nedenlere dayanmayan hiçbir savaş başarıyla sonuçlanmamıştır.

            Sakarya Savaşı sırasında “Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz” diyerek vatan toprağının önemini vurgulayan Atatürk şu önemli gerçeğinde altını çizmiştir: “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir”.

Atatürk’ün anlatmak istediği ancak vatan müdafaası için savaşın meşruiyetidir. İsrail’in yayılmacı politikası ve binlerce yıl öncesinin insanlıktan hesabını sorması; bir cinnet halinin kendi halkına ve diğer devletlere kabul ettirme çılgınlığıdır. Elindeki teknolojik imkânlar ABD ve Avrupa’nın desteği ile kurulduğu günden beri onu Orta Doğu’nun şımarık çocuğu haline getirmiş bu şımarıklık masum insanların kanıyla beslenmeye başlamış ve devam etmiştir.

            İsrail’in tüm vahşiliğine ve şımarıklığına 7-8 yaşlarında Filistinli bir kız çocuğu şu cevabı vermektedir. Bu cevap yeryüzünün tüm silahlarından daha güçlüdür ve İsrail yenilmiş ve ebediyen savaşı kaybetmiştir:

            “Ruhumun son damlasına kadar topraklarımızda kalacağım/ Son nefesime kadar/ Son nefesimi verip boğulup ölünceye kadar/ Sonra kendi toprağıma gömüleceğim/ Topraklarımızın bitkilerinin altına gömülmek/ Kendi topraklarıma dikilmek istiyorum”.

            Gazeteci soruyor “yani vatanı terk etmeyeceksin?”

            “Asla”

Gazeteci: “Üşüdüğünüz ve belki de aç olduğunuza ayrıca ilaç olmadığı ve durum gerçekten zor olduğu halde ayrılmak istemiyor musunuz?”

 “Evet ayrılmayacağız. Biz burada kalacağız”

Gazeteci: “Filistin’i bu kadar seviyor musun?”

 “Evet bu kadar” Filistinli çocuklar burayı terk etmeyecek”

 Marş’ta dediği gibi “benim kanım Filistin kanıdır” ve “ben” benim kanım Filistin kanı

Yeryüzünde Bu Cümleleri Yenebilecek Bir Tek Nükleer Silah Yoktur. Bir Kelam Masumların, Çocukların Ve Annelerin Ağzından Haykırılıyorsa Onun Semi (İşiten, Duyan), Basar (Gören) Ve Kelam (Söyleyen)’ı Allah’tır.

“Filistinli bir anne savaş uçaklarının sesleri arasında çocuklarla şarkı söylüyor”  “sağlık personeli yaralı kurtarılan bebeği güldürmeye çalışırken gözyaşlarını tutamıyor”. Bunlar beşeri davranış ve sıfatların Yaradan’la buluştuğu “Sidre-i Müntehâ”dır. Son noktadır. Son çizgidir.

            İsrail’in Filistin’de, Lübnan’da insanları yok edici savaşın en ağır bedelini çocuklar ve anneler ödüyor. Bununla birlikte babasının omzunda üç yaşında bir çocuk “FİLİSTİN’E ÖZGÜRLÜK” diyorsa İsrail her zaman kaybetmeye mahkûm demektir.


Atatürk Döneminde Türkiye – ABD İlişkileri (1923-1938) – (5)

İDRİS TÜRKTEN
İDRİS TÜRKTEN

Şükrü Saraçoğlu Heyeti’nin ABD Ziyareti

                ABD Büyükelçisi Joseph Grew ve 1930 yılı Kasım’ında Türkiye’ye gelen ABD Ticaret Bakan yardımcısı Julius Klein, Atatürk ve İnönü ile yaptıkları görüşmelerde Türkiye’nin Osmanlı borçlarının ödenmemesi durumunda Amerikalı bankerlerin Türkiye’ye kredi vermesini zorlaştıracağını belirtti. ABD bankerlerinden kredi alınabilmesi için Türkiye’nin ABD’ye uzmanlardan oluşan bir ticaret heyeti göndermesi gerekiyordu.

                Eski Maliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu ve onun tercümanlığını yapan Osman Bey’den oluşan iki kişilik bir Ticaret Heyeti 23 Ekim 1931 yılında ABD de New York’a gitti.

                Heyetin amacı: “Amerikan iş çevreleriyle temaslarda bulunmak, sosyal hizmetler ve bankacılıkta kullanılmak üzere 50 ila 100 milyon dolar arasında kredi temin etmek, Türkiye’de pamuk endüstrisin geliştirmek için pamuk uzmanlarının Türkiye’ye gelmesini sağlamak, son olarak ta ABD’nin finans ve ekonomi sistemi üzerinde incelemeler yapmaktı.”

                Türk Ticaret heyeti, ABD Başkanı, iş ve finans çevreleriyle görüşmeler yaptı. Bu görüşmeler kapsamında yukarıda sıralanan amaçların biri dışında hepsini gerçekleştirdi. Gerek Amerikan resmi çevreleri, gerekse özel Amerikan şirketleri ve sermaye piyasası Türkiye’ye kredi vermeyi kabul etmediler.

                Saraçoğlu Heyeti’nin ABD’ye yaptığı bu ziyaret Sovyetler birliği tarafından endişe ile karşılandı. Sovyetler Birliği Dışişleri bakanı Litvinof 1931 yılı sonlarına doğru bu endişeyle Türkiye’ye geldi. Bu ziyaret sırasında 1925 yılında imzalanan Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması 5 yıl uzatıldığı gibi, iki devlet arasında iktisadi yakınlığı geliştirme çareleri de arandı. Aradan çok geçmeden 1932 Nisanında Sovyetler Birliği Türkiye’ye 8. 000 000 Milyon Dolarlık kredi açtı. Bu kredinin bir kısmı ile Kayseri Mensucat Fabrikası kuruldu.

                ABD’nin Avrupa devletleri gibi doğrudan doğruya emperyalist politikalar izlememiş olması, Atatürk döneminde Türkiye – ABD ilişkileri, Avrupa devletlerine nazaran daha dostçaydı. Buna nazaran Türk – ABD ilişkileri, Türkiye – Avrupa ilişkilerine göre daha problemli ve karmaşalı oldu. Çünkü Amerikalılar Türkiye ile bugüne kadar hiç karşı karşıya gelmemiş ve Türkleri lâyıkıyla tanıyamamış ve yeteri kadar analiz edememişlerdi.

Amerikan Okulları Meselesi

                Atatürk döneminde yaşanan Türk – Amerikan ilişkilerinde en problemli alan, Türkiye’deki Amerikan okullarıydı. Türkiye’deki Amerikan okullarının kökleri 19’uncu yüzyıla kadar uzanır. 1830 Türk – Amerikan Ticaret Anlaşmasının bir ve dördüncü maddelerine göre “en ziyade müsaadeye mazhar millet” statüsüyle kapitülasyonlardan yararlanma hakkını elde eden ABD’ye ait misyonerler, eğitim, Hıristiyanlığı yayma, hayırseverlik, sosyal tıbbi ve kültürel faaliyetlerle, Osmanlı Devletini bir baştan bir başa işgal ettiler. 1914 yılı itibarı ile Türk topraklarındaki Amerikan okullarının sayısı, 426 olup, 17 adet misyonerlik merkezi ve 9 adet te hastane bulunmaktaydı.

                Birinci Dünya savaşını takip eden mütareke yıllarında Anadolu’daki Amerikan okulları en rahat, en şaşalı dönemlerini yaşadılar. Atatürk Nutuk’ta, Amerikalıların sadece Sivas’ta 23 tane okulları olduğunu yazıyordu. Bu yıllar, Amerikan mandası tartışmalarının yapıldığı, birçoğu Amerikan okullarında okuyan veya öğretmenlik yapanlar tarafından Türk Milletini Amerikalıların yönetimine teslim etmeyi hedefleyen Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurulduğu döneme rastlamaktadır.

Bursa Amerikan Koleji Olayı

                On dokuzuncu Yüzyılın ikinci yarısında misyonerler tarafından kurulan Bursa Amerikan Koleji, uzun yıllar gayrimüslim azınlıkları eğitmiş ancak, Cumhuriyetten sonra daha çok Türk öğrencilerine hizmet verir hale gelmiştir. Ne var ki, 1928 de meydana gelen din değiştirme olayı, okulu bir anda çok büyük tartışmanın odağına sürükledi.

                1926 Yılında Milli Eğitim Bakanlığının İncil öğretimine son veren genelgesine rağmen bu öğretim Bursa Amerikan Kolejinde gizlice sürdürülmüş, yapılan uyarılar bir sonuç vermemiştir. Bazı öğrencilerin Hıristiyanlaştırılması sonucu, okuldaki bazı öğrenciler tarafından “Uyanık Yavrular Kulübü” adında gizli bir kulüp kuruldu. Bu kulüp, öğrenciler arasında Hıristiyanlığı yayan öğretmenleri ve din değiştiren Türk öğrencileri tespit etmek için kurulmuştu ve çalışmaları yurt içinde olduğundan fazla ses getirdi. Öğretmenlerden bazıları mahkeme sonucunda hapse mahkûm oldu.

                Bursa Amerikan Kolejindeki hadise, Türk ve ABD yetkililerini zaman zaman sert tartışmaların içine çekti, karşılıklı muhtıralar verildi ancak söz konusu okul, bir daha açılmamak üzere tamamen kapatıldı.

Not: Yararlanılan Kaynak: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınlarından “Atatürk Dönemi Türkiye – ABD İlişkileri” (1923 – 1938) Semih Bulut

Son

Algoritma, Yapay Zekâ ve Demokrasi

Bir “algoritma”dır gidiyor. 

Google algoritmasını değiştirmiş, işletmeler sıkıntıya düşmüş. X’ten Facebook’a, bütün sosyal medya uygulamalarının algoritmaları var. Bu algoritmaların fanatik gruplar yarattığını, katliamlara sebep olduğunu söylüyorlar. Son zamanlarda Yapay Zekâ algoritmalarından bahsediliyor. 

Nedir bu algoritma?

Evvela isim. Algoritma, bizim Al-Harezmî’nin adını bir Hristiyan keşişin Latin harflerine yanlış geçirmesinden ibaret. Zaten Batı dillerinde “Al” ile başlayan kelimelerin çoğu Arapçadan alınmadır. Alkol’den Algebra’ya (Cebir) kadar. Hatta benim ismimin bile Batı’da Aleksander olmasının sebebi “İksender”in başına konulan “Al” harfi tarifi- artikelidir. 

Algoritmayı Al-Harezmî’nin adıyla anıyorsak nedendir? Harezmî ikinci derece denkleminin çözümünü de bulmuş. Bulmakla kalmamış çözümün adım adım nasıl yapılacağının reçetesini de vermiş. “Evvela bütün terimleri eşitliğin bir tarafına al, denklemi = 0 hâline getir, saniyen… “ şeklinde. 

Tavada yumurta algoritması

Evet; algoritma bir işleme reçetesi, bir çözüm reçetesidir. Öğrencilerime ders verirken tavada yumurta yapma algoritmasıyla başlardım. 1. Tavayı ocağa koy. 2. Az tereyağını tavaya koy. 3. Ocağın altını aç. 4. Erimesini bekle. 5. Yağ eridi mi? (Evetse 6’ya devam et, hayırsa 54’e dön.) 6. Yumurtayı kır…  Görüleceği gibi algoritma sihirli bir şey değil. Bunu birbirine oklarla bağlı kutular ve başka şekiller kullanarak, şekilleri birbirine oklarla bağlayarak akış diyagramı denilen tarzda, daha yakışıklı yollarla da ifade edebilirsiniz. 

Ben de Yapay Zekâ’da algoritma ile başlayıp devlette algoritma ile devam edeceğim şimdi. 

Yapay Zekâ’nın birçok metodu var ve bunlardan çoğu algoritmalara, yani reçetelere dayanıyor. Bilgisayar programları da öyledir. Önce ne yapmak istediğinizin bir reçetesini yazarsınız. Bilgisayarcılıkta bu reçete hemen her zaman akış diyagramıyla ifade edilir. Sonra akış diyagramındaki adımları ve karar noktalarını programlarsınız. Yapay Zekâ ile algoritmanın sık sık bir arada kullanılmasının sebebi bilgisayar programcılığında algoritmanın ağırlığından olsa gerektir. Program bir hata yapar, yanlış çalışırsa da akışın neresinde aksadı diye arayıp aksamanın olduğu adımı bulur, düzeltirsiniz. 

Sinir ağları başka

Ancaaak! Şimdi Yapay Zekâ’nın en çok sözü edilen cinsleri, sinir ağları denilen metodu kullanıyor. Sinir ağları beynin çalışmasını epey yakından taklit ediyor. Tıpkı beyin gibi düğümler ve o düğüm noktalarının birbirine bağlandığı çok sayıda bağlantılar var. Onun için “ağ” diyoruz. Bu yapı gerçi bir bilgisayarın içinde kuruluyor. Geniş bir hafızaya ve çok sayıda çok hızlı işlemciye sahip bir bilgisayarın. Yapay zekâ bilgisayarları birer servet. Sonra, tıpkı beyin gibi bunları eğitiyoruz. Cevabını bildiğimiz soruları soruyor, cevap doğruysa ayarı o yöne biraz daha kaydırıyor, yanlışsa ters yöne gidiyoruz. Eğitiyoruz… Öğreniyor… 

Gördüğünüz gibi burada bir reçete yok. Gerçi nasıl eğitileceğinin algoritması var ama nasıl doğru cevap vereceğinin algoritması yok. Yapay Zekâ için söylediklerimden anlaşılması gereken önemli nokta şu: Yapay Zekâ’nın niçin o veya bu cevabı verdiğini bilmiyoruz. Bazen cevabı uyduruyor. Yani yanlış yapıyor. Bu uydurmalara, hayal görme “halüsinasyon” deniyor. Bir algoritma bulunmadığı için nerede hata yaptığını da bulmamız mümkün değil. 

Yapay Zekâ algoritmalarla kuruluyor ama çalışmasının algoritması yok. Dolayısıyla “Chat-GPT’nin algoritması” gibi ifadeler yanlış. Gerçi Yapay Zekâ sonunda bir program ama eğitilirken kendi kendini yazmış bir program. Onu yaratanlar onun algoritmasını bilmiyor. 

Devletin algoritması

Gelelim devlete… AlgoritmayıAlgoritmayı daha önce 2020’de yazmışımyazmışım. Eh, ne demişler: Et tekraru ahsen velev kane yüz seksen (!). Devlette algoritma için şunları söylemişim- şimdi de tekrarlarım: 

“Algoritmalar sadece bilimde, teknikte değil; kanunların uygulanmasından banka muamelelerine, ihalelere kadar hayatın her cephesinde kullanılır. Ama demokrasilerde?”

“Mesela bir yere tayin yapılması… Algoritma, adayın KPSS puanından çıkarak bir dizi kuralın uygulanmasıyla yürür ve sonunda aday alınır veya alınmaz. İhale mi açıldı… Bir işe talipli ve yeterli şirketler ihaleye girer ve işi en iyi fiyatı veren alır. Bir denklem çözümü kadar objektif bir reçetedir bu. Âdil devletin çarkı algoritmalarla döner. Dolayısıyla mesela tayin, mesela ihale, mesela yargı işleri herkesin bildiği kurallara göre yapılır. Aynı özelliklere sahip vakalar aynı sonuca varır. Torpil, telefon, rüşvet işlemez. Bunu yönetim biliminde basit bir benzetmeyle anlatıyorlar: Oyunun kuralları bellidir, yarı yolda değişmez ve skor levhası daima göz önündedir. Bir ülkede ne kadar demokrasi olduğunu bu basit ifadenin ne kadar doğru olduğundan çıkarabilirsiniz…”

Sonuç olarak: Algoritma kolay kolay hata yapmaz, yaparsa düzeltirsiniz. Yapay Zekâ ve doğal aptallık hata yapar. Ancak kendilerini düzeltirlerse düzelirler. 

Cihat Yaycı, Türkiye’nin Güvenliği ve İsrail Tehdidi

Geçen hafta Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın, “İsrail yönetiminin vadedilmiş topraklar hezeyanıyla hareket ettiği” tezine dayanarak, “İsrail’in hedefinde Türkiye olduğunu” açıklayan sözlerini yorumlamıştım.

8 Ekim Salı günü Kocaeli Kitap Fuarında Müstafi Amiral Cihat Yaycı’nın 50 dakikalık konferansını izledim. O da bu konularda görüşlerini açıkladı.

Cihat Yaycı “Müstafi Amiral” sıfatını kullanmayı kendisi tercih ediyor. Çünkü “emekli edilmedim, kendim istifa ettim” mesajını vermeye çalışıyor. Amirallikten istifa ettikten sonra üniversitede öğretim üyesi bir bilim adamı ve bir düşünce kulübünün başkanı olarak daha rahat konuşma imkanı bulmasından mutlu olduğu anlaşılıyor.

Bu konuşmada önemli değerlendirmede bulunan Cihat Yaycı’nın konuşmasından aklımda kalanları paylaşmak ve yorumlamak istiyorum.

  • İsrail bir katliamcı değil soykırım suçu işleyen kural tanımaz bir devlet. Bir devlet kendisine ait olmayan bir ülkeyi işgal edebilir. Fakat o ülkede yaşayanların kökünü kazımayı amaç edinmişse bu soykırımdır ve bu suç için zamanaşımı yoktur.
  • İsrail için “vadedilmiş topraklar” bir hayal değil, bir gerçekliktir. O kadar gerçektir ki İsrail kabinesinde “Vadedilmiş Topraklar Bakanı” görev yapmaktadır. Türkiye’de bazı yorumcular saptırmaya çalışsa da vadedilmiş topraklar hülyası Fırat’tan Nil’e kadar bir alanı kapsamaktadır. Bu alan Türkiye’nin 22 vilayetini de içine almaktadır.
  • Türkiye’de solcu, sağcı, Natocu, Avrasyacı görünen ve kamuoyu oluşturucu etkisi olan kişi ve kurumların çoğu dışarıdan fonlanmaktadır. Bunların İsrail savunuculuğunda birleşmesi kimseyi şaşırtmasın.
  • Ben Natocu, Avrasyacı, ABD’ci falancı filancı değilim. Pergelimin merkezi Ankara’dır, Türkçü ve Türkiye’nin çıkarlarını gözeten bir kimseyim.

Fakat “Türkiye NATO’dan çıksın” diyenlerin de çoğu (Avrasyacı görünenler de dahil) ABD’den beslenmektedir.

  • NATO içinde bir Müslüman ülke olarak Türkiye’nin olması çok önemlidir. Dünyanın tek ve en etkin Silahlı Kuvvetler birliği örgütü olan NATO’da Türkiye’nin de diğer ülkeler gibi veto hakkı vardır. Türkiye buradaki gücünü kullandığı için İsrail ve Güney Kıbrıs NATO üyesi olamıyor. Eğer Türkiye NATO’dan ayrılırsa bu iki ülke derhal NATO üyesi olur. Buralara yapılan saldırılara karşı bütün NATO ülkeleri müdahale eder.

NATO Türkiye’yi NATO’dan korumaktadır. NATO Türkiye’yi Rusya’dan korumaktadır. NATO üyesi olmamız İsrail, Güney Kıbrıs ve Yunanistan ilişkilerinde avantaj sağlamaktadır.

  • Evet İsrail’in “Büyük İsrail” ideali ve vadedilmiş topraklara sahip olma hayali vardır. Ancak T.C. ordusu dünyanın en aktif ve savaş kabiliyeti yüksek ordularından biridir. Çünkü Türkiye’nin asker sayısı sadece ordu mensuplarıyla sınırlı değildir. Her Türk savaş anında birer asker gibi mücadele eder.
  • İsrail Türkiye’ye bir cephe savaşı açamaz. Ancak Türkiye sınırlarına yakın kurulmakta olan PKK/PYD devleti 140 bin kişilik donanımlı bir orduya sahip duruma getirildi. Suriye’de ABD ve İran’ın birlikte kontrol ettikleri alan Suriye’nin yaklaşık 2/5’i kadardır. İsrail Suriye’nin güneyinden girip PKK/PYD ve ABD’nin kontrol ettiği bölgeyle birleşirse İsrail Türkiye ile dolaylı olarak komşu olur. İsrail Türkiye ile doğrudan savaşamaz ama bu garnizon devlet vasıtasıyla vekalet savaşı yapabilir.
  • Bir diğer zayıf noktamız sığınmacılar sorunudur. Suriye iç savaşından gelen sığınmacılara “açık kapı” politikası uygulanması büyük hata idi. Kimliklerini bile doğrulamadan aldığımız milyonlarca sığınmacının kamplarda tutulması yerine şehirlerimize yerleştirilmesi dünyada emsali görülmemiş bir uygulama oldu.
  • İran’ın Irak ve Suriye’de kullandığı ve bu ülkelerin parçalanmasına sebep olan özel birlikleri vardır.  Afganistan’dan geldiği söylenen tamamı genç erkeklerden oluşan binlerce sığınmacının İran’ın yetiştirdiği özel kuvvetler mensubu olmadığını söyleyemeyiz. Yarın ülkemizden çıkarmaya kalksak şehirlerimizi yakar bunlar.
  • ABD Güney Kıbrıs ile bir savunma işbirliği anlaşması yaptı. Bu anlaşma kime karşı yapılmış olabilir? Tabii ki Türkiye’ye karşı.
  • ABD’nin ilk Hamas saldırısından sonra İsrail’e destek için uçak gemileri vasıtasıyla yığdığı uçak ve diğer askeri güç Doğu Akdeniz’e sınırı olan Türkiye dahil bütün ülkelerinin toplamından fazla idi. Verdikleri mesaj da açıktı: “Bundan sonra Ortadoğu’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
  • Bütün bunlara rağmen karamsar olmaya gerek yok. Çünkü Türkiye her geçen yıl daha da güçleniyor. Ekonomideki sıkıntılar, yapılan yanlışlara rağmen Türkiye on yıl öncesine nazaran çok daha güçlü.
  • 2016’dan önce FETÖ örgütlenmesiyle ordumuzun komuta kademesi hapse atıldı, etkisiz hale getirildi. FETÖ darbesiyle devletimiz ele geçirilmeye çalışıldı. Bunları atlattık. On-onbeş sene önce terörden gezemediğimiz illerimiz şimdi güvenli. Savunma sanayimiz eskisinden çok daha güçlü. Bu alanda en fazla ihracat yapan ülkeler sıralamasında dokuzuncuyuz.

Son 30 senede çevremizde olan 20 savaştan çok fazla etkilenmemeyi başardık.

Korkacak bir durum yok ama uyanık olmak ve risklere karşı tedbir almak zorundayız.

****

Cihat Yaycı’nın sözlerini aklımda kaldığı şekilde yukarıda özetledim.

Bu sözlerden eksik bulduğum hususları sorma fırsatı olmadı. Şimdi sizlerle paylaşıyorum.

Cihat Yaycı Büyük İsrail Projesi ile garnizon Kürt devleti kurdurmayı birlikte değerlendirdi. Ben en az on yıldır “Büyük Kürdistan- Büyük İsrail projeleri ile Büyük Ortadoğu Projesinin” entegre olduğunu yazıyorum. Cihat Yaycı BOP’tan bahsetmesini ve Türkiye Başbakanının (şimdiki CB) “ben BOP eşbaşkanıyım” sözlerini de değerlendirmesini isterdim.

İsrail bilim ve yüksek teknolojiyi kullanan bir devlettir. Her bakımdan ABD ile işbirliği içindedir. İsrail “Nil’den Fırat’a” şeklinde 3300 yıl önceki bir Tevrat ayetinin İsrail devleti tarafından bir stratejik hedef olarak benimsendiğini gösterir mi? Bu topraklardan olan Sina yarımadasını İsrail Eylül 1978 anlaşmasıyla neden Mısır’a geri verdi? Vadedilmiş toprakların ortasındaki Ürdün’e bir işgal tehdidi neden söz konusu olmadı?

Kaldı ki daha geçen sene Türkiye- İsrail ilişkilerini geliştirmek için Erdoğan ve Netanyahu el sıkışmış ve siyasi ve ticari ilişkiler geliştirilmemiş miydi?

Tevrat’taki ayetler yeni yazılmadı ve İsrail’in “vadedilmiş topraklar bakanlığı” yeni kurulmadı. Neden şimdi bu açıklamalar yapılır oldu?

Jeopolitik gerçeklik İsrail tehdidinin korkutucu boyutta olmayacağını gösteriyor. Ama Türkiye’ye sermaye akışını isteyen bir Cumhurbaşkanı bu korkuyu salmakla sermayeyi ürkütmüş olmadı mı?

Yanlış Anlaşılan Âyetler

     “Ve men lem yahküm bima enzele’l-lahü feülâike hümü’l- kâfirûne .” (Mâide: 44)

     “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”

     Bu durumda meselâ: Namaz kılmayanlar Allah’ın emrini yerine getirmedikleri için kâfirdir.

     Oruç tutmayanlar Allah’ın hükmüne uymadıkları için kâfirdir.

     Hacca gitmeyenler Allah’ın isteğine karşı çıktıkları için kâfirdir.

     Listeyi uzattıkça uzatırsak; ortada çok az müslüman kalır!

x

     Halbuki, İslam fıkhı / İslâm hukuku’nda; bir kişi, Allah’ın hükmünü kabul ettiği halde,

     Gereğini yapmazsa, sadece günahkâr olur. Kâfir olmaz.

     Evet inkâr kastı yoksa ve meşru bir mazereti de bulunmuyorsa,

     Allah’ın bir hükmünü yerine getirmeyen kimse, ancak büyük bir günah işlemiş olur.

     Ama asla kafir olmaz.

     Bu yanlış anlama yüzünden Osmanlı’nın son zamanlarında,

     Bu âyeti yanlış anlayarak ve Allah’ın hükmü tatbik edilmiyor sanılarak;

     İfrat eden / aşırı gidenlerin bir kısmı,

     Arap’tan sonra İslamiyet’in kıvamı olan Türkler’i dalâlette olmakla itham etmişler!

     Hatta bir kısmı, o derece ileri gitmişlerdir ki;

     Ehl-i kanunu tekfir / kâfir olmakla itham etmişlerdir.

     Kanun-u Esasî’yi ve Hürriyetin ilânını; tekfire / kâfir olmalarına delil saymışlar!

     “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse.” (Maide: 44)

     Âyetini buna delil olarak kabul etmişlerdir. Oysa bilmiyorlardı ki,

     “Kim hükmetmezse”den anlamaları gereken “Kim tasdik etmezse” olmalıydı.

x

     “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.” (Maide: 51)

     Bu âyet-i kerime de yanlış anlaşılmakta,

     Ehl-i Kitapla her türlü münasebetin kesilmesi şeklinde yorumlanmakta!

     Oysa bu nehiy / yasaklamada; onların yahudilik ve hıristiyanlık taraflarının benimsenmemesi,

     Alınmaması gerektiği; onların doğru sanılıp, beğenilme hususlarının yanlışlığı söz konusu.

     Hem de bir adam zatı için sevilmez. Belki ona muhabbet; sıfat veya sanatı içindir.

     Öyle ise, her bir müslümanın her bir sıfatı müslümanca olması lâzım olmadığı gibi,

     Her bir kâfirin de, bütün sıfatları ve sanatları kâfirce olmak lâzım gelmez.

     Bunun için, bir Yahudi veya bir Hıristiyanın müslüman olan bir sıfat veya bir san’atını,

     Güzel bulup beğenmekle iktibas etmek / almak; neden caiz / uygun olmasın?                                                                                                                                      

     Ehl-i Kitap’tan bir hanımın olsa, elbette seveceksin.

     Kaldı ki, Hz. Muhammed zamanında dinî büyük bir inkılap meydana geldi.

     Bütün zihinleri dine çevirdi. Bütün muhabbet / sevgi ve adaveti / düşmanlığı o noktada topladı.

     Artık, buna göre muhabbet ve düşmanlık edilir oldu.

     O zamanlar, gayr-i müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu.

     Lâkin bugün âlemde görülen, acip bir inkılap ve değişmedir.

     Hem medeniyetle ilgili, aynı zamanda dünya ile alâkalı.

     Çünkü bütün zihinleri zaptetmiş.

     Tüm akılları meşgul eden husus ise, medeniyet noktasında toplanmakta;

     Dünyada terakkî ve her türlü ilerlemenin sağlanması yönünde, kendini nazara vermekte.

     Zaten onların ekserisi / çoğunluğu, dinlerine o kadar mukayyed / bağlı da değiller.

     Binaenaleyh, onlarla dost olmamız; medeniyet ve terakkî ve ilerlemelerini;

     İstihsan ile güzel bulup beğenerek, iktibas etmek / almak için.

     Ayrıca, her çeşit dünya saâdetinin esası olan asayişi; muhafaza ve korumak içindir.

     İşte böyle bir dostluk; kat’iyyen / kesin olarak Kur’an’ın yasaklamasına dahil değildir.