7.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 22, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1300

İşletmelerde Kriz Yönetimi

0

Hiç şirketinizin başına gelebilecek kötü şeyleri düşündünüz mü? Bazı krizler doğal afetler olabileceği gibi bazıları da insanların yaptığı kötülüklerden kaynaklanabilir. Kurumsal krizlerin pek çok nedeni olabilir. Doğa olayları, sağlık ve çevre konuları, teknoloji, piyasa koşulları nedeniyle bir şirketin en önemli varlıkları olan insan kaynakları, ünü ve mali durumu zarar görme riski altındadır.


Doğabilecek krizler için nereye baktığını tespit etmek yapılacak ilk adımdır. Doğabilecek sorunları tespit etmek için değişik insanlarla konuşarak, çok ilginç bilgilere ulaşabilirsiniz. Daha fazla veriye ulaşabilmeniz için, insanların özgürce konuşması gerekir.  Yapılan uyarıların üst yönetim tarafından dikkate alınmadığı durumlarda çalışanlar pek bir şey söylemez.


Genellikle insanlar şirketlerini sarsabilecek olası krizler hakkında kafa yormaya başladığında, daha önce yaşamış oldukları veya duydukları krizleri düşünür. Halbuki asıl tehlike burada gizlenmektedir. Ian Mitroff ve Murat Alpaslan, bu sınırın ötesini görebilmek için çok garip bir yöntem önermişlerdir. Suikastçi kimliğine bürünmek. Yöntemlerini şöyle açıklıyorlar: “ Tepe yöneticilerinden, kendilerini suikastçı ya da terörist olarak görmelerini istiyoruz. Bu şekilde kendilerini kısıtlayan düşünce ve davranış kalıplarından sıyrılabilir ve şirketin ürünleri ve yöntemleri hakkında sahip oldukları özel bilgileri, şirkete karşı kullanıp olası risk kaynaklarını tespit edebilirler.”


İyi yöneticiler krizden sakınmayı gündelik iş haline getirmişlerdir. Bu aşamada;  kritik öneme sahip birimlerden kaynaklanabilecek aksaklıkları, bu aksaklıkların meydana gelme olasılığını ve şirkete vereceği zararı tespit etmelerini isterler. Daha sonra hangi risklerden kaçınmanın kolay ve ucuz, hangilerinden sakınmanın zor ve pahalı olduğunu da bilmek isterler. Çünkü ancak bunlar ellerinde olduğu zaman, kaynak ve zamanı nasıl ve en iyi şekilde kullanabileceklerine karar verebilirler.


Yaklaşan kriz yangın gibi birden bire başlamaz. Küçük problemlerle başlar ve göz ardı edilirse büyürler. İşletmenizde erken uyarı işaretlerine dikkat etmelisiniz. Bunun için önceden hazırlanmış bir liste yoktur ama nelere dikkat etmeniz gerektiğiyle ilgili bazı şeyler söyleyebiliriz;


* Kısa sürede çok büyük başarı sağlayan çalışan,
* Gelirinden fazla harcayan çalışan,
* Kural ve ayrıntılara özen göstermeyen çalışanlar,
* İşlerini düzgün yapmayan yöneticiler.


Kriz ne olursa olsun, en azından bir şeyler yapmaya hazırlıklı olmamamız gerekir. Böyle durumlar için acil durum planlaması(ADP) yapmak gerekir. Yani, ADP kriz meydana gelmeden önce, kriz anında yapılabileceklere karar vermek ve yapılacakları sırasına göre düzenlemektir. Aşağıdaki adımları takip ederek siz de etkin bir acil durum planları geliştirebilirsiniz:



  1. Adım: Planlama ekibi kurun.
  2. Adım: Sorunun boyutunu belirleyin.
  3. Adım: Bir plan oluşturun.
  4. Adım: Planı sınayın.
  5. Adım: Planı devamlı güncelleyin.

Her acil durum planı mutlaka konuyla ilgili taraflara hitap edebilen bir iletişim planına sahip olmalıdır. Kurumunuzun içinde ve dışında, kimlerin krizden haberdar olması gerektiğine karar verin. Şirket içi iletişim, çalışanların moralini yükselttiği gibi, her ciddi krizde ortaya çıkan dedikodularında önünü kesmiş olur.


Gerçek bir durum ile karşılaşmadan önce, kriz ekibi oluşturmak herhangi bir krize karşı hazırlıklı olma konusunda atılmış önemli bir adımdır ama ekibi oluşturan kişilerin birlikte çalışmayı ve çabuk hareket etmeyi öğrenmek zorundadırlar. Bu nedenle bir çok kriz uzmanı, kriz yönetimi ekiplerinin becerilerini simülasyonlar ile geliştirmesini önermektedirler. Polis, itfaiye, havayolu pilotları ve acil servis çalışanları simülasyonlar ile becerilerini geliştirmektedirler.


Peki, önlemlerimize karşın bir krizle karşılaşırsak neler yapacağız? Şirketiniz bir krize maruz kaldığında, kendinizi acil sağlık görevlilerinin yerine koyun. Sorunu tespit edin ve sorunun daha da büyümesini engellemek ve durumu kontrol altına almak için ne yapılması gerekiyorsa onu yapın. Bu kriz yönetimi ekibinize, acil durum planını uygulayabilmek için zaman kazandıracaktır. Dikkat etmemeniz gereken kurallar;



  1. Kural: Çabuk ve kararlı davranın.
  2. Kural: Önceliğiniz insan olsun.
  3. Kural: Olay yerinde hazır bulunun.
  4. Devamlı iletişim halinde olun.

Kriz zamanlarında insanlar güçlü lidere gereksinim duyar. Bu nedenle komutanlar ön saflardaki sipere gider. Çabuk hareket etmek, devamlı bilgi toplamak, iletişimi arttırmak ve yaptıklarımızı kayıt altına almak çok önemlidir. Alınan kararların ve yapılanların kaydının tutulması, yaşanan olaylarda daha sonra ders çıkarılmasını sağlar.


Son olarak bahsetmeden geçmememiz gereken konu medya ile ilişkilerdir. Medyanın tek derdi birinci sayfa haberi bulmaktır. Onları hafife almayın ve ilişkileriniz hep kuvvetli olsun. Bir kriz olduğunda gerçeği doğru sözcüklerle anlatın.


Umarım konuştuklarımız,  beklenmedik kötü olayların üstesinden gelebilmek için yapmamız gerekenler hakkında bir fikir sahibi olmanıza yardımcı olmuştur.


Saygılarımla.

Toplumsal Akıl Tutulması

0

KAMBOÇYA POL POT DÖNEMİ SOYKIRIMI: Bir TV kanalının ülkeleri tanıtan bir programında Kamboçya tanıtıldı. Bu ülkede 1975-1979 döneminde yaşanan iki milyona yakın insanın ölümüne yol açan, dünya tarihinin en büyük soykırımlarından biri olan korkunç olaylar anlatıldı.


Olaylar, Pol Pot adıyla tanınan Kızıl Kmerler adlı gerilla teşkilatının kurucusu komünist gerillacının (asıl adı ile Saloth Sar), Kamboçya başbakanı olduğu dönemde gerçekleşmişti. (Pol Pot, 1949 yılında Paris’te radyo mühendisliği bursu kazandı. Öğrenimi sırasında komünist oldu ve Fransız Komünist Partisi’ne üye oldu. 1953 yılında Kamboçya’ya döndü ve Kızıl Kmerler olarak bilinen gerilla teşkilatını kurup organize etti.)


TV programında anlatılanları, insanın aklının alması da, içinin kaldırması da mümkün değil. Çocuk yaştaki insanların eline silah verip, en vahşice cinayetleri işleten rejim, bütün okulları kapatmış, bütün öğretmen ve öğrencileri pirinç tarlalarında çalışmaya sevk etmiş, gözlük ve saat gibi en basit teknolojik aletlerin kullanılmasını bile yasaklamış. “Ölüm ağacı” adı verilen ağaçta yapılanları dinlemek bile tüyler ürperticiydi. Ana babaları öldürülmüş bebek ve küçük çocuklar ayaklarından tutulup, başları ağaca çarptırılarak kafatasları parçalanmış, cesetleri ağacın hemen yanındaki çukura atılmış. Soykırım müzesinde teşhir edilen on binlerce kafatası ve hala aynı acıyla yaşayan Kamboçyalılar…


Yıllarca birlikte yaşayan, komşuluk akrabalık ilişkileri olan insanların bu vahşetin içinde rol almasını anlamak kolay değil. Toplumun yaşadığı faciayı herhalde “toplumsal akıl tutulması” olarak tanımlamak mümkün olabilir.


Peki, demokrasi ve insanlık dersi veren ülkelerin tavırlarını nasıl tarif edeceğiz? “Her diktatör gibi Pol Pot’un da ardında yıllar boyunca batılı emperyalistler yer aldı. Normal şartlarda bu adamın işini bir tek günde bitirebilecek olan İngiltere, Fransa, ABD ve BM, Kamboçya’nın 8 milyonluk nüfusunu dört yılda neredeyse yarıya indirmesine karşın Pol Pot’un katliamlarını inatla görmezden geldiler ve onu ülkesinin “yasal lideri” olarak tanıdılar.”


*********************************************


MCCARTHYİSM: 1940’lı yılların ikinci yarısında ABD-SSCB gerginliği, Doğu Avrupa ve Çin‘deki komünist gelişmelerin korku yarattığı bir ortamda, McCarty adlı senatörün Dışişleri Bakanlığında komünist kadrolar var diye başlattığı soruşturmalar, yayılarak binlerce kişiyi işinden etmiş, birçoğunun da toplum dışına itilmesine sebebiyet vermiştir. İnsanların komünistlik suçlamasıyla baskı ve kovuşturmaya uğraması, yapılan “cadı avı” ile bu uygulamanın ABD’lileri uyumlu(!) yurttaşlar olmaya zorlamasını ifade eden kavram, siyasal literatürde “McCarthycilik” olarak yerleşmiştir.


Bu dönemde ABD’de yaşananlar da bir “toplumsal akıl tutulması” örneğidir.


**********************************************


Tarihteki diğer iç savaş, zulüm ve soykırım olaylarını siz hatırlayın. Hitler’i, Stalin’i, Mussolini’yi, Mao’yu Miloşeviç’i ve diğerlerini.


Bunların hepsinde ortak yön, psikolojik yönden hasta veya basiretsiz liderler tarafından kitlelerin birbirine düşman hale getirilip, devlet gücünün belli kitleleri yok etmek için ölçüsüz bir şekilde kullanılmasıydı. Yaratılan korku ortamında robotlaştırılmış, düşünemeyen, konuşamayan, yazamayan yığınlar yaratanlar tarihte lanetle anılırken, bu yönetimlere maruz kalmış kitleler büyük mazlumlar sıfatını aldılar.


Çok şükür ki, Türk tarihinde böylesine utanç verici soykırım hadisesi yoktur. Tarihimizde böyle deli ve zalim lider de çıkmamıştır.


Tarihte bizimle ilgili farklı iç çatışma örnekleri var: İslam tarihindeki daha sahabeler hayattayken yaşanan iç savaşlar, Hazreti Peygamberin en yakınlarının (bu arada eşi ve damadının) karşı karşıya savaşmaları… Türk tarihindeki fetret devri, iç isyanlar…


*************************************************


Hemen her ülkede toplumsal akıl tutulmasının yaşandığı zaman dilimleri vardır. Türkiye’de de bu tür dönemler yaşanmıştır. İç çatışma olması için çoğu zaman kışkırtmalara maruz kalan Türkiye, 1980 öncesi yaratılan sağ-sol çatışması yüzünden 5000 den fazla vatan evladını kaybetti. Daha sonra sahneye konulan Türk-Kürt, Alevi-Sünni, gibi ayrıştırma projeleri ise halkımızın müthiş basireti sayesinde, çok şükür ki, iç savaş noktasına gelmedi.


Bugün ise din ve etnik kimlik üzerinden kamplaştırma gayretleri, Türk devletinin en temel organları olan Yargı, TSK, TBMM gibi kurumları güçsüz ve güvenilmez kılacak saldırılar tehlikeli bir çizgiye geldi.


“Ayı izinin kurt izine karıştığı”, “Ergenekon” adı verilen “ihtilalcı terör örgütü” davasının, “Ak Parti’yi kapatma davasına” karşı bir rövanş olduğunun tartışıldığı bu ortam tehlikelidir. Her iki davada da süreç iyi yönetilmiyor. Bir davada kendini mağdur görenler, öbür davada zalim görünmeyi göze alabilecek hatalar yapıyorlar.


Tansiyonun düşürülüp, normalleşmenin sağlanması ancak ve ancak sadece “Hukukun üstünlüğü” kavramının yaşatılması, hukuk devletinin usul ve esaslarına harfiyen uyulması ile mümkün olabilecek.


Halkımızın sağduyusuna inancımız var. Ancak devlet erkini kullanan herkesin sorumluluğunun daha fazla farkında olmasını ve gereğini yapmasını bekliyoruz. Yargı mensuplarının, emniyetin, siyasetçilerin ve bunlara ilaveten medyanın hukukun ve demokrasinin temel kurallarına uymamasının sonuçları çok acı olabilir.

Bir Dönemin Hatıraları

32 yıllık bir siyasi hayatım var. Siyasetin çeşitli kademelerinde görev aldım. İki dönem Belediye meclis üyeliği yaptım. İl kurullarında görev aldım. Saraybahçe Belediye Başkanı adayı oldum. Bunlar arasında ilk belediyecilik görevim olan 1984-1989 dönemi içinde  5 yıllık  belediye meclis üyesi olduğum günleri unutamam. Beraber olduğum ve daha sonra aramızdan ayrılıp öbür aleme göç eden arkadaşlarım var. Sanki dün gibi hepsi belleğimde.


Bu gün sizlere bu dönemden bahsetmek istiyorum.


Yıl 1984. Genç yaşta Belediye Başkan vekilliği, İmar komisyonu başkanlığı gibi iki görevi birden üstlenmişim. Daha önce hiçbir resmi görevde bulunmamış genç bir İnşaat Mühendisiyim. Yeni İmar kanunu yayımlanmış. Bu kanuna göre imar planları yapma görevi mahalli idarelere verilmiş. Tüm İzmit in İmar planları yeniden ele alınacak.


Aynı zamanda İmar affı kanunu yayımlanmış olup, imara aykırı tüm yapılarında bir kereye mahsus olmak üzere tespit edilerek ruhsata bağlanması gerekiyor.


Bu konu ile alakalı olarak belediyede imar müdürlüğü birimlerinin de dahil olduğu bir komisyon kuruldu. Bu komisyonunda başında ben varım.


Bir tarafta İnşaat Mühendisliği işim, diğer tarafta tüm zamanımı belediye de geçirmeme sebep olan belediyecilik hizmetleri.


Bir İzmit düşünün. Kadastro paftaları ile belediyenin İmar paftaları birbiriyle uyumlu değil.


Caminin duvarı, çeşmenin köşesi gibi nirengi noktaları bularak binaları tespit ediyorsunuz.


Bu günkü gibide modern ve hassas elektronik aletler yok. Haritacıların ellerindeki sınırlı optik aletlerle özveri göstermeleri gerekiyor.


Yeni yerleşme bölgelerinde hiçbir plan yok. Mevcut planlar da merkezi idarece on yıl önce tasdik edildiği için mevcutla hiç bağdaşmıyor. Planda 20 metrelik yol olan güzergah üzerinde yüzlerce bina var.


Bu planların tamamı güncelleştirildi. Yüze yakın pafta yeniden yapıldı.


Vatandaş gelişi güzel şekilde gerek ortak parsellere, gerekse hazine parseline evini yapmış, fakat planda yolu  yok. Bazı yerlerde plan bile yok. Evine başkasının parselinden geçiyor. Sorunlar dağ gibi yığılmış. Meclis gündeminin nerede ise tamamı imar tadilatları ile dolu. Bütün bu yerlerin planlarını yaptık, şuyulandırmalarını gerçekleştirdik.


Zaman zaman her dönemde olduğu gibi muhalefetle çekişmelerimiz oldu. Fakat bu çekişmelerimiz aşırı derecelere varmadı. Bu gün bile muhalefet meclis üyesi arkadaşlarımızla dostane ilişkilerimiz devam etmektedir. Vatandaşın yüzüne bakamayacağımız hiçbir problemimiz olmadı.


Alt yapının acilen elden geçmesi lazımdı. Yer altına yapılacak lağım suyu ana pompaj kollektörü ile arıtma tesisi için Belediye Başkanı Necati Gençoğlu, İller bankası Genel Müdürü ve bazı meclis üyeleri bir masa etrafında toplandık. Hiç unutmuyorum. Şimdi adını hatırlayamadığım bu Genel Müdür Belediye Başkanına dönerek “Necati Necati bu kolektör işi Belediye başkanı yer. Bütçenizin büyük bir bölümü İller Bankası tarafından bu kolektör yapımı için kesilir. Hizmet yapmakta zorlanırsınız. Ona göre kararınızı verin” dedi. Görüşmelerimiz bitince ayrıldı. Biz de aramızda görüşerek “ne olursa olsun yapılması gerekir.” kararını verdik.


Hakikaten yollar yarıldı. Her taraf toz duman oldu. Millet isyan etti. Bütçemizin büyük bir bölümü bu kolektör yapımı için kesildi. Kalan az bir miktar para ile maaş ödemeye ve hizmet vermeye çalıştık. Şimdi atık su için bu hatlar kullanılıyor. Bu alt yapı hizmetleri gerçekten belediye başkanı yiyen hizmetlerdendir.


Demiryolunun Kuzeye alınması Sayın Necati Gençoğlu’nun hayali idi. Çok uğraştı. Üniversite öğretim görevlilerine projeler yaptırdı. Biz meclis üyeleri olarak destek verdik. Fakat yerelde hiçbir yerden destek alamadı. O zamanın Bayındırlık Bakanı Sayın Sefa Giray da destek vermedi. Sahilden geçecek demiryolu hattını destekledi. Dolayısı ile demiryolu sahilde kaldı. Bu acı bir hatıramdır.


Beş yıl uzun bir zaman. Hatıralar çok Bu sütunlara ancak bu kadarı sığıyor. O dönem beraber çalıştığımız bazı meclis üyeleri bu gün aramızda yok.


O gün Salih Eker ağabeyimiz vardı. Şimdi yok. Fahri Tunç ağabeyimiz vardı. Şimdi yok. Orhan Kalelioğlu ağabeyimiz vardı. Şimdi yok. Burhanettin Balkaya ağabeyimiz vardı. Şimdi yok.


Nedret Pınar ablamız vardı. Şimdi yok. Ahmet Tamer kardeşimiz vardı. Şimdi yok.


Hepsine Allah tan rahmet diliyorum. Nur içinde yatsınlar.


1984-1989 dönemi İzmit Belediyesi Meclis üyelerinden gök kubbe altında bir hoş seda kaldı.


Öyle zamanlar vardır ki hayali cihan değer. Bu dönem benim için öyle bir dönemdi.


Hala hayatta olan tüm meclis üyesi arkadaşlarımı gönülden kucaklıyorum.


Kendilerine sağlık ve selamet diliyorum.


Belki bir dahaki sefere hala hayatta olan meclis üyesi arkadaşlarımızdan bahsederiz.

Şimdi, Şiir

0

Şiir hakkında çok şey söylenmiştir. Şiir okuduğumda bazen hafiflediğimi, bazen ezildiğimi hissediyorum. Şair o anlam yoğunluğunu dizelere nasıl sığdırabilmiş, diye düşünüyorum. Bugün Tanpınar’ın “Ne İçindeyim Zamanın” adlı şiirini okudum, bir değil, birkaç kez okudum. Bir münasebetsizlik yaparak dörtlükleri birlikte yorumlayalım:


 “Ne içindeyim zamanın, / Ne de büsbütün dışında; / Yekpare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında.” “N” ve “ş” ünsüzlerinin tekrarı, dörtlüğe bir ahenk sağlıyor. Şaire göre zaman, dün, bugün, yarın diye parçalanamaz, yekparedir. Haklıdır şair; çünkü bu kavramlar, izafiyet taşıyan zaman isimleridir. Bugün, az sonra dün olacaktır, yarının az sonra bugün olması gibi. Biz bu süreçte ne yarında ne bugünde ne de dündeyiz. Önemli olan, zamanın dışına çıkıp zamana egemen olabilmektir. Yarının sahibi olan, hem bugünün hem dünün sahibidir. Şair, ne içindeyim ne dışındayım zamanın derken, kendisini bizzat merkeze oturtuyor. Zamanın merkezinde insan vardır, her şey insan merkezlidir, insanla anlam kazanır.


Tanpınar’ın aynı şiirinin ikinci dörtlüğünü okuyalım: “Bir garip rüya rengiyle / Uyuşmuş gibi her şekil / Rüzgârda uçan tüy bile / Benim kadar hafif değil.” Şairin bu dörtlüğü, yaptığı teşbih yönüyle Servet-i Fünuncuları hatırlatıyor. Hayat, bir rüyadır. Şekil denen kabuller, birer varsayımdır. Eşyanın formatı, zamanın, mekânın, metanın uyuşmasından başka bir şey değildir. Biz, saat ile zamanın, eşya ile mekânın esiri olmuşuz. Bu esaret zincirini de kendimize biz vurmuşuz. Hem zaman hem formatlanmış eşya, bir rüyanın gerçekliği kadar gerçek. Ancak bunu insanlar, rüzgârın önündeki tüyün hafifliğinden öte bir hafiflik içinde olabilirler. Bu, zamandan ve mekândan münezzeh bir özgürlüktür. Bunun bir adım ötesi, belki de ilahi hürriyettir.


Üçüncü dörtlükte  “Başım sükûtu öğüten  / Uçsuz, bucaksız değirmen; / İçim muradına ermiş / Abasız, postsuz bir derviş;” diyen şair, “baş” ve “iç” sözcükleriyle “akıl” ve “gönül” arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor. Zaman, onun içinde eriyip gitmiştir. O, kendini zamanın dışına atmıştır. Kendini, Budistlerin Nirvana dedikleri zaman ötesindeki boşluğa atarak saadete ermiştir.  Bu dünyanın öznesi gönüldür. Akıl, ancak zaman ötesini keşfetme görevini ifa ederek işlevini yerine getirmiş olur. Akıl, gönlün vasıtasıdır. Gönlün zengin dünyasına, akıl binitinden inildikten sonra ulaşılabilinir.


“Kökü bende bir sarmaşık / Olmuş dünya sezmekteyim, / Mavi, masmavi bir ışık / Ortasında yüzmekteyim.” dizeleriyle şiirini bitiriyor sair. Bu dizeler, bir bakıma şairin dünya görüşünü, dünyayı algılayış tarzını anlatıyor bize. Dünyanın kökü insandır. Dünyanın zenginliği de yoksulluğu da sevgisi de nefreti de … hep insandır. Dünyaya izafe edilen güzelliğin, çirkinliğin isim babası; yaşanan zorlukların, kolaylıkların müsebbibi; doğrulukların, yanlışlıkların mimarı biziz. İçimizdeki dünya, şaire göre, sıradan bir kök değil; bir sarmaşık. Mümkün değil onu içimizden atmak, dünya her şeyi ile içimizdeki yedi başlı canavar. Bu niteliklere sahip bir dünyadan kendini azade kılamayan şair, ulaştığı iç dünyasının mavi ışıklarında yüzmektedir ya da bunun özlemin duymaktadır.


Şiirin bütününde ses ve mana ahengini çok güzel kompoze eden şairin bu şiiri, birkaç kez okunmaya değer. Şiir, her okunuşunda kişiyi ayrı bir mana dünyasına götürüyor. Yaz mevsiminde şiir iklimini teneffüs ederek, zamanınızı bereketlendirmek hem görevimiz hem ayrıcalığımız olmalı. Şimdi şiiri bir daha okuyalım. Sonra başka şiir…

Acaba İslamlaşıyormuyuz ?

Geçtiğimiz günlerde gazetelerde bir yazı okudum. İran’ın bir yayın organında “ Türkiye İslamlaşıyor.” diye yazmış. Bunun üzerine vehimli köşe yazarları da hemen yazılarını döşemeye başlamışlar. Ülkenin başındakilerin eşlerinin başındakiler Ülkenin İslamlaşmasına yetmişte artmış bile. Artık ülkede yeterli miktarda içki tüketilemiyormuş. Bilhassa belediyelerin tesislerinde Yeşilaycılık hakimmiş. Sahillerimizde haşama ile denize girenlerin sayısı artmış.


Bazı aklı evvellere göre, haşama şort mikrop yayıyor imiş de bermuda şort giyince mikrop yaymıyor imiş. Birbirinden ne farkı var? Yıllarca Tereyağı kolesterol yapıyor yalanını bize yutturmadılar mı?


Maalesef Ülkemizde uzun yıllar Osmanlılaşma ve İslamlaşma korkusu üretildi. Bir taraftan aleviler kışkırtılmaya çalışıldı. Diğer taraftan Kürtler ayaklandırılmaya uğraşıldı. Bu provokasyonlara da Ülke içinden ciddi destekler geldi.


Ülkenin kaynakları çarçur ediliyor kimin umurunda? Yabancılar Ülkemizde toprak edinme yarışına girmişler kimin umurunda? Bankalar ve sanayi kuruluşları yabancıların eline geçmiş kimin umurunda?


Bu bankalar vasıtası ile çiftçi borçlandırılıyor, malı mülkü haczediliyor kimin umurunda?
Ülke içindeki ajanlar vasıtası ile Türkiye’nin komşuları ile olan ilişkileri bozulmaya ve Ülke yalnızlaştırılmaya çalışılıyor kimin umurunda?


Düşük kur sıcak para ile sürekli borçlanan ekonomi, Ülkeyi giderek borç batağına sürüklüyor kimin umurunda? Geçmişte beş sente muhtaç olan Ülkemiz bu konumundan kurtulurken beş metrekareye muhtaç bir Ülke haline mi geliyor? Kimin umurunda?


Bu ve buna benzer konular tartışılması gerekirken insanlar farklı konulara yönlendiriliyor.


Bir zamanlar açalım da ifsat edelim bu zıkkımları demişlerdi. Düşündükleri gibi olmadı.


Şimdi de kapatalım bu zıkkımları diyorlar.


Ülke insanının milli ve dini yapısı üzerinde oynamaya çalışıyorlar.


Birlik ve beraberliğinin bozulmasına uğraşıyorlar.


Detaylara bakacak olursanız. Gerçekten İslamlaşıyor muyuz hemen görebilirsiniz.


Kutladığımız yılbaşı, kestiğimiz çamlar. Onlara bağladığımız çanlar, Noel babalar, İslami mi? Hayır. Okullarımızda gelenek haline gelmiş kep törenleri İslami mi?  Hayır.


Yabancı müzik eşliğinde kıydığımız nikahlar, gelinle damadın sahneye çıkışı İslami mi? Hayır. Gelinlerin giydiği gelinliğin modelleri İslami mi? Hayır.


Verdiğimiz davetlerde yemek usulleri ve kokteyl adeti İslami mi? Hayır.


Yine protokol yemeklerinde çatal sol elde bıçak sağ elde ve yemeği sol elle yemek gerekliyse bu İslami mi?  Hayır.


Bindiğimiz vasıtalar, kullandığımız teknolojik aletler, ev eşyaları İslami mi? Hayır.


Giydiğimiz ceket, pantolon, etek, ayakkabı, kravat, palto vs. bunlar İslami mi? Hayır.


Modayı İslami yayın organlarından mı takip ediyoruz? Hayır.


Gemileri denize indirirken patlattığımız şampanyalar İslami mi? hayır.


Çocuklarımızı iyi ki doğdun şarkıları ile dünyaya getirip, ölünce şakşaklarla uğurlamak İslami mi? Hayır.


Öğrencilerimizin okul yaşamları, kız erkek aynı evi paylaşmaları, giyimleri, partileri, eğlenceleri, Gençlerimizin, Hatta yetişkinlerimizin  flörtleri, ön evlilikleri, evlilik dışı yaşamları İslami mi? Hayır. Kutladığımız doğum günleri, anneler günü, babalar günü İslami mi? Hayır.


Sanatımız, sergilerimiz, sergilediklerimiz, İslami mi? Hayır.


Dükkanlarımızın üzerindeki tabelalarda yazılanlar, İmalatlarımızın isimlerinin çoğu İslami mi? Hayır. Dinlediğimiz müzik İslami mi? Hayır.


Peki bizim bunlardan bir şikayetimiz var mı? Hayır.


O halde nasıl oluyor da İslamlaşıyoruz. Biri çıkıp ta bana anlatabilir mi? Hayır.


Siyaset sahnesindeki dalaverecilere baktıkça, ticaretimizdeki sahtekarlıkları gördükçe, halkımız arasında gittikçe bozulan ahlak yapısını izledikçe, azınlığın çoğunluğa tahakkümü devam ettikçe, milletin istemedikleri milletin efendisi olmaya uğraştıkça, Avrupai bir uçurumun içine yuvarlandığımızı dehşetle müşahede ediyoruz..


Yukarıda sıraladıklarımın neticesi  rahatlıkla diyebilirim ki;


Biz ne İslamlaşıyoruz. Ne de millileşiyoruz. Aksine,


Biz gittikçe Bizanslaşıyoruz.

Zaman Bizim İçin Değerlidir

Zaman değerlidir.


Her şey bir su gibi akıp geçiyor, geride kalanlar tekrar geri gelmiyor. Zamanı yenileyemiyoruz, satın alamıyoruz. Bu sebeple yaşamımızda zamanın büyük değeri var. Yapılacak her iş için zaman gerekli. Zaman oldukça pahalı ve zamanın da bir planlaması olmalı.


Zaman konusu günlük yaşantımızı etkilediği için iyi yönetilmelidir. Zamanın önemini bilenler ve zaman planlaması yapmak isteyenler için zaman planlama seminerindendir bu notlar.


Şu soruları sorduğumuzda zamanın önemini daha iyi kavrayabiliyoruz.
Bir senenin değerini en iyi kim anlar? Sınıfta kalan bir öğrenci,
Bir haftanın değerini en iyi kim anlar? Haftalık bir derginin editörü,
Bir dakikanın değerini en iyi kim anlar? Treni kaçırmış bir yolcu,
Bir saniyenin değerini en iyi kim anlar? Bir kazayı kıl payı atlatmış kişi,
Bir milisaniyenin değerini en iyi kim anlar? Olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan atlet…


Günlük yaşamımızdaki birçok şey bizim farkına varmadan zamanımızı çalıyor. Bunlar; plansızlık, öncelikleri belirleyememek ve sıralayamamak, ertelemek, kendini gereğinden fazla işe adamak, acelecilik, kırtasiyecilik ve verimsiz okuma, zaman hırsızları, rutin ve gereksiz işler, hayır diyememek, gereksiz telefonlar, gündemsiz ve verimsiz toplantılar, kararsızlık, yetki verememek, dağınık masa ve büro düzeni.


Zaman konusundaki en büyük yanlışımız zaman planlamamızın olmaması ve yapılacak işlerimizi hep sonraya atmamızdır. Halbuki, dikkatli bir planlama iyi zaman yönetiminin temelidir. Yönetim planlama ile başlar ve en önemli aşamadır. Plan yapılmadığı takdirde, işler zamanında bitmemekte ve bunun sonucunda işleri planlamaya zaman kalmamaktadır.


Zamanı iyi kullanmak adına iyi bir planlama yapılmalıdır. Planlamada da önemli olan öncelikleri belirlemek ve sıraya koymak gerekir. Hoşlandığımızı, çabuk bitecek olanı, kolay olanı, bildiğimizi, acele yapılanı, başkalarının isteğini; hoşlanmadığımızdan, uzun sürecek olandan, zor olandan, bilmediğimizden, önemli olandan, kendi seçtiğimizden şeklinde, güne yapılacak işler listesi hazırlayarak başlanmalıdır.


Planlama da günlük olduğu kadar, haftalık, aylık planlamalarda yapılmalıdır. Bu planlamalar bir ajandaya not edilmeli ve öncelik sıraları belirlenmelidir.


Erteleme alışkanlığı en önemli zaman tuzaklarından biridir. Gerçekten önemli ve yaşamsal işlerle uğraşmaktan alıkoyan erteleme; Kişinin kariyerini yıkabilecek, mutluluğunu bozacak ve hatta hayatını kısaltacak, her alanda başarıyı önleyen, gizli gizli zarar veren bir alışkanlıktır. Erteleme kendinizi aldatmadır. Bir şey yapmamak ya da, önemsiz şeyler yaparak vakit harcamak asıl yapılması gerekenden uzaklaştırır. Erteleme yapmakla , bilinçaltımız isyan eder, kendimizi sürekli baskı altında hissederiz.


Ertelemecilikten nasıl kurtuluruz?
Kendimize neyi yapmanın önemli olduğunu sormakla birlikte işe hemen başlarız. Hoşlanmadığımız işi öncelikle yerine getirir, erteleme eğiliminde olduğumuz işi  parçalara böler, işi bitirme zamanını saptarız. İşi bitirdiğimizde de kendimizi ödüllendiririz.


Gündemsiz ve verimsiz toplantılarda zamanımızı çalmaktadır. Yapılan her türlü toplantı zaman alıcıdır. Problem, gündemi belirlenmeden yapılan, normal süresini aşan ve amacına ulaşmayan toplantılardan kaynaklanmaktadır. Bunlara dikkat edildiğinde, bizim değerli zamanımız kaybolmaz ve verimli bir zaman geçirmiş oluruz.


Bir diğer zaman öğütme ortamı dağınık masa ortamlarıdır. Çalışma ortamınızın dağınık olması yorgunluk, verimsizlik, baş edememe hissi, stres ve hakimiyet yoksunluğu oluşturur,  ayrıca yaşamınızı kısıtlar. Böyle durumlarda; Çalışma yerimizi de evimiz kadar fonksiyonel düzenlemek, masamızı, geleni geçeni göremeyeceğimiz bir konumda yerleştiririz. Masalar arasına fiziki engeller koyarız.


Yan odalara, ya da atölyelere gereksiz ziyaretler yapmak da zamanımız alan bir diğer etkendir. Astımız veya üstümüzle görüşmelerimizde planlama yapmadan yapacağımız ziyaretlerde zamanımızı alacaktır. Böyle durumlarda görüşeceğimiz konu başlıklarını not alırız. Görüşme süresini ölçeriz. Rutin aradığımız kişilerin, uygun ve az meşgul oldukları saatleri belirleriz ve arayacağımız vakti daha önceden bildiririz.


Son olarak davetsiz misafirlerde değerli zamanımızı fazlasıyla alırlar. Onlarla da yapacağımız görüşmelerimizde; ciddi bir tutum, ve resmi bir ses tonu kullanımı, sandalyemizin ucuna oturup,  bütün dikkatimizi ona verme, mümkünse belli bir zaman sınırı koymamız bu zamanımızın da verimli kullanılmasına katkı sağlayacaktır.


Zaman bizim için değerlidir. Çünkü bugünün işi bugüne fazlasıyla yetmektedir. Yarına bırakacağımız her iş bir dağ yığını gibi karşımıza çıkacak ve sonra altından kalkmakta güçlük çekeceğiz.. Bu sebeple bugün için zamanımızın değerini iyi bilelim ve kendimiz için iyi bir zaman planlaması yapalım.

İnsan Yaşamı Üzerinde Teknolojik Gelişmelerin Etkisi

Geçmişten günümüze toplumların var oluşlarını, ilerleyişini, bugünkü toplum yapısına nasıl ulaştığımızı incelediğimizde çok açık görmekteyiz ki teknolojik gelişmeler toplum yapısını şekillendirmekte çok büyük rol oynamakta dolayısıyla insan yaşamında etkili bir konuma sahip olmaktadır. Bırakalım geçmişi, sadece günümüz toplum yaşantısını gözlemlemeye kalktığımızda teknolojinin hayatımızda ne gibi bir yeri olduğunu fark etmek ve etkisinin olduğunu söylemek kaçınılmazdır. Ben teknolojinin insan hayatındaki olumsuz etkilerine değinmek istiyorum daha çok. Her zaman şunu söyleriz; bir toplumun ilerlemesi için, toplumsal gelişim için, çağa ayak uydurmak için teknolojinin gelişimi gereklidir. Ben hep şu soruyu soruyorum; Bu kadar gelişimi sağlayan, ilerlemeyi getiren teknoloji bu kadar güzel gibi görünürken nasıl olurda insan yaşamında olumsuz sonuçlar meydana getirebilir? Sanıyorum burada işin içine insanın kendisi girmekte.. Bizler ya ölçümüzü ayarlamayı bilmiyoruz ya da elimizdeki bir malzemeyi doğru kullanmayı bilmiyoruz kendimiz bilmediğimiz gibi çocuklarımızı da, etrafımızdaki bireyleri de doğru yönlendiremiyoruz.


Muhakkak ki her şeyin olumlu bir tarafı olduğu gibi olumsuz bir tarafı da mevcuttur ancak bakıyorum sanki bizler olumlulukları meydana çıkarmamız gerekirken sanki olumsuzluklar için savaşıyoruz.. Yada belki kendimizi kaptırıveriyoruz.. Peki kendimizi sorgulamamız gerekmiyor mu? Bir şeyleri sorgulamak gerekmiyor mu? Ben düşündüğüm zaman gözlemlediğim zaman aklıma öyle çok soru geliyor ki bunları paylaşmak istiyorum. Neden artık insanlar birbirlerine hiç mektup yazmıyorlar? Neden insanlar duygularını kağıda dökemiyorlar? Neden çocuklarımız internette bir şeyler öğrenmek araştırmak yerine oyun oynamayı veya chat denilen anlamsız aktiviteleri tercih ediyor? Neden cep telefonlarımızı yanımızdan bir dakika bile ayıramıyoruz? Neden konuşmamız gereken şeyleri insanlarla yüz yüze görüşebilmek varken sadece bir mesaj yazmakla yetinebiliyoruz? Öyle çok soru var ki.. Uzmanlarla konuşulduğunda teknolojik gelişmelerin en büyük amacının ‘insan hayatının kolaylaşması’ amaçlı olduğunu söylüyorlar. Peki, farkında mıyız acaba bu kolaylaştırma hareketi insanları nereye götürüyor? Neleri değiştirip neleri kaybettiriyor? Bana öyle geliyor ki insanlar yalnızlığa terk ediliyor.. İnsanlar hazıra alışarak emek sarf etmekten uzaklaşıyor.. İnsanlar iletişimden kaçıyor kabuğuna çekiliyor.. En kötüsü insanlar tembelleşiyor.. Artık düğmesine bastığınızda odayı kendisi süpüren elektrik süpürgeleri var; insanın hareket etmesine eğilip kalkmasına gerek kalmıyor.. Komşuluk ilişkileri neredeyse öldü.. Çünkü insanlar bir akşam komşusuna gidip muhabbet etmek yerine önemli dizisini izlemeyi tercih ediyor hatta bir evde her odada ayrı televizyon olup herkes kendi izlemek istediği programı izliyor.. Aile içinde iletişim bu kadar azalırken ortaya bencil, yalnız, sağlıksız bir toplum çıkıyor.. Araştırmaya hevesli öğrenciler yok denebilecek kadar az.. Artık yeni gelişen beyinler kolay yoldan, çaba sarf etmeden bir şeylere sahip olmak zihniyetinde.. Cep telefonları elden hiç düşmüyor.. Artık her evde bir bilgisayar var ama faydalı şeylerden çok oyun oynamalara ve sohbetlere yarıyor.. Çünkü artık insanlar özgüvenlerini yitiriyor.. Artık yüz yüze iletişim kurulamıyor.. Bahanelerin arkasına saklanılıyor, kaçışlar aranıyor. Tüm bu kaçışın bahanelerin altında sevgi arayışı yatıyor.. İnsanlar sevgisiz.. İlgiye muhtaç..  İnsanlar kendilerini bile sevemez durumdayken birbirlerini nasıl sevebilirler? Peki toplum böyle nereye gidecek? Diyoruz ya her şeyin başında eğitim geliyor ama esaslı bir eğitim.. Ailede başlayan okulla devam eden hayat boyu süregelen eğitim.. İnsanlarımız ölçüsünü ayarlayabilecek, kendisine hükmedebilecek, elindekini doğru kullanabilecek bilince ulaşmadan sanıyorum bu ülkede yapılan gelişme adına her güzel şey güzellikten çok zarar getirecek.. Nitekim öyle olmakta..


Çocukken annemle her anne kızın arasında yaşandığı gibi kuşak çatışmasından kaynaklı küçük problemler yaşanırdı.. Bazen birbirimizi üzebilirdik. Ama annemle bir yöntemimiz vardı.. Tartıştığımız zamanlar  birbirimize söylemek istediğimiz tüm duygularımızı hatta öfkemizi sorgularımızı mektup gibi kağıda dökerdik ve yatarken annemin başucuna bırakırdım.. Sabah kalktığımda mutlaka başucumda onunda bana yazdığı cevap mektup olurdu.. ve Akşam olduğunda işten geldiğinde ben özür dilerdim ve sarılırdık.. Bu örneği vermek içimden geldi.. Bu küçücük bir şey.. Benim asıl varmak istediğim nokta; her şeyin başında sevgi ve eğitim gelmektedir. Toplumu oluşturan meydana getiren ailelerdir. Bu yüzden en büyük önem aile kurumudur.  Her şey ailede başlar. Ve en önemlisi; İLETİŞİM.. Eşler birbirleriyle, çocuklar ebeveynleriyle sürekli iletişim halinde olmalı, doğru veya yanlış bulduğu tüm düşüncelerini dile getirebilmeli ve bunu dile getirirken ailede almış olduğu eğitime dayanarak saygısızlık yapmadan dile getirebilmeyi becerebilmeli ve her şeyden önemlisi bireyler yaşadıkları ortam içerisinde sevildiklerinin farkında olabilmeli..


Artık sanayileşmenin, ilerlemenin, kadınların çalışma hayatına atılması vb gelişmelerin etkisiyle evlilik yaşı gitgide ilerlemektedir. Ancak hala çok bilinçsiz evlilikler yapılabilmekte.. Şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir; toplumun en önemli yapı taşı ailedir. Ve aile kurmak zor olmakla beraber bir sanattır.. Önce insanlar kendi gelişimlerini tamamlamalı iyi eğitilmeli bilinçlenmeli ki daha sonra kurduğu aile içerisinde yeni bireyler yetiştirecek yön verebilecek donanıma sahip olmalıdır.. O yeni bireylerin şekillenmesinde kendilerine çok büyük rol düşen aileler çok çok eğitimli olmak, bilinçlenmek zorundadır.. Bu toplumun kurtuluşu sadece ve sadece eğitimden, bilinçlenmekten, bilinçli aile kurmaktan geçmektedir.


Artık biraz silkelenelim, uyanalım..Kurtulalım şu tembellikten, yalnızlıktan bunalımdan.. İnsanlarla yüz yüze iletişim kurmaktan kaçmayalım.. Cep telefonlarımıza haberleşme aracı dışında gerekmedikçe başvurmayalım, duygularımızı kağıtlara dökebilelim, çok çok okuyalım, sorgulayalım, öğrenelim, araştıralım, çaba sarf etmenin tadına varalım, hazır elde edilen hiçbir şeyin değeri olmayacağının bilincine varalım.. Teknolojiyi doğru yerde doğru amaçla doğru bir şekilde kullanabilmeyi öğrenerek,zararını değil faydasını topluma yansıtalım.. Ve sağlıksız toplum imajını artık üstümüzden atalım..


Çok çeşitli ütopik görüşler ortaya atılmakta.. Ama doğru ama yanlış.. Amerika’nın Türkiye üzerinde yürüttüğü siyaset, hedeflerine ulaşabilmek için Türkiye halkının toplum yapısını bozmak yoluna gittiği, bir çok yeni faaliyetin altında bu amacın yattığı hemen hemen her yerde herkesin dilindedir.. Ancak şunu unutmayalım ki her şey biz insanların elinde.. Üzerimize düşen tek şey; kendimizi geliştirmek, eğitmek ve gerekli donanıma sahip konuma geldiğimizde faydalı bireyler yetiştirip eğitmek.. Binanın temeli ne kadar sağlam olursa en büyük sarsıntıya bile dayanma gücü o kadar fazla olur.. Bizler Türk Milleti olarak, Türk olmanın, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın verdiği onurla lütfen çok çok okuyalım, her konuda duyarlı olalım.. Unutmayalım ki öğrenme her yaştadır..

Kentlileşme

Kentlileşme


Kentlileşmenin kısa bir özeti hemşehri derneklerinin rolü


Kentlileşme, bir toplumsal değişmeyi, uyum ve bütünleşme sürecini anlatmaktadır. Kısaca, kente göç eden nüfusun yeni koşullara uygun ilişkiler biçimi geliştirerek kentin bir öğesi olma sürecidir


Hemşehri dernekleri; kırdan gelenlerin kentsel yaşam biçimini, değerler sistemini ve davranış kalıplarını anlama sürecinde kurulan örgütlerdir.


Hemşehri dernekleri hem geleneksel toplum yapısının motiflerini üzerinde taşırken bir taraftanda değişimin ve gelişimin yaşanmasında önemli rol oynarlar.


Kent nedir? ve Tarihsel gelişmesi


Günümüzün iklim koşulları 14 bin yıl kadar önce oluşmaya başlamış, dünyanın hemen her yerinde insanlar mevcut teknolojileri ile , değişen doğal çevre ortamına uyum sağlamaya çalışmıştır. Bu süreçte Anadolu da dahil olmak üzere Yakındoğu’da gerçek anlamı ile “köy” olarak tanımlayabileceğimiz bir yerleşme türü ortaya çıkmıştır.


19.Yüzyıldan itibaren toplumların yapısında meydana gelen en önemli değişikliklerden biri nüfusun aşırı artışından, ulaşım imkanlarının verdiği kolaylığın etkisi ile göçlerden kaynaklanan kentleşme olgusu olmuştur.


Türkiye’de 1950’lerden sonra kalkınmaya paralel olarak eğitim ve istihdam imkanlarının kentlerde toplanması,ulaşım ve haberleşme araçlarındaki gelişmeler şehrin çekiciliğini artırırken; tarımda makineleşmenin etkisi ile köylerde işsizliği artırması, miras ve ekonomik faktörler gibi sebeplerle arazilerin küçük parçalara bölünmesi ve dolayısıyla tarımsal faaliyetlerin ekonomik olmaması gibi nedenler ise köylerin iticiliğini artırmıştır.


Bunlara paralel olarak o dönemlerde kentlere ve dış ülkelere  göçler başlamıştır. Zamanla göç edenlerin ekonomik yapılarının iyi olması diğer kırsal alanda kalan bireylerinde kente göçünde etkili olmuştur. Böylece köylerin iticiliği kentlerin çekiciliği artmıştır.


Kent,Tarihin farklı dönemlerine ait fiziksel, sosyal ve kültürel katmanların üst üste kurulması sonucu oluşan fiziksel, mekansal, ekonomik, sanatsal ve  sosyal bir ortamdır.


Kent sadece fiziksel bir mekan değildir.


İbni Haldun’a göre ise; kalabalık halk topluluklarını bir arada toplayan Kent hayatı medeniyetin ilk aşamasıdır.


Şehirleşme devleti değil, devlet şehirleşmeyi yaratır. Devlet olmadığı sürece Kentleşme de olmaz. Devletin varlığı ile Kent hayatı özdeşleşir.


Kentlilik nedir?


Kentlilik, kentte yaşayan bireylerin , kentte yaşamanın gerektirdiği ekonomik, sosyal, kültürel ve kentin oluşturduğu değerleri anlamasına, benimsemesine ve yaşama geçirmesine ait süreclerin tamamlanması sonucunda  oluşan bir olgudur.


Kentlilik bilinci hakkında genel bilgi


Kentte yaşayan bireylerin kente özgü tavır ve davranışlar sergilemeleri, birer kentli birey olduklarının farkında olmaları buna uygun davranış göstermeleri anlamına gelir.


Kentlilik bilinci Nasıl oluşturulur?


Kent-birey ilişkisi iyi kurulmalıdır. Kentle ilgili verilecek her türlü kararın altında o kentte yaşayanların onayı olması gerekir yani katılımı olması gerekir; Neden derseniz kent kenti yönetenlerden daha çok orada yaşayanlarındır da ondan.


Kentlilik bilinci Nasıl oluşturulur?


Birey kentin biçimlenmesinde ve yönetim süreçlerinde kendisinin olduğunu gördüğünde sahiplenme duygusu ile hem kente hem kent için yapılan projelere sahip çıkar. İşte burda sivil toplum kuruluşları (STK) olan Hemşeri derneklerinin önemi ortaya çıkmaktadır. Kırsal kesimden gelenlerin kendilerini ve önceden oraya göç edenlerin ötekileşmemiş olduğunu  hissettiğinde “kentli birey” gibi davranma eğilimine girer. Kendini o kente ait hisseder ve daha rahat eder, kendini yabancı hissetmez,kendini güvende hisseder.


Çevreye ve kentin getirdiği sosyal anlayışlara daha pozitif bakar. Bu nedenledir ki Kent konseyleri kent yönetim organisazyonları kurulmaktadır. Günümüzde bu neyi sağlar, bireyin kentin bir parçası olduğunu düşünüp kendisine düşen sorumlulukların farkındalığını oluşturur. Katılımcılığı artırdığından Demokratikleşmeye büyük katkı sağlar.


Kentleşme olgusu gelişmiş ülkeler açısından gelişmenin, sanayileşmenin göstergesi gibi gösterilmesine rağmen, aynı oluşumun, azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler için geçerli olduğu söylenemez.


Sosyal ve kültürel zenginlikleri kentlilik bilincinin çoğalmasında kullanılmasıyla, tüm toplumsal kesimlerin kent yaşamına katılmasıyla, kentin kentliyi hayatın içine çekmesiyle kentlileşme sürecinde önemli bir mesafe alınacaktır.  Kentteki bu aktif yaşam döngüsü kent kültürünü oluşturacaktır. Kent kültürü harmanında yetişmiş birey kendini daha iyi ifade edebilecek, kent için yapılan her konuda fikrini söyleyebilecek,  sivil toplum kuruluşlarında yer alabilecek, toplumsal duyarlılığı olan ve toplumsal dayanışmaya önem veren “kentli birey” olarak kentlilik bilincinin oluşmasına katkı sağlayacaktır.


Kentlilik bilinci oluşmasını tehdit eden gelişmeler.


Mekansal ve kültürel siteleşme, “Biz” ve “Öteki” ayrımını daha da derinleştirerek, “atomize” hayat alanları oluşturmakta, dolayısıyla anomik ve yabancılaşmış bir sosyal dokuyu paradoksal biçimde üretme tehlikesi taşımaktadır.


Sanayi sonrası toplumlarının oluşturduğu büyük kentlerin merkezleri, yüzyıldan beri sürekli kent merkezlerinin dışına doğru itilmiş yığınların “hücumu” ile karşılaşmaya başlamıştır. Buna karşılık, yüzyıldan beri kent merkezlerini iş ve ikamet alanları olarak tasarruflarında bulunduran, “kentli” kesimler ise merkezi terk etmekte, merkezdeki bazı bölgeleri yine tutmakla birlikte, asıl olarak “kent dışında” inşa edilen “iş merkezleri”ne ve kendilerine mahsus yeni inşa edilmiş mahallelere ya da özel sitelere yerleşmektedirler.


Kentteki riskler


Kırdan kente yoğun ve düzensiz göçler, kentte tutunamayanların istismara da açık şekilde, şiddet ve suç eylemlerine katılmalarına neden olabilmektedir. Günümüzde de anomik kentleşme, şiddet hareketlerine ve suç oranlarının artmasına neden olabilmektedir. Dolayısıyla, siyasal ve ekonomik bunalımın bir bakıma değişmez göstergesi olan “sağlıksız kentleşme”, Türkiye’de şiddetin önemli kaynaklarından birini meydana getirmektedir.


Anomik kentleşme, mafya ve terör örgütlerinin de artmasına neden olmaktadır. Gökçe’nin ifadesiyle “Mafya ve terör örgütleri geçiş halindeki toplumlarda ya da gelişmekte olan toplumlarda, özellikle toplumsal eşitsizlik bulunan ortamlarda kendini hissettirmektedir. Çünkü kendisini destekleyecek belli bir tabana ihtiyaçları vardır. Toplumsal eşitsizlikler bu tabanın büyümesine ve korunmasına imkan sağlar.


Kırdan kente göç, yani kentleşme oranının yüksek olduğu ülkemizde kır-kentler (gecekondu mahalleleri) bu eşitsizliğin yaygın olarak görüldüğü ortamlardır. Kırdan kente büyük beklentilerle gelen yığınların, beklentilerine cevap verecek hizmeti bulamaması, ya da eğitim, sağlık, iş ve güvenliği gibi hizmetlerin yetersizliği, bu insanları, özellikle gençleri yani ikinci ve üçüncü kuşağı yasal olmayan örgütlerle karşı karşıya getirir.


Ülkemizde hızlı kentleşmenin doğurduğu sorunlar çerçevesinde önlemler alınmamıştır. Günümüzde, özellikle büyük kentlerimizi çevreleyen kır-kentlerde yaşayanların hemen hepsinde; altyapı sorunları, kamu hizmetlerinin eksikliği, işsizlik, çevreye uyum ve güvenlik gibi sorunlarla karşı karşıya kalan bireylerin akraba-hemşeri dayanışmasının ötesinde başvuracakları örgütlü bir yapıya ihtiyaçları vardır.


Gettolaşma


Gettolar, hem mekansal hem de kültürel açıdan kentten soyutlanmış bölgelerdir.


Bu bölgeler farklı servisler tarafından kullanıma açık yerler olduğundan ciddi riskler teşkil ederler.(Fransa’da Araba yakma olayları Türkiye’de Gazi olayları gibi)


Çeşitli bakış açılarından Kentlilik


Ekonomik olarak Kentlilik


Kentte yaşayanların geçimini tamamen kentte veya kente özgü işlerle sağlıyor duruma gelmesiyle gerçekleşir. Ekonomik faaliyetleri daha çok sanayi ve hizmet sektörleri karşılamaktadır.


Sosyal açıdan kentlilik


Aile içi ilişkilerde demokratik tutumlar egemendir. Eğitime önem verilmekte olup, kendinin ve ailesinin gelişip toplumda bir statü elde etmesi için daha çok pay ayırır. İş yaşamında geri kalan serbest zamanlarını kişisel ve toplumsal faydaya dönük sosyal faaliyetlerde kullanır.


Siyasal davranışlar açısından kentlilik


Siyasal toplumsallaşma öne çıkar ve bireyler kentli kimliğini benimser, kent yaşamı içindeki haklarının ve sorumluluklarının bilincindedir. Kent yönetimine ve sivil topluma özgü organizasyonlara destek verir, yerel yönetimlerin yetki, imkân ve sundukları hizmet düzeylerinin yükselmesi için sorumluluk alırlar. Kente, ülkeye ve insanlığa ilişkin sorunlara karşı duyarlıdırlar.


Psikolojik davranışlar açısından kentlilik


Boş zamanlarını bilinçli bir şekilde kendisini geliştirmek için belli faaliyetlerin içersinde geçirir. Kendini ve güvenini geliştirici olarak, farklı bilgi kaynaklarına ulaşmada isteklidir. Kentli olmanın ve cemiyet içinde yaşamanın gereklerine dikkat eder, kentteki normlara uyar ve geçmişini iyi bir şekilde değerlendirip geleceğiyle ilgili planlar yapar.


İnançsal davranışlar açısından kentlilik


Kendi inancının gereğini yerine getirirken gösterişe kaçmaz, diğer grupların inanç ve uygulamalarına saygı duyar, dinin mesajlarını anlamaya çalışır. Din dışı batıl inançları sorgular. Kent yoksulluğuna karşı hemşerilerinin mücadelelerini maddi manevi olarak destekler. Komşuluk ve hemşerilik ilişkilerinin doğru bir düzlemde yürütülüp, ilişkilerdeki kendi sorumluluğunun varlığına inanır.


Estetik davranışlar açısından kentlilik


Oturduğu konutun, sokağın, mahallenin ve kentin yaşam alanlarındaki çirkinliklerden rahatsız olur ve bu mekânların güzelleştirilmesi için gayret gösterir. Dilini özenle kullanır, argo ve yabancı kelimelerden uzak durur. Beden sağlığına önem verir, beden bakımını düzenli yapar. Kentli olmanın bir gereği olarak sanata önem verir ve sanatsal faaliyetlere katılımcı veya izleyici olarak destekler.


Evrensel bakış açısından bireyin gelişim hakkı


Birey, gelişmenin temel öznesidir ve birey gelişme hakkına faal olarak katılır ve bu haktan yararlanır.


Gelişme hakkının tam olarak kullanılmasını ve geliştirilmesini sağlamak için, ulusal ve uluslararası düzeylerde politikaların formüle edilmesi, kabul edilmesi ve uygulanması, yasal ve diğer tedbirlerin alınması için gerekli işlemler yapılır.( Gelişme hakkına dair bildiri)
Türk Dil Kurumuna göre birey;


Kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölünemeyen tek varlık, fert;


Bireyin önemi


Bireyin öneminien güçlü  ifade eden söz Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye yaptığı nasihatte var; “Mülkiyet, saltanat sende diye insanları hor görme. İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın”.


Bireyin günümüzdeki durumu


Tüketim nesnelerinin ve kullanım değeri biçilmiş ilişkilerin (cinsellik, bilgilenme, konuşma vb) büyüsüne kapılan (çılgınlaşan) insan kendisini merkeze alarak yaşamaya başlıyor. Kendisini ve ailesini ‘kurtarmaya’ yönelen, düşünsel olarak karşı çıkmasa bile eylemleriyle dayanışma ilişkilerini reddetme noktasına gelen insan konuşmalarına birinci tekil şahıs (BEN) olarak başlıyor. Tüm istem ve yargı cümleleri ‘ben’ veya ‘ben im’e çıkıyor.


Bireylerin Biz diye düşüncesi olan organisazyonlara katılımı


İşte böyle bir bireyden Sivil Toplum Örgütlerine ve hemşeri derneklerine bireylerin katılımını sağlamak çok zordur. Bu örgütlenmeyi sağlayan özellikle hemşeri dernek yöneticilerini  kutlamak gerekir.


Hemşehri dernekleri hem geleneksel toplum yapısının motiflerini üzerinde taşırken bir taraftanda değişimin ve gelişimin yaşanmasında önemli rol oynarlar.


Bireyin katkısı


Bireyin ancak bir gelişme hakkına sahip olduğunu ve bunun onun üzerinde oluşturacağı pozitif etkileri somut olarak anlatarak bu konu ile ilgili farkındalılığı oluşturabilirsek ve arkasından bireyin taleplerine cevap verebilecek organisazyonlar oluşturabilirsek bireyin kentli olmaya katkısını en üst düzeye taşırız.


Sonuç olarak,


Bireyler bir arada yaşama ve barınma ihtiyaçlarını karşılayarak kentleri oluşturmuşlardır. Kentte bir arada yaşayan bireyler hayatlarını kolaylaştırmak ve bir düzene sokmak adına ticaret, sosyal, sanatsal ve bir takım davranış kalıpları geliştirmişlerdir.


Davranış Kalıpları


Diğer insanlarla birlikte olduğunu unutmaması


Kentte oluşturulan kurallara yöneticilerin de uyması


Kendi özgürlük sınırının diğerinin özgürlük sınırının başladığı yerde bittiği erdemini kabul etmesi


Sorunlarını barışçı ve hukuksal zeminlerde çözme eğilimlerinin oluşması gibi bir çok davranış biçimi sayabiliriz.


Davranış Kalıpları


Selamlaşma


Yayaların sağdan yürümesi


Toplu taşıma araçları beklerken ve binerken tekerteker ve birbirlerine saygılı davranılması


Çöplerin sokaklara caddelere gelişi güzel atılmaması


Trafik kurallarına uyulması


Gerekli gereksiz klakson çalınmaması


Maç sonrası yapılan  aşırıya kaçan sevinç davranışları gibi

Siyaset – Yargı Çıkmazı

Siyaset – Yargı Çıkmazı


Siyaset kelimesi, tek başına bile insanın psikolojisini bozmaya yeter hale geldi.
Nasıl bozmasın; o kadar kirlendi ki, bilinen tüm deterjanlar (!), iyi niyetli gayretler,
az sayıdaki masum, temiz siyasetçiler etkisiz hale geldi.
Temizlenmiyor, temizlenemiyor.
Çarşı o kadar karıştı ki, siyaset ne, siyasetçi kim, hangi konuşma siyasi, kafalar karıştı gitti.
Sarf edilen sözler suç mu, değil mi?
Sarf edilen sözün hiç mi hiç önemi yok, söyleyene bak!
A partisinin mensubu söylemişse büyük suç, B partisinin mensubu söylemişse, ya sempatik bir konuşmadır, ya da yanlış anlaşılmıştır (!)
Şu anda Türkiye’de kim veya kimin fikri iktidar, kim muhalefet, var mı net bilgi?


Onu bunu bilmem ama insan düşünmeden geçemiyor;
Acaba en büyük muhalefet, dolaylı da olsa, bir zamanların adalet bakanı olan Mehmet Moğoltay’mı acaba?
Hani “Baykal iktidar olsun intihar etmezsem namerdim” demişti ya, işte o adam.
Hani SHP’nin Adalet Bakanı; “Hükümetten 4 bin kişilik kadro çıkarttım.
Bu kadroları örgütüme vermeyip de MHP’ye ve RP’ye mi verseydim?
Yaptığım suç ise, bu suçu işlemeye devam edeceğim” diyen vatandaş.
İşte o vatandaşın o gün atadıkları, bugünkü en güçlü muhalefet gibi.
Hem de Aslanlar(!) gibi mücadele ediyorlar!
Hem de temsil ettikleri Anayasayı sanki biraz da çiğneyerek.
Öyle ya, ortada bir kapatma davası var.
Ve bu davayı etkilemekten pek de çekinilmiyor…
Var mı bu intiba ya varmayan?
Ee nerde kaldı “Dava sürecinde konuşulmaz” edebi?


AKP kapatılır mı bilmem ama bu vesileyle AKP’ye sempatinin arttığı bir hakikat.
Son anketler de bu görüşü doğruluyor.
Malum söz konusu parti mağdur duruma düşürülmüştür.
Mağdurun yanında yer almak da bizim genlerimizde var.


İşin garibi; Sayın Moğoltay’ın eski arkadaşları, bugün hasbelkader Meclisteler ve uzun süredir yüksek sesle hükümete “Kadrolaşıyorsunuz” diye, büyük bir telaşla veryansın edip duruyorlar.
Tabii bu telaşın sebebi, zamanla dava arkadaşlarının yerleştirdikleri kadrolar adına düştükleri endişe olmalı…
Mevcut Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay üyeleri ve Rektörler bu vatandaşların kadrolaşma sevdasının ekibi değil midir?
Hepsinin aynı istikamette düşünmeleri tesadüf olabilir mi?


İşte bizim en büyük sıkıntılarımızdan biri bu.
İşe; ehil değil, siyasi görüşe göre atama yapıyoruz.
Önce adamın sağcı mı, solcu mu olduğuna bakıyoruz.


Zaten bu ülkede sağ niye var, sol niye var aklım ermiyor ya.
Ne gereği var ve bugüne kadar ülkemize bir getirisi mi oldu?

Küresel Korku

0

Yaşadığımız çağ, malumunuz 21. yüzyıl. Yani küresel çağ. Dünya geneline ve ülkemize baktığımızda fark edilmemesi neredeyse imkânsız olan bir durum öylece karşımızda duruyor. “KORKU”. Batı toplumlarının korkuları olduğu gibi Doğu toplumlarına da korku hâkim. Bütün kıtalarda da durum farklı değil. Korkuları farklılıklar gösterse de, tüm dünya coğrafyasının ortak tek noktası belki de bu küresel korku. Hatta her toplumun kendi içerisindeki farklı kesimlerinin bile içerisine sızmış bu sinsi düşman. Dünyaya yeni gelmiş bebekler bile bilinci açıldığı anda korkularla donatılıyor. Her birimizin yüzlerce korkusu var. Peki, bu korkular nasıl oluştu? Nasıl böyle küresel bir boyutta gelişim gösterdi? Kendiliğinden mi meydana geldi? Yoksa belli amaçlar için özel olarak mı üretildi? İşte bu yazıda hep beraber bu soruların ve belki de daha fazlasının cevabını bulmak için biraz komplo teorisi ile bezenmiş fantastik bir yolculuğa çıkacağız.


 “Korkular doğal görünürler fakat korkuların çoğu sonradan doğallaştırılmıştır.”
Korku, insanı yaşama karşı tetikte tutan son derece gerekli bir duygudur. İnsan doğasında bulunan en önemli donanımlardan biridir. Ölmekten korkarız örneğin, bu bizim yaşama tutunmamızı sağlar. Sevdiklerimizi kaybetmekten korkarız. O yüzden sevdiklerimize dört kolla sarılırız, fedakârlık ederiz onlar için. Kaybetme korkusu insanların arasında güçlü bir bağdır ve sevgi ve saygının korunmasında önemlidir. Annelerin korkuları da vardır, babaların da. İnancın temel direklerinden biri de Allah korkusudur. İmanımızı kaybetmekten ve o şekilde ölmekten korkarız. Yaptığımız hatalardan dolayı affedilmemekten korkarız. Korkularımız duygusal boyutta şekillenebildiği gibi, bedensel boyutta da meydana gelebilirler. Bunların en başında sağlık gelir örneğin. Sakat kalmaktan, hasta olmaktan korkarız. Korkularımız ve endişelerimiz yaşamımızı şekillendirmemizde büyük bir rol oynarlar.


Bütün bunların yanında artık farklı korkulara da sahibiz. Terör korkusu var mesela. Hükümet olan parti kapatılırsa ekonomi ne olacak? Ya işten çıkarılırsam? Ya Üniversite sınavını kazanamazsam? Ya başımı örttüğüm için okuma hakkım elimden alınırsa? Ya iş bulamazsam? Giysilerim marka değil, ya arkadaşlarım yadırgarsa? Maaşım bu ayı atlatmaya yetecek mi? Küresel ısınma varmış, sular ve doğal yaşam hızla tükeniyormuş. Halimiz ne olacak? Hatta dev göktaşları dünyaya yaklaşıyor. 2025’te çarpma ihtimali var. Yok, 2054 dediler geçenlerde… Bu petrol fiyatlarını kim durduracak? Pikniğe gidersek kene kurbanı olur muyuz? Tavuk yemesek mi artık, kuş gribi yayılmış. Sebzeler, meyveler hepsi hormonlu, nerden anlayacağız? Sucuk yemesek mi diyorum, içerisinde tuhaf şeyler varmış? Duydunuz mu kıtlık kapıya yaklaşmış. Sirke mide kanseri yapıyormuş. Şunları yersek aşırı kilo alırmışız. Çanta taşımayayım diyorum, kapkaç kurbanı olmak var. Haberleri izliyoruz “Korku”, Gazeteler de, izlediğimiz filmlerde, dergilerde, şarkılarda, mağazalarda, Aklımıza gelebilecek her yerde korku hâkim. Yüzlerce örnek verebiliriz. Tabiî ki tüm bunların gerçeklik payı var. Zaten korku yaratmasının nedeni de gerçek olması. Dünya üzerinde geleceğe ve yaşama dair olumlu konuşabilen insan sayısı o kadar az ki. Tüm sohbet konularımız korkular üzerine. Paranoyaklaşmış bir dünya toplumuyla karşı karşıyayız. Daha doğrusu paranoyaklaştırılmış. Dünyanın bu kadar korkuyla donatılmasının elbette masumane sebepleri olamaz. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, korkuları üretenlerin başka argümanları da vardır. Fakat itiraf etmem gerekir ki, “korku” en isabetli seçimleri olmuştur. Çünkü korku, insanların ulaşılabilinen en doğal dürtüsüdür. Daha içeriğini bile bilmeden hemen sarar bizi. Doğal gelir bizlere. “Korkular doğal görünürler fakat korkuların çoğu sonradan doğallaştırılmıştır.” Peki, amaç nedir?


 “İnsanları ve toplumları yönetebilmenin en iyi yolu, onların korkularını kontrol edebilmektir.”


En net tarifiyle böyle açıklayabiliriz. Küreselleşen emperyalizmin gücüne güç katmak, toplumları ve bireyleri tüm yaşam unsurlarıyla kontrol altında tutmak, yaşam unsurlarımızı etkileyerek, yaşam biçimimizi dilediği gibi şekillendirmek, insanları sürekli harcayan, denileni istisnasız yapan, düşünmeyen, karşı çıkmayan, sadece kendini düşünen, değerlerini unutan, her anlamda köleleşen ve hatta robotlaşan bireyler haline getirmek için geliştirdiği yöntemlerden birine “Küresel Korku” denir. En azından ben böyle tanımladım. Sizler daha da geliştirebilirsiniz. Peki, bu korkular nasıl üretilir? Ben bunun için sanal bir fabrika oluşturdum. Dilerseniz bu fabrikayı beraber gezelim.


 “Korku Fabrikası”


İlk olarak hammadde bölümüne bakalım. Korku üretiminde kullanılan hammaddeleri iki sınıfa ayırabiliriz. 1- Tabii(doğal) kaynaklar; Bunlar, genel olarak büyük afetler, küresel ısınma, kıtlık ve susuzluk tehlikesi, uzay(göktaşı vs.), çeşitli virüs ve hastalıklar vs. kaynaklı hammaddelerdir. 2- Suni(yapay) kaynaklar; Bunlar, Ekonomik hamleler, siyasi komplolar, hiç gerekmediği halde yaşamımıza olmazsa olmaz kıvamında yerleştirilen faktörler(marka, yaşam etiketi, lüks yaşam malzemeleri vs.), bazen demokrasi, bazen de barış, terör, savaş ve işgaller vs.


Bu hammaddeler imalat bölümüne gönderilir. Bu bölümde görevli personel genel olarak; küresel şirketler(silah, petrol, enerji, ilaç, bilişim şirketleri vb.), gizli servisler, her ülkede bulunan çeşitli yetkilerle donatılmış görevliler, bazı bilim adamları, kendi kurmuş oldukları bir takım sivil toplum kuruluşları, bazı gizli tarikat ve localar(Masonlar, Siyonistler, Avenjelist vb.), kendi oluşturdukları terör örgütlerinden vs. meydana gelir. Bu personeller görevlerini kıskanılacak bir organizasyon ve kusursuzlukla yaparlar. Dünyanın herhangi bir noktasında, istenilen sürede, istenilen korku ürününü, istenilen boyutta inşa edebilirler. Üretilen ürünler hemen servis edilmez. Öncelikle kalite kontrol aşamasından geçer.


Kalite kontrol bölümünde, ürün önce küçük seviyede denemeye tabi tutulur. Örneğin ekonomik bir krizden kısa bir süre önce çeşitli emareler verilerek nabız tutulur. Bir anlamda ön hazırlık yapılır da diyebiliriz. Bu aşamadan sonra fabrikanın en başarılı departmanına uğrayabiliriz.


Pazarlama departmanı, fabrikanın en başarılı bölümüdür. Hatta bazen hatalı bir ürünü bile kusursuz bir şekilde pazarlayabilmektedir. Bu bölümün personeli; bazı medya kuruluşları(bazı medya kurumları bu fabrikada çalışmasa da, farkında olmadan hizmet edebilmektedir.), televizyon, bazı reklâm şirketleri, bazı sinema şirketleri, her ülkede bulunan görevli yazarlardan vs. meydana gelir. Ürünü toplumlara ve bireylere öyle bir ustalıkla servis ederler ki, bu kendi aralarında bile rekabete yol açar. Korku ürünlerinin doğallaşmasını gerçekleştiren bölüm de pazarlama bölümüdür.


“Korkuların üreticisi Emperyalizm olsa da, ne tuhaftır ki, Emperyalizmin de korkuları vardır.” 


Olağanüstü güçler elde eden Emperyalizminde çok çeşitli korkuları vardır. Ben sadece birkaç korkusuna değineceğim. Küreselleştirdiği dünya da güç kendi aktörlerine öyle bir devinimle akmaktadır ki, bunun meydana getirdiği Pazar kavgası hızla büyümektedir. Daha önceki iki büyük Pazar kavgasında(dünya savaşları) dünya devi çıkarmayı başaran Emperyalizm, bu kez kendisinden o kadar da emin değildir. Açıkça bütün küresel faktörlerinin bu güç ve Pazar kavgasında birbirlerini tamamen yok etmesinden korkmaktadır. Zaten G–8, AB, NATO ve benzeri örgütlenmeler bu yok olmayı engellemek üzere oluşturulmuştur. (NOT: On yıllar boyunca bize Emperyalizmin karşıtlığı hep Komünizm olarak gösterilmiştir. Oysa bugün ben diyorum ki; Komünizm, Emperyalizmin kendi iç yapısını büyütmek ve güçlendirmek için kullandığı en büyük argüman olmuştur. Bu iç yapılanma ve projeler tamamlandığında Komünizm feshedilmiş, yerine uygulama amaçları için yeni bir karşıtlık olan TERÖR getirilmiştir) Diğer büyük korkusu insandır. Evet, bildiğimiz birey olan insan. İnsanların yaşamlarını şekillendirmiş, köleleştirmiş, robotlaştırmış olsalar da, Allah’ın insana vermiş olduğu bazı donanımları yok edememişlerdir. Zaten İslam’ın, onların en büyük hedeflerinden biri olmasının da nedeni budur(diğer dinleri katmıyorum, çünkü Hıristiyanlık ve Musevilik zaten Emperyalizmin aktörleri olmuşlardır). İnsan yaratılış fıtratı gereği öyle bilinmezdir ki, tarihin her döneminde sizi şaşırtabilir. Emperyalizm bu konuda yeterince ders almıştır. Bir Çanakkale, bir Kurtuluş Savaşı, bir millet, bir Gazi Mustafa Kemal onlara tek başına ders olarak yeter. Emperyalizme, zulmün bu en kurumsallaşmış haline en ağır tokadı indirmiş bu milletten ve onun değerlerinden intikam elbette misliyle alınmaya çalışılacak. Ve alınıyor da…


 “Sözümüzde durmak ve özümüzle yaşamak”


Dünyayı sarmış olan bu korku kuşatmasına ve diğer saldırılara bireysel olarak karşı durmanın en iyi yolu, sözümüzde durmak ve özümüzde yaşamaktır. Özümüzle yaşamak kavramıyla bahsettiğim şey, kendi kabuğumuza kapanmak değil elbette. Bütün dünya ile ilişkilerimizi tabiî ki yüksek seviyede tutacağız. Teknoloji ve gelişmenin sınırlarını zorlayacağız. Ama tüm bunları yaparken kendi öz değerlerimizi kaybetmeyeceğiz. Tarihimizi Unutmayacağız örneğin. Çok eski değil, daha geçen yüzyılın başında, atalarımızın yaşadıklarını unutmayacağız. Yoklukların zirvesinde, tüm dünyanın en büyük devlerinin kâbus gibi çöktüğü o alacakaranlık dönem. Olabilecek yüzlerce korkuyu ellerinin tersiyle itmiş, yüreğine sadece şehit olamadan ölmenin korkusunu yerleştirmiş bir millet. Ve sözümüzde duracağız. Nedir bu söz?  Hepimiz iman ederken bir söz vermiş oluyoruz aynı zamanda. Bu dünyada ne yaşarsak yaşayalım, yaşam şartlarımız ne olursa olsun, sadece O’na kul olmak. Zulme karşı duracağız diye söz verdik. Her zaman mazlumun yanında olmacağız ve bedeli ne olursa olsun onları koruyacağız diye söz verdik. Bu konuda ayrıca bir yazı yazmak isterim. Sadece bir hatırlatma yapmak istiyorum burada. Çünkü her zaman içimde bir yaradır Hocalı katliamı… Burnumuzun dibinde, hemen şuracıkta… Rus destekli Ermenilerin yaptığı soykırım ve vahşet… Karınları yarılmış hamile kadınlar, Kel başı, top oynamak için kesilmiş çocuklar… Yıl daha 1992…Daha nice yamyamlıklar… Haberimiz vardı… Olacakları ve olanları biliyorduk… Kurtuluş mücadelesi vermiş bu ülkeye, Devlere karşı durmuş bu millete hiç yakışmadı… Parmağımızı bile oynatmadık. Gökyüzü ve yeryüzü feryat etti bu zulme, biz ne yaptık. Zulme rıza gösterdik. Unutmuştuk… Oysa zulme rıza, zulümdü…


İşte bizim kanserden beter hastalığımız… Unutmak… Özümüzü, sözümüzü, tarihimizi, acılarımızı, yaşananları unutmak… Unutmak karanlıkları doğurur. Ve “KORKU” karanlıklardan beslenir. Karanlığı kaldırmanın yolu sözümüzde durmak ve özümüzle yaşamaktır…


Yazıma burada son verirken, yazımın daha uzayıp sıkıcı olmaması adına birçok konuyu fazla ayrıntıya giremeden geçtiğim için affınıza sığınıyorum. Bundaki diğer bir amacım ise; okuyanların ayrıntılara kendi derinlerinde ulaşmaları ve kendi vicdan mahkemelerinde donatıldıkları korkuları yargılamaları. Milletimizin duruşunu en net şekliyle İstiklal Marşında buluruz. Biz yokluklar, zorluklar ve imkânsızlıklar içinde başaran bir Milletiz. Yüce Mevla’m Ülkemi ve Milletimi korkularından emin kılsın duasıyla, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Sağlıcakla kalınız…