12.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 19, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 2

Hidâyet

     Dalâletin (hak yoldan sapmanın) gayet müdhiş manevî elemini hisseden bir adama, iman ile hidayet ihsan edip, doğru yolu göstermeye; eğer tevhîd nazarı (Allah’ın birliğine iman ile) bakılsa, birden o küçük ve âciz ve fânî adama; bütün kâinatın hâlıkı (yaratıcısı) ve sultanı olan Ma’bûdunun (İlâhının) muhatabı bir kulu olduğunu hatırlatır. O iman vâsıtasıyla ebedî bir saadetin (Cennetin), şâhâne, çok geniş ve şa’şaalı bâkî bir mülkün, bâkî bir dünyanın kendisine ihsan edildiğini anlar.   Bütün mü’minleri de derecelerine göre, o lûtfa kavuşturmak olan bu en büyük lütuf; onun yüzünde ikram ve ihsanı sonsuz olan Allah’ın öyle ezelî, yok olmaz bir güzelliğini, bir parıltısını gösterir ki, bütün inananları kendine dost yapar. Has kısmını da âşık eder.

Kur’an’ın  Îcâzı

     Beyanı mucize olan Kur’an’ın mucizeliğinin temeli ve en mühimlerinden biri belâgatıdır. Yani ifadesindeki harikalıkdır. Sonra îcâzı (az sözle çok şey anlatması) gelir. Bu îcâzı, Kur’an’ın i’câzı / insanı acze düşüren beyanının en sağlam, en önemli bir esasıdır. Kur’an’ı Hakîm’de şu mucizane îcâz (veciz ve özlü ifade) o kadar çoktur, o kadar güzeldir ki; tedkîk ehli (araştırıcılar) hayretlere düşmekten kendilerini alamıyorlar. Meselâ Şems Sûresi, âyet: 11-15’de: Semûd kavminin acîb ve mühim olaylarını ve sonuçlarını ve kötü sonlarını; böyle kısa birkaç cümle ile îcâz (az söz) içinde bir i’câz (mucizelik) ile, akıcı ve açık ve anlamaya zarar vermez bir tarzda beyan eder. 

Aklın  Varsa

     Uzun ve kısalığı nisbetinde iki hayatın ihtiyaçlarını tahsil etmek için Mâlik-i Kerîm (herşeyin sahibi ve bol ikram edici olan Allah) sana, bir ömür sermayesi verdiği hâlde; sen o sermayenin büyük bir kısmını; ebedî hayata nisbeti, bir denizin bir damla serâba nisbeti gibi olan şu geçici hayatta zâyi’ ettin. Eğer aklın varsa, elde kalan kısmının yarısını veya üçte birini veya en azından onda birisini, bâkî hayata sarf et! Yoksa, eyvahlar olsun diyeceğin bir zaman gelecektir.

Kâinat  Bir  Saray  Şeklindedir

     Herşeyi san’atla yaratan Allah’ın kudreti, her bakımdan kâinatı, muhteşem bir saray şeklinde yaratmıştır. Zemin yüzünü bir sofra, bir tarla, bir bahçe, bir halı olarak düzenlemiş. Dağları birer mahzen, birer direk, birer kale olarak tanzim etmiş. Bunun gibi bütün eşyayı / şeyleri gereken ölçüde var etmiş. O büyük sarayın eşyaları şekline getirmiş. Parlak bir sûrette umum kâinatı terbiye edişinin / yaratıp ortaya koyuşunun muhteşem hâlini göstermiş. Bunun gibi, güzellik ve lütuf noktasında rahmeti dahi, en küçük canlıya kadar, her ruh sahibine çeşitli nimetlerini sunup,  tanzim etmiş. Velhasıl kâinatı / evreni baştan aşağıya nimetlerle süsleyip lûtf ve keremle ziynetlendirmiş ve bezeyip donatmıştır.

Aşk  ve  Muhabbete  Lâyık  Olan

     Mâlûmdur ki; her kalb, kendine ihsan ve iyilik edeni sever. Gerçek olgunluğa muhabbet eder. Ulvî Cemâle / Yüce Güzelliğe meftûn olur. Hattâ, sevip şefkat ettiği zâtlara, kendisiyle beraber ihsan ve iyilik edenleri bile, çok daha fazla sever. Acaba, her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan. Bütün sevdiklerimizi ihsanlarıyla mes’ûd eden. Binlerce mükemmelliklerin menba’ ve kaynağı olan. Binlerce güzellik mertebelerinin sebebi ve onların binbir isimleriyle isimlenen Cemîl,  Cemâl ve Kemal sahibi olan Mahbûb’un, yani Allah’ın; ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu âşikârdır. Nitekim, bütün kâinatın, onun muhabbetiyle kendinden geçmiş olduğu görülmüyor mu? İşte bu sırdandır ki,  (kullarını çok Seven anlamındaki) Vedûd ismine mazhar bir kısım evliya: “Cenneti istemiyoruz! Allah sevgisinin bir parıltısı, ebediyyen bize kâfidir / bize yeter!” demişlerdir.

Adım Adım Türk, Kürt, Arap Federasyonu’na mı?

AKP, kurulduğundan buyana neredeyse çeyrek yüzyılı devirmek üzere. Yani parti kurulduğunda yeni doğan bebekler bugün 24-25 yaşında delikanlı veya genç birer bayan. O günlerden bu günlere geçmiş yönetimler sürekli karalandı, AKP kendi tarihini yazmaya başladı ama ne tarih! Bu gençlerin birçoğu bu söylenen yalanlara inandı ama bazıları da tarihi gerçekleri kaynağından öğrenerek doğru yolunu buldu.

Mesela karaladıkları ve parantez arası dedikleri Türkiye; AKP iktidarı gelinceye kadar hiç toprak kaybetmedi, aksine Kıbrıs Çıkarması ile hem toprak kazanıldı hem de yıllardır Rum – Yunan mezalimi altında zulme uğrayan Kuzey Kıbrıs Türk Halkı bir devlete kavuştu.

Ya AKP dönemi öyle mi…? 2004 yılından bugüne kadar Ege Denizinde 21 Türk adası ve 1 kayalığımız Yunanistan tarafından işgal edilmiş durumda. Ayrıca bir gecede Suriye’den alıp kaçırdığımız Süleyman Şah Türbesinin arazisinin üzerinde şimdi PKK’nın uzantıları PYD – YPG konuşlanmış vaziyette.

İlk önce kendilerine en büyük baskı unsuru gördükleri Türk Ordusuna FETÖ Terör örgütüyle tuzaklar kurdular ve orduyu itibarsızlaştırdılar. Sonra 15 Temmuz FETÖ darbesiyle terör örgütünün beli kırıldı. Yani FETÖ terör örgütü bir bakıma “Haşere yiyen haşere” olarak kullanıldı ve sonunda onunda beli kırıldı. Sürekli 1982 Anayasasından şikâyet edildi yüzün üzerinde madde değiştirilmesine rağmen yetmedi. Ekonomide, eğitimde sağlıkta ne kadar başarısızlıklar varsa hepsinin suçunu anayasaya yüklediler.

Bu başarısızlıkların üzerini örtmek, başkanlık sistemine geçmek için Erdoğan milletin önüne pembe hayaller koyuyordu. 2017 Referandumunda: “Bu döviz kuru filan, bunların hiçbirisi bizim geleceğimizi belirleyen şeyler değil. Bizim geleceğimizi, biz belirleyeceğiz. Siz bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra bu faizle şunla bunla nasıl uğraşılır göreceksiniz” dedi ve Türk milletinden her seferinde olduğu gibi bu defa da yetkiyi aldı.

Federasyon Çağrışımı yapan Konuşmalar

Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, 25 Ağustos 2025 tarihinde Malazgirt Zaferi için gittiği Ahlat’ta vatandaşlara hitaben yaptığı konuşmada: “Türk, Kürt, Arap Zaza, Laz, Çerkez hepimiz bu topraklarda biriz, beraberiz, kardeşiz. Biz hep birlikte Türkiye’yiz. Saflarımızı sıklaştıracağız. Hasımlarımızı rahatsız eden “Terörsüz Türkiye”ye doğru emin adımlarla ilerleyeceğiz. Son düzlüğe varmış bulunuyoruz. Rabbim birliğimizi, kardeşliğimizi daim eylesin.” Sözleriyle araya bir de Arapları sıkıştırdı.

Bu sözler durup dururken rast gele söylenmiş sözler değildi tabii ki. Aynı zamanda ABD’nin Suriye özel temsilcisi olan ABD Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, Türkiye’ye geldiğinden bu yana dolaylı olarak Türkiye’nin üniter yapısından rahatsızlığını dile getiriyor, alternatif yönetim şekillerinden bahsediyordu. Mesela: “İsrail, bölgede ulus devlet istemiyor“ ve “Sizin için en iyisi Osmanlı millet sistemi” önerisinde bulunuyordu.

Bir başka konuşmasında: “Sadece düşünün, Abraham Anlaşmalarını, bölgenin güçlü oyuncularından Türkiye’yi; ki Türkiye her geçen gün bölgedeki önemini artırıyor; birleştirdiğinizi… Ama sadece Türkiye değil; Arap olmayan nüfusu Müslüman ağırlıklı bir ülke olarak Türkiye, İsrail, Körfez, Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün, kuzeye çıkın Azerbaycan, Ermenistan… Bunları birleştirdiğinizde dünyanın en güçlü bölgesi ortaya çıkar. Neden olmasın?”

İki ayrı kişinin farklı yer ve zamanda konuşmalarının aynı menzilde buluşmaları size de tuhaf gelmiyor mu?

Ortadoğu liderlerinin çabuk gaza gelmeleri bu bölgenin kaderi midir bilmiyorum ama ne yazık ki tarih hep öyle yazıyor.

Zordur bu coğrafyada lider olmak. Düşünsenize; tarih ve devlet bilgisinden yoksunsunuz, askerlik tecrübeniz yok, etrafınız dalkavuklarla çevrili, devletin bütün kurumları felce uğramış ve önünüze altın tepside Ortadoğu ve Kafkasların liderliği sunuluyor.

 Irak lideri Saddam Hüseyin’i el altından pohpohlayıp, Kuveyt’in üzerine salan George Bush Irak devletinin bugün bu hale gelmesinin sebebidir.

Başbakan Turgut Özal’da 1. Körfez Savaşında: “Bir Koyup Üç Alacağız” hevesine kapılmıştı. George Bush tarafından federe devlete geçme koşuluyla Kerkük ve Musul Türk topraklarına katılacaktı. Devletin tecrübeli adamları ve kurumları buna engel oldular. Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay, o söylem üzerine görevinden istifa etti.

Ortadoğu’da önümüzdeki günler çok şeyin değişeceğine gebe, Devlet Bahçeli’nin deyimiyle inşallah Türkiye değişmez.

Kadın Hakları ve Atatürk

Amerikalı tarihçi ve psikiyatrisi Prof. Arnold Ludwig, dünyanın çeşitli siyasi önderlerinin başarı ve önem derecelerini sınıflandıran 11 ölçeğe göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü, 20’nci yüzyılın en büyük lideri olarak nitelendirdiği Atatürk, 10 Kasım 1938 saat dokuzu beş geçe ebedi âleme kanat açmıştı.

11 Kasım günü Atatürk’ün naaşı, İslam Tetkikleri Enstitüsü direktörü Ordinaryüs Profesör Mehmet Şerafettin Yaltkaya’nın nezaretinde yıkandı. Başbakan Celal Bayar’ın talimatıyla, Profesör Lütfi Aksu tarafından tahnit işlemi yapıldı. Vücudun bozulmadan korunmasını sağlayacak olan solüsyon, 200 gram formalin, 1 gram süblime, 200 gram tuz, 10 gram acide pehenque, 1000 gram sudan oluşuyordu. Profesör Aksu, tahnit işlemi bittikten sonra, iki küçük şişeye solüsyondan doldurdu, ağızlarını lehimledi, üzerlerine yapıştırdığı etiketlere terkibi yazdı, Atatürk’ün kollarının arasına sıkıştırdı. Kurşun galvanizli tabuta yerleştirildi, kapağı kapatıldı, gül ağacından yapılmış tabuta yerleştirildi, onun da kapağı kapatıldı, üzerine Türk Bayrağı örtüldü.
Cenaze namazı için camiye götürülmesinin dinen şart olup olmadığı konusu, cumhuriyetimizin ilk diyanet işleri başkanı Mehmet Rifat Börekçi’ye danışıldı. Milli mücadele kahramanı Börekçi, “Atatürk’ün cenaze namazı, tertemiz hale getirdiği vatan toprağının her yerinde kılınabilir” dedi. Namaz, Dolmabahçe Sarayı’nda Ordinaryüs Profesör Yaltkaya tarafından kıldırıldı. Tekbir, Türkçe verildi.
*
15 sene sonra…
Anıtkabir tamamlandı.
Atatürk’ün ebedi istihbaratı için, Anıtkabir’deki son kontroller, inşaat başmühendisi Sabiha Rıfat Gürayman tarafından yapıldı.
8 Kasım 1953, saat 23 suları… Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi histoloji kürsüsü başkanı Profesör Kamile Şevki Mutu’nun ev telefonu çaldı. Arayan, Ankara valisiydi. “Atatürk’ün tabutunun açılması ve tahnit işleminin çözülmesi için, hükümet tarafından kendisinin görevlendirildiğini” bildirdi.
9 Kasım 1953, saat 7.30… Profesör Kamile Şevki Mutlu, Etnografya Müzesi’nde, geçici kabirden çıkarılan ve katafalkın üzerine konulan gül ağacı tabutun önündeydi, titriyordu. İçinden “galiba bayılacağım” diye mırıldandı. Ama dayanmak zorundaydı. Saygı duruşu yapıldı. Ve “başlayalım lütfen” dedi. Yardımcı olmaları için, Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’ndan 10 öğretmen getirilmişti, öğretmenler gül ağacı tabutun vidalarını söktü, kapak kaldırıldı, kurşun tabutun lehimleri söküldü, onun kapağı da kaldırıldı, ortalığı tahnitte kullanılan solüsyonun kokusu sardı. Cenaze, kahverengi muşambaya sarılıydı. Taşınma sırasında zarar görmesin diye, naaş ile tabut arasındaki boşluklar talaşla doldurulmuştu. Talaş ıslaktı, bu iyiye işaretti, koruyucu solüsyonun uçup gitmediğini gösteriyordu. Profesör Kamile Şevki Mutlu, muşambayı göğüs hizasına kadar açtı, vücut parafinli sargılarla örtülüydü, yüzü ise, ıslak pamukla kaplıydı. Adeta zaman durmuştu. Çıt çıkmıyordu. Nefesler tutulmuştu. Profesör Mutlu, pamuk tabakasını yavaşça kaldırdı. Atatürk’ün yüzü ortaya çıktı. Hiç bozulmamıştı… Teni bronzdu. Altın saçları, rengini kaybetmemişti. Kalın kaşlarından bir kaç tel kopmuş, sol göz kapağının üstüne düşmüştü. Sakalı hafif uzamıştı. İnce dudakları yapışıktı. 15 sene önce Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyur gibiydi. Ne bozulma, ne kokuşma vardı. Profesör Lütfi Aksu’nun tahniti son derece başarılıydı. Profesör Kamile Şevki Mutlu, Atatürk’le yüz yüzeydi. Yanağına dokundu, okşadı. O an neler hissetti derseniz… Hatıralarında anlatacaktı. “Bir an için sanki konuşacakmışız gibi hissettim” diyecekti. Salonda derin sessizlik hâkimdi, duygular darmadağındı. Atatürk’ün naaşı kurşun tabuttan çıkarıldı, dualarla kefenlendi, ceviz ağacından yapılan yeni tabuta konuldu, Türk Bayrağı’yla örtüldü, yarın Anıtkabir’de toprağa verilmek üzere, generaller tarafından ihtiram nöbetine başlandı.
*
Demem o ki..
Bu milletin yetiştirdiği en büyük insan, vefat ettiğinde bir erkeğe, toprağa verileceği zaman, bir kadına emanet edilmişti.
Çünkü… 1938’de Atatürk’ün naaşını emanet edebileceğimiz en yetkin kişi bir erkek’ken, 1953’te bir kadın’dı.
Çünkü kadınlar… Atatürk devrimleri sayesinde, sadece 15 sene gibi kısa sürede, erkeklerin önüne geçmeyi başarmıştı.
Kamile Şevki, 1924’te İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdi, 1930’da mezun oldu. O tarihe kadar kadın hekimlere kamusal görev verilmiyordu, Sağlık Bakanlığı ilk kez 1930 mezunu kadın hekimlere kadro verdi, Kamile Şevki patoloji asistanı oldu. 1931’de Milli Tıp Türk Kongresi’ne tek başına bildiri sundu, bu bildiri kadın hekimlerimiz adına ilk’ti. Türkiye’nin ilk kadın patoloji uzmanı oldu. Türkiye’nin ilk kadın tıp profesörü oldu. Türkiye’nin ilk elektron mikroskobu laboratuvarı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde, Kamile Şevki’nin yönetimindeki histoloji kürsüsünde kuruldu. Ankara Üniversitesi Senatosu’nda ilk kadın öğretim üyesi oldu. Bugün bile hâlâ kendi adıyla anılan, böbreküstü beziyle alakalı “Şevki metodunu geliştirdi. 1987’de rahmetli oldu. Taa en başından, en sonuna kadar, Atatürk devrimlerinin eseriydi, Cumhuriyet kadınıydı.
*
Sabiha Rıfat, 1927’de, bugünkü adıyla İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girdi, o sene ilk defa kız öğrenci kabul eden üniversitenin, ilk kız öğrencisiydi. 1933’te mezun oldu, Türkiye’nin ilk kadın inşaat mühendisi oldu. TBMM binası dâhil, sayısız önemli projeye imza attı. Fenerbahçe’nin ilk kadın voleybolcusuydu. Ve, bu konuda da erkeklerden daha başarılıydı. Üniversite öğrencisiyken, o tarihlerde karma oynanan, beş erkek ve bir kadından oluşan, İstanbul şampiyonu olan Fenerbahçe voleybol takımının “kaptan”ıydı. 2003’te rahmetli oldu. Çocuğu olmamıştı, tüm servetini şehit çocuklarının eğitimine bağışladı. Taa en başından, en sonuna kadar, Atatürk devrimlerinin eseriydi, Cumhuriyet kadınıydı.
*
Dolayısıyla…
10 Kasım’ı anlayabilmek için, 11 Kasım’a bu açıdan bakmak lazım
Atatürk varsa, kadın vardır.
Kadın varsa, Atatürk vardır
Atatürk’ü öldürmenin tek yolu, kadınları erkeğin gerisinde bırakmak, erkeğe muhtaç hale getirmektir. Cahillerin kadın haklarına, kadın eşitliğine, kadın özgürlüğüne düşman olmasının temel sebebi budur.
*
Alıntı yaptığım bu yazıyı ı okurken duygulanan veya ağlayanlar varsa, hala umut var demektir..Bu ruh zindeliğini koruduğu sürece Türk Milleti güven altında demektir

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Sonbahar…

        Kıbrıs’ta yaşanan kavurucu sıcaklardan sonra adanın en güzel mevsimini, ‘’Sonbaharı’’ bulursun karşında…

       Adanın yaz günlerini sarmalayan o cehennemi sıcaklardan sonra gelen serin hava, insana huzur verir. Bir de tenhalaşan kumsalların, o engin denizlerin mavimsi yalnızlığı düştüğünde sahil boylarına, düşler dünyasında bulursun kendini…

     Her yıl hem kuzeyine, hem güneyine milyonlarca turistin gelmesiyle yaşanan hareketli, renkli, güzelliklerle dolu bir huzur adasıdır Kıbrıs.

      Aslında her mevsimiyle bir rüya ülkesidir bu ada. Bir rüya ülkesidir ama 50 yıl öncesinde burada yaşanan savaşın acılı izlerini de taşır hala.

     Bir türlü çözüme kavuşmayan sorunlarıyla dünyanın gözü kulağı da bu adadadır. Her yıl sanki yapılması mecburiymişçesine müzakere masaları kurulur, adada kurulu iki ayrı devleti nasıl birleştiririz senaryoları konuşulur. Ama hiçbir zaman bir çözüm bulunamadan bu görüşmeler son bulur.

     1968 yılından beri devam eden bu sürecin ardından tam 57 yıl geçmiş, hala ‘’Birleşik Kıbrıs’’ nasıl kurulur diye koşuşturup durulur.

    Sanki adada 1974 yılı yaşanmamış, Rumlar tarafından yok edilmekten, ezici baskısından kurtarılan Kıbrıs Türk Halkı özgürce yaşam hakkına kavuşmamış, 42 yıldan beri yaşayan kendi devletini Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini kurmamış gibi dünya devletleri habire çözüm adına görüşmeler başlamalıdır diye didinip durur.

     Hâlbuki bu siyasi didiniş olmasa adada yaşam daha güzel olacak. Ada halkı mevcut durumu çoktan kabullenmiş, kendi doğrularının peşinde geleceği daha iyi planlayacak.

     Her sonbahar geldiğinde çözüm sürecine yeniden başlanır. Adalı siyasileri bir araya getirme gayretleri yeniden canlanır.

     Bu yıl da öyle olacak. KKTC de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra yine müzakere süreci gündeme gelecek. Ama ne çare ki Rum tarafı adanın sahibi benim tavrından vazgeçmediği sürece bu görüşmelerden hiçbir sonuç alınamayacak.

    Bu siyasi ortam yaşanırken, ada halkının yaşamındaki zorluklar da bitmeden devam edecek. Özellikle KKTC’de yaz aylarının kuraklığı ile tarım da yaşanan verimsizlik, adada ki su sıkıntısı nedeniyle geçen zor günler, enerji kaynaklarının yetersizliği nedeniyle insanların yaşadığı zorluklar, ekonominin getirdiği ağır yükler insanların bu güzel adadaki yaşamını karartan olumsuzluklar olacak.

    Pekiyi, bu zorlukları görmezden gelerek yaşamak mümkün mü? Tabii ki değil. Ama her ne olursa olsun gelecekteki güzel günleri düşünerek, yaşamdan umudu da kesmemek gerek.

   Yeniden mevsimlerin sarışın güzeline dönecek olursak; bu mevsimin serinliği ile birlikte, yakın zamanda başlayacak yağmurlu günler bir nebze de olsa adalılara nefes aldıracak huzur verecek.

    Bu yazımı siyasi gelişme haberlerinden uzak kalmaya çalışarak kaleme aldım. İstedim ki, adada yaşayan, adayı ziyaret eden insanlarımız ada yaşamının güzelliklerinin farkına varsın, tüm sıkıntılarını geride bıraksın, bu güzellikleri yaşasınlar.

   Hele ki, KKTC’ye gelen turistler sadece otel kumarhanelerine sıkışıp kalmasın. KKTC de gezip görülecek o kadar güzel yer var ki, buraları da görsünler. Kıbrıs Türk mutfağının o güzel lezzetinden de tat alsınlar.

    Bu günler adayı gezip görmenin en güzel vaktidir. Eylül ayı, adanın boynuna takılı en güzel inci kolyedir. Bu kolyedeki her inci tanesi görülmeye değer en güzel hazinedir.

   Ege adalarına giderek Yunan turizmine yüz binlerce Euro kazandıran Türk turist kafilelerinin KKTC deki turizm hazineleri de görmesi gerekir. Kaldı ki bu hazinelerin görülmesi için harcanan her bir Euro adalı Türk kardeşlerimizin ekonomisine yapılan en önemli destek olacaktır.

   Şöyle düşününüz, KKTC’ye gelmişsiniz, kaldığınız otelin bir yüzü Beşparmak dağlarına bir yüzü Girne sahillerine bakıyor. Sabahın serin rüzgârı ile uyanıp, doğal ürünlerden oluşan mükellef bir Kıbrıs kahvaltısından sonra yosun kokulu denizin mavilikleriyle kucaklaşıyorsunuz. Bundan güzel bir sabah olabilir mi?

   Sonrasında bırakın kendinizi Eylül güneşinin kollarına o sizi götüreceği yerleri bilir. İster tarihi güzellikleriyle dolu bir mekân, ister doğal güzelliklerle dolu bir belde, zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız bile.

    Akşam güneşinin batışı ile başka bir sihrin doğuşunu yaşarsın adada. Girne yat limanına yansıyan mehtabın o doyum olmaz seyri ile coşarsın. İyi ki gelmişim buraya dersin, yeniden gelebilmenin hayalini kurarsın…

  Haydi bakalım şimdi bir kez daha düşünün KKTC’de yaşanan sonbaharın o güzelliklerini, seyahat planlarınızı bu güzelliklere göre yapın.

  Adanın siyasi gelişmelerine takılı kalmayın. Çünkü Kıbrıs’ın siyasi yüzü her zaman parçalı bulutlu olacaktır!

  Siz Eylül ayının keyfini çıkarmaya bakın…

Hukuksuzluk Eken Yoksulluk Biçer

CHP’ye kayyım atanmasıyla ilgili olarak Financial Times gazetesinde bir haber yayımlandı. Gazeteye konuşan uzmanın ifadesi şöyle: “Türk mahkemeleri, ülkeyi seçimli otoriterlikten açık diktatörlüğe daha hızlı taşıyan kararlar veriyor. Seçimler var ama rekabetçi siyasetin son izleri de siliniyor.”

Bu tür tespitler dünya kamuoyunda Türkiye aleyhine güçlü bir algı oluşturuyor. Aslında yabancılar sadece algıyı değerlendirmez, sosyolojik durumları ölçerler.

Mesela ülkelerdeki “hukukun üstünlüğü” durumunu ölçen Dünya Adalet Projesi’nin (WJP) ile Dünya Bankası’nın “Rule of Law” göstergesi bunlardan ikisidir. Son on yıla ait ölçümlerde Türkiye’nin hukukun üstünlüğü endekslerinde dramatik düşüşler görülüyor.

Dünya Adalet Projesi’nin (WJP) 2024 raporunda Türkiye, 142 ülke arasında 117. sırada. Bundan on yıl önce 80’li sıralardaydık. Türkiye’nin 37 basamak gerilemesi, sıradan bir dalgalanma değil; tarihî bir düşüştür.

Bu endekste yargı bağımsızlığı, temel hak ve özgürlükler, yürütme erkinin sınırlandırılması ölçülüyor. Endeksteki hızlı gerilememiz, sadece bir HUKUK SORUNU değil; aynı zamandabir YÖNETİM SORUNU yaşadığımızın göstergesi.

Dünya Bankası’nın “Rule of Law” göstergesi de aynı gerçeği tespit ediyor. 2005’te +0,12 ile pozitif bölgede yer alan Türkiye, 2023’te –0,51 ile tarihinin en düşük seviyesine indi. (2025 verileri daha da kötü çıkabilir.)

En yüksek skorlar Finlandiya (+1,97), Danimarka (+1,91), Norveç (+1,83) gibi ülkelere ait. Dünya genelinde 193 ülke için ortalama skor –0,04

Türkiye dünya ortalamasının çok çok altında. Mozambik, Kırgızistan, Belarus gibi ülkelerin durumu bile bizden iyi.

Bu ölçüm sonuçları Türkiye’de hukuk devleti kurumlarının ciddi şekilde aşındığını gösteriyor.

***********************************

Hukuksuzluk Neden Etkili?

Türkiye’nin ne kadar hukuk devleti olduğunu ölçen endekslerdeki dramatik gerilemenin sebepleri neler olabilir?

2010 referandumu ile başlayan yargı düzenlemeleri ve 2017’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş yargı bağımsızlığını aşındırdı. “Fetö Yargısı”nın yerine hızla “parti yargısı” oluşturulmaya çalışıldı. HSK ve üst yargı organları başkan ve üyelerinin seçimi direkt ve dolaylı olarak tamamen tek kişinin iradesine bırakıldı.

Cumhurbaşkanına tek başına kararnamelerle ülkeyi yönetme imkanı verildi. Bu yönetim tarzı bir alışkanlık haline geldi; denetim mekanizmaları zayıflatıldı.

İfade ve basın özgürlüğü üzerindeki baskılar, muhalif siyasilerin yargı yoluyla tasfiyesi, sivil toplum üzerindeki kontroller, temel haklar boyutunda keskin gerilemelere yol açtı.

Medya büyük ölçüde iktidar kontrolüne geçti. Muhalif medya RTÜK ve yargı aracılığıyla baskı altına alındı. Sivil toplum alanı daraltıldı. Yürütmenin karşısındaki frenler devre dışı kaldı.

Bu gelişmeler, Türkiye’nin hukukun üstünlüğü endekslerinde sürekli aşağıya gitmesine yol açtı. Bu durum yurttaşın adalet sistemine güvenini de sarsıyor.

***********************************

Hukuksuzluğun Ekonomiye Yansıması

Hukukun üstünlüğü, soyut bir kavram değil. Güçlü bir ekonomi için, hukuk olmazsa olmaz bir temel.

Bakın, son yıllarda “Yatırımcı Güveni” sürekli azalıyor ve “Doğrudan Yabancı Yatırım (FDI)” oranı hızla düşüyor.

Türkiye sürekli cari açık veren, kalkınması için yabancı sermaye girişine muhtaç bir ülke. Bu modeli savunmuyorum ama gerçek bu. Yabancı sermaye girişlerinin yoğun olduğu dönemlerde büyüme ve halkın refahında yükselişler olduğu malum. Bol döviz girişinin olduğu dönemleri iyi değerlendirip, üretimi ve ihracat ürünleri içindeki yüksek teknolojili ürün payını artırabilsek iyiydi. Ama olmadı.

2000’lerin başında Türkiye’ye akan yabancı sermaye, hukuki güvenceler sayesinde artmıştı. Bugün ise tablo tam tersine döndü. 2024’te doğrudan yabancı yatırımların GSYH’ye oranı yalnızca %0,85 düzeyinde kaldı.

Aşağıdaki grafik, son 20 yılda Türkiye’de hukukun üstünlüğü skoru (mavi çizgi) ile yabancı yatırımın GSYH içindeki payı (yeşil çizgi) arasındaki paralelliği gösteriyor:

Hukuktan uzaklaştıkça yabancı sermaye yatırımı da azaldı.

Hukuk devleti olmaktan uzaklaştıkça Türkiye’nin ekonomik itibarı da azaldı ve CDS denilen risk primi (borçlanma maliyeti) arttı. Bunun sebebi yalnızca “faiz sebep enflasyon sonuçtur” temelli akılcı olmayan (irrasyonel) ekonomik politikalar değil; aynı zamanda hukuka güvenin aşınmasıydı. Bu yüzden Türkiye dünyada en yüksek faizle borçlanan ülkelerden biridir.

Türk Lirası son on yılda sürekli değer kaybetti. Enflasyon (TÜİK rakamlarıyla bile) %30–50 bandında kaldığında sevinir hale geldik. Merkez Bankası’na “söz dinleyen” başkanlar atanması, Merkez Bankası’nın bağımsızlığına dair şüpheler oluşturdu, para politikalarının güvenilirliğini zedeledi.

Yatırımcı için hukuk güvencesi olmayan ülkede kur, faiz, enflasyon politikaları da güven vermiyor. Uzun vadeli yatırım ve sürdürülebilir büyüme için hukukun üstünlüğünün şart olduğunu sadece iktidar anlamıyor, çünkü anlamak istemiyor.

***********************************

Türkiye’nin Tercihi Hangi Yol?

Türkiye’nin önünde iki yol var: 1) “Güçlü liderlik” adına denge-denetim mekanizmalarını daha da budayarak hukukun üstünlüğü endekslerinde daha da aşağıya gidecek. 2) Hukuk devleti ilkesini yeniden inşa ederek yatırımcı güvenini ve toplumun adalet duygusunu onaracak.

Ekonomi politikalarının başarısı öngörülebilir ve adil bir düzenin varlığına bağlıdır. Kurumların çalışması ve kuralların herkese eşit uygulanması gerekir.

Bağımsız yargı, özgür basın, güçlü sivil toplum, şeffaf yönetim ve hukukun üstünlüğü olmadan ekonomi düzelmeyecek.

****

Tablo bu kadar mı karamsar, bu tabloyu değiştirmek mümkün mü? Evet, düzeltmek mümkün. Ama bunun için öncelikle toplumun hukuk talebini dile getirmesi gerekiyor.

İktidar yanlısı vatandaşlar “düşman hukuku” uygulanan rakip partililere yapılan zulme aldırış etmeyebiliyor. Onlara da “adalet yoksa senin cebindeki para da eriyor” diye anlatılmalı.

Sivil toplum ve medyada hukuku savunan mesajlar soyut değil, günlük hayatla bağlantılı olmalı. Hukuku yalnızca hukukçuların değil, esnafın, çiftçinin, işçinin meselesi haline getirmek şart.

Adalet isteyen seçmen, aynı zamanda kendi refahını da istediğinin farkında olmalıdır. Bu yazının amacı da budur.

Düşün Damlaları  (8)

      – Gerçeğe erişmek için, kimileri birçok tarikat ehli gibi kalben yola çıkarlar. Kimileri de bazı büyük hakkikat ehli gibi, hem kalben hem de aklen hareket ederler. Çünkü kalben ve aklen yola düşülenlerin herbirinin ayrı ve çekici tarafları vardır. İmam-ı Rabbanî’nin “Tevhîd-i kıble et!” (Yalnız bir üstadın arkasından git!) sözünü hatırlamalı. Ve anlamalı ki: Hakikî üstad Kur’an’dır. Tevhîd-i kıble (kıblenin bir oluşu) bu üstadla gerçekleşir. Ancak o kudsî üstadın irşadiyle hem kalb, hem ruhu gerçek yolu bulmuş olur. Böylece gözü kapalı olarak değil, İmam-ı Gazalî, Mevlâna Celâleddin ve İmam-ı Rabbanî gibi kalp, ruh ve akıl gözleri açık olarak yol almak mümkün olur.

     – Kur’an’ın manevî yol göstericiliğinden istifadeyle, her şeyde ilim ve irfana pencere açıp, aydınlık bir alana çıkmak lâzım.

     – Hiç şüphe etmemek de, hep şüphe içinde kalmak da yanlış. Gerçeği anlamak için, geçici şüphe içinde olmak lâzım. Çünkü şüphe, hakikati anlamaya ışık tutar.

     – Bütünü bilmeyen, parçayı anlayamaz. Çünkü parça, bütün içinde bir kıymet ifade eder.

     – Bir sözü değerlendirebilmek için: “Kim dedi, kime dedi, niçin dedi, hangi makamda söyledi?” sorularının cevaplarını bilmek gerekir.

     – Kâinata, sebepler değil Allah hesabına bakmak lâzım. Çünkü her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar, diğer cihet de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk’a bakan dayanak noktasını gösterecek bir perde gibi olmalıdır.

     – Nimete bakıldığı zaman Mün’im (nimet veren Allah), san’ata bakıldığı zaman Sâni (her şeyi san’atlı olarak yaratan Allah), esbaba (sebeplere nazar edildiği) bakıldığı zaman Müessir-i Hakikî (hakikî tesir edici Allah) zihne ve fikre gelmelidir.

     – Her şeyin bâtını (görünmeyen tarafı, iç kısmı) zâhirinden (dış yüzü ve görünüşünden) daha lâtif (hoş ve güzel) daha şeffaf (saydam)dır. Bu ise, Sâniin (san’atlı olarak yaratan Allah’ın) o şeyden hâriç (dışında) ve baid (uzak) olmamasına delâlet eder. O şeyin sair eşya ile nizam ve muvazenesinin (dengesinin), sânii (yaratanı) tarafından temin edildiği cihetle de, sâniin (yaratanın) o şeyde dâhil  (içinde) olmamasını iktiza eder (gerektirir). Öyle ise, bir masnuun (sanatla yapılmış eşya ve varlığın) zâtına (kendisine) bakılırsa, sâniin (yaratanın) ilim ve hikmeti görünür. Gayrisiyle birlikte bakılırsa, sâniin (yaratanın) hepsinin üstünde bir sem’ (işitme) ve basara (görmeye) malik olduğu görünür. Bu hakikatten anaşıldı ki, Sani-i Âlem (âlemin san’atkârane yaratıcısı), âlemde dahil (âlemin içinde) olmadığı gibi, âlemden hâriç (dışında) da değildir. İlim ve kudreti ile her şeyin içinde olduğu gibi, her şeyin üstündedir. Bir şeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı (varlığı) da beraber    görür.

     – “Mısır Vâlisi Amr b. As’ın oğlu, bir Kıptî gence vurur. Genç, Emirü’l-Mü’minin Hz. Ömer’e şikâyet edeceğine yemin eder. O da ‘Git bakalım, senin şikâyetinden bana bir zarar gelmez. Ben asîl çocuğuyum.’der. Hac mevsiminde, Hz. Ömer önde gelen devlet adamlarıyla beraberken, Kıptî genç gelir, olanı biteni anlatır. Hz. Ömer, Amr b. As’a, ‘Anaların dünyaya hür olarak getirdikleri insanları ne zamandan beri köleleştirdiniz?’der. Sonra, şikâyetçi gence, Amr b. As’ın çocuğunu gösterip şu tarizli (dokunaklı) sözleri söyler: ‘Sana vurduğu gibi, vur bakalım şu soylu çocuğa!’

     Ahmet Cevdet Paşa, kölelik konusunda şöyle der:

‘Müslümanlık’ta köle almak, köle olmaktır.’

     İşte, bunları bilmeyen biri ‘Köleliği kabul eden din, İlahî bir din olamaz.’ hükmüne varabilir. Halbuki mes’elenin aslını bilse, böyle yanlış bir hükme varmaktan kaçınacaktır.

     İslâmı inceleyen müsteşrikler (oryantalistler) genelde bu ikinci bakış tarzıyla ona baktıklarından yanlış hükümler verirler.

     Bu ikinci bakış tarzı, İslâm’ı bir bütün olarak kabulden sonra meselelerini tek tek incelemek şeklinde olduğundan ise faydalı olur.

     Her mes’elesi derinlemesine incelendiğinde

     İslâm’ın ihtişamı ortaya çıkar.” (Şadi Eren)

İzmir’in Kurtuluşu

9 Eylül 1933 tarihli Cumhuriyet gazetesinde İzmir’in kurtuluşuna dair bir çizim.

İzmir’in Kurtuluşu, 26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz harekâtı sonucu Türk ordusunun Yunan işgali altındaki İzmir‘e 9 Eylül 1922’de girmesini belirten tarih terimidir.

Mudanya Ateşkes Antlaşması ve sonrasında Lozan Barış Antlaşması‘na uzanan süreci başlatması dolayısıyla Millî Mücadele‘nin sona ererek Türk milletinin kurtuluşu ve bağımsızlığını elde edişinin simgesi olmuş çok önemli bir tarihi olaydır.

Arka plan

İzmir’in, 15 Mayıs 1919 yılında Yunan güçleri tarafından işgal edilmesi, Anadolu’da Millî Mücadele’nin başlamasında önemli bir aşama olarak kabul edilir.[3] O tarihe kadar Anadolu’da işgallere karşı dağınık olan düşünce ve örgütlenme biçimleri mevcuttu. İzmir’in işgali, Anadolu insanın direniş ve karşı koyuş düşüncesini körüklemiş, İstanbul’da başlayan işgali protesto mitingleri Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayılmış, Damat Ferit Hükûmeti’nin düşmesine sebep olmuştu. Artık İzmir, Anadolu harekâtı için temel sembollerden biri haline getirilmişti ve İzmir’in işgaline karşı protesto mitingleri, her yıl işgalin yıl dönümlerinde, Anadolu’nun çeşitli kent ve kasaba merkezlerinde tekrarlanmakta; konu sürekli gündemde tutulmaktaydı.[3] Birinci İnönüİkinci İnönü, Aslıhanlar-Dumlupınar ve Sakarya Meydan Muharebelerinde Millî Mücadele’nin kazanılmasında önemli adımlar atılmıştı.

Tarihçe

Türk ordusu tarafından 26 Ağustos 1922’de başlatılan Büyük TaarruzKurtuluş Savaşı‘nın son safhası idi. Kesin sonuç beş gün içinde elde edildi. Çalköy‘de bulunan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa 30 Ağustos’ta ordulara bir bildiri yayımlayarak tarihî “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini verdi.

Taarruz emri ile birlikte İzmir yönüne doğru ilerleyişe geçen Türk ordusu birliklerinin en önünde Fahrettin Altay Paşa komutasındaki 5. Süvari Kolordusu bulunuyordu. Kolordunun üç öncü süvari tümeni (1., 2. ve 14. tümenler) birbiri ile yarış halinde farklı kollardan İzmir’e doğru ilerledi.[5] Şehre ulaşan ilk birlikler 9 Eylül sabahı KadifekaleSarıkışlaKarşıyakaPaket Postanesi‘ ve Hükûmet Konağı‘nda göndere Türk bayrağını çekip İzmir’in kurtuluşunu ilan etmiştir.

Süvarilerin şehre girişi ve İzmir gönderlerine Türk bayrağı çekilmesi

9 Eylül 1922’de Mustafa Kemal Paşa’nın Kadifekale’de dalgalanan Türk bayrağını seyrettiği Belkahve‘deki heykeli

Kadifekale burçlarına Türk bayrağı dikilmesi

Ayrı tümenlere bağlı Türk süvari birlikleri birbiriyle yarış halinde ilerleyerek Kadifekale’ye vardı ve Kadifekale burçlarına birlikte bayrak dikti. Kadifekale’de Türk bayrağını göndere çeken subaylar, Mürsel Paşa komutasındaki 1. Süvari Fırkası öncü birliklerinden Teğmen Celil Bey, Kafkas Tümeni Süvari Bölüğü’nden Teğmen Besim Bey ile 2. Süvari Fırkası 4. Alay komutanı Binbaşı Ali Reşat Bey’dir.[5]

Karşıyaka’da göndere Türk bayrağı çekilmesi

Kurmay Yarbay Suphi komutasındaki 14. Süvari Fırkası, İzmir’e kuzeyden sarkarak, Menemen ve Karşıyaka‘ya ulaşıp bayrak çekti. Kadın savaşçı Kara Fatma, bu öncü birlikler içinde Çiğli‘ye ilk giren süvariler arasında yer aldı.

Sarı Kışla ve Paket Postanesi’ne Türk bayrağı çekilmesi

1. Tümene bağlı bir grup süvari, sabah çok erken saatlerde Yüzbaşı Zeki Bey komutasında Konak’a vararak Sarı Kışla‘ya, yine 1. Süvari Fırkası’ndan Üsteğmen Selahattin ise Paket Postanesi’ne Türk bayrağını çekti.

İzmir Hükûmet Konağı’na Türk bayrağı çekilmesi

2. Tümen 4. Alay Komutan Muavini Yüzbaşı Şerafettin yönetiminde iki bölük de Bornova’dan Konak istikametinde ilerleyişini sürdürmüştü. Şerafettin Bey komutasında yaya olarak en önde giden sekiz er, Bornova‘dan Halkapınar‘a ilerleyişi sırasında Punta‘daki Tuzakoğlu fabrikasına yaklaştıkları sırada fabrika pencerelerinden ani bir ateşe uğradı.[7] Bu olayda 4 asker hayatını kaybetti ve hemen orada defnedildiler Olayda can veren askerlerin isimleri şöyledir: Akşehirli Bekiroğlu Mehmet, Antalyalı Ömer oğlu Hakkı (Sarıarslan), Nevşehirli Ahmet oğlu Seyit Mehmet ve Nevşehirli Ahmet oğlu Ahmet.

Yüzbaşı Şerafettin ve yanındaki birkaç kişi, Kordonboyu’ndan Pasaport İskelesi‘ne geldiğinde bir Rum tarafından atılan el bombası ile hafif yaralandı. Şerafettin Bey, yaralı haliyle ilerlemeye devam ederek saat 10.30’da vilayet konağına geldi

Bu arada 4. alay 2. takım komutanı Teğmen Ali Rıza konağa ulaşıp Yunan bayrağını indirmiş, kendisine bir kadının verdiği el yapımı Türk bayrağını göndere çekmişti. Yüzbaşı Şerafettin’in konağa ulaşıp yanında Teğmen Ali Rıza (Akıncı), Teğmen Hamdi (Yurteri) ve Diyarbakırlı Çavuş Mehmet Raşit ile birlikte alay bayrağını göndere çekmesi ile İzmir’in işgalden kurtuluşu ilan edilmiş oldu.

Mustafa Kemal, Fevzi ve İsmet Paşaların İzmir’e gelişi

Başkomutan Müşîr Mustafa Kemal Paşa, yanında Müşîr Fevzi Paşa ve yaveri Binbaşı Salih Bey ile birlikte İzmir‘e geliyor. (10 Eylül 1922)

Birinci Süvari Tümeni Komutanı Mürsel Paşa bir Fransız harp gemisi telsizi vasıtasıyla, İzmir’e girildiğini Ankara’ya bildirdi. Belkahve‘den tarihi günü izleyen Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Fevzi ve İsmet Paşalar olduğu halde, 10 Eylül sabahı İzmir’e girdi ve Fahrettin Paşa ile buluşarak doğruca Hükûmet Konağı’na gitti. Konağın balkonundan, başarıyı millete mal eden kısa bir konuşma yaptı.

Takip Harekâtı

Mustafa Kemal Paşa’nın ordulara 1 Eylül’de verdiği tarihi emirle başlayan ve 18 Eylül 1922 tarihine kadar yapılan “Takip Harekâtı” ile bütün Batı Anadolu’daki Yunan askerleri, Türk sınırları dışına çıkarılmıştır. Takip Harekâtı’nın başarı ile sonuçlanması sayesinde İzmit bölgesinden İstanbul Boğazı’na, Balıkesir bölgesinden Çanakkale Boğazı’na kadar Türk ordusu için hayati önem taşıyan diğer stratejik hedefler de İtilaf Devletlerinin işgalinden, olaysız olarak ve barış yoluyla kurtarılmıştır.[12]

Türk ordusunun kazandığı bu zafer, Mudanya Ateşkes Antlaşması‘na giden süreci başlatmış; Türkiye, Mudanya Ateşkes Antlaşması’ndan sonra 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması‘nı imzalayarak bağımsızlığını kazanmıştır.

9 Eylül Anıtı

9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’in kurtuluşu sırasında şehit düşen dört askerin anısına, defnedildikleri Halkapınar Şehitliği’nde Dokuz Eylül Anıtı yaptırılmıştır. 1927 yılında yapılan anıtın çevresindeki küçük bahçe 1930 yılında oluşturuldu. Yıllar içinde bakımsız kalan anıt; 1961 ve 1996 yılında yeniden düzenlendi ve ikinci düzenlemede ozan Necmettin Halil Onan‘ın bu anıtın açılışı için yazdığı “Bir Yolcuya” şiiri anıt platformuna monte edilmiştir.[7] Ant, “Vatan-Namus Anıtı” olarak da bilinir.

Basın yansımaları

İzmir’in kurtuluşu haberleri 10 ve 11 Eylül tarihlerinde Anadolu basınında yer almıştır. Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin ilk sayfasında İzmir’in kurtuluşu haberi “Süvarilerimiz Cumartesi günü öğleden evvel 10:30’da İzmir’e girmişlerdir. İzmirliler bu suretle Yunan kâbusundan kurtulmuşlardır” başlığı ile verilmektedir. 13 Eylül tarihinden itibaren ise gazeteler Türk ordusunun İzmir’e girişi ilgili bilgilere yer vermişler; ilerleyen günlerde ise ordunun İzmir’e girişi sırasında yaşanan olaylar anlatılmıştır. Mustafa Kemal’in İzmir’e gelişiyle ilgili haberler ise genellikle 13-14 Eylül tarihlerinden itibaren verilmeye başlanmıştır. İzmir Yangını ile ilgili bilgiler basında 14 Eylül tarihinden itibaren yer almıştır.

10 Eylül 1922’de New York Times gazetesinde yayımlanan haberde, Fransız Deniz Kuvvetleri Bakanlığı’nın aldığı haberlere göre, İzmir‘e giren Türk birliklerinin düzgün davranış sergiledikleri belirtilmiştir.]

İzmir’in kurtuluşu ardından Mustafa Kemal Paşa, yabancı basını kabul ederek görüşlerini açıklamıştır. Bunun ardından 1 Ekim 1922 New York Times gazetesinde o zamana kadar olan kendisiyle ilgili en geniş haber-yorum yayınlanmıştır. Gazetede tam sayfa çıkan bu haberde, 41 yaşındaki Mustafa Kemal Paşa portresi ve “Küllerinden Doğan Türkiye” karikatürü de bulunmaktadır.

https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0zmir’in_Kurtulu%C5%9Fu

Ülkenin Durumunu mu Merak Ediyorsunuz?

Tarım ve hayvancılık Ülkesi olan Ülkemizin ekonomisini yöneten kadronun yetersizliği, başarısızlığı sonucu günlük zamlar sabit gelirliyi zor durumda bıraktığını birlikte yaşıyoruz.
Ekonomistlerimizi Yöneticilerimizi tasvir eden okuduğum anlamlı bir fıkra;
*

Tarih öğretmeni çocuğa sormuş: “Oğlum, Kartaca savaşını kim yaptı?”
Çocuk: “Valla-billâ ben yapmadım hocam…” deyince tarih hocası sinirlenmiş, sınıfın kapısını çarparak çıkmış… Matematik hocasıyla burun buruna gelmiş…
Matematik hocası: “Hayrola hocam? Bu ne sinir?”…
“Sorma…” demiş tarih hocası.
“Çocuğa Kartaca savaşını kim yaptı dedim?”.. “Valla-billâ ben yapmadım hocam…” dedi…”
Nasıl sinirlenmeyeyim?”
Matematik hocası: “Bunlar böyledir hocam…Hem yaparlar, hem de inkâr ederler…” deyince, tarih hocası sinirden düşer, bayılır…
Müdürün odasında kolonyayla kendine getirilince müdür sorar: “Hayrola hocam? Ne oldu ki fenalaştınız?” “Sormayın müdürüm” der tarihçi…
“Derste çocuğa “Kartaca savaşını kimler yaptı?” dedim. “Valla-billâ ben yapmadım demez mi?” Sinirle sınıftan çıkarken matematik hocamız sordu…Durumu anlatınca: “Bunlar böyledir, hem yaparlar, bir de yapmadım derler…” deyince bayılmışım….
“Hocam, şu üzüldüğün şeye bak…” der müdür… “İki satır yazı yazarım Milli Eğitim Bakanlığına, kimin yaptığını hemen ortaya çıkartırım…”
Tarih hocası hastanelik olur…15 gün hastanede yatıp tedavi görerek, bir ay raporlu olarak taburcu edilir…
Evinde dinlenirken postacı sarı bir zarf getirir… Tarih hocası merakla açar zarfı… Milli Eğitim Bakanlığından gelmiştir resmi yazı… “Bu yıl, gerekli tahsisat olmadığından, Kartaca savaşları yapılamayacaktır…
Bilgilerinize…” yazmaktadır..
“İşte ülkeyi yönetenlerin ve ülkenin hali tam da budur!..”
“Birçok muallimi cahil, Devleti zahir, Hırsızı mahir, Milleti çaresiz ve aciz..”