6 C
Kocaeli
Perşembe, Mayıs 15, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1300

Şuradan Buradan Zülfikara Dokunmadan

ABD’li büyük vekil Sherman, PKK’nın pusuya düşürüp şehit ettiği vatan evlatlarımız sebebiyle Ankara gelen sert beyanata karşı cevher yumurtlamış; “Ankara iki kızar, sonra susar.”


Demek ki adamların terazisi iyi tartıyor. Bizi de iyi tartmışlar. Nereye kadar horozlanacağımızı iyi biliyorlar. Hani bir söz vardır. ”Fakir babanın ailesine bile sözü geçmez.” diye.


Bizimde büyük patrona karşı horozlanmamız haddimize mi düşmüş?


Biz Osmanlı torunuyuz da Osmanlıyı kötüler dururuz. Şu Türk düşmanı ermeni dostu Fransa’ya Osmanlının yaptığını hep unuturuz. Acaba adamları bir nameyle korkudan iki yıl dans ettirmediğimiz için mi şimdi bize kinlenirler. ABD’de tarihinde ilk defa ve tek defa Osmanlı ya haraç verdiği için mi bizden intikam almak ister.


…………………..


Condoleezza Rice; “Türkiye, İslam ile Dünyanın geri kalanı arasında köprü vazifesi görmektedir.” demiş. Nedense bu köprüden hep Amerika geçiyor. İslam Ülkelerini sömürüp, geri dönüyor. Bize ise oraları yasak. Aman ha yaklaşırsak gericilik bulaşır.


Zinhar onlarla ticaret yapmak ve yakınlaşmak bizi yobazlaştırır. Biz Avrupalıyız. Avrupalılar hep bizim köprüden geçer. Gider oralarda malını satar ve geri döner. Onlar hiç yobazlaşmaz.


Her şeyin orijinali de var. Yan sanayisi de var. Bizim Ülkemizde de çok yan sanayi var. Onun için sıkça arızalanıyoruz.


Çağdaşlık adına lime lime dökülüyoruz. Ne zaman uyanacağız?


Ne zaman akıllanacağız bilmem ki?


…………..


Diyarbakır’ın Yenişehir Belediyesine ait çocuk korosu ABD de PKK marşı söylemiş.


Burası Türkiye. Özgürlüklerin namütenahi kullanıldığı bir Ülke. Şayet Milli Marş söyleselerdi şaşardım. Büyükleri zaten mecliste.Küçükleri de ABD de tanıtım peşinde. Bölücü başı da nasıl olsa bizden beş yıldızlı otel hizmeti alıyor.


Deveye sormuşlar “Boynun neden eğri?”


Oda cevap vermiş; “Nerem doğru ki?”


………………


Diyanet açıklama yapmış; “Beli veya ayakları rahatsız olanlar sandalyede namaz kılabilir.” diye.


Hiç cami ile alakası olmayanlar hemen bu habere atladılar.”Diyanet, İslam’a yeni yorum getiriyormuş. İnsanlar şimdiye kadar hep bu yüzden eziyet çekmişlermiş. Camidekilerde onlara şimdiye kadar hep ters bakılmışmış.” Halbuki Camilerde yıllardan beri rahatsızlığı olanlar safın kenarında sandalyede namaz kılarlar. Cemaatte onlara yardımcı olur. Bu durum herkesin başına gelebilir. Bu yeni icat edilmiş bir şey değil ki?. Yorumları okuyunca acısak mı?. Gülsek mi? diye insan ikilemde kalıyor. Nedense hep kendini İslam’dan saymayanlar, İslam hakkında yorum yapınca böyle komiklikler yaşanıyor.


İslam cemaatine dışardan gazel okuyanlar. Lütfen işinize bakınız. Bize ait olanı da bize bırakınız. Gölge etmeyin başka ihsan istemez.


………………..


Devlet bakanımızın biri İngiliz vatandaşı imiş. Sayın Tansu Çillerde Amerikan vatandaşı idi.


Bazılarımız akıllıdır. Çift pasaport taşır. İş adamlarımız taşırda vekillerimiz niye taşımasın. Biz pratik zekalıyız. Dışarı çıkar gavur yeminine uyarız. İçeri girer Müslüman yemini ederiz. Acaba Devletler arası çıkarlar söz konusu olduğunda hangi yeminin gereğini yapılmaktadır?. Bunu da sormadan edemiyorum. Benim memurum işini bilirde vekilim niye bilmesin.


…………………..


Geçmişi hep kötüleriz ya. Bu konuda üstümüze yoktur. Padişahların bir çoğu bizim entelektüellere göre vatan hainidir. Onlar 4 kıtada at koşturdu. Biz 80 yılda geri kalmışlıktan kurtulamadık. Hep kendimizi medeni saydık. Atalarımızı geçmişimizin utanılacakları olarak gördük.


Onlar hayvanları bile sevdiler. Onlara hafta da bir gün yük taşımama izni vererek, taşıdıkları yükün kilogramını yasaya bağladılar. Bizlerse sahip olduğumuz hayvanları acımasızca öldürdük. Öldüremediklerimizi süründürdük. Atalarımızın hayvanlardan esirgediklerini biz insanlarımıza reva gördük. Çatalı sol elle tutmakla, yemeği sol elle yemekle modern olduk. Biz Avrupalının bermuda şortu nu kendimize yakıştırdık. Kendi insanımızın haşamasıyla dalga geçtik. Halbuki biri öbürünün güllüsü. İkisi de diz kapağından aşağıda.


Hani derler ya; “insanın akıllısı önündeki işi yapar. Akılsızı ise başkasında hata arar.”


…………….


Referandumu da yaptık. Milletimize hayırlı olsun. Bazıları günler önce millete ilanatta bulundu.


“İktidarı sevmiyorsan kahverengiye bas.”. “Beyaza basarsan iktidarı aklarsın.”


Ne enteresan bir anlayış? Kendini elit görenlerin mantığına bak.


Hani ne demişler; “Şayet bir şey biliyorsan söyle millet seni dinlesin. Şayet hiç bir şey bilmiyorsan sus ta millet seni adam bellesin.”


Aziz Nesin i sevmem ki, dediğini diyeyim.

Asıl Terör Nerede?

TSK’nin önünü açan ve yasal sıcak takiple askeri harekât hakkı veren tezkere nihayet TBMM’nden geçti.


Sayın Genelkurmay Başkanı’nın talebinin 17 Nisan’da olduğu düşünülürse, oldukça geciken ve büyük bir ekseriyetle alınan Meclis kararı ülkemiz için sevindiricidir, itibar kazandırıcıdır ve Türkiye’nin caydırıcılığını artırmıştır. Keşke, 6 aylık bir gecikme olmasaydı…


Ancak, yine de siyasi iktidar askerini rakip gibi görme yanlışından uzaklaşmaktadır. Dışarıya hoş görünmek uğruna askerle farklı düşünüyor görünümünün verilmesi, terörle mücadelede bize zaman ve kan kaybettirmiştir. Şimdi siyasi iktidar dahil birçok çevrenin ayağı yere basmıştır.


Bugüne kadar ülkeyi yönetenlerin beyanlarını alt alta koyarsak; bugün gelinen sonuç birbiriyle çok çelişkilidir. 2002’de iktidara gelir gelmez terörü daha fazla demokrasi ve özgürlükle çözeceğini zanneden iktidar, Eve Dönüş Yasası dahil birçok aflar çıkarmıştır. Terör gerçeğinde İspanya’dan bile ders alınamamıştır. Bölücü ve ırkçı terör örgütünü açıkça destekleyen eski ve yeni bazı milletvekilleri itibar görmüş, Bakanlıklarda ağırlanmışlardır. Bazı yanlış tavır ve beyanlar adeta vatandaşı terör örgütüyle özdeşleşmeye itmiştir.


Asker sınır ötesi harekât için Meclis’ten karar çıkarılmasını istediğinde “İçeride 5.000, dışarıda 500 PKK’lı var. İçeriyi hallettik mi ki; dışarıyı halledelim?” diyebilen herhalde yabancı devlet adamları değildi. Bu beyanla ülkeyi yönetenler Barzani ve terör örgütünün destekçileriyle maalesef aynı çizgide buluşmuşlardır.


Sınır ötesi harekâtı küçümseyen “Bu kadar gittik, bir şeye yaramadı.” diyebilen siyasilerin bugün vardıkları sonuç ibret vericidir. Devlet adamlığı yetersizliğidir. Kaldı ki; sınır ötesi harekât, tedbirlerden sadece birisidir. Erbil ve Süleymaniye’ye giden yolcu uçaklarına hava sahamızı açma gafletini gösterenler, şimdi acaba hiç utanmıyorlar mı?


Irak’ın kuzeyine su ve elektrik Türkiye’den gidiyor. Habur Kapısı kapansa, bir ikincisi açılsa, terör sorunu oldukça değişik bir şekil alırdı. Barzani şirketlerine neden hoşgörülü davranılıyor? Irak’ın kuzeyinde eş dost yatırımlarını müdahale edememenin gerekçesi yapanlar, şimdi bizimle aynı şeyi söyler hale geldiler.


Koordinatörlüğün, Maliki’nin Bağdat-Ankara seferlerinin oyalama olduğunu yeni mi öğrendiniz Sayın Cemil Çiçek? Ortada bir oyun var; ABD Türkiye’yi oyaladı, siyasi iktidar da Türk Milletini… Bugünkü ABD yönetimi Türkiye’nin ne müttefikidir; ne de dostudur. Ancak, ABD’yi de bir bütün olarak görüp düşman ilân etme akılsızlığını göstermeyelim. Herkes kendi milli menfaatinin peşinde olmasına rağmen, Bush yönetimiyle uyuşmayan etkili çevreler de vardır.


PKK terörü dıştan desteklenen bölücü, ırkçı bir harekettir. Teoriye uymamasına rağmen; Marksist kökenlidir. Teorik olarak ırkçılığı reddedenler, bal gibi ırkçılık yapmaktadır. Soyadı Türk olan DTP Genel Başkanı, bir TV programında aşırı sol menşeden geldiklerini itiraf etmiştir.


PKK’dan daha da tehlikelisi; onu siyasallaştıran, Meclis’e sokan iç ve dış ittifakıdır. PKK’dan daha da tehlikelisi; anti-Türk mayınları gibi ortada dolaşıp Türk düşmanlığı yapan, milli kimliği dışlayan, teslimiyetçi, ülkeyi zorla etnik sorunlu hale sokma peşinde olan, TCK’nun 301. Maddesini kaldırmayı içlerine sindirmiş bazı yöneticilerimizdir.


Bunların sahiplenemedikleri anayasa taslağı da ortadadır. Türk, Atatürk, Türk Devleti ve milliyetçilik kavramları yeni taslaktan çıkarılmadı mı? “Türkiye sadece Türklerin değildir.” diyebilen, Türkü milli kimlik ve milletin adı olmaktan çıkarıp Anadolu’da basit bir etnik grup olarak takdim eden eğer Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ise; demek ki asıl terör, Türkiye’de yaratılmak istenen milli kimlik karşıtı terördür. PKK dahil diğerleriyle uğraşmak ve onları yok etmek Türkiye için teferruattır.


Türkiye’ye karşı psikolojik savaşın bir parçası olan, yabancı istihbarat servis mensuplarıyla akraba bazı yazar-çizer ve basın mensuplarının ekranlardan o istihbarat kuruluşlarına hizmet etmeleri daha ne kadar sürecek? Utanmasalar ve elde edebilseler, askeri harekât plânlarını bile ekranlarda teşhir edecekler. Ve bunu da demokrasi ve basın özgürlüğü zannedecekler.


Bugün referandum yapılıyor. Referandumlar iktidar diktalarını hazırlayan siyasi oyuncaklar değildir. Önce oylamaya açılan, daha sonra çıkarılan maddeleriyle bu anayasa değişikliği bir hukuk skandalıdır. Masraflara yazık olmuştur. YSK’ndan 5’e karşı 6 oyla geçen karar hukuk devletini yaralamıştır.

Terör ve Tezkerenin Gereğinin Yapılması

Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en tuhaf ve tartışmalı referandumunu yapmak için sandık başına gitmeye hazırlandığı, 21 Ekim Pazar sabahını Hakkâri Yüksekova’dan gelen acı bir haberle karşıladı.


“Yüksekova’ya 50 kilometre uzaklıktaki Irak sınırının sıfır noktasındaki Dağlıca Beldesi’nden Yeşiltaş’a giden Yüksekova 21’inci Sınır Jandarma Taktik Tugay Komutanlığı’na bağlı Komando Taburu’na ait askeri konvoy Avaşin Köprüsü üzerinde saldırıya uğradı. Ağır makineli silahlar ve roketatarların da kullanıldığı saldırıda 12 asker şehit oldu; 3’ü ağır 16 askerimiz de yaralandı. 13 askerin de kayıp olduğu, süren çatışmalarda 32 teröristin öldürüldüğü bildirildi.”


PKK’nın üslerinin bulunduğu Kuzey Irak’a sınır ötesi bir harekâta imkân veren “Tezkere” 18 Ekim’de, TBMM’den milli iradeyi yansıtan yüksek bir oyla (19 ret oyuna karşı 507 oyla) kabul edilmişti.


Türkiye hemen her gün bir iki vatandaşımızın terör örgütü tarafından şehit edilmesi haberlerine alıştırılmıştı(!) Ancak sınır ötesi operasyon için tezkerenin kabulünden sonra, Beytüşşebap ve Şırnak’taki saldırıların ardından, her bir saldırıda 12–13 kişinin şehit edildiği üçüncü önemli eyleme maruz kaldı.


Bu defa saldırı K.Irak’taki bir PKK kampından gelen ve saldırıdan sonra yine buraya kaçmaya çalışan 200 kişilik bir grup tarafından gerçekleştirildi.


Bu olaydan sonra bir kere daha durum değerlendirmesi yapalım:



  • PKK terör örgütünün Kuzey Irak’taki kendince güvenlikli bölgede kampları vardır ve bu bölgeden ciddi siyasi ve lojistik imkânlar sağlamaktadır. Kuzey Irak’taki Barzani yönetiminden; Irak merkezi yönetimi ve Talabani’den ve özellikle de stratejik işbirliği içinde olduğu ABD’den destek almaktadır.
  • Tezkere’nin çıkması ve sonrasında “tezkere çıktı ama kullanılmayacak” havasını veren açıklamalar, tezkerenin tesirini ve caydırıcılığını azaltıcı etki yapmıştır. Bazı AKP yetkilileri ve destekçilerinin, “şimdiye kadar yapılan 23 sınır ötesi harekâtın (gerçekte 38 büyük harekat yapıldı) hiçbir işe yaramadığı”, “Habur Sınır Kapısının kapatılmayacağı” yönündeki açıklamaları da “korkma, silahım var ama boş” anlamına gelmiştir.
  • Tezkerenin verdiği yetkinin kullanılarak sınır ötesi harekât yapılmasına ABD, AB ve Irak yetkilileri karşıdır. Özellikle ABD, bırakın PKK ve üslerini imha etmek, sınırlardan her türlü geçişi izleyecek teknik imkân ve kabiliyete sahip olmasına rağmen Türkiye’ye herhangi bir istihbarat yardımı dahi yapmamıştır.
  • Bu ortamda PKK örgütü yüksek bir moral içindedir. Türkiye’nin psikolojik harp alanında daha başarılı olması tam bir siyasi kararlılık gösterilmesine, devlet kurumları arasında uyum ve işbirliğine bağlıdır.
  • PKK ile mücadele daha uzun yıllar sürecek gibi gözüküyor. Örgütün dış desteklerinin kesilmesi siyasi kadronun, lojistik destek merkezlerinin ve örgüt üyelerinin tesirsiz hale getirilmesi güvenlik güçlerinin görevidir. Her iki alanda da başarılı olunmadıkça terörle mücadelede sonuç alınamaz.
  • Bir ülkenin komşusu olan bir ülkeye karşı terörün lojistik ve siyasi destek merkezi haline gelmesini uluslararası hukuk himaye etmez. Irak hükümeti terörist örgüte karşı gerekli önlemi almadığı sürece Türkiye’nin hukuken müdahale hakkı vardır.
  • Türkiye’ye düşmanlık anlamına gelen PKK destekçiliğinin maliyetinin ne kadar ağır olabileceği, Barzani, Merkezi Irak Yönetimi ve ABD’ye çok iyi hissettirilmelidir.
  • Askeri mücadelenin 25 yıldır yeterince başarılı olmadığı yanlıştır. PKK, unutmayalım ki siyasi kolu iki milyon oy alan bir kitleden destek almaktadır. PKK yıllarca Türkiye sınırları içinde bağımsız devlet yapılanmasına nüve oluşturacak şekilde, bazı illerimizin “kurtarılmış bölge” oluşturmasını hedeflemiştir. Yapılan mücadele ile PKK’nın bu hedefine ulaşması ve ülkenin bölünmesi engellenmiştir.
  • Kuzey Irak’a girmenin bir bedeli vardır. ABD, AB ve komşularımızdan destek alınabildiği ölçüde bedel azalacaktır. Ancak, halen ağır bir bedel ödüyoruz, Kuzey Irak’a girip PKK’nın beynini ve Barzani’yi etkisiz hale getiremezsek bunun bedeli daha da ağır olacaktır.
  • Ülkenin birliğinin korunması ve vatanın müdafaası için büyük devletlerin iznini almaya kalksaydık İstiklal Harbimizi yapamazdık.
  • “Ekonominin kırılgan olduğu” doğrudur. Sınır ötesi harekâtın en az ekonomik zararla atlatılması hükümetin ve tüm ekonomide etkili oyuncuların görevidir. Ancak Atatürk’ün veciz sözüyle ifade edelim ki, ”söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır.”

Bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve Türk Milletine başsağlığı diliyorum.

Şehitlere Saygı ve Rahmet

Uzun yıllardır bayramları bayram gibi kutlayamıyoruz. İç ihanet odakları ve onların dış destekçileri bölücü, ırkçı terörü sürdürmekten vazgeçmiyorlar.


Terör örgütü kadar gerekli tedbirleri almayanlar, Terörle Mücadele Yasası’nın içini boşaltanlar, güvenlik güçlerinin elini kolunu bağlayanlar, AB sevdası uğruna olmadık tavizler verenler, sıcak takip ve askeri müdahaleyi yılan hikâyesine çevirenler, Habur kapısını kapatamayanlar, yeni sınır kapısı açamayanlar, bir dönem koordinatörlükle, daha sonra Bağdat temsilcisi Maliki’nin ziyaretleriyle oyalananlar, Irak’ın kuzeyine sivil uçak seferlerine göz yumanlar, Irak’ın kuzeyindeki eş dost yatırımlarını gerekçe yapıp müdahaleden uzak duranlar, Barzani şirketlerine göz yumanlar, terörün azmasına az katkı yapmamışlardır.


Şehitler ölmez demek yetmiyor. Şehitler evet ölmez ama, onların emaneti olan geride bıraktıklarını yaşatmak da bizim görevimizdir. Onlar bizim için öldüler. “Biz onlar için neler yapacağız?” sorusu sadece bayramlarda değil; her gün vicdanlarımızı rahatsız etmelidir.


Bütün Aydınlar Ocaklarımızın en önemli faaliyeti ve hizmeti şehit aileleriyle ilgi ve dayanışma olmalıdır.


Ahmet SARIOĞLU, Tugay SALGAR, Çavuş Bayram GÜZEL, Çavuş Mehmet UYAR, Çavuş Seyfi ALTUNTAŞ, Onbaşı Mehmet YILDIRIM, Onbaşı Mehmet UÇARI, Onbaşı Kasım AKSOY, Onbaşı Şükrü KARATAŞ, Onbaşı Emrah ERYILMAZ, Onbaşı Fethullah SELÇUK, Er Mehmet COŞKUN, Er Sıddık KÜÇÜKGÖZ ve diğer aziz şehitlerimizi saygı ve rahmetle anıyoruz. Onları unutmamak ve unutturmamak, milli duruş ve tepkimizi ortaya koymak yaşayanların görevidir.

Puslu Bayram Yazısı

Birbirimizle uğraşacak ve kısır tartışmaların sürdürüleceği bir
dönemde değiliz. Duygusallık, şahsi çekişmeler ve kendine oynama
hastalığını bir tarafa atıp gerekirse her türlü fedakarlığa katlanıp
ancak birlikte güç olunabileceğini kavramalıyız. Türkiye’nin
kuşatılmasına ve açık ihanetlere karşı yasalar içinde kalarak milli
tepki koymak, tavır almak vatandaşlık görevidir. Milli tepkiyi
yoğunlaştırmak ve gerekli tavrı koymak yerine; suya sabuna dokunmamak,
küçük hesaplar peşinde koşmak, her şeye seyirci olma zihniyeti ve
yenilgi psikolojisi bize çok şeyler kaybettirebilir. Daha işin
başındayız. İtibar ve güveni kaybettikten ve ümit olmaktan çıktıktan
sonra her hangi bir siyasi hareketin başarılı olması mümkün müdür?
Korkularla siyaset yapılabilir mi? Bu soruların cevaplarını vermemiz ve
uzlaşmamız gereken noktadayız. Eğer Türkiye sevdalısı isek… İspanya’da
terör örgütünün cinayetlerine karşı yüz binler yürüyor. Türkiye’de ise;
tepki ve hassasiyet öldürülmeye, bastırılmaya çalışılıyor.

Geçenlerde H. Dink davası ile ilgili tutukluların Adliye’ye
getirilmesinde Adliye aracının önünde “ya sev, ya terk et” yazısının
bulunması, bazılarını fazla rahatsız etmişe benzemektedir. Bunun
yadırganacak bir tarafı yoktur. Öğrendiğimize göre; bunun patenti de
bize ait değildir. ABD’de parklara kadar yayılmış olan bu ifade, ABD’ye
uyum sağlayamayanların, ABD vatandaşlığını içine sindiremeyenlerin
dışlanması anlamına gelmektedir. Sevilemeyen, benimsenemeyen bir yer ve
ülke terk edilir. Bir taraftan anayasal hakları kullanacaksınız, temel
hak ve hürriyetlerden, siyasi ve ekonomik hürriyetlerden istifade
edeceksiniz; ama diğer taraftan Türkiye Cumhuriyeti, milli kimlik ve
Türkiye’nin temel değerleri ile açıkça çatışacaksınız. “Bu ülke bizim
de ülkemiz” diyeceksiniz; ama diğer taraftan “yıllardır Türküz dedik de
Türk mü olduk” deme samimiyetsizliğini göstereceksiniz. Buna hangi
demokratik ülke müsaade ediyor? İnsanın kendisine sunulan bütün
imkanlara rağmen, bir türlü sevemediği, benimseyemediği, kendi kendini
ötekileştirdiği bir ülkede durması, bu ülkenin vatandaşlığında kalma
ısrarı, her şeyden evvel kendi kendisine saygısızlığı ve
samimiyetsizliğidir. Türkiye, nüfusunu arttırmak için her türlü talebi
kabul eden ne bir Belçika’dır, ne de bir yol geçen hanı…

* * *

Her geçen ay ihanetten odaklanan bölücü teröre verdiğimiz şehitler
artmaktadır. Ancak siyasetçi yanlışını bir türlü görmek istememektedir.
PKK katil bir terör örgütüdür. Ama o terör örgütüne dolaylı da olsa
ortam hazırlayanlar, mükafat gibi aflar çıkaranlar, hayali barış
projeleri üretenler, Irak’ın Kuzeyi’ndeki gelişmelere karşı tedbir
almayanlar, tedbirlerden biri olan sıcak takip ve askeri müdahaleyi
pehlivan tefrikasına çevirip tedbir olmaktan çıkaranlar, Terörle
Mücadele Yasasının içini boşaltanlar, güvenlik güçlerinin elini kolunu
bağlayanlar, yetkilerini sınırlayanlar, Brüksel sevdası uğruna olmadık
hoşgörü örneklerini verenler, hukuk devletini işletemeyip üç-beş
belediye başkanını görevden alamayanlar, askeri rakip gibi görenler,
terör örgütünün siyasallaşmasına merdiven olanlar, tepki göstermeleri
gereken yerde susanlar, günü gün etmeye çalışanlar, siyasi irade zaafı
gösterenler acaba PKK terör örgütü kadar suçlu değiller midir? Terör
örgütünün eylemleri durup dururken mi artmıştır? Örgütün taleplerini
demokratik yoldan gerçekleştirmeye çalışmak terörü beslememiş midir?

Her konunun olduğu gibi terörün önlenmesinin ve siyasetçinin tekrar
itibar kazanmasının, demokrasinin yıpranmamasının yolu; devlet
ciddiyetindedir, devlet adamlığı gerektirir, anayasaya saygıdadır ve
hukuk devletini işletebilmektedir. Milli kimlikle oynamak, yapay
kimlikler icat etmek, onunla bununla egemenliği paylaşmak, milli
bağımsızlık yerine karşılıklı bağımlılık adı altındaki teslimiyetçilik,
milli devlet anlayışından uzaklaşıcı tavırlar ortaya koymak, ülkeyi
etnik sorunlu hale sokmak ülkeyi yönetenlerin görevi değildir.

Daha aydınlık bayramlarda buluşmak ümidi ile Ramazan Bayramınızı kutlarım.

Mahalle Baskısı ve Grup Psikolojisi Kıskacında Din

0

Son dönemde gündemimize yeni bir kavram girdi: Mahalle baskısı.

Özellikle dinin uygulama alanına dair hususlarda toplumun bir baskı unsuru olarak ortaya çıkmasına binaen tartışılmaya başlanan bu kavramın ele alınış biçimi zaman zaman yanlış bir din algısına yol açabilecek mecralara kayabilmekte, dinin bu süreci tetiklediği gibi yargılara varılabilmektedir.

Bu sebeple kavramın çağrıştırdığı ve bireysel manada doğru karar alabilmeye önemli bir engel teşkil eden bir diğer kavramın ele alınmasını, meselenin özünde dikkat edilmesi gereken nokta olarak önemsiyorum.

Neyi mi kastediyorum? Grup psikolojisini.

Sosyal psikoloji alanında yapılan çalışmaların ortaya çıkardığı önemli bulgulardan biri, insanların kendi görüş ve doğrularını, eğer toplumun görüş ve doğrularıyla uyuşmuyorsa inkara yönelebildikleri gerçeğidir. Buna göre, mesela herhangi bir nesnenin rengi ayan beyan “beyaz” dahi olsa eğer içinde bulundukları toplum buna “siyah” diyorsa, bireyler bile bile gerçeği inkar edebilmektedirler.

İman gibi kabule dayalı bir kavramı bünyesinde temel taş olarak barındıran din konusunda bahsettiğimiz kavram daha farklı bir önem kazanmaktadır. Zira bu alanda yapılan tartışmaların bir kısmının altında din olgusunun toplumsal baskı ile insanlar üzerinde yaptırım kurmaya “iman” gibi kavramlar üzerinden daha yatkın olması ve bireysel iradenin tehdit altında olduğu iddiası yatmaktadır.

Söz konusu noktadan hareketle ilk etapta belirtmek gerekir ki İslam açısından iman etme sürecinin ilk basamağını bilgi oluşturmaktadır. Yani iman, inanan ile inanılan arasında bilgiden yola çıkılarak kurulan ve bu bilginin tasdik edilip hayata geçirilmesi ile neticelenen bir ilişkidir. Nitekim Hz. Peygamber’e (S.A.V.) gelen ilk emrin “oku” (Alak, 1) olması bu anlamda manidardır.

Dolayısıyla İslam açısından dini hayatın başlangıcının ilk adımı olan iman durumu sadece bir taklitten ve baskıdan ibaret olmayıp, bilgiye, Kur’an’da pek çok yerde ifade edildiği üzere aklı, nefsi ve gönlü birbiriyle uyumlu bir halde kullanmaya dayalı olarak ortaya çıkması beklenen bir süreçtir. En azından hedeflenen iman şekli budur.

Zira Kur’an’a göre getirdiği hakikatleri en iyi anlayacak ve uygulayacak olanlar bilgili insanlardır (mesela bakınız Al-i İmran, 7). Bu sebeple Kur’an, bilinmeyen ve anlaşılamayanın kutsallaştırılmasından doğan bir korkuya dayalı imanı değil, öğrenerek, bilerek ve anlayıp içselleştirerek yerleşecek, saygı – sevgi temeline dayalı bir imanı ister, hedef olarak ortaya koyar.

Söz konusu iman sürecinin bir getirisi olarak bireylerden beklenen tutum ve davranışlar da, yapılan bir hareketin doğru bilgiye dayanarak gerçekleştirilmesi, böyle bir bilgiye uygun olan topluma uygun olmasa dahi yerine getirmekten çekinilmemesidir.

Nitekim bahsi geçen bu husus inkar psikolojisi bağlamında Kur’an-ı Kerim’de yer almaktadır. Öyle ki insanların bazı hakikatleri görememesi veya gördüğü hakikati itiraf edememesi, bile bile inkar etmesi grup psikolojisinin (veya bunun bir diğer yönü olan taklitçiliğin) üzerimizdeki olumsuz bir yansıması olarak kınanmaktadır: “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar ‘Hayır! Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları akıllarını kullanmamış (bir şey anlamamış) ve doğruyu bulamamış idiyseler?” (Bakara, 170)

Dolayısıyla İslam açısından bakıldığında, inkar etmenin temel sebeplerinden biri olarak ortaya konulan grup psikolojisinin ve körü körüne taklidin dinin uygulama alanına dair teşvik edilen bir yönü bulunmamaktadır. Bireyler bilgiyi ve aklını doğru kullanmak suretiyle bunlara uygun düşeni yerine getirmeli, bu kıstaslara uygun olmayan hususlardan topluma rağmen uzak durabilmelidirler.

Bahsettiğimiz bu noktadan hareketle, “mahalle baskısı” kavramı ile vurgulanmak istenen hususun, dinden ziyade kültürel ve sosyal yönünün bulunduğunu dikkate almak ve bu sürece götüren grup psikolojisini göz ardı etmemek, kavram kargaşası açısından hayli önemlidir kanaatindeyim. Zira zorlamanın olmadığını vurgulayan, başkasının haklarını ihlal etmediği sürece her bireyin hür olduğunu belirten bir dine dayanarak böyle bir sürecin meydana gelmesi, din açısından mümkün değildir.

Ancak din eğitiminin doğru bir biçimde yapılamaması neticesinde dinde yeri bulunmayan kültürel unsurlar dini hayatın yönlendirilmesinde daha ağır basarsa, baskının pek çok çeşidini görmek mümkün olacaktır.

Bu ayırımın farkına varamadığımız müddetçe kavram kargaşası ve kör dövüşünden sıyrılıp problemlere kalıcı çözümler getirmek ideali ise sadece hayal olarak kalacaktır…

Şehitlerimizin Yüzü Suyu Hürmetine!

Tarihe bakıldığında Türk milletinin tarihinin hemen her döneminde
vatan savunması içinde bulunduğu görülür. Anadolu’ya gelmeden önce Orta
Asya’da başlayan vatan mücadelesi, Türklerin Anadolu’yu yurt edindiği
1071 yılından beri devam etmektedir. Yani bizler 936 yıldır bu
topraklar için şehit vermekteyiz. 936 yılın son 100 senesinde de şu an
üzerinde yaşadığımız sınırları kaybetmeme gayesiyle mücadele
etmekteyiz.

Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un Anadolu toprakları için
kullandığı “Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda (şehitler)”
ifadesi, bu süreci çok doğru biçimde vurgulamaktadır. Nitekim
milletimiz hala bu vatan için kan dökmeye devam etmektedir.

Ulusal basında bir köşe yazarının yazısında bahsettiği bir cümle çok
dikkatimi çekti: Kendisine bir büyüğü “devlet yaşlanmaz devletin yaşı
hep yirmidir” demiş. Ne kadar isabetli bir cümle! Geçmişten günümüze
değin yapılan savaşlara bakıldığında vatan için ölenlerin çoğunun genç
olduğu görülmektedir. Mesela Çanakkale Savaşı tarihe o dönemin genç
nüfusunun büyük çoğunluğunun yitirilmesiyle adını yazdırmıştır.

Bugüne geldiğimizde de 1980’lerin başından itibaren yapılan terör
mücadelesinde vatanın bölünmez bütünlüğü için şehit olanların hemen
hepsinin 20’li yaşlarda gençler olduğunu görüyoruz. Türk Devleti’ni tüm
dünyada temsil edenler işte bu gençlerdir. Onlar vatanın bölünmez
bütünlüğünün bizler için önemini lafla değil icraatla, kendilerini bu
topraklar için feda ederek tüm dünyaya göstermektedirler.

Zaman zaman büyüklerimizin “Allah bu memlekete bir zeval vermiyorsa,
bu toprakta yatan şehitlerin yüzü suyu hürmetinedir” diyerek İstiklal
Savaşına şahit olanların şehitlerimizden gelen desteklere dair
anlattıkları olayları hatırlarım. İlk bakışta çoğu insana mistik bir
söz gibi gelse de Kur’an’da şehitlere dair geçen “onlar için ölü
demeyiniz zira onlar diridirler” ifadesi ile bu makamın öneminin
vurgulanmasının, yukarıdaki sözün gerçekliğini ifade etmek için önem
arz ettiğini düşünüyorum.

Ancak gerek maddi gerek manevi anlamda kendilerinden destek
bulduğumuz şehitlerimize karşı bizlerin gösterdiği saygı maalesef
günden güne azalmakta, Türk milleti hafızası zayıf milletlerin başında
gelmeye başlamaktadır.

Nitekim geçtiğimiz günlerde televizyonda gösterildiği üzere,
Çanakkale Savaşı sırasında Kumkale mevkiinde yapılan taarruzda
verdiğimiz şehitlerimizin kemiklerinin yağmur yağdığında hala yüzeye
çıkması, üstüne üstlük bir de üzerlerinden yol geçirilmesi, hafızamızın
nasıl zayıfladığını ve değerlere sahip çıkılmamasının derecesini
göstermesi açısından hayli önemlidir.

Devletimizin esas sahibi olan şehitlerimizin bahsettiğimiz manada
yardımlarına binaen devletimizin milli menfaatlerinin onayının
dışarıdan aranması bizi bir kat daha fazla üzmektedir.

Hala vatanını büyük bir gururla savunan bu kadar genci bulunan genç
bir milletin gücünü dışarıdan aramaya kalkması, hem bu vatan için
canını verenlere hem de vermeye hazır olanlara karşı yapılabilecek en
büyük yanlışlardan biri olduğu gibi milletimizin menfaatlerinin doğru
biçimde gözetilememesi anlamına da gelmektedir.

Bu sebeple dökülen bunca kanın boşuna olmadığını, bilhassa günümüz
için bu kanların yerde kalmayacağını ifade edecek en güzel tavır büyük
önder Atatürk’ün öngörüyle vurguladığı üzere “muhtaç olduğumuz kudreti
damarlarımızdaki asil kanda aramak” olacaktır.

Bu vesile ile mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik eder, ihtiyaç
duyduğumuz huzur, mutluluk ve hayırlara vesile kılmasını Cenab-ı
Allah’tan niyaz ederim. Saygılarımla!…

Küresel Isınma

Bugünlerde dünyada bir şeyler oluyor. Televizyonları açtığımızda,
gazete sayfalarını çevirdiğimizde, reklâmlarda hep karşımıza o çıkıyor.
Yeni bir şey; ”Küresel Isınma”.

Aslında hiç yeni değil ama dünya toplumlarının bireysel gündemine
daha yeni yeni oturuyor. Oturuyor kelimesi çok doğal ve masum durdu,
düzeltiyorum, “oturtuluyor”.

Niyetim bu konuda bilimsel ahkâmlar kesmek değil elbette. Zaten öyle
bir bilgi pompalaması yaşanıyor ki(bilgi kirliliği demek daha doğru
olur), ev hanımlarından sokaktaki işportacıya kadar herkes az çok bilgi
sahibi olmuş durumda. Ben konuya başka bir pencereden bakmak istiyorum.
O nedenle kıt olan tarih, siyaset ve sosyoloji bilgi birikimimle komplo
teorileri üretme güdüsünden bir türlü kurtulamıyorum(gerçi küresel
terör, büyük Ortadoğu projesi gibi dönemlerinin dışlanan komplo
teorilerinin artık günümüzün gerçekleri olduklarını unutmamak gerekir).

Şöyle tarihe bir yolculuk yapalım. Bugün “büyük” batının iddia
ettiği ve bizim politika ve bazı ileri aydınlarımızın da sık sık
propagandasını yaptığı bir açılım vardır. “Avrupa ve batı zengin. Onlar
bu zenginliğe demokrasi, insan hakları ve hukukla ulaştılar. O
nedenledir ki biz de zenginleşmek için onlar gibi olmalı, o sistemi
tercih etmeli ve onların içinde olmalıyız…)

Bu nedenle konuya batının zenginliğinden başlamak
istedim.1600-1800’lü yıllar; Avrupa sefalet, açlık, hastalık ve
barbarlık içerisinde kıvranmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca hem
dünyadaki diğer uygarlıkların hem de birbirlerini boğazlamaktan
bıkmamışlardır. Bunu da çoğu zaman üstün beyaz ırk ve kutsal din adına
yapmışlardır.

Günümüzde bizim gibi nezih bir milleti bile ırkçılıkla, faşizmle
suçlamalarına aldanmamak gerekir. Zira ırkçılığın zirvesinin yaşandığı
yerdir Avrupa. Irkçılık temellerindeki en önemli yapı taşıdır
Avrupa’nın. Bir başka yazıda bu konuyu çok detaylı ele almak isterim.
Ama girmeden de duramıyorum. Avrupa dünyayı sömürmeye başlar. Sömürge
olarak ele geçirdikleri her yerdi kan ve zulüm içerisinde kuruturlar.
İnsanlarını zincirlere vurup köle yaparlar. Onlara göre derisi farklı
olan insan değildir zaten. Diğer beyaz ırklarda barbardır. Tanrı onları
üstün yaratmıştır. Yeraltında ve yerüstünde ne varsa talan ederler.

Bu hammadde gücüyle sanayileri büyür. Ve eski bir hastalık nükseder.
Kendi insanlarına da ırkçılık yaparlar. Artık kendi emekleri
insanlarını da sömürmektedirler. Emperyalizm doğmuştur. Aslında uzun
zamandır vardır. Biz adı yeni konmuştur diyelim. Ve dünyanın yeni
siyasetinin temelleri atılır. Toplumları katlederek, zincire vurarak,
soykırımlarla sömüren emperyalizm, yeni bir sömürü sistemi geliştirir.
Özetle Hammadde katliamlarla kanla elde edilirken, zorbaca elde ettiği
hammaddelerle yaptığı üretimi, pazarlaması gerekmektedir(bu vahşi
çılgınlık, hammadde pazar kavgalarına dönüşecek, kendilerine ve dünyaya
iki kez kan kusturacaklardır).

1900-2000’li yıllar; Bu yeni sistem bireylerin sömürülmesidir. Bir
şeyi çok iyi fark etmiştir emperyalizm; dünyanın bütün hammaddelerini
alsanız da, ürettiklerinizi satmadan büyüyemezsiniz.

Önce kendilerinden başlarlar. Çılgınca tüketen, bencilce yaşayan,
parayla alabildiği her şeyi kendisinin olduğunu varsayan bir toplum
yaratırlar. Dünyanın geri kalanı umurlarında bile değildir. Çünkü onlar
üstün beyaz Hıristiyan ırktır. Zaten dünyanın geri kalanı insan
değildir. Ama bu farkı ortaya koymaları gerekmektedir. Ve demokrasi ile
insan hakları doğar. Bu evrensel ve güzel kavramlar sizleri
yanıltmasın. Bunlar kendileri içindir. O nedenle demokrasinin ve insan
haklarının dünyanın geri kalanında yaşanmasına hayatta izin vermezler.
Bu onların üstünlüğü ve onların haklarıdır.

Dünya İnsanlığının kanı üzerine kurulmuş bu zenginlik, emperyalizmi
doyurmaz. Şirketler o kadar güçlenmiştir ki, onlara göre sınırlar
devletler yoktur. Dünyayı gerçekte onlar yönetmektedirler. Bu konuyu
ileride başka bir yazıda ayrıntılı bir şekilde ele almak isterim. Bu
güç açlığı kendileri dışındaki fakir dünyayı da tüketim çılgını haline
getirmelerine zemin olmuştur. Öyle ya insanlara her şeyiyle ürün
tükettirmek, zincirlere vurup katletmekten çok daha kolay ve karlıdır.
Fakat bizim gibi köklü milletlerde bunu bir anda uygulamak zordur.

Uzun yıllar alan projelerle kültürel yozlaşma, bencilleşen kişisel
yaşam, değerlerini yitirmiş, dejenere değerlere sahip bireyler
oluştururlar. Matrix filminde olduğu gibi tüm insanlar bir insan
tarlasında, karınlarındaki sırtlarındaki hortumlarla, bir rüyada
yaşayarak, aslında farkında olmadan yaşam enerjileriyle bu dev
sistemleri beslerler. Ama her şeyin bir sonu olduğu gibi bu çılgın
üretim- tüketim kapasitesinin de bir sonu var.

Dünya sınırlı kaynaklara sahip. Ama bize her şeyi tükettiren bu
canavar, felaketi bile kara dönüştürecek formülü bulmuş anlaşılan. Yeni
bir tüketim dalgası yaratıyorlar. Felaketler üretip bunu satıyorlar.

Bize diyorlar ki; “ey dünya insanlığı çok tüketim yaptık, dünyanın
dengesi bozuldu, kaynaklar azaldı. Artık çevreye duyarlı ürünler
üretiyoruz. Dünyayı kurtarmak için bu ürünlerden alın.” Bu felaket
pazarlaması o kadar büyüdü ki, filmler haberler, makaleler insanları
buraya endeksledi. Kısacası harcamaya devam.

Evet, çağımızın yeni kavramı “Küresel Isınma”. Buzlular eriyormuş,
iklimler değişiyormuş. Sonumuz geliyormuş. Aslında yüzyıllardır eriyen
buzullar değil, insanlık ve insanlık değerleri eriyor.

Dünya yaratıldı yaratılalı hep değişiyordu zaten. Bir eriyordu
buzullar, bir donuyordu, Buzul çağları oluyordu. Öyle ya kıtalar bile
yerinde durmuyor, hareket ediyordu. Dediğim gibi eriyen bizleriz,
değişmeyen, milyonlarca insanın kanı pahasına tüketen, zenginleşen ve
tükenen bizleriz. Küresel felaket dünyanın doğasında değil, biz
insanların kendisinde.

Zaten hiç kimsenin de derdi dünyanın yok olması değil, kendi yaşam kalitelerinin yok olması.

İleriki yazılarımda diğer konuları izah etmeye çalışırken kendimce,
bu konulara yine değineceğim. Çünkü hepsi birbirine o kadar bağlı
ki.Bir kelebeğin kanat çırpışının, rüzgara etkisi gibi..

Asude Ayrılık

Ansızın gelen ayrılığı, yeğenim telefonda: “Dayı, annem öldü.”
cümlesiyle bildirdi. İnanamadım, telefon açtım beş dakika sonra: “Oğlum
şaka yapma.” dedim. Ölüm, uzaktı; yakıştıramadım ona ölümü; hayat
doluydu, hem “rind”di hem “zahid”di. Onun ölümüne inanmak için
yokluğunu kabul etmek gerekiyordu. Aile ortamımızda onsuz bir hayat,
gülsüz çiçek bahçesinden beterdi. Gönül zenginliğiyle, her sıkıntımızın
merhemi oldu. Bahçemiz gülsüz, yaramız merhemsiz kaldı.

“Allah’ım, sana en yakın olduğum zaman canımı al.” diye dua
edermiş. Ölümden korkmadığını, ölümü özlediğini; sohbet ve dost
meclislerinde bulunmak, bol ibadet yapmak, herkesten helallik almak ve
çokça yardımda bulunmak istediğini söylermiş son zamanlarda. Onu bizden
çok seven Yaratan, yanına almak için hazırlıyormuş meğer. Her zaman
gafil olan bizler bunu ya anlayamıyorduk ya kabullenemiyorduk. Ebedi
dünyanın yolcuymuş; o kurtuldu, biz öksüz kaldık.

Yatalak babamız, kötürüm annemiz, biz kardeşler, iki evladı ve
karşılıksız seven dostlarıyla kabullenemiyoruz onun birden kuş misali
uçuşunu. Bir ayrılık bu kadar güzel olabilir, sevenlerine bu kadar acı
verebilir. Rahmet ayı Ramazan’ın son on gününe girmiştik. Vakit,
ikindiyi biraz geçmiş. Her akşam her birine konuk olduğu bir dostunun
evine gecikerek gitmiş. Seccade istemiş ikindi namazını kılmak için.
Hiçbir rahatsızlık belirtisi yok, secde halinde Rabb’ine kavuşmuş. Her
şey orada bitmiş zaten, kaldırılan hastanenin doktorları “kalp krizi”
demişler. Ölüm gelmiş cihane, baş ağrısı bahane. Akrabalarına,
dostlarına tez ulaşmış kara haber. Hastaneye gittiğimde eğilmiş başlar,
fersiz gözlerle karşılaştım. Hıçkırık sesleri sarmıştı bahçeyi.
İnanamadım öldüğüne, görmek istedim. Gördüm, ablam ölmüştü. Yapacak şey
yoktu, gözyaşlarıyla yüreğimizi serinletmekten başka. O, kendini
dünyanın kirinden arındırarak; fakat anasının, babasının, evlatlarının,
yakınlarının, dostlarının yüreğini dağlayarak gidiyordu. Ne rahat
gidişti o. Tez zamanda terk etti dünyayı. Ertesi gün öğle vakti kabrine
teslim edildi. Hiçbir maddi sıkıntıya sebep olmadı ayrılırken. Kuş gibi
yaşadı, kuş gibi gitti Karacaahmet’in serin servileri altındaki
yuvasına.

Bir can değildi o, canlar canıydı. Yaşadığı hayatı önemsemez,
yaşayanlara hayat verirdi. Bezgin ruhları canlandırır, kötümserleri
iyimser yapardı. Bilgi dünyası dardı; ama gönül dünyası genişti. İlmi
yoktu, irfanı vardı. Azığı, sabır ve tevekküldü. İki kocasının da
kanserden ölümünü görmüştü; hiçbirinin ölümünde gözyaşlarını dışa
vurmamıştı. Yedirmek, içirmek, hediye vermek, insanları birbirleriyle
tanıştırmak, dostluklar kurup pekiştirmek en büyük zevkiydi. Günlük
yaşardı, yarın endişesi yoktu. Ona göre yarının sahibi vardı. Çözümsüz
sorun yoktu, her sorun mutlak bir sebeple çözülürdü. Dünya dertlerini
önemsemediği için rind, Hesap Günü’ne uygun yaşadığı için zahid sıfatı
pek uygundu kendisine. Hesabını veremeyeceği her türlü davranıştan,
sermayeden kaçınırdı, inancını aşırı yaşamaktan haz alırdı. Bir daha
söyleme fırsatı belki bulamam diye bildiği doğruları söylemekten
kaçınmazdı, dönüşü olmayan bir seyahatin yolcusu olduğunu bilirdi. En
zengin oydu; pek çok insanın emek vererek ulaşacağı makama, elde
edeceği itibara o sahipti. Fethettiği bütün gönüllerin dünyalıkları
onun sayılırdı. Dünyacı değildi; fakat dünyanın tadını çıkarmıştı.
Dünyadan alacağı bir şey kalmamıştı, inanıyorum ki şimdi o, öbür
dünyanın tadını çıkarıyor. Yahya Kemal dizelerinde sanki onu anlatıyor:
“Ölüm, asude bahar ülkesidir bir rinde; / Gönlü her yerde buhurdan gibi
yıllarca tüter. / Ve serin serviler altında kalan kabrinde, / Her seher
bir gül açar, her gece bir bülbül öter.”

Ablamız, serin serviler altında şimdi bir gül, biz ise bülbül… Özenilecek bir hayat ve ölüm için kendimize dua edelim.

Siyasi Dengeler–1

22 Temmuz seçimlerinden sonra oluşan siyasi dengelerde AKP’nin
aldığı %46,5 oy oranı en belirleyici parametre oldu. Seçimden önce de
tek başına iktidar olan ve az bir destekle anayasayı değiştirebilecek
konumda olan AKP, milletvekili sayısı bakımından benzer konumda
olmasına rağmen, artan oy oranının sağladığı psikolojik güç ile hareket
alanını daha da genişletti.

İktidarın cumhurbaşkanını seçtirmesi ve yapmak istediği radikal
değişiklikler için meclis içi ve dışı muhalefet direncinin
zayıflamasında, seçimlere katılım oranının yüksek olması ve mecliste
daha çok partinin ve kesimin temsil edildiği bir yapının oluşması da
etkili oldu.

Seçimin üzerinden daha üç ay bile geçmeden AKP iktidarının devamı
için oy kullanan üç ayrı kesimin tepkileri arasında ciddi farklılıklar
kendini göstermeye başladı:

1- İstikrar adına AKP’ye destek veren “liberal” ve “eski solcu”
kesimler Cumhurbaşkanlığını da AKP’nin almasından, yapılmak istenen
yeni Anayasadan ve AKP’nin esas tabanını teşkil eden “milli
görüşçülerin” muhtemel “mahalle baskısından” endişe etmeye başladılar.

Bu kesim AKP’ye oy verdiği halde, başörtüsünün “Atatürk’ün Köşküne”
girmesinden dolayı psikolojik yıkım yaşamakta ve “çağdaş yaşam”
tarzlarına müdahale edileceği korkusu içindeler. AKP’nin bu kadar
güçlenmesinden rahatsız olan bu kesimin öncüleri “liberal”, ve “eski
solcu” aydınlar, Hürriyet Gazetesi öncülüğünde, AKP’nin gerçek
tabanının zafer duygularına gem vurmaya ve iktidarın radikal kararlar
almasını dizginlemeye çalışıyor.

2- “AKP’ye şartsız destek veren” ve kendilerine 2. Cumhuriyetçiler
denilen bir grup var. Bu entelektüel grubun sayısı az, ancak AKP
iktidarının yurt içi ve dışı etkin çevrelerde kabullenilmesini
sağlamada tesiri hayli fazla.

Bu grup, AKP iktidarlarını “evrensel demokrasiye ve dünyalaşma
sürecine geçişe” katkıda bulunduğu gerekçesiyle desteklediğini ifade
ediyor. AB’ye ne pahasına olursa olsun girme taraftarı olan 2.
Cumhuriyetçilerin, Batıdan gelen “insan hakları, demokrasi, özgürlük”
ambalajlı ne kadar proje varsa hepsine kayıtsız şartsız destek olması;
Kıbrıs, Irak gibi dış politika konularında ABD ve AB kaynaklı
görüşlerle tam bir mutabakat içinde olması dikkati çekiyor.

ABD ve ilişkili fonlarla münasebetleri iyi olan bu grup, milliyetçi/
ulusalcı ve cumhuriyetçi gruplar tarafından, Büyük Ortadoğu Projesi
kapsamında Türkiye’nin parçalanması ve yeniden düzenlenmesi amacına
hizmet etmekle suçlanıyor.

İkinci Cumhuriyetçiler AKP’nin “sivil ve renksiz Anayasa projesi”nin
destekçisi. “Mahalle baskısı” nedeniyle “çağdaş yaşam” tarzının tehdit
altında olacağı endişelerine katılmıyor.

3- Buna karşılık yıllardan beri kendini mağdur hisseden, seçimle
geldiği zaman bile inandıkları gibi yaşayamadığını, dinine ve
mukaddeslerine saygı gösterilmediğini düşünen AKP’nin gerçek tabanı,
bastırılmış duygularını açığa vurmakla gizlemek arasında tereddüt
ediyor. Bir yanda “geçmişte yaşadığımız mağduriyetlerin intikamını
almalıyız” anlayışında olanlar, diğer yanda da “temkini elden
bırakmadan devlet mekanizmalarını kontrol altına almaya çalışmalıyız”
diyenler var.

AKP iktidarı oy verme konusunda ortak hareket eden, ancak farklı
dünya görüşlerine sahip üç kesimin temsil ettiği siyaset anlayışı
arasından hangisini seçecek?

İster uzun vadeli siyaset düşüncesiyle, isterse devlet adamı
anlayışıyla hareket etsin, Sayın Başbakan ve Hükümetin milletimizin
bütününün hassasiyetlerini dikkate alan tercihler yapması en doğrusu
olacaktır.

İktidar öncelikle seçimlerde millete verdikleri sözleri unutmadan,
“tek millet, tek devlet, tek bayrak” anlayışından milim sapmadan..
“Hukukun üstünlüğü” ilkesinden taviz vermeden.. “Mali, iktisadi ve
idari tam bağımsızlık” umdesine bağlı kalarak.. “Din ve vicdan
özgürlüğünü” sağlamalı ve ekonomik kalkınmayı başarmalı.

Ancak sadece kendilerine oy verenlerin değil, hayat tarzlarına
devlet veya “mahalle baskısı” yoluyla müdahale edileceğinden endişe
edenlerin de; “Türk’süz ve Atatürk’süz Anayasa istemeyenlerin, “vatan
elden gidiyor” korkusunu yaşayanların da duygu ve hassasiyetlerine
saygı göstererek…