10.8 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 2

Anlaşmamak Üzerine Anlaşmak

Anlaşmamak Üzerine Anlaşmak

Anlaşmamak üzerine anlaşmış gibiyiz. Ön yargıyla birbirimize kıyasıya vuruyoruz. Bunun adına da iletişim diyoruz, siyaset diyoruz, etkileşim diyoruz; en kötüsü de sosyalleşme diyoruz.

Birileri derdini anlatıyor, dinlemiyoruz; çözüm üretiyor, çözümde hinlik arıyoruz. Fitne fesat üretmede birinciliği kimseye kaptırmıyoruz. Biz niye böyleyiz?

Amacım, kimseyi aşağılamak veya savunmak değil, durum tespiti yapmak. SGK Başkanı bir açıklama yapmış. EYT yasasının çıkarılmasını, çalışanların pirim ödeme sürelerinin kısalığını ve emekli olma yaşının düşüklüğünü, ülkemizde insan ömrü uzadığı için emeklilerin şimdi daha fazla süre emekli maaşı almasını emekli maaşlarındaki düşüklüğün sebebi olarak ifade etmiş. Batı’daki sayısal verilerle bizdeki veriler arasındaki uçurumu vurgulayarak açıklamasını inandırıcı hale getirmeye çalışmış.

Sen misin bunları söyleyen? Adamı tefe koymuşlar, linç kampanyası başlatmışlar. Söylenen her sözde art niyet, yapılan her işte kusur arayan birtakım “her şeye karşıcı” siyaset ve sendika erbabına göre Başkan, Türkiye’de emeklilerin erken ölmesini istemiş. Olaylara at gözlüğüyle bakan, sapla samanı karıştırmayı siyaset yapmak zanneden biri de: “Almanya’da bir saat çalışan işçi 12-13 euro alıyor. Marketten 15 euroya 1 kilogram et alabiliyor. Biz 1 kilogram et alabilmek için 1.5 gün çalışıyoruz. Mukayese edecekseniz bunları edin.” demiş. Nedense bu ülkelerde sigorta pirim oranlarının, emekli olma yaşının daha yüksek olduğunu ve EYT gibi bir ucube yasanın çıkarılmasının mümkün olamayacağını söylemekten kaçınmış. Lafı, kirli siyasetin başka alanlarına kaydırmış.

Birbirini anlamamak için anlaşmış bir kaotik toplum inşa ediyor siyaset.

EYT, bir dönemde “Onlar ne veriyorsa ben iki katını veriyorum.” diyen basiret yoksunu siyaset erbabının bugünlere taşıdığı bir kamburdu. Günümüz partileri de bunu istismar etti, mevcut hükümet seçim kazanabilmek için, daha önce hiç gündemine almadığı halde bu yasayı çıkarmak zorunda kaldı. Pek çok insan, az pirim ödemelerine rağmen erken yaşta emeklilik hakkı kazandı. Emekli sayısı arttı, maaşları tarihin en düşük seviyesinde kaldı. Emekli maaşları arasındaki uçurum da derinleşti.

Bu, sayısal çoğunluğu doğru düşünce kabul eden demokratik sistemin ürettiği bir acayip armağandır(!) Hiçbir hesap uzmanının hakkaniyetle çözemeyeceği çarpık denklem üzerine siyaset yapan politikacılar utansın. Utanmak da bir dürüstlüktür.

Ben de bir emekliyim. Kırk iki yaşında emekli oldum. Çalıştığım yıllardan daha fazla yıldır emekli maaşı alıyorum. Emekli maaşım, açlık seviyesinin de altında. Ama ne Almanya’daki kadar yüksek pirim ödedim ne de uzun süre çalıştım. Ne kadar emek, o kadar yemek. Dürüstlük bunu da görmeyi gerektirir.

Erken emekli olmayı ben istemedim, sistem beni zorladı. Bu nasıl bir sistem ki insanını hem erken emekli ederek âtıl hale getiriyor hem de açlık sınırının altında yaşamaya mahkûm ediyor. Bu sistemi düzeltecek samimi siyasetçilere ihtiyaç var. Gerçekleri haykıran bürokratları linç eden politikacılar bu ülkede pirim yapmamalı. “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” sözü bize ayar vermemeli.

Sosyal güvenlik sisteminde hesap hatası yapıldığını düşünüyorum. Daha adil bir sistem kurulabilir. Özellikle sağlık alanında denetimin zayıf, israfın yüksek olduğunu gözlüyorum. İnsan unsuru ve maddi kıymetler daha rantabl değerlendirilebilir. Reorganizasyon, şart. Kırk yamalı bohça, artık dikiş tutmuyor. Yeni kumaşa, yeniden ölçüp biçecek terzilere ihtiyaç var.

 Kendime emekli denmesini hiç kabullenemedim, emekliliği yakıştıramadım. Emeklilik, bazıları için özlem, bazıları için bir kompleks. Olması gereken, emekli olmak ve onun getireceği güvence değil, bu ülkede yaşayan her bireyin her yaşında kendini gününde ve yarınında endişeden azade hissetmesidir. Üretmek ve sorumluluk, belli dönemlere mahsus değil, beşikten mezara kadardır. Sosyal güvenlik sistemi bu ön kabuller üzerine kurulmalıdır.

Sosyal güvenlik, insan hayatının bütünüdür, seçim malzemesi kesinlikle olmamalıdır. Hesabi değil, hasbi insanlara ihtiyaç var. Kimse, mağduriyetten nemalanmasın, herkes yapması gerekeni dürüstçe yapsın.

Toplu İğne Psikolojisi

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Altay tankı teslim töreninde yaptığı konuşmada şöyle dedi: “Sizleri şöyle 20-25 yıl geriye götürmek istiyorum, ülkemizde bir toplu iğne üretebiliyor muyduk?… Şu anda hamdolsun silahlarını üreten bir Türkiye var.”

Bu sözün yanlışlığı, AKP öncesi Cumhuriyet döneminde yapılan sanayi hamleleri çok sayıda yazı ve paylaşımda örneklerle anlatıldı. Ama bu söz, sadece tarih bilgisi bakımından değil, psikolojik olarak da incelenmeye değer. Çünkü bu tür söylemler, geçmişi silip bugünü sıfırdan kurma iddiasını taşır.

Erdoğan’ın “bizden önce hiçbir şey yoktu” sözleri, Cumhuriyet’in mirasını yok saymakla kalmıyor, aynı zamanda “yeniden kurucu liderlik” iddiasını da besliyor.

Anıtkabir törenlerinde, içeri alınan yaklaşık 100 kişiye, CB mozoleden çıkınca slogan atıp tezahürat yaptırmak da bu amaca hizmet eder. “Ölüye de diriye de saygısızlıktır” ama bu çirkin uygulama yıllardır devam ediyor.

****

Sosyoloji ve psikoloji literatüründe bu duruma “karizmatik otorite” deniyor. (Max Weber).

Karizmatik lider, eski düzeni “karanlık çağ”, kendi dönemini “ışığın başlangıcı” olarak resmeder. Böylece sadece bir siyasetçi değil, yeniden doğuşun simgesi haline gelmek ister.

Bu konuyu anlamak için internette bir araştırma yaptım. Bu yapıyı açıklayan Freud’un “baba kompleksi”, Adorno’nun “otoriter kişilik” ve Rosenthal’ın “narsisistik liderlik” teorileri karşıma çıktı. Bu teoriler, farklı dönemlerde yapılmış olsa da hepsi “gücü kutsallaştırma eğilimini” tarif eder.

Lider, önceki otorite figürünü (örneğin Atatürk’ü) bilinçdışı düzeyde aşmak ister.

Bu, düşmanlık değil, yer değiştirme arzusudur: “Artık ben o makamdayım” vurgusudur.

Usta gazeteci Tanzer Ünal “Atatürk’ü unutturma, Atatürk’ün yerine geçme” çabası bakımında İsmet İnönü ve R. Tayyip Erdoğan uygulamalarının benzer olduğunu yazdı.

İsmet İnönü Atatürk’ün resimlerini her yerden ve her şeyden kaldırıp, yerine kendi resimlerini koymuştu. Bu yaptıklarını, dönemin Başbakan Yardımcısı, Kemal Satır’a şöyle açıklamıştı: “Atatürk gibi eşsiz bir kahramana halef olmuştum. Benim için en büyük tehlike O’nun gölgesi altında erimek ve ezilmek idi.”

 Anıtkabir’de her bayramda ve 10 Kasımlarda yüzbinlerce ziyaretçinin derin bağlılık ve saygı gösterisi dikkat çekiyor. Genç kuşakta Atatürk sevgisinin yükselmesi, ‘kıyas yoluyla’ uyanan bir sağduyunun da göstergesidir.

“Kendinizi sayacağım siyasi kimliklerden hangisi veya hangileri ile tanımlarsınız’ sorusuna ilk kez oy kullanacak gençler arasında “Atatürkçüyüm” diyenlerin oranı yüzde 40’ın üzerinde çıkıyor.

Bunların, bugünün tek adamını da “Atatürk’ün gölgesi altında erimek ve ezilmek” gibibir ruh haline sürüklemesi doğaldır.

Ancak “toplu iğne bile üretemiyorduk” gibi sözler bu ruh halini tedavi etmez.

*******************************

Sadık Medya

Karizmatik otorite yaratma hikâyesinin tek kahramanı “lider” değildir. Bu tür rejimlerin etrafında, lidere kayıtsız şartsız sadakat gösteren bir medya ve sosyal çevre oluşur /oluşturulur.

Bunlar, bilimde “güdümlü akıl yürütme” ve “bilişsel çelişki” olarak bilinen iki mekanizmanın ürünüdür.

Mesela Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un Türkiye’ye gelişinde kendi valizini ve laptopunu taşıdığı görüntü, kamuoyunda “mütevazı liderlik” sembolü olarak paylaşıldı.

Bu görüntü Almanya’da dikkat çekmedi. Ama Türkiye’de Erdoğan’ın yüzlerce araçlık konvoyları ve özel uçak filosuyla verdiği görüntülerle kendiliğinden bir karşılaştırma yarattı.

Bunun üzerine Ahmet Hakan, Hürriyet’te şu başlıkla yazı yazdı: “Valizini kendi taşıyormuş… Aman da aman!”

Bu alaycı tavır, aslında bir mizah değil; psikolojik savunma refleksidir.

Ahmet Hakan, Almanya Başbakanının tavrını “Acayip sinematografik. Bilhassa çalışılmış gibi bir hava var. Doğallıktan eser yok” diye tarif etmiş.

Ahmet Hakan’ın tavrıyla devam edeyim. Bence de Erdoğan’ın yüzlerce araçlık konvoyla Cuma namazına gitmesi son derece doğal. Şimdi düşünebiliyor musunuz “dünya lideri Erdoğan” tarifeli uçakla bir yabancı ülkeye gitmiş, bavulunu, çantasını kendi taşıyor. Bu kadar “itibarsız” bir görüntüde “doğallık” olabilir mi? Ama bu Almanlar bir tuhaf. Merkel de böyleydi. İskandinav ülkelerin başbakanları da böyle. Örnek alacaksanız Ortadoğu’nun itibarlı şeyhlerini alın değil mi?

Neyse, biz yine ciddiyetle Ahmet Hakangilleri anlamaya çalışalım. Bir teoriye göre, kişi inandığı liderin yanlış bir davranışını gördüğünde, bunu rasyonelleştirerek iç huzurunu korumaya çalışırmış. Yani liderin hatasını görmek yerine, o hatayı “fazilet” gibi gösterirmiş.

Bilim insanları bunu, “sadece menfaat değil daha çok kendini ikna etme davranışıdır” diye açıklıyorlar.

*******************************

Yankı Odası

Karizmatik liderin çevresinde oluşan medya, kalemşor ve trol ekosistemi zamanla “gerçeklik üretim merkezine” dönüşür.

“GÜCÜN YANKI ODASI” kavramıyla tanımlandığı gibi, burada artık bilgi değil, çevre medyada yandaş yazarların ve sosyal medyada trollerin ürettiği onay yazıları dolaşır.

Gazeteci, lideri eleştirmeyerek konumunu korur; troller, sosyal medyada “bizim liderimiz en büyüktür” kampanyalarıyla sadakat sinyali verir.

Lider, yazar, kitle üçlüsü giderek “alternatif gerçeklik” üretir.

Sosyal psikologlar buna “kolektif narsisizm” diyor.  Grup, lideriyle özdeşleşir; ona yapılan eleştiri, artık ülkeye veya dine yapılmış sayılır. Böylece eleştiri “ihanet”, biat “erdem” haline gelir.

“Gerçek” artık yankılanmadığı için zihinlerde yok olur.

*******************************

Bir Toplu İğnenin Gösterdiği Gerçek

“Toplu iğne bile üretemiyorduk” sözü kazara söylenmiş değil. Buna benzer çok sözleri var:

2018’de söylediği “Türkiye’de bizden önce acaba evlerde fırın, buzdolabı bulabiliyor muyduk? Evimizde bir radyo vardı, televizyon dahi yoktu.”

1987’de açılan Adnan Menderes Havaalanını, 1955’te hizmete açılan Ankara Esenboğa Havalimanı’nı, 1992’de hizmete açılan Süleyman Demirel Üniversitesi’ni de “biz yaptık” dememiş miydi?

Bunlar, kendi siyasi kimliğini inşa etmek, milletin özgüvenini ve kolektif hafızasını “sıfırlamak” isteğinin dışa vurumudur.

Ancak toplumsal ilerleme, geçmişi silmekle değil, onun üzerine inşa etmekle olur. Cumhuriyet’in sanayi ve kültür mirasını inkâr etmek milli özgüveni de yıpratır.

Bir milletin büyüklüğü, liderinin sarayının büyüklüğü veya kaç araçla gezdiğiyle değil; gerçeği söyleyebilen, eleştiriden korkmayan insanlarının çokluğuyla ölçülür.

Kitabın İstedikleri

     Her Mü’min ve Müslüman,

     Kur’an âyetlerinin birçoğunu,

     Hadislerden de bir kısmını,

     Az çok bilir.

     Bunların, kendisinden neler istediğini,

     Neler yapması gerektiğini,

     Nasıl olması icap ettiğini bilir.

     Fakat bu Âyet ve Hadislerin gereklerini,

     Bilip inandığı halde, yerine getirmeyiş;

     Bilişinin tahkikî / araştırarak değil,

     Bilişinin taklidî / işiterek oluşundan!

     İlim değil, mâlûmat sahibi bir durum arz etmesinden.

     Çok zaman da, gaflet ve şuursuzluktan dolayı.

     Âyet ve Hadislere uyulması ve gereklerinin yapılması hususunda,

     Tembellik sebebiyle uzak duruşdan ileri gelmektedir.

     Böylece, Mü’min ve Müslüman olduğu halde,

     Amelden nasipsiz kalışın, kötü bir örneğini sergiler!

     Bu gibiler, vakit kaybetmeden kendine gelmeli.

     Şuur ve bilinç sahibi olmalı.

     Bu çeşit günahlardan uzak durmaya çalışmalı.

     Aksi takdirde, inandığı cezalara uğrayacağı;

     Âhirette kaçınılmaz olacak!                                                         

     -Allah göstermesin- bu zâfiyet;

     İmanı kaybetmekle de sonuçlanabilir!

     Çünkü:

     “Hak’la meşgul olmayanı, Bâtıl istilâ eder!”

     Hergün Kur’an ve Hadis’le beş on dakika olsun,

     Meşgul olarak, kendini îmanen zinde kılmamak; 

     Cehennem’e yaklaşmasına sebep olabilir!

     Maddî gıdasını ihmal eden;

     Bedenen zayıf düşeceği gibi,

     Mânevî gıdayı ihmal eden de,

     Mânen, Dînen, Îmanen,

     Zayıf düşmekten uzak kalamaz!

     Velhâsılı kelâm:

     Okunmayan Kitap;

     Faydalı olamayacağı gibi,

     Tatbîki ve uygulanması yapılmayan;

     Dinî Helâl ve Haramlara inanıp bilmek,

     Fakat gereklerini yerine getirmemek de;

     İnsanın günahtan kurtulmasına,

     Yeterli bir sebep olamaz!

     Unutulmamalı ki:

     Okumayan ve içeriğine kulak asmayan kimse;

     Kendisini -affedersiniz-

     Kitap taşıyan, kitap yüklü;

     Eşek durum ve hâline,

     -Maalesef- benzetmiş olur!

Değerler ve Güçlü Liderler

Bakalım ne zaman güçlü liderlere ve kurtarıcılara muhtaç olmayan bir toplum olabileceğiz?

Ne zaman? Bu aslında cevabını bildiğim bir soru. Temel değerlerimiz üzerinde milletçe fikir birliğine vardığımız zaman. Sonra bu değerleri yaşatan ve koruyan hukuk sistemimize herkes uyduğunda. Temel değerler üzerinde birlik varsa toplum, o değerlerin hukukuna da zaten uyacaktır. O hukuk eyleme göre sonuç tayin eden bir hukuktur. Adamına göre değil.

Temel değerler üzerinde ve hukuk üzerinde ittifak varsa idare kolaydır. Ne olursa ne yapılır, ne yaparsanız taltif edilirsiniz, ne yaparsanız cezalandırılırsınız, ne kadar ve nasıl ödüllendirilirsiniz, ne kadar ve nasıl cezalandırılırsınız… Hepsi bellidir. Yazılıdır. Yazılı değilse temeller belli olduğu için ödülün de cezanın da stratejinin de o temellerden çıkarılması kolaydır.

Kötü yönetilen toplumlarda değerler ve hukuk benimsenmemiştir. Dâhi liderler ve büyük kurtarıcılar böyle toplumlardan çıkar.

Lider ve lidokain

Onların değerler hususunda kafaları karışıktır. Hukuk değerlere dayanır. Dayanacak değerler olmayınca hukuka saygı gösterilip gösterilmeyeceği üzerinde tereddüt vardır. Böyle bir toplumun mensupları, fırtınalı bir denizde seyreden bir geminin güvertesinde gibidirler. Bir sonraki dalganın ayaklarının altındaki zemini ne tarafa yatıracağı belli değildir. Mutlaka bir yere, daha sabit, devrilmeyecek gibi görünen birine tutunmaya ihtiyaçları vardır. İşte tutunulacak o kişi dâhi liderdir, kurtarıcıdır. Kurtarıcıdır tabii. Her an ona tutunduklarına göre kurtarıcı değildir de nedir? Bugün ak olan yarın kara oluyorsa aklınızı ve namusunuzu korumanın tek yolu, lidere sıkı sıkıya sarılmaktır. Aklınız ve ilkeleriniz havlu attığında tek kurtarıcı, tek sabite odur. Lidokain gibidir. Hani diş dolgusu yapılırken, dişiniz çekilirken diş hekiminin enjekte ettiği… Ağzınız, diliniz uyuşur, kelimeleriniz birbirine dolaşır gibi olur ama acıyı hissetmezsiniz.

Değerlerin ve kuralların yönettiği toplumlarla büyük liderlerin yönettiği toplumların başka farkları da vardır. Hukuk toplumunda çok öğrenirseniz, çok çalışırsanız, zeki ve girişkenseniz, yepyeni metotlar, yepyeni süreçler ve ürünler buluyorsanız kazanırsınız. Etrafınız da kazanır.

Hukuk ve gelir dağılımı

Büyük liderlerin yönettiği toplumlarda başarınız, lidere mesafenizin karesiyle ters orantılıdır. Hatırladınız mı? Bu ışığın yayılırken şiddetinin azalmasının da formülüdür. Kimse kendinden ışıklı değildir. Herkes liderin ışığını yansıtır. En çok ışık alan en içtekilerdir ama o halkada pek az yer vardır. Dış halkalar daha kalabalıktır fakat ışık şiddeti düşer.

Bundan olmalı, lideri güçlü fakat değerleri ve hukuku zayıf toplumlarda gelir en yakındaki yüzde beşte, hatta o beşin de birinde toplanır. İç çemberde fazla yer yok… İşte Acemoğlu böyle toplumlara “extractive” diyor. Ben “istihraççı” diye çevirdim. İstihraç, bir madenin topraktan çıkarılması için kullanılan bir terim… Acemoğlu, toplumun yarattığı değeri çıkarıp alan bir azınlığın hâkim olduğu topluma istihraççı demiş. Hukuk ve değerlerin hâkim olduğu toplumdaysa servetin dağılımı daha kapsayıcıdır. Refah bir çemberde, bir noktada, bir tepede birikmez. Toplumun geniş kesimleri refah kapsamının içine girer ki Acemoğlu böyle toplumlara “inclusive”, “kapsayıcı” diyor.

Antropoloji ve saray mimarisi

Görüyor musunuz? Topluma ait bütün bilimler birbirine sıkı sıkıya bağlı. Toplum biliminden, yönetim biliminden girdik. Ekonomiye çıktı yolumuz. Buradan dönüp hukuk toplumu – güçlü lider toplumu ikiliğini antropoloji ve arkeolojide de takip edebiliriz. David Graeber ve David Wengrow, The Dawn of Everything- Her Şeyin Şafağı eserinde tam bunu yapıyorlar. İsterse binlerce yıl eskiye gitsinler ve tarihî belge bırakmasınlar, güçlü lider toplumları sarayların varlığından ve büyüklüğünden kendini ele veriyor. Astığı astık, kestiği kestik liderlerden de bahsediliyor. Ama Graeber ve Wengrow’a göre onların etki alanı saraylarından birkaç yüz metre sonra bitiyor. Çünkü ülkeyi kucaklayan bir yönetim için yine müşterek değerler ve ortak hukuk anlayışı gerekiyor. İnsanlar ancak içlerindeki değerlerle uyum içinde bir arada yaşayabiliyor. Herkesi denetlemek mümkün değil. Denetçileri de denetlemek, denetçilerin denetçilerini de denetlemek… Çalışmayan metotlar.

Turumuzu tarih öncesinden ve uzak diyarlardan daha yakına, ülkemize getirelim. Tarihçilerimiz Osmanlı’nın erken dönem saraylarının girişi düz ayakken Avrupa saraylarına şaşaalı merdivenlerle çıkılırdı diye anlatıyor.

Bu konu bitmez ama bir son not eklemek isterim… İslamiyet’teki “takva” kavramı da biraz paylaşılan değerlere ve o değerlere dayanan ve herkesin “içselleştirdiği” hukuka işaret etmiyor mu? Hudutları müfettişlerin, zaptiyelerin değil, değerlerin çizdiği bir topluma.

1948’den Bugüne Filistin Gerçeği

Önceki yazımda, Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” eserinde anlattığı Filistin’i ve Osmanlı’nın son döneminden İsrail devletinin kurulduğu 1948’e kadar uzanan süreci ele almıştım. Şimdi 1948’den bugüne yaşanan gelişmeleri kısaca hatırlatmak istiyorum. İsrail’in kuruluş dönemiyle başlayalım.

1948 yılında, İsrail’in kuruluşunu izleyen günlerde, yüz binlerce Filistinli, evlerini terk etmeye zorlandı. Filistinlilerin “Nakba” yani “büyük felaket” adını verdikleri 1948 olayı, bir halkın yurdundan koparılışının simgesidir. İsrail’in devlet ilanıyla başlayan çatışmalarda yaklaşık 700 bin Filistinli evlerini terk etmek zorunda kaldı. 500’den fazla köy ve kasaba boşaltıldı; yüzbinlerce insan mülteci kamplarına sığındı.

O günden bugüne Nakba, bitmeyen bir travmadır. Çünkü o felaket, her nesilde yeni biçimler altında sürmüştür.

İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinden hemen sonra Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları Filistin’e girdi. Birinci Arap–İsrail Savaşı (1948–49) başladı. Ama dağınık Arap orduları karşısında örgütlü, Batı destekli ve disiplinli İsrail ordusu üstün geldi. Savaş sonunda Filistin topraklarının büyük kısmı el değiştirdi; halkının çoğu ya göçe zorlandı ya da Ürdün ve Gazze’ye sığındı.

Sonraki Altı Gün Savaşı (1967), Arap dünyasının askeri üstünlük umudunu tamamen yıktı. İsrail Sina’yı, Gazze’yi, Batı Şeria’yı, Doğu Kudüs’ü ve Golan Tepeleri’ni ele geçirdi. Filistin toprakları bir kez daha küçüldü, Kudüs fiilen İsrail denetimine girdi.

Bu dönemden itibaren “güvenlik bahanesiyle genişleme” İsrail siyasetinin kalıcı stratejisi haline geldi. 1967 öncesinde hiç Yahudi sivil yerleşimci yokken, bugün Doğu Kudüs dâhil Batı Şeria’da yaklaşık 700 bin İsrailli yerleşimci, uluslararası hukuka aykırı olarak inşa edilen birimlerde yaşamaktadır. Bu devasa nüfus artışı, apaçık bir toprak gaspı planı ve demografik değişim politikası eseridir.

Ardından gelen Yom Kippur Savaşı (1973) ise Araplara kısa süreli moral kazandırsa da kalıcı sonuç vermedi.

Bugün İsrail, o savaşlarda elde ettiği stratejik mevzileri daha da genişletmiş durumda: Suriye’nin güneyinde Golan’ı fiilen ilhak etti, Suriye ordusunun savaş kabiliyetini yok etti, İran’ın Suriye’deki askeri varlığını büyük ölçüde tasfiye etti. Lübnan’da Hizbullah’a ağır darbeler vurdu. İran’la yürüttüğü savaşta istihbarat ve hava üstünlüğüyle öne geçti. ABD desteğiyle İran’ın nükleer programına ciddi zarar verdi.

Böylece 1948’den bugüne kadar İsrail, her savaşı yeni bir genişleme halkasına dönüştürdü. Her yenilgi, Arap toplumlarında “yenilmişlik psikolojisini”, İsrail’de ise “dokunulmazlık inancını” pekiştirdi.

Falih Rıfkı Atay’ın “Bir avuç Yahudi, altı yüz bin Arap!” diye anlattığı tablo, çok daha büyük bir coğrafyada ve artık siyasi anlamda da geçerliydi: örgütlü azınlık, dağınık çoğunluğu yönetiyordu.

******************************

Filistin Davamız Olmalı mı?

İsrail güçlenirken Filistin kendi içinde bölündü. 2006 seçimlerinden sonra HAMAS Gazze’de, El Fetih ise Batı Şeria’da ayrı yönetimler kurdu.

1960’larda FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) ve Yaser Arafat liderliğindeki El Fetih hareketi doğmuştu.  Türkiye o yıllarda Filistin’e en samimi desteği veren ülkeydi. Ne var ki bazı Filistinli örgütlerin ASALA militanlarına kamp imkânı sağlaması, PKK’ya meşruiyet tanıması, Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan’la iş birliği yapması, Türk kamuoyunda derin bir kırgınlık yarattı.

HAMAS, 2007’de Gazze’yi ele geçirdikten sonra merkezi yönetimle kavga haline geldi.

Mısır’daki Müslüman Kardeşler çizgisinden doğan HAMAS’a, AKP iktidarı ideolojik yakınlığı nedeniyle sahip çıkıyor. Hatta dünyada “terör örgütü” kabul edilen HAMAS’ı Kuvayı Milliye gibi görüyor. Ancak Filistin’i yönetenlerin Türkiye yerine PKK, Ermeni ve Rum gruplarıyla iş birliği yapması, Zeytindağı’ndaki “Arapların Türk düşmanlığı hissi”nin hâlâ canlı olduğunu gösteriyor.

Bu yüzden bazı vatandaşlarımızın “Benim Filistin davam yok” demesi bir duyarsızlık değil, bu çelişkilere duyulan haklı bir tepkidir.

Yine de devletin tavrı farklı olmalıdır; çünkü Türkiye’nin Filistin politikası insani ve duygusal olduğu kadar stratejik ve jeopolitik bir temele oturmalıdır.

Çünkü “vaat edilmiş topraklar” anlayışından beslenen “Büyük İsrail” ideali, Nil’den Fırat’a uzanan coğrafyayı kapsar. Bu da Türkiye’nin güney sınırlarını ve su kaynaklarını doğrudan ilgilendirir.

******************************

Türkiye’nin Duruşu Ve Çözümün Yolu

Türkiye’nin bir yandan İsrail ile ticari ilişkileri sürdürürken, İsrail’e yönelik eleştirileri belki etkisiz kalıyor. Ama Türkiye ABD ve İsrail ile ilişkileri bozmadan Gazze’deki yıkıma da bu yayılmacı vizyona karşı da bir duruş sergilemek istiyor. Bu konuda 3 husus dikkat çekiyor:

  • Ankara, Filistin’e destek verirken aynı zamanda bölgesel dengeleri koruma zorunluluğu içinde. Ayrıca Cemal Paşa’nın “keşke o kadar altını şu çöle değil, Anadolu’ya harcasaydık” yakınması benzeri bir pişmanlık yaşamamak için ülke kaynaklarını doğru kullanmamız gerekiyor.
  • Arap ülkelerinin bir kısmı artık Filistin davasını gündeminden çıkarmış durumda. Normalleşme anlaşmalarıyla (İbrahim/ Abraham Anlaşmaları vb.) İsrail’i resmen tanıyan Arap rejimleri, tarihsel kardeşlik iddialarını sessizce terk ettiler.
  • İktidarın böylesine insani bir meseleyi bile iç siyasetin malzemesi haline getirmesi, Türkiye’nin dışarıdaki itibarını da inandırıcılığını da içerideki birliği de zedeliyor.

İsrail’in genişlemesini durdurmanın tek yolu, bölgesel iş birliğini, diplomatik baskıyı ve küresel vicdanı aynı çizgide buluşturmaktır.

Filistin’in dağınık yapısı birleşmeden, Arap dünyası çıkar hesaplarını bırakmadan, Batı kamuoyu çifte standardı sorgulamadan kalıcı barış mümkün değildir.

Türkiye bu süreçte politik gerçeklerden kopmadan, mazlumun yanında yer almalıdır. Ekonomimizi ve savunma gücümüzü güçlendirmeye odaklanmalıdır. Çünkü Adaleti sağlamak için, haklı olmak kadar güçlü olmak da gerekir.

Eğitimde Kimlik Muamması

Ekmeğin bir kimliği vardır; bazıları bu kimliği önemser hiç üşenmeden kilometrelerce gidip beğendikleri fırının ekmeğini alır. İzmit simidi de böyledir. Renginin koyu kahverengi, parlak; tadının pekmezli, karamelimsi; hamurunun az mayalı veya mayasız; dokusunun sert ve kıtır; susamının bol ve hafif kavrulmuş; pişirme şeklinin taş fırında, yüksek ısıda kısa sürede; Türkiye’deki en kıtır simit olması onun kimliğini oluşturur. Kimlik, insanın, eşyanın, fikrin alamet-i farikasıdır.

Türk eğitim sisteminin bir kimliği var mıdır? Türk okullarının birinden mezun olmuş herhangi bir kişi, dünyanın herhangi bir yerinde özgün haliyle kendini belli eder mi? Türk eğitim sisteminin alamet-i farikası nedir? Milli Eğitim Temel Kanunu’nda iyi vatandaş olmanın şartları ve Kanun’un amaçları belirtilmiş. Ancak yetişen insan örnekleri ile amaçlar arasında büyük bir uçurum görüyorum. “Türk, beklenendir.” gibi duyguları okşayıcı hamasi ifadeleri şimdilik yazının dışında tutuyorum.

İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi öğrencilerine okumak istedikleri üniversiteler sorulmuş. Alınan cevapların hiçbiri Türkiye’deki üniversiteler değil! Neden? Bu örneğe göre Türkiye, çocuklarını kaybeden ülke… Yabancı liselerin hemen tamamı Saint Josep’ten fark değil. Tablo, pek çok açıdan değerlendirilebilir. Duygusallığa, tepkisel yorumlara gerek yok. Eğitim, bir akıl ve gönül işidir.

Yaklaşık on yıl önce bir fuar programı için Türkiye’den eğitimci bir grup İngiltere’ye gider. Bu ziyaret sırasında, İngiltere’nin en başarılı okulu olan Eton College’a uğrarlar. 1441’de Kral VI. Henry tarafından kurulan okulda sadece erkek öğrenciler vardır, hepsi yatılı okumaktadır. Yurt dışı eğitim firmalarının gönderdiği broşürlerde gördükleri manzaralar gibi, çimenlere uzanmış geyik yapan veya gitar çalan gençler göreceğini zanneden ziyaretçiler, okula girdiklerinde hiç böyle bir ortamla karşılaşmazlar. Öğrenciler asker gibidir. Teneffüs saatinde bile alçak sesle konuşurlar. Hepsinin yüzünde büyük bir ciddiyet vardır. Okul müdürüne bir ders gözlemi yapmak istediğini söyler bizim ziyaretçilerden biri. Adam çok net bir şekilde “Dersleri bölemeyiz” der.

Gezinin bundan sonraki bölümünü eğitimcilerden biri şöyle anlatıyor: “Daha sonra Abbey School’a gittik. Bu okul, 1887’de kurulmuş bir kız lisesiydi. Ortam yine benzerdi. Okulun geneline büyük bir ciddiyet hâkimdi. Kütüphanede onlarca kız hiç konuşmadan ders çalışıyorlardı. Okul müdiresi ülke genelinde not ortalaması en yüksek öğrencilerin o okuldan çıktığını büyük bir gururla anlattı. Bu okulda da sınıflara giremedik. Okul müdiresine, ‘İngiltere eğitim broşürlerinde, hep bir parti havası var. Ama burada hiç öyle bir ortam yok’ dedim gülerek. Kadın ‘O broşürler genelde yabancı öğrenciler için hazırlanıyor. Dışarıdan gelen öğrenciler öyle bir ortam istiyorlar demek ki’ dedi. Sonra da ‘Biz bu okullara zaten pek yabancı öğrenci almıyoruz. Burası Birleşik Krallığın geleceğine önemli insanlar yetiştirmek için var.’ diye de ekledi.

Müdirenin verdiği cevap, “Onlar ve biz” karşılaştırması yapmak isteyenler için geniş alan oluşturuyor. Yorum serbest.

Amerika başkanının, Birleşik Arap Emirlikleri ve Malezya ziyaretlerindeki karşılanma törenlerini hatırlayın. Ait olduğum ümmet adına utanç verici. Gaflet, diz boyu; oyun ve eğlence içindeyiz.

Sebepler, mazeretimiz olamaz. Bizi biz yapan ruhumuzu kaybediyoruz. Nerede kaldı Türk kimliği, nerede kaldı Müslüman kimliği? Belki anlamını dahi bilmediğimiz birkaç ritüel kaldı elimizde avucumuzda.

Tatildeyken devletin aracına binmeyen valinin hikâyesini bilir misiniz?

Yıllar önce, İzmir ile Çeşme arası seyahat eden bir minibüsü polis, kimlik kontrolü için durdurur. Ayakta seyahat eden bir beyin kimliğine bakan polisler donakalır. İçişleri Bakanlığı tarafından verilen kimlikte, Bilecik Valisi yazmaktadır. İlk şaşkınlığı atlatan polisler, “Sayın valim sizi biz götürelim.” teklifinde bulunsalar da; “Teşekkür ederim. Tatildeyken, devletin aracına binmem.” yanıtını alırlar. Görev yaptığı, Bilecik, Erzincan, Manisa illerinde sabahları makama yürüyerek, Ankara’ya valiler toplantısına kendi biletini alarak otobüsle giden vali, Refik Arslan Öztürk’tür.

Bu, bir ahlaktır. Bu bir sorumluluktur. Bu bir hakkaniyet anlayışıdır. Bu bir kimliktir. Böyle bir anlayışı, her bürokrat ve yönetici için, her öğretici ve öğrenici için her iş ve davranışa göre genişletebilir, uygulanır hale getirebiliriz. Saygı, sevgi, değerbilirlik, vefa, sorumluluk, adalet, hak bilirlik ve benzeri insani cevherler bu tercihlerin mayasıdır. Maalesef, bu mayayı çürüttük.

Kimliğimizi oluşturan mayayı tekrar canlandırıp hamurumuza katmak zorundayız. Eğitimde kimlik muammasından kurtulmanın zamanı geçiyor. Gözü eğitim için dışarıda olan öğrencileri ve velilerini suçlamak, çözüm olmuyor. Ülkemizde yürürlükte olan güzel örnekler üzerinde yürümek ve yeni projelerle yeni örnekler oluşturmak gerekiyor. Mide bulandıran, iflah olmaz parazitler gitsin; ancak “giden gitsin” yerine “bize değer katan insan zenginliğimiz burada kalsın ve gidenler de geri gelsin” parolasıyla yeni kısa ve uzun vadeli stratejiler oluşturulmalı, yol haritaları çizilmelidir.

İstiridyenin kabuk zarına sıkışmış inciler ziyan olmasın. Kahraman avcılar, işiniz kolay gele …

Düşün Damlaları (13)

     “Eğer kâinat (evren) ebedî saadeti netîce vermezse, Sâni’in (san’atla yaratıcı olan Allah’ın) akılları hayrette bırakır bir şekilde mükemmel yaptığı şu nizam, zayıf ve aldatıcı bir surete döner, nizamdaki bütün mâneviyât, râbıtalar ve nisbetler hebaenmensur olur / boşa gider. Öyleyse bu nizamı nizam eden, onun ebedî saadetle olan bağıdır. Yani bu nizamdaki incelikler ve mânevî şeyler ancak âhiret âleminde sümbüllenir, yoksa bütün mânevî şeyler söner, bütün rabıtalar (bağlar) kesilir, bütün nisbetler parçalanır ve bu nizam, nizam olmaktan çıkar. Hâlbuki nizamda mündemiç (mevcut) olan kuvvet, bu nizamın çökmesi ve çözülmesinin mümkün olmadığını en yüksek bir sesle ilân ediyor.”  

x

     “Biz Kur’an şakirdleri (talebeleri) olan Müslümanlar, burhana tâbi oluyor (uyuyor)uz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakâik-i imaniyeye (iman hakikatlerine) giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları (fertleri) gibi, ruhbanları (Hristiyan din adamlarını) taklit için burhanı (delili) bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbal (gelecek)de, elbette burhan-ı aklîye (aklî delillere) istinat eden (dayanan) ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’an hükmedecek.”

  x 

     “Yağmur, bitkilerin hayatına sebeptir. İslâmiyet de ruhların hayatına..Şimşek ve gök gürültüsü, vaat ve vaîde (tehdide) işaret eder. Karanlıklar ise sana küfrün şüphelerini ve nifakın (iki yüzlülüğün) şek (ve tereddüt)lerini gösterir..Gök gürültüsüne muhatap olan kişi dikkatle ona nazar etmeli (bakmalı), ülfet ve alışkanlığa bina edilen sathi (yüzeysel) nazar (bakış) ile bakıp geçmemeli ki İlahî kudretin san’at incelikleri kendisine inkişaf etsin (açılsın).”

x

     “İnsanın beş duyusu tabiattan meydana gelmiş değildir. Kulak ve göz boşluklarının bir lâzımı da değildir. Onlar ancak Allah’tan birer hediye ve ihsandır. İşitmek ve görmek için bu organlar ve sebepler ancak şerait-i adiyedirler (sıradan şartlardır). (Nitekim) Allah, bu organlarla insanın işitmesini ve görmesini bir âdet edinmiştir. Ama bunların varlığı illâ işitmek ve görmek anlamına gelmediği gibi, yokluğu da işitme ve görmenin imkânsız olacağı anlamına gelmez. Nitekim bazı insanlar kalb gözüyle çok farklı boyutta görebilmektedir. Kezâ insan rüyada gözü kapalı görebilmektedir.”           

  x

     “İnsan lâtif, acip bir mizaç; huy, tabiat ve yaratılışla; bütün canlılardan farklı olarak mümtaz, seçkin ve müstesna, istisnaî ve ayrı bir şekilde yaratıldı. Bu mizaç ona, netice olarak; seçme, en güzeline talip olma, ziynete, süse yönelme ve insaniyete lâyık bir hayat ve tam bir kemal ile, güzelce yaşamak gibi, fıtrî bir meyil verdi.”

x

     “İnsan, üstüne pek çok muhabere âletlerinin bağlandığı bir santral hükmündedir. Başına yaratılışın temel nizamları sarılmış, fıtratın kanunları kendisine uzanmış, kâinattaki İlahî nevamisin (kanunların) şuaları odaklanarak kendisinde yansımıştır. Dolayısıyla, insanın bu kanunlarla uyum içinde ve irtibat halinde olması, onlara intisap etmesi / bağlanması; umumî cereyanı temin için onların eteklerine tutunması gerekir. Ta ki ayağı kaymasın, tardedilmesin, bu tabakalardaki hareket hâlindeki dolaplardan aşağı atılmasın. Bu ise, ancak emirleri yapmak ve yasaklardan kaçınmaktan ibaret olan ibadetle mükündür.”                                    

x

     “İnsan, cismen küçük, çok zayıf, çok âciz ve sıradan bir canlı olmakla beraber, çok kıymetli bir ruha sahiptir, mükemmel kabiliyetleri vardır, sayısız meyiller taşır, nihayetsiz emeller sahibidir, sayılamayacak fikirleri, sınırsız kuvve (güç)leri vardır. Sanki o, bütün nevilerin (türlerin) ve âlemlerin bir fihristesi gibidir.”

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı nedir kısaca neden kutlanır ve niye bu gün bizler için bu kadar önemli. Mustafa Kemal Atatürk bir sözünde ”Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir” diyerek ve bir diğer sözünde de ”Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir” açıklamaları ile aslında bizlere bu konuda ışık tutmaktadır.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Nedir Özet 2019

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Nedir

Cumhuriyet Bayramı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet yönetimi ilan etmesi anısına her yıl 29 Ekim günü Türkiye’de ve Kuzey Kıbrıs’ta kutlanan bir millî bayramdır. 29 Ekimlerde stadyumlarda şenlikler yapılır, akşam ise geleneksel olarak fener alayları düzenlenir.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramının önemi hakkında Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Kutlamalarının yapıldığı 29 Ekim 1933 tarihinde verdiği 10. Yıl Nutkunda, bu günü en büyük bayram olarak nitelendirmiştir.

29 Ekim günü Atatürk, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan “Cumhuriyet” önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne vermiştir. Meclis önergeyi kabul etmiştir ve böylece Türkiye Devletinin yeni yönetimi biçimi Cumhuriyet, yeni ismi “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” olarak belirlenmiştir. Atatürk, kurulan Türkiye Cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Halk da Cumhuriyetin ilanını sevinç ve coşku ile karşılamıştır.

Cumhuriyette Atatürk’ün de söylediği gibi, egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur. Ulus, kendini yönetme yetkisini, kendilerine temsil eden milletvekilleri aracılığı ile kullanır. Cumhuriyet yönetiminde, yurttaşın seçme ve seçilme hakkı vardır. Seçilen temsilciler, yasaları tasarlar ve yöneticileri ulus adına denetler. Ulus, seçimle yöneticileri seçebilir.

https://www.bing.com/ck/a?!&&p=729fb5ac21102c11f561189896261e64d9ddc41f540e96566423031f4eea288cJmltdHM9MTc2MTUyMzIwMA&ptn=3&ver=2&hsh=4&fclid=2ff220ae-3355-64c1-2780-324532cc656f&psq=29+ekim+cumhuriyet+bayram%c4%b1&u=a1aHR0cHM6Ly93d3cubmF6bGltLm5ldC9zb3psdWsvMjktZWtpbS1jdW1odXJpeWV0LWJheXJhbWktbmVkaXIuaHRtbA

Cumhuriyet Bayramı

Cumhuriyetimizin kuruluşunun 102. Yılı Milli Bayramımız Türk Milletine Kutlu olsun; Bayramımız mübarek olsun,
Bilinen Emperyal güçlerin desteğiyle Yunan Askeri gücü sadece bir işgal için, zenginliklerimize sahip olmak için gelmediler…
Amaçları Türklüğü Anadolu’dan söküp atmak, hatta Kızılderililere yaptıkları gibi, Türklere soykırım uygulamaktı…
Ernest Renan 1870’lerde bunu açıkça ifade etmişti… Yalnız o da değil, 1916-1922 yılları arasında İngiltere başbakanı olan Davit Lloyd George da benzer ifadeler kullanıyordu…
Kurtuluş savaşı sadece bir vatan mücadelesi değil, aynı zamanda bir ölüm kalım, soykırımdan kurtulma mücadelesiydi…
Ve M. Kemal Atatürk gibi çok az kişi bu durumun farkındaydı…
*
Evet, 1071’de de Anadolu’ya geldik ancak bu geliş, Türklerin Anadolu’ya Müslüman olarak gelişiydi… Türkler değişik adlar altında Anadolu’da idi. İşte o nedenle Atatürk, II. Balkan konferansında yaptığı konuşmasında, Balkan ülkelerinin delegelerine, “Balkan milletlerinin aynı beşikten gelen, damarlarında aynı kanı taşıyan milletler olduğunu, bu kardeşlerin din ile ayrıştığını” söylüyordu…
Türklüğü Anadolu’dan silmek isteyenlerin planları aksamıştır ancak bu plan iptal edilmemiştir… Davit Rockefeler’in, “Atatürk yüzünden planlarımızı yarım yüzyıl ertelemek zorunda kaldık” sözü, planın devam ettiğinin en açık ifadesidir…
O dönemde Türklüğe karşı olup, İngilizlere uşaklık yapan hainler ile günümüzde Türklüğe saldıran hainlerin hiçbir farkları yoktur…
Türk milleti bu gerçekleri bilmek zorundadır…
Öğrenmek için de din tacirlerinin hikâyelerini dinlemek yerine araştırmak zorundadır…
Bu savaşta inanç ayrımı yoktur… Müslüman olsun ya da olmasın hedef Türklüktür…
İşte o nedenle bizler, Atatürk gibi Türkçüyüz ve TÜRKÇÜLÜK BİZİM FİKRİ SAVUNMA HATTIMIZDIR…
Atamız Bilge Kağan’ın o meşhur sözü tarihin hiçbir döneminde geçerliliğini yitirmedi…
“…ALDANDIN ÖLDÜN, ALDANIRSAN YİNE ÖLECEKSİN…”
*
Bir milletin başına gelebilecek ne kadar felaket varsa hepsiyle haşır haşır neşir olduğumuz o milli mücadele yıllarında önümüze düşüp bizi tekrar hayata çıkaran; binyıldır Türk Milletinin vatanı olan ANADOLU’YU Türk Milletine yeniden vatan yapan ve en büyük eserimdir dediği bağımsız bağlantısız Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak Türk gençliğine emanet eden Başbuğ Gazi paşamızı ve necip kadrosunu şükran ve minnetle anıyoruz.
Gazi Paşamız Atatürk kurduğu ve milli iradenin geçekleşmesini temel alan Cumhuriyeti tanımlarken:
‘’Cumhuriyet ahlaki fazilete dayanan bir idaredir. Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık ise korkuya ve tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil ve rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bundan ibarettir’’diyerek;
‘’Vatan ve Cumhuriyet çalışan insanların omuzlarında yükselecektir’’vurgusunu yaparak geleceğimize ışık tutan en anlamlı mesajlarını Türk milletine vermiştir.
‘’Laik Cumhuriyet, öngördüğü nitelikleri esasında Sultan’a kul olmaktan çıkarılıp özgür birey olarak yurttaş kimliğine kavuşmuş Türk gençliğinin omuzlarında ilelebet yaşayacaktır’’.
*
Cumhuriyetin ilanı her şeyden önce egemenliğin kaynağını değiştirmiştir. Cumhuriyetin ilanıyla ‘’dinsel egemenliğin’’ yerini ‘’ dünyevi egemenlik’’ almıştır. Şöyle ki, cumhuriyet, kendini ‘’Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’’ olarak gören ‘’saray saltanatına’’ son vererek egemenliği, asıl sahibine; millete vermiştir. Fransız devrim’inden beri milli egemenlik, dolaysıyla cumhuriyet laiktir. Bu nedenle ‘’laik’’ niteliğini yitiren bir cumhuriyet, aslında cumhuriyet olmaktan çıkar.
*
Gazi Paşamızın ‘’EFENDİLER; YARIN CUMHURİYET İLAN EDİLECEKTİR’’hitabetiyle 29 Ekim 1923 kurduğu Laik Cumhuriyetin ilan tarihidir. Cumhuriyetin 102. Yılını milli bayramımız olarak kutluyoruz ve ilelebet yaşatacağımıza Türk Milleti olarak milli kimliğimizi ve güvenliğimizi teminat altını alma adına, yurtseverliğimiz / vatanperverliğimiz adına kutluyoruz.
Sonsuz minnet ve şükran Başbuğ Atatürk’e, silah arkadaşlarına, isimsiz kahramanlarımıza…
’Ebedi Vatanımız Bağımsız Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Bozkurt Başkomutan Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’E şükran duygularımızla selam olsun.

Kuvayı Milliye kadrosuyla Türk Halkının önüne düşerek oluşturduğu güçle, Emperyal güçlerin desteğiyle Anadolu’yu işkâl eden Yunan ordularına karşı verdiği başarılı Kurtuluş Savaşları sonucu Anadolu’yu Türk Milletine yeniden bağımsız bağlantısız vatan yapan Başbuğ Mustafa Kemal ATATÜRK’Ü şükran ve minnetle yat etmek her namuslu Türk vatandaşının vatandaşlık borcudur; vicdani borcudur.