13.8 C
Kocaeli
Pazar, Mayıs 11, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 2

DEM / PKK Muhabbetinin Bu Kadarı da Fazla

Yeni Açılım Süreci’nin mimarı “yeni Bahçeli” ve “yeni MHP” yeni rollerini çok sevmiş olmalılar. Hastalığı devam eden, TBMM Grup toplantısına bile katılamayan ve 100 gündür bir cümle lafını ağzından duyamadığımız Devlet Bahçeli “Sırrı Süreyya Önder’i anma toplantısına” katıldı. “PKK’nın Meclisteki uzantısı” DEM’in milletvekili, teröristbaşına “babam” diyen, Meclis Başkanvekili S.S. Önder’in fotoğrafını büyük bir muhabbetle üç defa sevdi okşadı. 

Bu anı görüntüleyen kısa videonun ve resmin çok büyük psikolojik etki yaptığını görüyorum. Ülkücülerin sosyal medya hesabıma düşen paylaşımlarında hayal kırıklığı ve öfke arasında hislerle şiddetli tepkilerini görmekteyim.

Görsellerin etkisinin sözlerden daha fazla olduğunu gösteren bir örnek bu. 

Aslında Bahçeli başlattığı “yeni açılım süreci” kapsamında aylardır bir Türk Milliyetçisinin asla kabul edemeyeceği sözler ediyor. MHP yöneticileri Teröristbaşı ile iktidar arasında ulaklık yapan DEM milletvekillerinin “sayın Öcalan” ile başlayan cümlelerini alkışlıyorlar. 

Bu ulaklardan S.S. Önder’in cenaze töreninde AKP gibi CHP ve MHP de üst düzeyde temsil edildi. DEM’li Sırrı için AKM’de yapılan törende “Pekeke lideri Sayın Öcalan’ın mesajı” denilerek teröristbaşının mesajı okutuldu. Bir devlet başkanı mesajı gibi alkışladılar. Bu sırada devlet ricali, AKP yöneticileri ve MHP yetkilileri o salonda bulunmakta beis görmediler.

Bahçeli “Sırrı Bey kardeşime Cenab-ı Allah’tan rahmetler niyaz ediyor, cennetiyle, cemaliyle ve merhametiyle mükafatlandırmasını diliyorum. Kederli ailesinin, DEM Parti camiasının, sevenlerinin ve seçmenlerinin, elbette hepimizin başı sağ olsun diyorum” derken Bahçeli’nin DEM muhabbeti açıkça belli oluyordu.

Buna karşılık Bahçeli saldırıya uğrayan CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e geçmiş olsun mesajında Özel’in ve CHP’nin adını bile anmadı. “Fiziki saldırıya uğrayan bir siyasi kurumun yöneticisi” dedi. Bu mesajlardan Bahçeli’nin DEM’e duyduğu sevgi ve saygıyı CHP’den esirgediği anlaşılıyordu. 

Ama ülkücü ve Türk Milliyetçilerini en çok Bahçeli’nin Önder’in resmini severken çekilen kısa videosu ve resmi kızdırdı.

Kimileri, şehitlerin cenazelerine katılmayan, Ozan Arif, Fırat Çakıroğlu, Sinan Ateş gibi kitlelerin sevdiği “Ülkücü” cenazelerine katılmayan, hatta bir başsağlığı bile dilemeyen Bahçeli’nin DEM’li Sırrı’ya muhabbetini eleştiriyor.

Kimi “şehitlerin ruhu incindi” derken bazıları “yarın ÖCALAN ölse biliyorum ki onun da yüzünü sıvazlar, okşarsın…” diyor. 

Vatandaş haklı Bahçeli Sırrı ile yapmak istediği “barış halayını” öcalanla çekmek isteyebilir.

*********************************

Kadim Devlet Aklı Tesellisi

Milliyetçi kesim arasında bazılarının beş bin yıllık, bazılarının bin yıllık dediği bir “kadim devlet aklı” olduğu inancı yaygındır. “Bu akıl devletin beka sorunu yaşadığı en kritik dönemlerde devreye girer ve uluslararası güçlerin planlarını bozar. Türk Milletini bu topraklarda tutan bu devlet aklıdır.”

Bazıları bu aklın sahibine “derin devlet” der. Bazıları devletin içinde belli kurumlarda tecrübe kazanmış akil insanların kümelenerek bu bilgi ve tecrübelerini yetkililere ilettiğini söyler. Bu grupların yaptırım gücünün çok yüksek olduğunu söyleyen de vardır, sadece tavsiye niteliğinde görüş beyan eden akillerdir diyen de. 

Fakat alt kademedeki vatandaşlar bu “devlet aklının yanılmaz ve iktidarlar üstü bir yaptırım gücüne sahip olduğuna” inanmaya yatkındır. Çünkü şeyh veya hocaefendilerinin kerametlerine inanan müritlerinin rahatlığı içinde olmak konforlu bir alandır. 

Bunlar ülkemiz ve milletimiz için en dehşet verici gelişmeler karşısında bile endişe duymaz, “nasıl olsa ‘kadim devlet aklı’ devreye girer, bizi kurtarır” diye düşünürler. Tıpkı “depremlerden afetlerden ve saldırılardan bizi kurtaracak şeyhimiz, uçaklarımızı uçuracak sarıklı evliyalarımız var” diyen tarikatçılar gibi.

Alparslan Türkeş’in kurduğu MHP Türk Milliyetçiliği fikriyatını temsil eden bir parti idi. Türkeş’in kadim devlet aklını devam ettiren bir lider olduğuna inanılır. 

Devlet Bahçeli ve yeni MHP, Türk Milliyetçilerinin asla hazmedemeyeceği yeni politikalar içindeler. Buna rağmen, bir kesim ülkücü hala “liderin bir bildiği vardır” tesellisi içindeler.

Onlara göre, var olduklarını sandıkları “kadim devlet aklı” denilen gizli veya derin yapının bir parçası Devlet Bahçelidir.  “O böyle inanılmaz işler yapıyorsa, elbette bizim anlayamayacağımız ama O’nun bildiği bir şey vardır” diye düşünerek rahatlarlar.

“Derin devlet” konusunda uzman olduğu kanaatinde olduğum E. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ve “Derin Devlet” tanımını ilk kullanan ve bu isimde kitap yazan, yazar ve senarist Ömer Lütfü Mete’yi tanıdım. Bu iki değerli Milliyetçi Türk’ün birbirinden habersiz, farklı zaman ve mekanlarda aynı cevabı verdiğini bizzat kendilerinden duydum. Her ikisi de “Türkiye’de sanıldığı gibi bir derin devlet yok, keşke olsa” demişlerdi.

*****************************

Devlet Aklı Kurumlarda Yaşar

Bana göre “devlet aklı” kurumların içinde biriken bilgi ve birikimin kullanılmasıdır. Köklü devletlerde kurumların gelenekleriyle beraber yaşatıldığı, liyakatli kadroların kendilerinden önceki kadrolardan aldıkları bilgi ve birikimi, üzerine kendi edindiklerini de katarak, kendilerinden sonraki kadrolara aktaracak bir sistem çalışır.

Bizde de TSK, MİT, Maliye, Dışişleri, Mülkiye gibi kurumların devlet aklı oluşturacak geleneksel yapıları vardı(r). Bu gibi devlet kurumlarında “liyakat” esaslı kadro geleneği, “bizden” olsun diyerek “sadakat” esaslı hale getirildiği için bu kurumlarda yanılmayan bir “devlet aklı” aramak fazla iyimserlik olur.

Kaldı ki bin yıldır yanılmaz ve iktidarlar üstü bir yaptırım gücüne sahip devlet aklı olsaydı Osmanlı batmazdı. Halen böyle bir akıl olsaydı ülkemiz adaletle yönetilir, çocuklarımızın önemli bir kesimi okullarına aç gitmezdi. Devlet başkanımız dün düşman ilan ettiği devlet başkanlarıyla barışmak için U dönüşleri yapmazdı. Böyle bir devlet aklı olsaydı Türkiye milyonlarca sığınmacıyı almazdı. Yabancı sermayeye bu kadar muhtaç olmazdı. S400’lere ve F35’lere verdiğimiz milyarlarca dolar heba olmaz, hava savunma sistemimiz riskli hale gelmezdi.

Eğer bir ABD/İsrail projesine destek anlamına gelecek şekilde PKK liderleriyle anlaşmaya varılacaksa, bu devlet aklının hangi devlete ait olduğunu sorgulamamız gerekmez mi?

Cismanî Haşir

     Kudret, kuvvet ve güç sahibi olan Kadîr bir Zât ki: Şu âlem, bütün güneşleri, yıldızları, âlemleri, zerreleri ve cevherleri; kısaca  nihayetsiz dilleriyle O’nun azamet, büyüklük ve kudretine şehadet etsin, şâhit olsun da.

     Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, cismanî ve maddî yani bedenen olacak bir haşri ve haşrolmayı o kudretten uzak görsün!

Günâhın  Mâhiyeti

     Günâhın mâhiyetinde / özünde, eğer devâm ederse, küfür / inkâr tohumu vardır. Çünkü o günâha devam eden, gittikçe ona alışır! Sonra ona müptelâ olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o günâhın cezalandırılmayı gerektirmediğini temenni etmeye ve düşünmeye başlar.

     Bu hâl böyle devam ettikçe, küfür / inkâr tohumu yeşillendikçe yeşillenir. En sonunda, hem cezayı hem de ceza yerini inkâr etmeye başlar.

Allah’a  Şirk  Koşmak

     Cenab-ı Hakk’ın öyle bir kibriya / büyüklük ve azameti / yüceliği vardır ki: Hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle; hiçbir şirkin / Allah’a ortak koşmanın hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor. Kökünü kesiyor.

     Madem böyle bir kibriya ve azamet-i kudret / kudretin yüceliği var. Madem o kibriya ve büyüklük son derece mükemmeldir. Herşeyi ihata edip kuşatıyor.

     Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyaya kusur ve o kemale noksaniyet ve o ihata / kuşatıcılığa kayıd ve o nihayetsizliğe son veren bir şirke meydan vermesi, müsaade etmesi hiçbir vecihle mümkün değildir. Fıtratını / yaratılışını bozmayan hiçbir akıl, bunu kabul etmez.

     İşte şirk, kibriyaya dokunması ve celâlin izzetine dokundurması ve azametine ilişmesi sebebiyle; öyle bir cinayettir ki, hiçbir şekilde affının mümkün olmadığını; beyanı mucize olan Kur’an; büyük bir tehdit ile:

     “Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında olan (günâh)ları ise, (kendi lütfundan) bağışlar.” diye ferman edip bildiriyor. 

Tek  Başına  Olmak

     Bu kâinatın kudretli ve hikmetli san’atkârı olan Yüce Allah’ın mülkünde iştirâk ve ortaklığın yeri yoktur. Çünkü herşeyde son derece intizam vardır. Bu durum Allah’a ortak koşmayı kabul etmez. Zira birden fazla eller bir işe karışırsa, o iş karışır.

     Bir şehirde iki vâli, bir köyde iki muhtar bulunsa; o şehir ve o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi, en düşük görevli bir adam bile, vazîfe ve görevine başkasının karışmasını kabul etmez. Bu da gösteriyor ki, hâkimiyetin en esaslı hassâsı ve husûsiyeti istiklâliyet ve infiraddır. Yani tek başına olmaktır.

İnsan  ve  Seyyiât

     Kur’an’ın dediği gibi, insan seyyiâtından / kötülüklerinden tamamen mes’ûl ve sorumludur. Çünkü seyyiâtı isteyen odur! Seyyiât / kötülükler ise tahrîbât ve bir bakıma bozmak demektir. İnsan bir seyyie / kötülük ile çok tahrîbât / yıkımlar yapabilir. Müdhiş / dehşetli bir cezaya hak kazanır. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi.

     Fakat hasenâtta / iyiliklerde iftihar edip gururlanmaya hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünkü hasenâtı isteyen ve iktiza eden / gerektiren İlahî rahmet ve icad eden / yaratan Rabbin kudretidir.

     İstemek ve vermek, çağıran ve cevap veren, ikisi de Hakk’tandır.

     İnsan yalnız duâ ile, iman ile, şuûr ile, rıza ile onlara sâhip olur.

     Fakat seyyiâtı / kötülükleri isteyen, insanın nefsidir.

Bir Fantezi Olarak Çocuk İktidarı

Köy çocuğu olarak tek öğretmen nezaretinde beş sınıf bir arada öğrenim görüyorduk. Birleştirilmiş sınıflar deniyormuş buna. Kısacık boyumuz, küçücük ellerimizle sınıfı biz süpürür, sınıf sobasını kışın biz yakardık, diğer nöbetçi arkadaşımızla birlikte.

Üçüncü veya dördüncü sınıftayken, aklıma nereden geldiyse, sınıfı süpürme işini bitirdikten sonra birden “Türkiye’yi ben yöneteceğim.” dedim arkadaşıma. Ya öğretmenden dinlediklerim ya büyüklerimden işittiklerim etkilemişti beni. Omuzlarımda ağır sorumluluk hissettiğimi hatırlıyorum. Büyüklerimizin, Kore Savaşı, Altmış İhtilali sohbetlerine kulak misafiri olur, öğretmenimizden öğrenci hareketleri haberlerini alırdık altmışlı yıllarda.

Ne safça, ne masum talep, değil mi? Sen kimsin ki Türkiye’yi yöneteceksin? Boyundan büyük işlere talip olmak, bu olsa gerek.

Çocuklar arasında yüz metre yarışması yapılıyor. Kazanan için güzel bir bisiklet var. Yarışma başlıyor, ilerliyor, çocuklardan biri düşüyor. Yanındaki fark ediyor, öndeki fark ediyor, dönüp arkadaşlarını kaldırıyorlar, onun da yarışa devam etmesini sağlıyorlar ve hep birlikte birinci oluyorlar.

Fırsatçılık, ihtikâr, ihtiras, bencillik onların dünyasını henüz kirletmemiş. Fıtrattaki sevgi, paylaşım, vefa duygusu taptaze ve tertemiz.

Bir fotoğraf düşüyor önüme. Başında beresi, omuzlarında atkısı, sırtında çantası, ayağında botları, bedenini saran montu, elinde renkli şemsiyesiyle tam bir ilkokul çocuğu. Hava yağmurlu. Yol kenarında ıslanan kediyle karşılaşıyor. Şemsiyesini hemen kedinin üzerine getiriyor, onun ıslanmamasını sağlıyor.

Kendinden fedakârlık, kediye merhamet ve lütufkârlık … İşte, çocuk bu; insan, bu!

Söyleyen ne güzel tanımlamış çocuğu: “Çocuklar neden güzeldir, bilir misiniz? / Çünkü hesap yapmazlar. / Kahkahaları hesapsızdır, / Öfkeleri kin tutmaz / Sevgileri sahicidir, / Çocuklar bizim yapamadığımızı yaparlar / İçinden geldiği gibi davranırlar. / İnsan, en çok çocukken insandır… “

Fantezi bir teklif olduğunu ben de biliyorum: Dünyaya çocuklar egemen olsa, diyorum. Ülkeleri yönetsinler, uluslararası kuruluşların başında bulunsunlar. Matematiğin formüllerini, fiziğin kurallarını, siyasetin şeytanlıklarını, ekonominin dengelerini bilmeseler de olur. Fiziğin bütün yasalarını kavrayanlar, uzaya gidenler, Amerika’yı keşfedenler, makineyi ve dijitali icat edenler insanlığın huzuruna neyi kattılar? Gazze’deki çocuk katliamını, organ ticaretini çocuklar yapmadı, vahşi kapitalizmi çocuklar üretmedi, atom bombasını çocuklar atmadı, kıtalar arası füzelerle insanlara Cehennemi yaşatanlar çocuklar değildi, denizleri, karaları, havayı da çocuklar kirletmedi. Yetişkinlerin yönetimindeki bu dünyada kan var, göz yaşı var, haksızlık var, zulüm var, kâbus var.

Söyleyen ne güzel söylemiş: “İnsan, en çok çocukken insandır.”

Hesabi yerine hasbi olabilmek, öfkelendiğimizde dahi kin tutmamak, sevgimizde sahici kalabilmek, içimizden geldiği gibi davranabilmek, çocuksu ve insani davranışlar. Çocuk kalmak, biyolojik değil, o zihin ve arzu dünyasında kalmaktır. Duyguda, düşüncede, ülküde kirletilmemiş iklimi teneffüs etmek, bozulmamış doğada yürüyebilmektir.

Bir bilge, çocuklar hakkında şu tespitleri yapmış: “Rızık için endişe etmezler, hastalandıklarında Yaratıcı’yı kimseye şikâyet etmezler, tek başına yemeyi sevmezler, hata yaptıklarında korkar ve gözlerinden yaşlar akıtırlar, kavga ettiklerinde kin tutmadan hemen barışırlar.”

İnsanlığın, çocukların hüküm-ferma olduğu o huzur ülkesine hararetle ihtiyacı var. 

Çocuk cinayeti deniyor, yapanlar çocuk değil; çocuk pornosu deniyor, yapanlar çocuk değil; çocuk tecavüzü deniyor, yapanlar çocuk değil. Büyüklerin yaptığı pislikler “çocuk” tamlamasıyla tanımlanıyor. Büyükler, ellerini çocuklar üzerinden çekmeliler; çocukları yetiştirmek, eğitmek amacıyla ürettikleri her fikri, ortaya koydukları her eylemi gözden geçirmelidirler. Egemen kültürün, çocukları yetiştirmek iddiasıyla uyguladığı eğitim, çocukları tanımak gayesiyle geliştirdiği psikolojik formül ve teklifler ne çocuklara huzur vermiştir ne de dünya barışına bir katkı sağlayabilmiştir.

Gençleri, çocukları saygısızlık, tembellik, vefasızlık, acımasızlık gibi birtakım olumsuzluklarla suçluyoruz. Bu olumsuzlukları eğitim yanlışlığına veya eksikliğine bağlıyoruz. Hedef tahtasına okulları ve aileleri koyuyoruz. Okuldaki öğretmenler, ailedeki ebeveyn kendine toz kondurmuyor, suçu karşı tarafta arıyor. Bu bir samimiyetsizliktir. Şikâyet edilen her olumsuzluk, büyüklerin çocukları ya telkinidir ya örneklemesidir. Büyükler rol modeldir. Kem âlât ile kemalât olmaz, demiş atalarımız. Yani kötü aletle güzel eser ortaya konamaz.

Hayat, bir süreç. Hepimiz bu hayattan bir gün çekileceğiz. En güzel eser, hoş bir seda bırakmak. Sosyal birey olarak topluma, ebeveyn olarak evlatlarımıza, eğitimci olarak öğrencilerimize bırakacağımız en güzel hediye, onların çocuk kalmalarını sağlamak, duygu ve düşüncelerini kirleten her türlü haşerata karşı mücadele etmektir.

Bulunduğumuz yaşın önemi yok. Ne denmişti? “İnsan, en çok çocukken insandır.”

Gecikmemiz Bitti mi?

Gelişmeleri Batı’dan aldığımız uzun asırlar var. Batı’da çıkar çıkmaz değil, epey sonradan aldıklarımız. Birçok konuda geciktik ve bu gecikmenin de ceremesini çektik.

İlk akla gelen matbaadır. Galiba en uzun gecikme matbaada. Gutenberg’in harfleri tek tek “dizerek” satır ve sonra sayfa oluşturması ve basması 1439 yılındadır. Bizde İbrahim Müteferrika’nın Darü’t-Tıbâati’l Amire’sinin açılışı 16 Aralık 1727 idi. Böyle kesin tarih verebiliyoruz çünkü matbaayı açabilmek için önce Şeyhülislam Abdullah Efendi’den, nedense, “dinle ilgili olmayan eserlerin” basılabileceği fetvası, ardından da Sultan Üçüncü Ahmet’ten olur alınmış. 1439’dan bu tarihe 288 yıl var. Kabaca üç asır. Üç asır geciktiğine göre bir baskı patlaması beklemeyin. Müteferrika’nın ölümüne kadar toplam 17 kitap basılıyor. Müteferrika’dan sonra topu topu bir kitap daha var. Niçin bu kadar gecikildi? İlber Ortaylı Hoca toplumun matbaa talebi olmadığına işaret ediyor. Bu bir teselli değil herhâlde. Toplumun ihtiyacı olmaması matbaanın gecikmesi kadar üstünde düşünülmesi gereken bir sıkıntı.

Acaba bu geç gelişler Osmanlı zamanında vardı da sonradan ortadan kalktı mı? Benim tecrübelerim öyle söylemiyor. Gerçi ben de pek yeni sayılmam; ben de geçmişten sesleniyorum…

Kuantum teorisi hadsizlik

Yıl 1965. Ege Üniversitesi Fen Fakültesinde öğrenciyim. Fakültemiz henüz pek genç. Bilime meraklı bir arkadaş gurubuyuz. Kuantum teorisi bize epey heyecanlı geliyor. Fakat derslerimizde bu konu yok. Biz öğrenciler, kendi aramızda çalışıyor, öğrendiklerimizi birbirimize anlatıyoruz. Bu işi biraz daha teşkilatlı yapmaya karar verdik ve kendi aramızda bir seminer düzenledik. Hocalarımızın çoğu da teşvik ediyor. Çoğu… Biri tam tersine beni bir kenara çekip azarlamıştı. Organik Kimya profesörü hanımefendi, “Bunlar ancak bizlerin doçentimizle konuştuğumuz işler. Sizin yaptığınız hadsizlik.” diye haddimi bildirmişti. Bir hesap yapalım. Kuantum teorisinin olgun hâliyle ortaya çıkışı kabaca 1925’tir. 1965’e varmaya 40 yıl gerekir… Eh matbaa kadar değil ama iki nesil, kırk yıl gecikmişiz. Hem de bilimi en yakından izlemesi gereken yerde, üniversitede.

Bir başka hatıram on yıllar sonrasına ait… Yıllar boyu lisede bize, millet ve milliyetçilik Fransız İhtilali ile başlar diye söylenirdi. Bu söz bana hep tuhaf gelmiştir. Düşünün, Bastil’in basılmasına kadar, yani 14 Temmuz 1789’a kadar dünyada millet yok. Sonra bir bakıyorsunuz ertesi gün, 15 Temmuz’dan itibaren insanlar millet olmaya ve milliyetçilik hissetmeye başlıyor. Bir toplum olayının bir günde başlayıvermesi, sosyoloji biliminin mantığına da aykırı. Neyse, sonradan o konulara girince, meselenin ihtilalden ziyade endüstri devrimiyle ilişkilendirildiğini gördüm.

Bir günde millet

Gecikmeden, en vahiminden, akademideki gecikmeden söz ediyordum. 2010 yılında, Gazi Üniversitesinde, Töre dergisinin emektarlarından Prof. Dr. Çağatay Özdemir liderliğinde, rahmetli dostum sosyal psikolog Erol Güngör anısına, Türkiye’de Değişim sempozyumu düzenlenmişti. Ben de görev almıştım. Oradaki bir müzakere arasında, üç sosyal bilimcinin bir ağızdan, “Milliyetçilik Fransız İhtilali ile başlar.” dediklerini hatırlıyorum.  Sonra benim bu fikri pek paylaşmadığımı hissettiklerinden, “Biz öyle deriz.”, diye ilave etmişlerdi. Yıl 2010. Gellner’in “ortak yüksek kültür”ü, Anthony Smith ve diğerlerinin “etno-sembolizm”inin çıkmasından ve alana hâkim olmasının üzerinden epey bir zaman geçmişti.

Hâlâ gecikme! Niçin gecikmeye devam ediyorduk?

Niçin gecikiyorduk?

Tahminim şöyle: Bizde henüz bilim sıcağı sıcağına yapılmıyor. Bilimin belli bir andaki problemleri bizde değil yurt dışında ortaya atılıp heyecan yaratıyor. O dış merkezlerle bizim üniversitelerimiz arasındaki bağlantı iki şekilde kuruluyor. Ya bizden bir öğrenci oralara gidip doktora yapıyor yahut da oradan bir hoca, misafir olarak bize geliyor ve Türkiye’de öğrenci yetiştiriyor. O doktora öğrencisinin uğraştığı problem nispeten yeni. Batı’nın da uğraştığı problem. Hadi doktora 4 yılda alınmış olsun. En fazla o kadar bir gecikme demek… Fakat öğrenci Türkiye’ye dönünce zaman beklemeye alınıyor. Üniversitedeki kıdemli hocalardan genç fakat yeni bilgilerle donanmış, parlak bir gelecek vaat eden taze doktor, akademinin basamaklarını tırmanmaya başlıyor. Bu arada bir nesil, yani 20 yıl geçiyor. O öğrenci önce doçent, sonra profesör oluyor. Artık genç değil ama hâlâ vaat ediyor! O da öğrenci yetiştiriyor ama bir nesil öncesinin problemleriyle… O öğrenciler de akademide tırmanışa geçiyor. Sonuçta ortalama iki nesil geçtiğinde ancak dışarıdan yeni bir kan geliyor. Yine dışarıdan doktoralı bir genç veya misafir bir öğretim üyesiyle. Böylece döngü tekrar başlıyor.

Acaba bugün nasıl? Anlattığım dönemlerde İnternet, bugünkü kadar hayatımıza nüfuz etmemişti. Artık Batı’nın bilimini almak için ne oraya gitmek ne de oradan birinin gelmesi gerekli. Yoksa gerekli mi?

Gecikmemiz bitti mi? – Milli Düşünce Merkezi

İslamcıların İnançlarıyla İmtihanı

R.T. Erdoğan’ın “her ailenin en az üç çocuk yapması” gerektiği tespitini hep doğru buldum.

Ancak, her ailenin en az üç çocuk yapması tavsiye edilmesine rağmen, nüfus artış hızımızın en çok düştüğü bir dönemi yaşıyoruz.

Aslında AKP iktidarının 2002-2014 arası döneminde doğurganlıkta ciddi bir azalma olmadı, belli bir aralıkta dalgalanma yaşandı. 2001 yılında doğum hızı 2,38 iken 2014 yılında ise 2,19 oldu. (1990’lı yıllarda bu oran yüzde 3’ün üzerinde idi.)

Ne yazık ki, 2014’ten günümüze durum dramatik bir şekilde değişti. Konuyu Karar Gazetesindeki köşe yazısında değerlendiren İbrahim Kahveci’den okuyalım:

“Türkiye’de doğum sayısı ve doğum hızında gerçek büyük kayıp 2014 yılından sonra başlıyor. Doğum hızı 2014 yılında 2,19’dan 2023 yılında 1,51’e şelale gibi düşüyor.

Doğan bebek sayısı da 2014 yılındaki 1 milyon 351 binden son olarak 2023 yılında 958 bine iniyor. 2014-2023 döneminde doğan bebek sayısında ve doğum hızında hiç artış olmadan kesintisiz bir düşüş yaşanıyor.

2024 yılı doğum verileri açıklandığında doğum sayısı ve doğum hızının düşmeye devam ettiğini göreceğiz.

Peki, ne oldu da 2014 sonrası doğum sayımız ve oranımız çok hızlı düştü?

Cevap çok ama çok basit: Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı oldu ve ülkenin temel ne kadar değerleri varsa çöktü. Gelir dağılımının bozulmasından büyümenin erozyona uğramasına kadar; umutların tükenmesinden mutluğun yok olmasına kadar. Beslenme ve barınma imkanlarının eriyip yeni hanelerin yarısının kiracı durumuna düşmesine kadar.”

“Türkiye’de aileyi, çocuk sahibi olmayı ekonomik buhran yok etmektedir. Erdoğan’ın 10 yıllık Cumhurbaşkanlığı dönemi bu yıkıma yetmiştir.

Ülke nüfusunu bile tehdit eden bir yok oluş ile karşı karşıyayız.”

Levent Gültekin’in ifadesini kullanırsak, “İslamcıların İktidarla İmtihanı”nda bir “Şatafatlı Mağlubiyet” konusu da nüfus oldu.

**********************************

Lafla Peynir Gemisi Yürümedi

Doğum hızı yüzde 2,1 olduğunda nüfus sabit kalıyor. Bu oranın üstüne çıktıkça nüfus artarken, bu oranın altında nüfus azalıyor. Türkiye’nin yüzde 1,5 mertebesinde düşmüş doğurganlık oranı temel bir beka sorunudur. Azalan ve yaşlanan bir nüfusla dünyada rekabet etmemiz zor.

CB Erdoğan’ın “her aileye en az 3 çocuk” tavsiyesi doğru olmakla beraber işe yaramamış ve hatta tam tersi bir sonuç oluşmuştur.

Çünkü insanlar ekonominin iyi olduğu, iş bulma sıkıntısının yaşanmadığı, gelir dağılımının çok bozuk olmadığı, temel gıda, barınma, eğitim imkanlarına kavuşmada sorun yaşamadığı zamanlarda daha çok çocuk yapıyorlar.

AKP Düzce Milletvekili Ayşe Keşir’in verdiği bilgiye göre, Türkiye’de “kadınların yüzde 60’ı, imkanları olsa, sahip oldukları çocuktan daha fazla çocuk doğurmak istiyor. “

Ama görünen o ki özellikle R. Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olarak tek adam yetkileriyle ülkeyi yönettiği dönemde nüfus artış hızımıza da yansıyan bir ekonomik çöküş ve umutların kaybı söz konusu.

Demek ki, “lafla peynir gemisi yürümüyor.” Akıl vererek, gaza getirerek, ufak tefek teşviklerle, insanlar çocuk yapmaya ikna edilemiyor.

**********************************

Faizle İmtihanda da Başarısızlar

Erdoğan ve partisi, faizleri düşürme inancı içinde olmalarına rağmen, faizle imtihanlarında da ağır bir mağlubiyet yaşadılar.

Aslında R.T. Erdoğan’ın faizleri düşürmenin gerektiğine inanmasını haklı buluyorum. Faizler düşmelidir. Çünkü güçlü ekonomilerin hepsi bu gelişmelerini düşük enflasyon ve düşük faiz ortamında sağlayabildiler.

Fakat “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur” tezi yanlıştı. Bu bilime aykırı tezin uygulanmaya çalışılması faizleri, kurları, enflasyonu, işsizliği ve fakirliği artırmaya sebep oldu.

Ülkeyi iyi yönetmek için bilim, ortak aklı iyi kullanma, kurum ve kuralların işlediği bir hukuk düzeni gibi temeller gerekir.

Kutsal kitabımız Kur’an da bu ilkeleri öğütler.

Ancak günümüz İslamcılarının Kur’an’ın mesajını da eksik ve yanlış anladıkları, bu cahilce bakışa göre temel sorunlara çözüm bulmaya çalıştıkları görülüyor.

Bu zihniyeti yansıtan bir fıkra ile bitirelim.

****

Eşek Anırınca Abdest Bozulur mu?

Köyün birine imam olarak atanan hoca, köylülerin her eşek anırışında abdest tazelediğine şahit olur. Sebebini sorduğunda, köylüler yıllar evvel köyün imamının “eşeğin anırdığını duyarsanız abdestiniz bozulur” dediğini, o yüzden de yıllardır bunu uyguladıklarını söyler.

İmam, böyle bir şeyin olamayacağını söyleyerek olayı araştırır. Öğrenir ki, eskiden köyde su olmadığı için köy halkı toprakla abdest alır, yani teyemmüm yaparmış.

Köye su eşeklerin sırtında taşındığı için, o zamanın imamı bir vaazında; “köyde su olmadığı için, abdestinizi toprakla alabilirsiniz. Ancak eşeğin sesi duyulduğunda, sırtında su taşıdığını bildiğiniz için, toprakla alınan abdest bozulur; çünkü artık su vardır” demiş.

Zamanla köylülerin aklında hocanın sözlerinden sadece “eşek anırmasını duyarsanız abdest bozulur” kısmı kalmış, herkes de sorgulamadan bunu uygulamış.

Görünen o ki, zaman geçtikçe bu hikâyedeki şartlar değişmiş olsa da insanoğlunun huyu pek değişmemiş.

****

Bizim siyasal İslamcılar da “faizi” emirle düşürebileceğini sanmaktadır. Oysaki günümüzde ekonomi bir bilimdir ve çok karmaşık faktörlerin etkilediği ekonomiyi yönetmek için bilimsel akıl gereklidir.

Kur’an’da akla, bilime, düşünmeye dair ayetlerin sayısı 700’den fazladır. Bu ayetleri görmeden sadece “riba haramdır” kısmını “faiz haramdır” diye tercüme ederek okursanız, “eşek anırdığında abdest bozulur” zanneden köylüden farkınız kalmaz.

Öyle de Olur Böyle de

Bu köşede eski bir anekdotu yazmıştım. Ne kadar eski: Sovyet Sosyalist Birliği henüz dağılmadan, o birliğin Berlin’in ortasına çektiği duvar yıkılmadan önceye ait. Prag’da uluslararası bir tarih kongresi toplanıyor. Prag, o zamanın Çekoslovakya’sının baş şehri ve orası da bir demir perde ülkesi; yani Sovyet uydusu. Bir Çek tarihçi Batılı meslektaşlarına dert yanıyor: “Gelecekten eminiz. Gelecekten bir şüphemiz yok. Asıl problem geçmişte. Canına yandığımın geçmiş durmadan değişiyor!” Çek tarihçi eminim ki tam bu kelimelerle konuşmamıştır, ben biraz öztürkçeleştirdim ama söyledikleri mealen böyle.

Niyetim tarih anlatmak veya tarih felsefesi yapmak değil. Her ikisini de yapan milyonlarca uzman var Türkiye’de ve bilhassa sosyal medyada… Niyetim, nirengi noktaları olmayınca gerçeğin bulanıklaştığından şikâyet etmek. Gerçeğin yok oluşundan. İşte, gerçek yok olunca ortaya post-gerçeklik çıkıyor. Yani herkesin gerçeği kendine. Daha doğrusu herkes kendine sempatik gelen, işine gelen gerçeği uyduruveriyor. Bunu bir kişi yapsa ya ağzının payını verirler yahut da meclisten kovuverirler. Ama meclisin çoğunluğu birbirinden kopuk çok özel gerçekler yumurtlamaya başlarsa, vah gerçek gerçeğin hâline ve vah o meclisin düşünce seviyesinin hâline.

Gerçek konturlarını kaybedip silikleşmeye başlayınca gazeteciliğe iş düşüyor. Gazeteci, gerçekler arasından seçtiği gerçeği en kalın hatlarıyla anlatmalı ki şaşkına dönmüş okuyucu, dinleyici, seyirci bir şeyler anlayabilsin. Anladığının doğru mu yanlış mı olduğu; doğrunun, yanlışın ne olduğu ikinci planda. Ama hiç olmazsa bir şey anlasın.

Tereddüt eden kaybeder

Ekonomimiz çöktü çökecek ama Türkiye Yüzyılı’nı yaşıyoruz. Sahi İlber Ortaylı’nın, “İmparatorluğun en uzun yüzyılı” dediği 19. Yüzyıl da Osmanlı Yüzyılı mıydı? Benziyor mu ne! Allah benzetmesin.

Abdülhamit ve Vahdettin kötüydü, Cumhuriyet mi bizi kurtardı yoksa Abdülhamit ve Vahdettin çok ama çok iyiydi de Cumhuriyet mi bizi batırdı? Çek tarihçiye mi sorsak?

Deprem oldu. Uzmanlara sorduk. Bu 6,2’lik deprem, gerilimi azaltarak büyük depremi ertelemiş veya müstakbel şiddetini azaltmış. Yine uzmanlar dedi ki, gerilim artmış, felaket kapıdaymış. Ne yapacaksınız? O da uzman, öteki de uzman.

Haberleri kaleme alan arkadaşlara bakınız. Birbirine taban tabana zıt tahminleri naklediyorlar. Nakledişlerindeki tek ortak nokta da resmi çizmekte kullandıkları kalemin kalınlığı. Kalemleri kalın olmalı ki parazitten bir anlam çıksın. Yeter ki bir anlam, hatta daha iyisi bir heyecan, bir şok çıksın. Onun için bağırıyorlar. Hani dilimizi bilmeyene bağırarak hitap edersek belki anlar diye umarız ya. Onun gibi bir şey. Dikkat ediniz deprem tahminlerinde, yorumlarında en az rastladığımız, “Şöyle de olabilir, böyle de” değerlendirmesi. Çünkü öyle yazılırsa, zaten anlayamadığımız şey büsbütün anlaşılmaz hâle geliyor. Maazallah tereddüt eden kaybeder. Böyle ikircikli değerlendirmeler verilmez. Onun yerine bir gün arayla iki zıt şeyi söylemek tercih edilir. Büyük devlet adamlarımızdan hiç mi ders almadınız!

Postlar postları doğurur

Post gerçeklik dedik. Bu saçmalığı post modernizm doğurmadı mı? Evet, ta kendisi, o doğurdu. Ne söylerseniz söyleyin, neyi savunursanız savunun, anlattıklarınız odur işte. Nedir? “Anlatı”dır. Abdülhamit de anlatıdır, Cumhuriyet de. Deprem geliyor da anlatıdır deprem gelmiyor da. Çıkıyoruz da, batıyoruz da, Türkiye yüzyılı da anlatıdır.

Yanlış yapmak insanlık hâlidir. Doğruyu bulmak da. Fakat herkes başka türlü yanlış yaparsa ne olur? Herkesin yanlış yapmasıyla eşdeğer başka bir hâl, herkesin kendine göre doğru yapması veya kendine göre bir doğru bulmasıdır. Doğruların çeşitlenip çoğaldığı bir dünyada ne olur? Doğru kaybolur.

Makul bir toplumun bilimde, siyasette, düşüncede fikir birliğine vardığı nirengi noktaları bulunur. Paradigma da denir bu müşterek noktalara. Hani yüzde yüz herkes toplumun paradigmalarını benimsemek zorunda değildir ama hiç olmazsa insanların “kısmı azamı” bazı tariflerde fikir birliği içinde olmalıdır. Mesela toplum nedir, vatan nedir, millet nedir? Biz bir toplum muyuz? Yoksa değil miyiz? Toplumsak neden öyleyiz? Değilsek toplum olduğumuz bir yere hicret edelim.

Paradigmalar

Bilim tarihi, bilim felsefesi dersi verirken Thomas Kuhn’un bilimde paradigma devrimleri düşüncesini anlatmadan geçemezsiniz. Kuhn’a göre bilimin bir alanında, bilim adamlarının mutabık oldukları anlayışlar, paradigmalar vardır. İşte bu paradigmalardan birine karşı deliller çıkmaya başlar, paradigmanın açıklayamadığı gözlemler yapılır. Paradigma zayıflar, sarsılır. Sonra birden yeni bir paradigma doğar ve eskisi devrilir. İşte bilimde devrimler böyle olur der Kuhn. Şimdi Kuhn’a bildirmek isterdim: Kuhn kardeş, senin teori Türkiye’de sökmez. Çünkü bizde bilimde de tek paradigma yoktur. Paradigmadan geçilmez. Paradigma çok demek, paradigma yok demektir. Öyleyse Türkiye’de bilim devrimini nasıl yapacaksın? Yapamazsın değil mi?

Ne yazık ki Kuhn, 21. asır görmeden terki dünya etti. Yoksa Türkiye, onun bilimlerde devrim paradigmasında devrim yapardı.

İlahî  Adalet

     Görüyoruz ki, çoğunlukla gaddar, günahkâr zâlimler; lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, dindar, fakir mazlumlar; zahmetler, zilletler, hakaretler, tahakküm ve baskılar altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehâdetiyle, adâlet ve İlahî hikmet; zulümden pak, münezzeh ve temizdirler. Öyle ise, İlahî adâletin tam mânâsıyla tecellî etmesi ve görünmesi için, haşre / yeniden diriltilmeye ve âhiretteki büyük mahkemeye lüzum vardır ki; biri cezasını, diğeri mükâfâtını görsün.

Rızık  Yazılıdır

     Madem rızık mukadder ve yazılıdır. İhsan ediliyor. Veren de Yüce Allah’dır. O hem rahîm / çok merhamet edici, hem kerîm / çok ikram edendir. O’nun rahmetini itham edip suçlamak derecesinde ve keremini hafife alır bir sûrette gayr-ı meşru bir tarzda yüzsuyu dökmekle; vicdanını, belki bazı mukaddesâtını / dinî değerlerini rüşvet verip menhûs / uğursuz ve bereketsiz bir harâm malı kabul eden düşünsün ki, ne kadar kat kat bir divâneliktir.

Dönülmesi  Gereken  Zât

    Mer’anın sınırını aşan koyun sürüsünü çevirmek için, çobanın attığı taşlarla isabet alan bir koyun, hâl diliyle der ki: “Biz çobanın emri altınayız. O bizden daha ziyade faydamızı düşünür. Madem O’nun rızası yoktur, dönelim” der. Kendisi döner, sürü de döner.

     Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsî değilsin! Haktan sapmış değilsin! Kaderden sana atılan bir musibet taşına uğradığın zaman, “Muhakkak ki biz, Allah’a âidiz ve muhakkak ki biz, ancak O’na dönücüleriz!” de! Ve hakikî dönülmesi gereken Zât’a dön, îmana gel, kederlenme! Allah de, çoban gibi, seni senden daha çok düşünür.

İki  Cihan  Saadeti

     İman hem nurdur. Hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir. İmanın kuvvetine göre olayların sıkıntılarından kurtulabilir. “Allah’a tevekkül ettim” der, hayat gemisinde tam bir güvenle hâdiselerin dağlar gibi dalgaları içinde gezer. Bütün ağırlıklarını kudreti sonsuz olan Allah’ın kudret eline emanet eder. Rahatla dünyadan geçer. Berzah / kabirde istirahat eder. Sonra ebedî saadete girmek için Cennete uçabilir.

     Yoksa tevekkül etmezse / işlerinde Allah’ı vekil kılmazsa, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne / aşağıların aşağısına çeker.

     Demek ki; iman tevhîdi, tevhîd teslîmi, teslim tevekkülü, tevekkül iki cihan saadetini gerektirir.

Büyük  Hatâlar

     Büyük hatâ ve cinayetlere verilecek cezalar; ertelenmekle büyük merkezlere bırakılır. Küçük cinayetlerin hak ettikleri cezalar ise, acele edilerek küçük merkezlerde verildiği gibi, önemli bir hikmet ve nedene göre, küfür ehlinin cinayetlerinin büyük kısmı; haşirdeki büyük mahkemeye bırakılır. İman ehlinin hatâlarının cezaları ise, kısmen bu dünyada verilir.

Mümkün Müdür Ki

     Hiç mümkün müdür ki:

     O Rahmân ve Rahîm olan Yüce Allah’ın

     Kendini tanıttırmasına mukabil / karşılık,

     İman ile tanımakla

     Ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle

     Ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle karşılık veren mü’minlere

     Bir mükâfât yeri, ebedî bir saadeti / Cenneti vermesin?

Şehrimizin Hekimlerindeki Yaprak Dökümü

“Hastalık insana ölüm rehberidir, ölüm ise insana hayat arkadaşıdır”

Kutadgu-Bilig,1070

Yusuf Has Hacib’e ait olan bu sözün gerçeğini Dr.Ayten GÜL, Dr. Levent ARCA ve Dr.

Serdar ÖZBEK gibi arkadaşlarımızın vefatı ile bir kez daha yaşadık. Bu üç hekim, Kocaelimizin sağlık alanında, 80-90’lı yıllarda önemli hizmetleri olan insanlarımızdandır.

Dr.Ayten Gül: 1943 İzmit doğumludur. İzmit merkezde, şu an kızılay iş hanının bulunduğu yerdeki 1 katlı eski iş hanının zemin katında faaliyet gösteren dönerci Adem babanın kızıdır.

Adem Gül o yılların meşhur döner kebapcısı ve Kızılay başkanlığı gibi özellikleri ile de bilinen sevilen bir isimdir. Dr.Ayten Gül 1970’de Cerrahpaşa’dan hekim, sonra kadın hastalıkları ve doğum uzmanı olmuştur. Önce Sakarya Devlet Hastanesi’ne, 1978 de de Kocaeli Devlet hastanesine gelmiştir. 1978 deki tam gün yasası sonrası istifa edip Fethiye Caddesi’nde açtığı muayenehanesinde mesleğini sürdürmüştür. Meslek ahlakına olan hassasiyeti, hastalarına olan sevgi ve şevkati ile İzmitlilerin güvenerek gittikleri ve sağlık hizmetinden istifade ettikleri iyi bir hekimdir.

Hekimliği yanında 1994 yerel seçimlerinde Saraybahçe Belediye Başkanı seçilen Hikmet Erenkaya’nın döneminde belediye meclis üyesi seçilip siyaset yolu ile de çalışmaları vardır. Nitekim İzmit Belediyesi’nin deprem sonrası Kuruçeşme’de yaptırttığı modern hastanenin ( 100. yıl belediye doğumevi yazım okunabilir) yapılmasında katkısı çoktur. Ayrıca Soroptimist kulubü üyelik ve başakanlığı, İzmit Çağdaş Kadınlar Derneği Başkanlığı yapmıştır. Bu derneğin feshi ile Hürriyet Cad. No 47/1 Ataoğlu apartmanındaki yerin, o tarihlerde kurulmuş olan İzmit ALZEHİMER Derneği’nin olması ve bu derneğin kurucu başkanlığı ve yöneticiliği gibi hizmetleri vardır.

Son yıllarını yakalandığı hastalık sebebiyle evinde, yakınlarının bakımı ve hizmeti ile geçirmiş. 19.04.2025 de vefat etmiştir. Mesleğinde başarılı ve sevilen, yaşadığı şehrin sorunlarına karşı ilgisi eksik olmayan İzmitimizin Ayten Ablası, son olarak yakınları ve sevenlerini Fevziye Camii avlusunda buluşturmuş; daha sonra Bağçeşme’deki ebedi istiratgahına defnedilmiştir.

Dr. Serdar Özbek: 1953 İzmit doğumludur. Babası Dr. Tahsin Özbek’de İzmitli olup çeşitli kurumlardaki hekimliği yanında merkezdeki Alemdar Ap. No:41 deki muayenehanesi ile de vefat tarihi olan 1996ya kadar 50 yıla yakın sağlık hizmeti vermş bir meslek büyüğümüzdür.

Ayrıca İzpak ve Susanbaş gibi kuruluşlara ortak olarak katkı veren girişimci bir hekimdir.

Serdar Özbek 1978 de Cerrahpaşa’dan hekim ve daha sonra üroloji uzmanı olmuştur.

Gaziantep’teki mecburi hizmet sonrası kendi isteği ile 1988 de memleketi İzmite, SSK hastanesine gelmiştir. Buradaki ve aynı yıl açtığı muayenehanesindeki hekimliği ile kısa sürede bilinen aranan hekimler arasına girmiştir. Girişimci bir hekim olup 2004 de Derince girişindeki Bozatlı hastanesini satın alıp burayı geliştirerek Dr.Tahsin Özbek adı altında hizmete sokmuş, orada yöneticilik ve hekimlik yapmıştır. Ayrıca 2008 de de şehir merkezinde Tahsin Özbek Tıp Merkezi ( muayehanelerden hastaneye 20 mayıs 2024 tarihli makalem) adı ile poliklinik hizmeti yapan yeri açmıştır.

Aylin Hanımla evli olup Muratcan ve Aslı isimli iki evlat yetiştirmişlerdir. Çalışkan ve başarılı işlere imza atmış bu meslekdaşımız 2015’de hastaneyi, 2017 de de sağlık merkezini kapatarak sağlık hizmeti alanından çekilmiştir. 15 ocak 2015 de girdiği kalp ameliyatında kurtarılamayarak vefat etmiş, 17 ocak cuma günü Fevziye camiinde kılınan cenaze namazı sonrası Bağçeşme’deki aile mezarlığına defnedilmiştir.

Dr. Levent Arca: 1953 Bilecik doğumludur.İstanbul Kabataş Erkek Lisesi sonrası 1977de Çapa’dan hekim olmuştur.1981de aynı yerden beyin cerrahisi uzmanlığını almıştır. Modern beyin cerrahisinin ülkemizdeki önder isimlerinden Prof.Dr.Bülent Tarcan’ın çok sevdiği asistanlarından olup mecburi hizmet gereği İzmit Devlet Hastanesine 1984 de gelmese idi orada hoca olacak isimlerinden biri olacak özelliktedir. Nitekim günümüzün önemli beyin cerrahlarından Prof.Dr. İsmail Hakkı Aydın onun dönem arkadaşıdır. Çapa tıp beyin cerrahisine buradan gidenlere “İzmitte Dr. Levent Arca var. Ona görünmeden buraya niçin gelirsiniz” gibi söyemler O’nun şehrimizde tanınıp güvelir bir uzman olduğu kanaatinin oluşmasını hızlandırmıştır.

Kocaeli Devlete 1984’de geldiğinde buranın tek beyin cerrahı olarak uzun süre çalışmıştır. O yıllarda İzmit SSK(şimdiki Seka) hastanesinde de Dr. Fevzi Erçakmak tek olarak çalışmakta idi.

Bu ikili yıllarca bu şehrin beyin cerrahisi alanındaki ihtiyacını birbirleri ile anlaşarak ve nöbetlerini ayarlayarak karşılamışlardır.Yıllık izinlerinde bile buna dikkat ederek kendi

branşlarında hizmet yokluğuna düşülmemesine gayret etmişlerdir.

Dr. Levent Arca emekli olduğu 2021 yılına kadar Kocaeli Devlette hastanenin güvenilen ve şehrimizin sevilen bir hekimi olarak çalışmıştır. Ayrıca 1984 de Alemdar cad. Beyaz handa ve 1995de yine aynı caddedeki Soydan işhanındaki muayenehanesinde de hastalarına hizmet vermiştir. 2011 de muayenehane hekimliğine gelen kısıtlamalar üzerine burayı kapatıp tam zamanlı hastane çalışmasını sürdürmüştür.

Mecburi hizmet için geldikleri bu  şehire yerleşenlerdendir. Matematik öğretmeni olan eşi Seçkin hanım ile And ve Aslı isimli evlatlarını burada yetiştirmiş, Başiskele’de bir grup arkadaşı ile kooperatif birlikteliği ile yaptıkları evlerinde oturmaktadırlar. Emekliliğinin 4. yılında kontrol testleri esnasında farkına varılan hastalıktan, meslektaşlarının yoğun ilgisine rağmen kurturılamamış 16 ocak 2025 de vefat etmiştir. Oturduğu Bahçecik’deki Damlar mahalle camiinde kılınan cenaze namazı sonrası yine oradaki mezarlıkta ebedi istirahatgâhına yerleştirilmiştir.

Şehrimizde bu alanda hizmetleri olan tabiiki daha başka isimler de vardır. Branşım gereği yakından tanıdığım ve aynı zaman diliminde çalıştığım bu 3 ismi böyle bir yazı ile yad etmek istedim. Başta bu isimler olmak üzere şehrimize hizmet etmiş ve vefat etmiş olan tüm hekim ve sağlık çalışanlarımıza rahmetler dilerim. Geride kalanlara ise sabır, sağlık ve afiyetler. Sağlıkta kalınız

    Sevmek – Sevmemek

     Kimileri konuşurken veya yazarken,

     -Ne hikmetse- bazı isim ve şahısları telâffuz etmek,

     Zikretmek ve anmaktan

     Kaçınıyor, ağızlarına bile almak istemiyorlar!

     Kimileri de, menfî / olumsuz şeylerden bahsetmenin;

     Yanlış ve doğru olmadığını sanıyor!

     Oysa, birinden veya birşeyden söz etmek;

     Onu beğenmek veya beğenmemek,

     Sevmek veya sevmemek demek değildir.

     Beğenmediğimiz hâlde, takdir ettiğimiz kimbilir neler var?

     Sevmediğimiz hâlde, doğru ve güzel bulduğumuz;

     Nice kimseler, nice şeyler var?

     Nitekim: Seversiniz sevmezsiniz,

     Beğenirsiniz beğenmezsiniz,

     O başka bir mes’ele. Fakat:

     Stalin, Lenin ve Marks’tan bahsetmeden,

     Rus tarihi yazılabilir mi?

     Mustafa Kemal’e yer vermeden,

     İstiklâl Harbi kaleme alınabilir mi?

     Cumhuriyet sonrası komünizm ve komünistlerden söz etmeden

     Cumhuriyet Tarihi ele alınabilir mi?

     Yunanlılar, İngiliz ve Fransızları zikretmeden

     İstiklâl Savaşı anlatılabilir mi?

     Şeytan ele alınmadan, Hz. Âdem anlaşılabilir mi?

     Cehennem bir kenara bırakılarak,

     Sadece Cennet’ten bahsetmek bir şey ifade eder mi?

     Kış olmasa da, hep bahar olsa,

     Baharın varlığından haberdar olunabilir mi?

     İnsan, en çok kimin adını anıp tekrarlıyor dersiniz?

     İçinde Şeytan’ın geçtiği “Eûzü”yü değil mi?

     Bu zikrediş; şüphesiz, Şeytan sevildiği için değil.

x

     Herşey zıddıyla anlaşılıyor.

     Çünkü zıtlar dünyasında yaşıyoruz.

     Nitekim: Hastalıklar olmasaydı,

     Sağlıktan bahsedilebilir,

     Kıymetinden söz edilebilir miydi?

     “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi

     Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

     Diyen Kanunî Sultan Süleyman’ın, şahane beyti,

     Bir mânâ ifade edebilir miydi?

     Çirkinlikler olmasaydı güzellikler,

     Çalan çırpanlar olmasaydı, doğruluk ve dürüstlükler,

     Ahlâksızlık ve ahlâksızlar olmasaydı,

     Ahlâk ve ahlâklı olmaktan söz edilebilir miydi?

     Veya bunlar bir kıymet ifade edebilir miydi?     

Kimlik

Geçen yazımda insanların bir araya geldikleri her yerde, iş yerinden siyasi partiye, dernekten millete, yöneticilerin hedefi “biz” hissini yaratmaktır demiştim. Biz, mensubiyet şuurudur. “Biz”, kimliktir; Milan Kundera’nın dediği gibi, benliğimizin büzülüp kendi içine çökmesini önleyen şeydir.

Ölümün İnkârı (The Denial of Death) kitabında Ernest Becker, “İnsan ölümlüdür ve ölümlülüğünün farkında olan yegâne yaratıktır.” diyor. Dolayısıyla insanoğlunun en büyük problemi faniliğidir. İnsan bu önlenemez sondan kurtulmak için, tekrar ölümsüzlüğe kavuşmak için, başta din ve mistisizm olmak üzere çareler arar. Bunlardan biri de mensubiyettir. Kendi ölümlü olsa bile, mensup olduğu toplumun ölümsüz olduğunu hisseder. Bu hissi en kuvvetle veren toplum, millettir. Halkla millet arasındaki baş fark, halkın geçmişsiz ve geleceksizliği, buna karşılık milletin, güçlü bir zaman boyutuna sahipliğidir. Dolayısıyla millet hem bugün yaşayan halktır hem de anne-babalar, büyükanne ve büyükbabalar ve bütün atalardır; geleceğe baktığımızda da çocuklarımızdır, torunlarımız ve onların çocuklarıdır, bütün gelecek nesillerimizdir. İşte zaman içindeki bu akışa mensubiyet, insanın ölümlülüğüne sürülmüş bir merhemdir. Kesin tedavi olmasa bile… Edebiyatçı bugünkü dostları kadar gelecek nesiller için de yazar. Çalışan, üreten, hem ailesi ve dostları hem de gelecekteki akrabaları için üretir. Resimden, heykelden mimariye insanın yükselen bütün kültürü hem bugünkü toplumu içindir hem gelecek nesilleri içindir. Bütün bunları yaparken başladığı nokta da geçmişinin kültür mirasıdır.

İç grup, dış grup

Felsefe ve şiiri bir yana koyar, fıtrata ve genetiğe dönersek, “İnsan toplum yaratığıdır.” deriz. Bu özelliktendir ki insan topluma yönelir. İnsan gidip katılacağı, “biz” olacağı bir toplum arayan bir mıknatıs gibidir. Gider, çeker, çekilir ve yapışır. Muzaffer Şerif Başoğlu’nun Robbers Cave deneyi ve Henri Tajfel’in, Human Groups and Social Categories (Oxford, 1981) eserinde anlattığı bir dizi deney insanların “İç Grup – Dış Grup” ayrımını yapmaya ne kadar yatkın olduğunu gösteriyor.

Evet insanlar bir gruba mensup olmaya ve o mensubiyeti üzerlerine bir kimlik olarak giymeye genetiğinden ötürü eğilimlidir. Milyonlarca yılın hayatta kalma mücadelesi fıtratımıza bu eğilimi kazımış. Geçen yazımda bu eğilimin, yırtıcılardan korunma ve imkânları paylaşmak için gerekli olduğunu yazmıştım. Ancak insan bir taraftan mensup olacağı grup ararken diğer taraftan da rakip “Dış-grup” tarif ediyor. Belki insan toplumlarını tehdit eden unsur yırtıcılar kadar hayat çevrelerindeki başka gruplardı. Bu yüzden İç-Grup mutlaka Dış-Gruplar da gerektiriyor.

Kimliği savunmak

Bu yüzden bazı kimselerin, “Dünyada rekabet olmasa ne olur, din ve milliyet olmasa ne olur, bütün insanlık kardeş kardeş bir büyük topluluk hâlinde yaşayamaz mıyız?” düşünceleri güzeldir ama sosyal psikoloji biliminin aydınlattığı gerçeklere terstir. Sakharov Hürriyet Ödülü sahibi Nathan Sharansky, Defending Identiy (Kimliği Savunmak) kitabına kozmopolitiliğe örnek olarak John Lennon’un “Imagine (Hayal Et)” şarkısını alıp şöyle söylüyor:

“Batı, kimliksizliğin en derinden bağlı olduğu kendi değerlerine yönelik tehdidinden habersiz görünüyor. John Lennon, böyle bir ütopyaya yazdığı Imagine adlı şarkısında, cennet ve cehennemin, dinin ve ulus-devletlerin olmadığı, ‘öldürülecek veya uğruna ölünecek hiçbir şeyin olmayacağı, insanların kardeşliği’nin hüküm sürdüğü bir dünya tasarlar. Ama gerçek kardeşlerin olmadığı, hiç kimsenin bir diğerine veya bir yaşam biçimine bağlı olmadığı bir kardeşlik, boş bir havadan başka bir şey değildir.”

Sharansky, o dünyada benim hiç gerçek kardeşim yok diyor.

Fukuyama ve kimlik

Yukarıda söylediğim gibi toplumların yöneticilerinin baş vazifesi, insanların o toplumun kimliğini takınmalarını sağlamak, mensubiyet duygusunu yaratmaktır. Tehlikeli olan insanların, mensup oldukları toplumun içinde alt toplumlar yaratması ve kendi toplumundaki başkalarını Dış-Grup olarak görmesidir. İşte bu tehlike çağımızın en ağırlıklı uluslararası politika yazarlarından Francis Fukuyama’ya Identity (Kimlik) kitabını yazdırdı.

Fukuyama, kimliğin, bütün milleti kapsaması gerektiğini söyler. Toplum, etnisitelere, din ve mezheplere veya cinsiyet eğilimlerine dayanan İç-Gruplara bölünmemelidir. Çünkü bu, beraberinde Dış-Gruplar yaratır ve toplumun bizden olmayan kesimlerine karşı düşmanlık getirir. Millî devletin de millî eğitimin de asıl görevi kapsayıcı millî kimliği güçlendirmektir.