28.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 22, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1294

Ulusal Program 2008

Aydınlar Ocağı’nın üyelerinden değerli kardeşimiz Kemal Çapraz’ı elim bir trafik kazasında kaybettik. Kendisi, öğrencilik yıllarından itibaren bizimle yakın temasını sürdüren, inandığı ideallerine hizmet aşkı ile bağlı, samimi, gayretli, çalışkan, fedakâr ve vefakâr, sorumluluk duygusuna ve milli endişeye sahip bir Türk’tü. O ülkeyi karşılıksız seven, şahsi menfaat tanımayan bir hizmet eriydi.  Türk Dünyası O’nun  temel ilgi alanıydı. Kendisi ile Viyana’daki Avusturya-Türk Akademisyenler Birliği Toplantısına birlikte gitmiştik. Salonu dolduran gençlere Türk Dünyası ile ilgili görüntülü bilgi vermiş ve bu hizmetten çok mutlu olmuştu.  Milli ve insani değerleri benliğinde toplamış bu kardeşimizi  rahmetle anar; ailesine, yakınlarına ve kendisini Türk Milletine ve Türk Dünyasına mensup olarak hisseden herkese başsağlığı ve sabır dilerim.


AB hayali üyeliği sürecinde Türkiye ev ödevlerinden birini yine yerine getirdi! Ulusal program hazırlandı. Yandaş ve tanıdık bazı  sivil toplum kuruluşlarına gönderildi. Bugüne kadar sürdürülen teslimiyetçi çizgiden en ufak bir sapma yok. Sadece bundan önce Atatürk ve Atatürk milliyetçiliği gibi ifadeleri Brüksel’den çekinerek metinlerden çıkaranlar, bu defa ona sığınmış olmalılar ki; programın girişinde buna yer vermişler. Belki de istemeyerek… İspanya ve diğer örneklerde olduğu gibi birleştiren değil, milletleri bölen, milli devletleri ufalayan bir nitelik kazanmış olan AB’ne  verilecek bu program bize göre hiç de “ulusal” değildir. Tek yanlı propaganda, tezgâh ve oyunlara rağmen halkın desteği  oldukça düşmüştür. Kel görünmüştür.


Programın ilk 22 sayfasında bazı bilinen ezberler biraz daha millileştirilerek yazılmaya çalışılmıştır. Ancak bazı çelişkiler de dikkat çekmektedir.  Meselâ, bugün Türkiye’nin  “üreten ve geliri  adil paylaşan” yönde çaba sarf ettiği söylenebilir mi?  AB sürecinin Türk tarımını ve sanayiini çökertmediği, özelleştirmeler adı altında ülke sanayiinin yabancılaşmadığı söylenebilir mi?  Terörü engelleyici politikaları AB’nin desteklemediği bir gerçek değil midir? Yapılan  yasa değişiklikleri  terörü azdırmadı mı? 


Bize göre AB süreci Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi ile taban tabana zıttır. Milli mücadelenin tacı olan Cumhuriyet,  AB süreci ile paralel olsaydı; zaten milli devlet ve Cumhuriyetin kurulmasına hiç ihtiyaç olmazdı. Bugün baskılarla, tehditlerle Türkiye Cumhuriyeti’nin adeta tasfiyesine giden süreç “Atatürk’ün ulusumuz için belirlediği çağdaş uygarlıkla bütünleşme”  kılıfına sokulamaz; bu büyük bir sahtekârlıktır. Bu çelişki tarihi gerçeklerle doğrulanmamaktadır.  Atatürk  çağdaş uygarlık hedefi derken anti-Türk ve anti-devlet politikalarını mı önerdi? Atatürkçü olmak küreselleştirmenin olumsuz taraflarını   gözden uzak tutmak mı?  Yeni Vakıflar Kanununu çıkaranlar, 301’i değiştirenler, milli kimlik ile oynayanlar kimden yanadırlar?


Raporun baş kısmında “Türkiye’nin tam üyelik hedefine yaklaştığı” ifadesi gerçekçi değildir. AB müktesebatına  uyum  33 fasılda görüşülürken maalesef üyelik bile garanti değildir.  Bu sadece Türkiye’ye uygulanıyor.


Metne sokulan AB tam üyeliği ile “KKTC’nin attığı yapıcı adımlar” ifadesi son derece isabetsizdir. AB yolunda KKTC’yi adak kurbanı  yapmak büyük bir ihanettir.  Nerede KKTC’nin AB’nin değil de; BM’nin bir sorunu olduğu beyanları…


Sayfa 14’de özelleştirme amacı olarak belirtilen husus ekonomide kamunun ağırlığını azaltmak ise; Türkiye’de bu oran AB ülkelerinin çoğunun altındadır. Programda Halk, Ziraat, Vakıflar Bankalarının özelleştirileceği, şans oyunları, elektrik dağıtımı, petro-kimya sanayii, hava ve deniz ulaşımı, lokomotif ve vagon üretimi, et-balık ürünleri piyasası, şeker-tütün ve çay ürünlerinin işlenmesi, IMKB, altın borsası, otoyol-köprü işletmeciliği,  telekomünikasyon, sağlık, eğitim, savunma, radyo-TV yayıncılığı, doğal gaz piyasası,  kömür ve diğer madenlerin özelleştirilmesi vardır.  TEDAŞ, TEKEL, ELEKTRİK  ÜRETİM AŞ. gibi sektöründe belirleyici kuruluşların özelleştirme ile  yerli ve yabancı yeni yatırımcılara açılması  gibi konuların çoğunda Rusya ve Almanya acaba ne yapıyor?  Programda yer alan “AB içerisinde rekabet baskısı ile baş edebilme”, üretmeyen, üretimi engellenen bir ekonomide konuşulamaz. Verimliliğin ve maliyet yapısının  rekabet edebilir hale getirilmesi de  üretimin ve reel sektörün  desteklenmesine  bağlıdır. Onları ithalatçı olmaya zorlama değil…

Sağlıkta Neler Oluyor

Yıllardır sağlıktan yakınır dururuz. Zaman zaman sağlıkta dönen suistimaller  gündemi işgal eder. Bir milletin sağlık sorunu var olduğu müddetçe o milletin kalkınmışlığından bahsetmek mümkün değildir. Çünkü “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” deyimimiz her zaman günceldir. Ülkemizde birkaç yıl öncesine kadar sağlığa ciddi bir yatırım yapılmamıştı. Zaman zaman hastaneler açılmış,sağlık ocakları yapılmış olsa bile köklü bir yatırım ve revizyona gidilmemişti. Bu hükümet döneminde sağlıkta ciddi atılımlar yapılmış, bir çok kara delik kapatılmış ise de son dönemlerde yapılan değişiklikleri anlamamız mümkün olamamıştır.


Önceleri hastanelerdeki yığılmaların sebebinin, ayakta tedavi edilebilecek hastalardan kaynaklandığı bilinse bile buna karşılık bir önlem alınmamıştı. Son dönemde bu yoğunluğun azaltılması için tıp merkezlerinin açılması teşvik edilmiştir.Bir taraftan devreye özel hastaneler girerken diğer taraftan da ülke genelinde iki bini aşkın tıp merkezi faaliyete geçmiştir. Bu suretle halkımız günlerce kuyruklarda beklemek ve kendi verdiği vergilerle maaşını alan sağlık personeli tarafından horlanmaktan kurtulmuştur. Rekabetin devreye girmesi ile devlet hastaneleri ve dispanserleri de kendilerini yenilemek zorunda kalmışlar, yapılan yatırımlarla bir çok devlet hastanesi modern sağlık merkezlerine dönüştürülmüştür. Hizmet kalitesi artmış, sağlıkta devrim niteliğinde atılımlar gerçekleştirilmiştir.


Son zamanlarda bu güzel hizmetlere gölge düşmüştür. Sağlık bakanlığı Tıp merkezlerini kapatmayı kafasına koymuş, bu merkezlerin hizmet dışı kalması için devamlı yönetmelik değişikliğine gitmiştir. Her ne kadar suistimaller özel tıp merkezlerinin üzerine yıkılmaya çalışılmışsa da gerçek bu değildir. Tabiiki Tıp merkezlerinin tümünü sütten çıkmış ak kaşık olarak göremeyiz. Suistimal yapanlar tabii ki vardır. Fakat bunların boyutları hastaneler kadar değildir. Kadına prostat ameliyatı, erkeğe doğum işlemi, bebeğe bir günde iki bin civarında iğne Tıp merkezlerinde yapılmamıştır.


Büyük bir boşluğu dolduran Tıp merkezlerini devre dışı bırakmak sağlıkta yeni bir kaosun oluşmasına sebep olacaktır. Her ne kadar büyük yatırım yapan büyük hastane zinciri sahibi patronlar tıp merkezlerinin kapanmasını istiyorlarsa da bu istek ülke menfaatine bir istek değildir. Bu istek tamamen acımasız liberal ekonominin acımasız patronlarının daha çok kazanma hırslarının mahsulüdür.


Özel sektörün bu istekleri hükümetçe uygulanmaya başladığında Ülkede yapılan güzel işlerin tamamen çirkinliklere dönüşeceği aşikardır.


Son zamanlarda yapılan yönetmelik değişiklikleri ile özel sektörde tedavi ücretleri alabildiğine kısılmıştır. Muayenehanelerde 100 milyonun üzerinde seyreden muayene ücreti Özel tıp merkezlerinde 15 milyona düşürülmüştür. Vatandaştan alınan 4.5 milyon katkı payı ile de toplam bedel 19.5 milyonu geçmemektedir.Bu rakam sağlıkta çok komik bir rakamdır.
Bu rakamla kaliteli, modern ve hijyenik bir hizmet verilmesi mümkün değildir. Doktorlarımız emeklerinin bu kadar dibe vurdurulmasından mutlu değildir. Nüfusunun %80 nini sağlık güvencesine sahip insanların teşkil ettiği şehrimizde Özel Tıp merkezlerinin sağlık kurumları ile sözleşmelerini fesh etmesi de mümkün değildir.


Bu durumda sistemin zarar görmemesi için sağlık Bakanlığının fikirlerini yeniden gözden geçirmesi acilen şarttır. Özel Tıp merkezleri desteklenmelidir. İki binin üzerindeki tıp merkezlerinin evrakları ile meşgul olmamak için bunları kapatmanın bir anlamı yoktur. Bu Özel hastane patronlarının işine yararsa da eskiden olduğu gibi  vatandaşın çile çekmesine sebep olur.


Halkımız gelecekte karşılaşacağı sıkıntının farkında değildir. Sağlık güvencesi olan halkımız gelişmeleri yakından takip etmelidir. Siyaset yapanlar bu konuda uyanık olmalıdırlar. Bu durum böyle giderse büyük bir fırtınalar kopacaktır. Halkımız mağdur olacaktır.


Yargıtay’ın reddettiği paket program uygulaması yerine acilen yeni bir sistem konmalı, devletin Özel Tıp merkezlerine ödeyeceği vaka başı ödeme artırılmalıdır. Özel Tıp merkezlerinin doktor alarak kadrolarını genişletmelerine acilen imkan sağlanmalıdır.


Tıp merkezlerinin binaları ile alakalı yaptırımlar yeniden düzenlenmelidir.


Sonuç olarak:


Özel Tıp merkezleri halkımızın sağlıkta  sıkıntısız hizmet alma noktalarıdır.Rekabet yönünden tercih imkanı bulduğu sağlık kurumlarıdır. Kaliteli hizmeti ucuza temin ettiği yerlerdir.


Kızılay İzmit Özel Tıp merkezi ise bu saydığım üstünlüklerin doruğa çıktığı ayakta tedavi kurumudur. Şehrimizin medar-ı iftiharı, emsallerinin içinde bir numaralı sağlık kurumudur.


Bu kurumların yaşatılması ve çoğaltılması şarttır.

Dönüşüm

Milletimizin bir asır önceki durumuna baktığımız zaman, o dönemde ülkemize gelen seyyahların yazdığı eserlerde de vurgulandığı üzere, imparatorluk son dönemlerini yaşasa da imparatorluk ruhu diye tabir edebileceğimiz gurur, vatanına olan bağlılık ve ne kadar zor şartlarda olunursa olunsun almadan ziyade vermeye çalışma gibi özelliklerin var olduğunu görmekteyiz.


Yine geçen yüzyılda ülkemiz varolma savaşı verdiği için o dönemin gençliğinin üzerinde durduğu en önemli konu da “bu ülkenin nasıl kurtarılacağına” dair fikir üretmektir.


Ancak 1960’lı yıllardan itibaren ülkemize yapılan dış kaynaklı maddi yardımlar ile tarihte IV. Murat’ın “yardım almaya alışan emir almaya alışır” sözü ile ifade ettiği gibi ülke geleceği dışarıdan gelen emirlere göre şekillenmeye başlamıştır.


Neticede milletimizde geçmişte varolan imparatorluk ruhu maalesef 1960’lardan itibaren gittikçe azalmış 1980’lere gelindiğinde ise dönemin meşhur lafı olan “benim memurum işini bilir” cümlesinin işaret ettiği gibi milleti yozlaştırmaya yönelik politikalarla tamamen kırılma noktasına varmıştır.


1980 darbesi ise o dönemden sonra yetişen gençlerde ülke geleceğine dair fikir üretme ya da siyasete yönelik ilgiyi azaltmış neticede gençlik “biz”den ziyade “ben” düsturu ile yetişmiştir. Dolayısıyla gençler için vatanın ilerlemesine dair ideallerden çok “nasıl kısa yoldan zengin olurum” gibi idealler ön plana geçmiştir.


1990’lara baktığımızda ülkemizde kitle iletişim araçlarının kullanımının arttığı görülür. Bunun sonucunda özellikle televizyon alanında tek kanaldan özel kanallara geçişin başlaması, toplumu etkileyip dönüştürmede televizyon programlarının bir numaraya yerleşmesini sağlamıştır.


1990’ların ortalarından itibaren bilhassa bayanlara yönelik sabah programları ile önceleri Ramazan aylarına mahsus yapılan sadaka programları daha sonra her güne yayılmış, “iste bacım, yetiş bacım” gibi sloganlarla halk hazır yemeğe, dolayısıyla sadaka kültürüne alıştırılmıştır.


Netice itibariyle sadaka kültürüne alışan halk artık bir çuval kömürle ülke geleceğini belirleyecek hale gelmiştir. Bu durum halkın önemli konularda tavır koymasını engelleyerek doğru karar verme yetisini yıpratmıştır.


2000’li yılları yaşadığımız şu dönemde milletimizin ahvaline bakıldığında toplum dönüşümünün tamamlandığı görülmektedir. Zira ülke geleceğinin hayati konuları olan Kıbrıs, Ermeni sorunu, Irak ve terör meselelerinde milletimiz duyarsızlaşmış, tabiri caizse ülke elden gitse kimsenin kılı kıpırdamaz olmuştur.


Değerli okuyucular, açıkça görüldüğü üzere milletimize yapılan gerek iç gerekse dış kaynaklı maddi yardımların neticesi olan emirlere itaat ve teslimiyet politikası günümüzde son noktasına varmıştır. İşin vahim kısmı odur ki, her ne kadar geçmişte aynı şartlar altında milletimiz düşmana atılan ilk kurşunla toparlanma sürecine girmişse de bu noktadan sonra günümüz toplumunu toparlamaya kanaatimce düşmana atılan makineliler bile yetmeyecektir!


İyi haftalar!…  

İnananlar Temiz Olmalı

Başbakan R.Tayyip Erdoğan ile medya ve ticaret devi Aydın Doğan arasındaki sürmekte olan söz dalaşı hakkında taraf olmadan da bir şeyler söylemek mümkün.


Doğan grubunun sahip olduğu medya gücünü önemli işleri bitirmek için kullandığı, bunu bundan önceki hükümetler nezdinde de, mevcut hükümete karşı da kullandığı herkesin malumu. Sadece Petrol Ofisi örneği bile, Aydın Doğan’ın haksız rekabet yaratan bu güç kullanımının ekonomik boyutunu anlamak için yeterli olsa gerektir.


Doğan Grubunun Almanya’da gazete tesislerinin açılışında gerçekleşen gizli toplantıdan sonra, Ecevit Başkanlığındaki DSP-MHP-ANAP iktidarının yıkılmasında nasıl etkili olduğunu hatırlamak, kullanılan gücün siyasi boyutlarını da kavramamıza yardımcı olacaktır.


(Toplantıda alınan kararlara göre İ. Cem, K.Derviş, H.Özkan hareketi ile DSP bölünecek, bu hareket ile Mesut Yılmaz/ANAP, Tansu Çiller/DYP ortaklığı ile AB hükümeti adı verilen koalisyon kurulacaktı. Zamansız yapılmak zorunda kalınan erken seçimde ve AKP’nin tek başına iktidar oluşunda Doğan Grubunun bu katkısı inkâr edilemez.)


Ancak şu mübarek Ramazan günlerinde beni asıl ilgilendiren Aydın Doğan’ın Hilton arazisinde imar değişikliği yaptırarak elde etmeye çalıştığı iki üç milyar dolarlık rant veya Ceyhan’da rafineri kurma izni ile kazanacağı servet değil.


Gerçekten gerek Başbakanın ve AKP’nin ve gerekse de “Deniz Feneri Derneği” yetkililerinin herhangi bir usulsüzlük ve yolsuzluğa bulaşmamış olması samimi temennimizdir. Çünkü dindar kimliğini ön plana çıkaran kişi ve kurumların temiz olmaması, dindar insanlara olan güvenin sarsılmasına sebep olurken, aynı zamanda dinin insanları günah ve kötülüklerden koruyacağına olan inancı da sarsmaktadır.


Türkiye’de çok sayıda kişi ve kurum sırf Allah rızası için “iyilik hareketleri” içinde olmakta, tamamen karşılıksız hayır faaliyetleri gerçekleştirmektedir. Siyasetin içinde yer alan insanlarımızın içinde de gerçekten temiz ve sadece hizmet etme arzusuyla çalışanlar da vardır. Son olaylar bu temiz insanlarımıza da şüpheyle yaklaşılmasına sebep olmaktadır.


Doğan grubu ile ağız dalaşına giren, Başbakan ve yandaş medyanın üslubu ve tavrı “tencere dibin kara” tarzındadır. İslami kesimin saygın yazarlarından Ahmet Taşgetiren’in “sevgili dostları”na yaptığı samimi uyarısında ifade ettiği gibi, bize yolsuzluk isnat ediyorsunuz ama siz de şurada yolsuzluk yaptınız’ türünden bir savunma aklanma getirmiyor.”


“Ortaya atılan yolsuzluk iddialarının doğru cevaplanması ve bu işten herkesin alnının akı ile çıkması ya da suçluların varsa ayıklanması gerekiyor.”


Ahmet Taşgetiren’in bu kapsamda aydınlatılmasını istediği sorulardan biri bana çok ilginç geldi: “Fakir – fukara için toplanan paralar, şahsi veya gayrı şahsi anlamda – yani dava aynı dava mantığıyla başka alanlara transfer edildi mi?”

Çünkü bu kesimde benim gözlemlediğim, suça/günaha bulaşan insanların kendilerini en kolay aldattığı gerekçe budur. “Bu aldığım yardım/rüşvet/komisyon asla benim boğazımdan geçmeyecek. Bunu seçimde/ İslami Holdingde/ İslami TV’de kullanacağım” tarzı savunmalarla İslam’ı kullanarak (Allah ile aldatarak), kendilerine haramı mubah gösterenleri biliyoruz. Bu yoldan harama alışanların, gayrı meşru gelirleri şahsi menfaatlerine yöneltmeleri de kolay oluyor.


Bu kesimi çok iyi tanıyan Taşgetiren’in sorusunu sorarken, benim gibi, içi yanarak ancak birçok tecrübesinin ışığında sorduğunu sanıyorum.


İslami Holding” tecrübelerinde, “İhlâs Holding/TGRT” macerasında temiz ve dindar insanlarımızın “İslam’a hizmet, Müslüman’ca yaşamak” gibi maksatlarla yaptığı samimi yardımların nasıl istismar edildiğini biliyoruz.


Deniz Feneri ve Kanal 7 ilişkisinde böyle bir bağlantı çıkarsa, “ucu nereye varırsa varsın” başta hükümet ve yargı olmak üzere herkes, olayın tam olarak aydınlatılması için, üzerine düşen görevi yapmalıdır.


Buna ilaveten A. Taşgetiren’in dikkat çektiği diğer bir olay da önemli: “Sevgili dostlar, TV5 ile CNN Türk arasındaki pazarlık canımı sıkıyor. Hayır, onu da Doğan grubunun alıyor olmasından değil, TV5’in nasıl kurulduğu, bu satış noktasına nasıl gelindiği ve satıştan gelen paranın ne olacağı açısından…”


Pazarlık sonuçlandı ve Necmettin Erbakan’ın, “Teşbihte hata olmaz, Hz. Hamza nasıl tek başına batıla karşı mücadele etmişse TV5’te aynı şekilde mücadele etmektedir” dediği TV kanalının karasal yayın hakkı, Doğan Medya Grubu şirketlerinden CNN Türk’e 12 milyon dolara satıldı.


Deniz Feneri ve Kanal 7 davasında Ak Parti’nin ve Başbakan Erdoğan’ın, TV 5 satışında ise Saadet Partisi ve Erbakan’ın vicdanları rahatlatması, tartışmaların siyasi boyutlarından daha da önemli bir gerekliliktir. Çünkü ben de “insanların kişisel sapmaları varsa, bunun İslam üzerinden meşrulaştırılmasını kabul etmiyorum. Bunun İslam’a büyük bedel ödettiğine inanıyorum.”


 

Teröre Bir Bakış–2

0

Doğulu olmak…
Teröre bir bakış yazımızın ilkinde genel bir anlatımla terörü ele almıştık. Yazının bu devam kısmında ise terörün doğduğu ve en çok uygulandığı topraklardaki yaşamı, insanları ele almaya çalışacağım. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, bu yazıda yazdıklarım sadece bir bakış açısı, bir yorumdur. Amacım; Doğu’daki yaşamın tarihine inmek, insanların yaşam biçimlerinin oluşma şartlarını incelemek ve terörün bu yaşam şartları ve biçiminden nasıl faydalandığını bir nebze ortaya koyabilmektir.   


Doğulu musunuz? O zaman töre denilen mutlak itaat kanununa tabisiniz. Töre ile kastım; gelenekler ve kültürler değil, insanların yaşamını kontrol eden ve yönlendiren yazılmamış kanunlardır. Bu katı kanunlar, uygulayanları ve uygulananları aynı derecede kontrol eder… Her sohbetinizde bir parça onların yaşamını hissedersiniz. Oradaki yaşam şartlarından bahsederlerken bir tutam ezilirsiniz sizde. Elinizde değildir…


10–15 yıl öncesine kadar…
Sabah olmuştur… Çekilmez boyutlarda çileli bir yaşamın bir gününe daha başlamak üzeresinizdir. Ama önce kahvaltı edeceksiniz. Elinizi yüzünüzü yıkamanız gerek. Boş yere su akan musluklar aramayın. Birkaç yüz metre ilerideki, köyün ortasında bulunan çeşmeye gitmelisiniz. Hazır gitmişken şu otuz litrelik bidonu da doldurmak fena olmaz hani… Ama bir tuhaflık vardır. Her güne böyle çile ile başladığınız halde yüzünüzde bir tebessüm vardır. Asırlardır böyle yaşamışsınızdır ve yaşadığınızın bir çile olduğunun farkında bile değilsinizdir… Hatta orada dünyaya gelmek için bile nice çilelere göğüs germek zorunda kalırsınız. Öncelikle aylarca birkaç metrelik karlar altında kalan kapalı yollarda, annenizin karnında, fedakâr insanların yorgunluktan ölürcesine çektiği bir kızak üzerinde yol almak zorundasınız. Ebeye ulaşabilmek ya da onun size ulaşması bir şanstan öte, çok büyük bir lütuftur sizin için. Bir aksilik durumunda sizin ve annenizin yaşamını kurtarabilecek hiçbir tıbbi imkân da yoktur. İşte doğarken bile böyle bir zulümle merhaba dersiniz dünyaya… Daha doğmak üzere olan körpecik bir bebekken, yaşamın en sert yüzüyle karşılarsınız…


Sonra büyümeye başlarsınız. Aklınıza gelebilecek birçok imkândan yoksunsunuzdur… İlk öğrendiğiniz şey; size ait olmayan tarlalarda fedakârca çalışmaktır. Tıpkı diğer köylüler gibi… Ahırdan bozma bir okulunuz varsa şanslısınızdır… Eğer teröristler tarafından katledilmemişse, bir de öğretmeniniz varsa bunu bir yaşam mucizesi sanırsınız… Çünkü devlet diye bir şey duymuşsanız, öğretmeniniz devletin elinizi tutan en yakın elidir… Ömrünüz boyunca bir doktor görebilmişseniz, kendinizi o kadar çok özel hissedersiniz ki… Devletten o kadar yoksun ve uzak bırakılmışsınızdır ki, çoğu zaman devletin ne olduğunu bilmezsiniz bile… Ve bilmediğiniz, tanımadığınız her şeyden korktuğunuz gibi, devletten de korkarsınız… Asıl acı olan devlet de sizi bilmemektedir…


Büyürsünüz, yaşamınız sizin değildir. Sevdiğinizle evlenemezsiniz… Özgürce konuşamaz, düşünemezsiniz… Birey olamazsınız… Töre denilen ve yaşamınızı doğumdan ölüme kadar yöneten bir kanunla yaşamak zorundasınızdır… Bu mutlak itaat kanununu yönetenlerin ağalar ve uygulayanların aşiret sistemi olduğunu bilmektesinizdir. Kaybedeceğiniz, canınızdan başka sahip olduğunuz bir şeyiniz de yoktur… Bu sistemde yaşayabilmek için tek şansınız vardır. O da kalabalık olmak… Ne kadar kalabalık bir aileyseniz bu şartlarda yaşama karşı savaşmak o kadar kolaylaşmaktadır. Gerçi çok sonradan, sizin yaşamınızdan bihaber olan entelektüellerin, sizi doğum kontrolünü bilmeyen cahil insanlar olarak tartışmaları ne acıdır… Acı olan entelektüellerin düştüğü durumdur. Siz sadece hayatta kalmaya çalışıyordunuz oysa… Rahmetli Kemal Sunal’ın, bizlerin komedi sandığı ama aslında son derece derin olan sosyolojik filmlerinde gördüğümüz gibi, sadece ağanın malısınızdır… Camideki hocanız bile fetvalarını ağaya ve töreye göre verir… Yani, önce töreye aitsinizdir, sonra Allah’a… Aslında ağalarınız da sizin gibi bir kurbandır sadece… Töre onları da yönetir, her verdikleri kararda onlarında yürekleri sızlar… Türküleriniz yaşanmış zulümlerle, sonu infazlarla biten ayrılıklarla doludur… Cildiniz yanıktır, sevdalarınız da… Ve tüm bunları normal bir hayat bilerek yaşarsınız… Dünyadan, devletten, hukuktan, birey olmanın gücünden haberiniz bile yoktur…


Şimdi sorabilirsiniz… Devlet güçlümüdür? Evet güçlüdür… Peki, neden devleti yönetenler doğuyu kaderine terk etti? Hazırsanız fantastik ve kaotik yolculuğumuza başlıyoruz…


Osmanlı döneminden beri ülkemizin doğusu ağalık ve aşiret sistemiyle yönetilmekte… Bu sistemin yazılı olmayan kanununun adı ise töre… Cumhuriyet döneminde de bu sistem devam ettirilmiş, sadece Gazi Mustafa KEMAL döneminde sistem ortadan kaldırılmaya çalışılmış, oluşan onlarca isyan neticesinde başarılı olunamamıştır. Bu isyanları elbette oradaki yaşamları köleleştirilmiş insanlar çıkarmamıştır… Sonraki dönemlerde ise ülkemizi yönetenler buna hiç yeltenmemiştir. Zira işlerine gelmiştir. Osmanlı’dan kalan hastalık nüksetmiş ve insanları ağalar aracılığıyla yönetme sistemi daha da kökleşmiştir… Zamanla öyle bir hale gelmiştir ki, devlet o bölgeye yatırımını bile ağalar aracılığıyla yapar olmuştur… Ağalar ve aşiretler o kadar çok güçlenmişlerdir ki, orada adeta devletleşmişlerdir. Oy peşinde olan siyasetçileri düşünün… Halkla görüşmelerine gerek yoktur o bölgede… Tüm pazarlıklar ağalarla ve aşiretleriyle yapılır… Zaten hiç kimse onların dediğinin dışında birine oy veremez… Bu al gülüm ver gülüm ilişkisinde geçirilen onlarca yıldan ve yaşamları heba edilen nice nesillerden sonra, bu habis ilişkinin yarattığı zafiyetlerin, lanet olası terörün çıkış noktası ve beslenme kaynağı olduğunu anlamak ne kadar acı… Neden mi? Terörü oluşturanların bölge halkına ilk vaatleri bunu açıkça ortaya koyar; “Sizi bu ağaların elinden kurtaracağız, töre denen zulmü yıkacağız, özgür olacaksınız…” Devletin, gerçek hukukun, insan olmanın değerinin ne olduğunun farkında olmayan, nesilleri zulümlerle yaşamış, birey olma hakları olmayan, sevdikleri başkalarıyla evlendirilmiş, canlarından başka dünyada kaybedecekleri bir şey olmayan bir bölge dolusu insan… Siz bir terör örgütü kurmuş olsanız ve yoğun insan gücüne ihtiyacınız olsa, bundan daha mükemmel bir ortam daha isteyebilir miydiniz? Terör örgütünün siyasi kolu olan bölücü partilerin çıkış noktası da budur… Bölge insanının bu yaşamını evirip, çevirip hamur yapmışlar ve ortaya kürt sorunu dedikleri bir format hazırlamışlar… Ana dil + demokrasi + özgürlük + kimlik + özerklik diye özetlemişler… Oysa doğulu insanlarımızın, insan olmak ve insan gibi yaşamaktan başka bir istediği yoktu ki… Onların ezilmişliği eskiden kullanılıyordu, 30 yıldır da terör örgütü ve siyasi kolu tarafından kullanılıyor…


90’lı yıllar…
90’lı yıllardan itibaren özellikle şehirlileşme, kitle iletişim araçlarının ve teknolojinin gelişmesi ile birlikte bölge insanlarında bilinçlenme ve değişim olduğunu görmekteyiz. Bu değişim de bölgeden göç eden insanların da etkisi olduğunu da belirtmek gerekir. 90’lı yılların özellikle ikinci yarısından itibaren, sivil toplum kuruluşlarının oluşması gelişimi tetiklemiştir. Yazımda anlattığım yokluk yaşamının o bölgedeki her insanı kapsadığını söylemem mümkün değil… Kent yaşamıyla, kırsal yaşam ince bir çizgiyle ayrılmıştır. Haberlerde o bölgeyi iki şekilde görürsünüz hep… Ya doğum yapacak bir kadın kızakla çekiliyordur, ya da aşiret düğünlerinde kilolarla altın takılıyordur…  Doğunun hep iki yüzü olmuştur… Ya efendisiniz ya da köle… Ortası yoktur… Oysa yaşamı yaşanılır kılan her şeyin ortası değil midir? Ben Karadenizliyim… Doğuyu yaşamadım ama doğunun yokluklarını yaşadım… Tek bir farkla… Delicesine bir özgürlükle yaşadım yoklukları… Ne bir efendim oldu, ne de bir kölem… Ülkemde devletimden, yüreğimde Allah’tan başka bir güç bilmedim… Benim bahsettiğim özgürlük, bazı habis oluşumların hedeflediği özgürlük değil elbette… İnsan olmanın özgürlüğü… Yokluklara dimdik durabilme özgürlüğü… Birey olma özgürlüğü… Âşık olma özgürlüğü… Hayal kurma özgürlüğü… İnsanı geliştiren, ilerleten, imkânsızlıkları aşmasını sağlayan en önemli donanımıdır hayal kurmak… Oysa doğuda o bile elinizden alınmıştır yüzyıllar önce… Hayal kuramazsınız…


Şimdi ekranlarda, gazetelerde her ortamda bir şeyler söylüyorlar… Kimler mi? Entellerimiz. Efendim terör örgütü bu kadar desteği nasıl buldu? Vs. Onlara bir sorum olacak; Bakınız beyefendiler, ömrünüz de bir gün doğulu oldunuz mu?
Terör örgütünün içinde caniler ve özel yetiştirilmiş teröristler var tabiî ki. Ama birçok terör militanının dağa çıkma nedenini gerçekten biliyor muyuz? Sevdiği kız elini tutu diye katledildiği için terör örgütüne katılan gençlerin sayısı nedir acaba? Ya da sırf birey olabilmek amacıyla yolunu kaybedip terörist olan kaç kişidir? Ya kandırılan? Ya katıldığı örgütün bir terör örgütü olduğunu bile bilmeyenlerin? Ya zorla kaçırılan? Ya katılması emredilen?


Ülkemizde terörle mücadele eden bir silahlı kuvvetlerimiz var, bir de bölge halkı… Ve tüm bedeli de askerimiz, bölge insanımız ödüyor… Ve onlarla birlikte bizler ödüyoruz… Peki, asıl mücadele etmesi gereken siyasiler 30 yıldır ne iş yaparlar? Boş nutuklar atmaktan ve hatta terörü kullanmaktan başka ne yaptılar? Bir şeyler yaptılar elbet seslerini duyar gibiyim… Tamam, o zaman hadi yapın… Söylediklerinizle değil, yaptıklarınızla güçlü olduğunuzu gösterin… Ağalık sistemini yıkın… Toprak reformunu gerçekleştirin… Herkesi birey yapın… Batıdaki yaşam özgürlüğünü oraya da taşıyın… Töre kanunlarını kaldırın insanların yaşamından, insanlar vicdanlarıyla yaşasın sadece… Devletle bölge insanının arasına girmiş olan tüm yapıları yıkın… Bunları söylemek elbette kolay… Peki, yapmak? Kabul ediyorum, çok zor… Neden mi?


Yüzyılların oluşturduğu bu yapıyı ortadan kaldırmak ve yerine başka bir yapıyı entegre etmek hem zor, hem de tehlikeli bir süreç. Hasta bünyeye ağır dozda ilaç vermeye benzer bir anlamda… Bünyeyi iyileştireceğine büsbütün çökertme ihtimali yüksektir. O halde geriye tek çözüm kalıyor… Ortadan kaldıramadığınız bu yapının dönüşmesini sağlamak, daha risksiz bir mümkünlük görünüyor. Açacak olursak; sistemin kötü yönlerini etkisiz kılacak şekilde, yavaş ve boşlukları dolduracak olan değişimlerin sağlanması diyebiliriz… Bölge ve bölge insanında 90’lı yıllardan itibaren doğal değişimler olduğundan bahsetmiştim. Bu değişimler sosyal, ekonomik, kültürel, psikolojik ve eğitimsel değişimlerle güçlendirilirse, bölgenin ve bölge insanlarının kaderinin de değişmesi sadece zaman meselesi olacaktır. Ülkemizin siyasetçilerine, bilim adamlarına, aydınlarına, sivil toplum kuruluşlarına düşen görev ise; bir yandan teröristle birebir mücadele eden, diğer yandan özellikle sosyal alanda değişimleri sağlamaya çalışan ordumuzun omuzlarındaki yüklerin hafifletilmesidir. Yani, ordumuz sadece teröristle mücadeleye odaklanabilmelidir. Bölgedeki değişimler doğru yönetilmezse, değişimlerin kontrolü bugünlerde iyice küstahlaşan habis oluşumların eline geçecektir. Ve bu yeni durum terörden daha yıkıcı ve can yakıcı olacaktır… Bu habis siyasi oluşumun bugünlerde bölgedeki değişimlerin kontrolünü ellerine geçirmek için bir savaş verdiği de aşikârdır…


TEHLİKE…


Değişimler kaçınılmaz… Dünya değişiyor… İnsanlar değişiyor… Birey ve devlet olarak, ya değişimleri kendi haline bırakıp, başka güçlerin şekillendirmesine göz yumup, oluşacak tüm sonuçların bedelini ödeyeceksiniz… Ya da değişimleri ihtiyaçlara göre, kontrollü ve doğru planlamalarla gerçekleştirip, değişimlerin oluşabilecek kötü tesirlerini bertaraf etmiş olacaksınız…
Terör de her şey gibi değişiyor… Ama bu değişim sanıldığı gibi doğal değil… Çok uzun süreli bir planın son aşamasıyla karşı karşıyayız… Durumu daha iyi anlatabilmek adına terörün aşamalarını maddeler halinde sunmak istiyorum…


İlk aşama;
1-Bölgenin yaşam koşullarının kullanarak terör örgütünün kurulması…
2-Bu terör örgütü ile yoğun bir şekilde kanlı eylemler düzenlenerek, bölgenin ülkenin geri kalanından soyutlanması…
3-Devlet ile silahlı mücadeleye girilerek, hem devletin siyasi, ekonomik ve sosyal olarak yıpratılması, hem de bölge insanları ile devlet arasında duvar oluşturulması…
4-Yoğun kanlı ve şiddetli saldırılarla hem bölgenin, hem ülkenin, hem de devletin bıkkınlaştırılması…
5-Silahlı eylemler devam ettirilirken bir yandan özellikle de Avrupa’da meşrulaşmaya çalışılması…
6-Terörün finansmanı için ülkemizde kaçakçılık, uyuşturucu ticareti, haraç vs. onlarca ek suç örgütü kurulması… Yurt dışında ise bu suç örgütlerine ek olarak kurumsallaşmaya çalışılması… Lobi oluşturulması…


İkinci aşama da;
1-Bölgenin ötekileştirilmesi, ülkenin geri kalanından farklılaştırılması…
2-Ayrı bir millet yaratılmaya çalışılması… Bunun için yeni bir tarih, kültür icat edilmesi…
3-Tüm batıda propagandası yapılıp, batı desteğinin sağlanacağı “Kürt sorunu” kavramının icat edilmesi…
4-Bu unsurlara ek olarak, bölge insanının yaşam şartları da kullanılarak siyasi bir zemin oluşturulması…
5-Terör kaynaklı bu siyasi yapının Avrupa tarafından desteklenmesinin sağlanması…
6-Bu siyasi yapının devlete karşı güçlü durması için terör örgütünün bir koz olarak kullanılması…
7-Özellikle Avrupa desteği ile ülke siyasi sistemine yerleşilmesi ve bölge için özerkliğin kapılarının zorlanması, bu sürecin de aynı zamanda kanlı terörle desteklenmesi…


Nihai son amacı;
Türkiye’den özerk ve federe bir şekilde ayrılıp, kuzey Irak’la birleşerek, Kürdistan devletinin kurulması…


Not: Avrupa’nın ülkemizdeki terör ve onun siyası koluyla olan ilişkileri tabiî ki sebepsiz değildir. Ülkemizi Kıbrıs ve Ermeni sorunu ile sıkıştırarak isteklerini kabul ettirmeye çalışan Avrupa’nın, Terör’ü, planlandığı gibi Kürt sorununa dönüştürerek, ülkemizi iyice kıskaca ve baskı altına almaya çalıştığı ortadadır.
“ÜLKEMİZDE YUMUŞAK KARINLAR OLUŞTURARAK, ONLAR ÜZERİNDEN VURMAK, AVRUPA’NIN 250 YILLIK, DEĞİŞMEZ SİYASETİDİR.”


Evet,
Evet, ben Karadenizliyim… Bir anlığına doğulu oldum derinliğim de… Tabiî ki doğulu olmayı tamamen yansıttığımı düşünmüyorum… Sadece biraz farklı bakmaya çalıştım. Yazımın uzamaması adına birçok unsuru da yazamamak durumunda kaldım. Ama bu konuları(töre gibi) ileriki yazılarımda kısım kısım ele alacağımı da belirtmek isterim. Yazıma burada son verirken,  Terörle onlarca yıl tek başına mücadele etmek zorunda kalan ve hatta çoğu zaman siyasilerin yapmak zorunda olduğu sosyal mücadeleyi de gerçekleştirmeye çalışan, arkasına baktığında milletten başkasını bulamayan fedakâr askerlerimize Allah’tan sabır ve güç diliyorum… Ve doğunun cefakâr insanları; terörün en acı yüzünü sizler yaşadınız… Allah’tan dilerim ki, inşallah bu terör bir gün biter ve yaşamınız tüm acılarınızdan arınır…


Bir sonraki yazıda buluşmak üzere; Sağlıcakla kalınız efendim…


“TERÖR UYGULAYARAK HİÇBİR ÜLKEYİ VE MİLLETİ BÖLEMEZSİNİZ… BİR ÜLKEYİ BÖLMENİN YOLU, MİLLETİ YÜREKLERİN DE, BEYİNLERİNDE VE YAŞAMLARINDA BÖLMEKTEN GEÇER. BUNU GERÇEKLEŞTİRECEK UNSUR İSE BÖLÜCÜ SİYASETTİR. TERÖR, BU BÖLÜCÜ SİYASETİN BİR ARACIDIR SADECE…”


“BU TOPRAKLARDA BÖLÜCÜ SİYASET, TERÖR OLDUĞU İÇİN DOĞMADI… BÖLÜCÜ SİYASETİN VE NİHAİ AMACIN GERÇEKLEŞMESİ İÇİN TERÖR YARATILDI…”

Kirli Çamaşırlar ve Milli Maç

Bir tarafta Ramazan’ın manevi havasını teneffüs etmekle uğraşan, Ramazan’ın faziletlerinden istifade etmek isteyen geniş halk kitleleri; diğer tarafta bu manevi havayı zedeleyen, çirkinleştiren Aydın Doğan-Recep Tayyip Erdoğan polemiği ve çekişmesi… Karşılıklı ortaya dökülen kirli çamaşırlar… Son aylarda Ergenekon konusuyla gereğinden fazla meşgul edildiğimiz için bazı gerçekleri göremiyoruz. Belki görmemize de fırsat verilmiyor. Eş, dost ve yakınların devlet imkânlarından nasıl faydalandırıldığını, tepeye vuran yolsuzlukları bazılarımız fark edemiyor. Aslında toplum öyle uyuşturulmuş ve dikkati dağıtılmış ki; bırakın tavizleri ve yolsuzlukları, dışarıda bayrak değişse belki de farkına varamayacak. İnsanların merhamet duygularının ve yardımların nasıl istismar edildiği ve nerelere kullanıldığı bir bir ortaya çıkıyor. Almanya’dan rahatsız edici kokular geliyor. Oradan gönderilen paraların alındığı anlaşılıyor. Bunlar, İslâm’ın faziletini kavramak ve yakalamakla uğraşan genç nesilleri üzüyor ve hayal kırıklığına uğratıyor. Buna herhalde kimsenin hakkı yok. Üstelik İslâm ve muhafazakârlık görüntüsü altında…


Bir tarafta malum iç çekişmeler, diğer tarafta neredeyse hemen hemen her gün binlerce insanın iştirakiyle kaldırılan şehit cenazeleri… Para çarpma yolundaki zekâ ve gayretleri terörle mücadele yolunda göstermiş olsaydık; çok mesafe alırdık. Biz, tersini yaptık. Terörle mücadelede yasaları kuşa çevirdik. Yasal boşluklar yarattık. Topluma uymayan yapay yasalar çıkardık. Dışarıdan aferinler aldık. Çok geç ama, şimdi herhalde fark ettik ki; Sayın Adalet Bakanı terörle mücadeleyi sekteye uğratan yasaların incelenmesi için bir komisyon kurdurdu. Ülkeyi yönetenler, her ne kadar hürriyetleri güvenliğe, güvenliği de hürriyetlere tercih etmedik deseler de; Adalet Bakanı’nın kurdurduğu bu komisyon biraz da dış etkilerle güvenliğin ikinci plâna atıldığını gösteriyor. Keşke bu noktalara gelmeseydik. Terörü yanlışlarımızla bu kadar tırmandırmasaydık.


Ermenistan’la oynadığımız milli futbol maçı, bazı gerçekleri bize gösterdi. Her konuda Türkiye ile kavgalı, dışarının sesi olmuş bazı sözde aydın ve gazeteci takımı nerdeyse Hrant Dink’in cenazesinde olduğu gibi; “Biz de Ermeniyiz” diye bağıracaklardı. Erivan’da neredeyse Taşnakçıların gösterilerine katılacaklardı. Türkiye’nin diplomatik ilişkileri bulunmayan Ermenistan’la maç yapması dahi bir iyi niyet gösterisidir. Aynı durum, daha önce Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile söz konusu olmuş ve futbol takımlarımız bu maçlara çıkmışlardı. Ancak, Cumhurbaşkanlığı seviyesinde maç davetine icabet etmek, ne ölçüde doğru olmuştur? Bunu hep beraber göreceğiz ve yaşayacağız. Ancak, yanılan biz olmayacağız. Ermeni politikacılar ve aydınlar, bizim bazılarına göre çok daha ciddi ve idealisttir. Bizim bazı teslimiyetçi ve küreselci sözde aydın ve yazar çizer takımı Sayın Cumhurbaşkanı’na sözde soykırım anıtına ziyareti bile tavsiye etmiştir. Efendim, soykırım anıtının lambaları söndürülmüşmüş. Derhal sınır kapıları açılmalıymış. Oysa, Türk kimliğini taşıdıklarını ifade eden iki futbol takımımızın yetkilileri Erivan’da stadın önünde bunlardan çok farklı konuştular. Doğru, ciddi ve şerefli bir tavır sergilediler. Bunlar Ermeni vatandaşlarımızdı. Ama, ismen Türk olanlardan daha Türktüler. Onlar, Türk Ermenisi olduklarını ifade ettiler. Tabii ki, Türkiye kazansın dediler. Sözde bazıları ise; tarafsızlığı oynayıp iki takıma da başarılar dilediler. Bugünlerde sözde muhafazakâr ve inançlı görünmeyi bir takım menfaatleri kapmak için öne çıkaran bazı sağ etiketli TV kanallarında da sınır kapılarının açılması tartıştırılıyor.


Bu ziyaret Türkiye’yi Ortadoğu’da, Türk Dünyasında ve Kafkaslar’da bir dönem -Mısır’ın İsrail’le ilişkiye zorlanarak- Arap aleminde düştüğü zor duruma düşürmek için mi tertiplenmiştir? Türkiye’ye, Irak’ın kuzeyinde de aynı tuzak öne sürülmüştü. “Ben gideyim, sen karakol ol, ama bu bölgeyi de içine alacak şekilde federasyona geç”.  Kısaca, İslâm alemi karşısında Irak’ta işgalci etiketi taşı. Aynı şey Türkiye’nin Avrasya’dan tecrit edilmesine sebep olabilir. Sayın Gül’ün desteği Türkiye’ye daha yakın duran Petrosyan’ın aleyhine bir iç politika malzemesi olmayacak mı? Karabağ işgalinin arkasındaki Koçaryan ve Sarkisyan ekibi öne çıkmayacak mı? Türkiye, dikkat ve enerjisini Ermenistan’a çekerek pek çok yatırım yaptığı Gürcistan’ı dışlıyor mu? Maalesef, Ermenistan’ın yapması gereken jestler Türkiye’ye yaptırıldı. İşin özü bu…

Okulların Açılışı ve Sonrası

0

İçim sızlar okulların açıldığı eylül ayının ikinci haftasında. Ümitler beslenir, hayaller kurulur, yürekler erir bu dönemde. Tatlı bir heyecandır gözleri dolduran, bazen öfke. Göynümüşlükle tazelik, kırgınlıkla sevinç iç içedir. Çocuklar heyecanlı, veliler ümitlidir. Maddi sıkıntılarını aşanlar, daha rahattır. Bu heyecan atmosferinde dünün sorgulamasını, yarının planını yapmaya pek vaktimiz olmaz. “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra.” kolaycılığıyla rüzgârın önünde kuru yaprak misali sürüklenmek daha hoştur, büyük projelerin mimarı olmaktan.


 


Sorumluluk sarmalı her yanımızı, titremeliyiz sinir uçlarımıza kadar. Neydik, ne olduk? Bulunduğumuz konumda yarınların sahibi bu çocuklarımızın yetişmesinde ne kadar görev üstlendik? Anne baba olabildik mi yeterince? Çocuklarımızı hangi ahlakla eğittik öğretmen olarak? Hizmet sınavını geçebildik mi yönetici sıfatıyla? Kişinin, yalnız kendisinden değil, etkisi alanını giren herkesten, gölgesinden bile sorumlu olacağı ahlakına kaçımız sahibiz? Evlatlarınızı nereden aldık, nereye getirdik? Bedenlerini giydirebildiğimiz, karınlarını doyurabildiğimiz kadar ruhlarını zenginleştirip kafalarını meşgul edebildik mi?


Turgut Özal’ın Başbakan, Vehbi Dinçerler’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde Türkiye’ye Japonya’dan bir eğitim heyeti gelir. Bu heyet, Türkiye’de incelemeler yapacak, çeşitli temaslarda bulunacak ve neticeyi yetkililere aktaracaktır. Japon heyeti, yurdumuzun bazı bölgelerinde gerekli incelemelerini yapar. Sonra Bakanlık’ta toplanırlar. Heyetin tespiti ilginçtir: “Sizin çocuklarınızda milli şuur yok.” Bizimkiler şaşırır, “Bizim çocukların damarlarındaki kan milli duygumuzun kaynağıdır.” derler, fakat yine de fazla ses çıkarmazlar. Ne de olsa Japon heyeti misafirdir. Bizimkiler sorar: “Sizin gençlerinizde milli şuur var mıdır? Nelerin yapılması gerekir, bunun için?” Japon uzmanlar anlatmaya başlar: “Çocuklarımız daha ilk mektebe başlamadan biz onlara ‘şok testler’ uygularız. Mesela uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir, bir tur yaptırırız. Çok katlı yollardan da geçen tren, onları şöyle bir sarsar. Mini mini çocuklarımız teknolojinin bu baş döndürücü neticesini görerek şok olur. Bu şoktan sonra onları Hiroşima’ya ve atom bombasından ölmüş insanların kemiklerinin, fanus içinde yanık tenlerinin bulunduğu müzelere götürürüz. Bölgeyi, cesetleri aynen koruyoruz. Bombalanmış bu bölge ve iskeletler hakkında bilgilendirir; hiçbir bitkinin yeşermediğini, insanların lime lime parçalandığını gösteririz. Ve deriz ki, “Eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz, vatanınız işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Hiçbir canlının yaşamayacağı biçimde size bırakıp giderler. Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni vasıtalar yaparsınız. Gerisi sizin bileceğiniz iş.” Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar. Türkiye’de birçok teknik elemanımız bulunmaktadır. Bunların herhangi birine bu konuyu sorabilirsiniz. Bizimkiler: “Peki Türkiye için tespitiniz var mı? Gözlemleriniz nedir?” diye sorar. Japonlar: “Elbette var.” derler. “Bizimkinden çok daha önemli. Bir tanesi Çanakkale Savaşları’nın olduğu bölge. Bu bölge, gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile. Bir metre kareye altı bin merminin düştüğü savaşta, Türkler her şeye rağmen galip çıkıyorlar, imkânsızı mümkün hâle getiriyorlar. En son teknolojiye ve donanıma meydan okuyarak, inancın her zaman galip geleceğini ispat ediyorlar. Üstelik karşılarında tek bir düşman değil, müttefik güçler; sizin tabirinizle yetmiş iki millet var.” Görüldüğü üzere Japonlar yaşadıkları acı tecrübeden ibret almayı başarmışlar, Hiroşima’da insafsızca öldürülen atalarının acısını yüreklerinde hissetmişler, düşmanlarını iyi tanımışlardır. Peki ya biz? Biz tarihimizi ya övgü ya sövgü amacıyla kullanıyoruz. Tarih aynasından kaçıyoruz.


Milli bilinç, eğitimin amaçlarından yalnız biridir. Özgüven, erdem, doğruluk, büyüklere saygı küçüklere sevgi, paylaşma, kanaatkârlık, tevazu, çalışkanlık… bireye kazandırılması gereken niteliklerdir. Eğitim, bu bakımdan bir süreçtir, beşikten mezara. İçinde padişahın ve çok sayıda yolcunun bulunduğu gemi denizde yol almaktadır. Yolculardan biri seyahat esnasında sürekli titremekte, korku çığlıkları atmaktadır. Padişah öfkelenir, adamın susturulmasını ister. Uğraşlar sonuç vermez. Gemideki bir bilgeden yardım istenir. Bilge, panik halindeki yolcunun denize atılmasını söyler. Atılır, yolcu feryat figan bağırır, bir süre sonra yolcu denizden çıkarılır, gemiye alınır. Yolcunun bağırması bitmiştir. Padişah bilgeye bunu nasıl başardığını sorar. “O, önceden emniyet içinde olduğu halde bunun kıymetini bilmiyordu, denize atılınca anladı, insanlar ancak yoklukta anlarlar bazı şeylerin kıymetini.” der bilge kişi. Eğitim politikalarını belirlerken yukarıdaki bilgenin eğitim anlayışının da bir değer olduğunu göz önünde bulundurmalıyız.


Karanlıklara küfreden değil, karanlıkları aydınlatmak için bir mum yakan, yüksek ruhlu nesiller yetiştirmek, eğitimin hedefi olmalı. Hayallerimizi bu ölçüye uygun kurmalı, geçmişimizi aynı standart doğrultusunda sorgulamalıyız.


Ben henüz gölgemi bile eğitemedim. Siz ne durumdasınız?

Abhazya ve Osetya Yetmez Acarya’yı da Tanımalıyız

“Övemem, kendi yaşamının seyircisisin. Yeremem, davranışlarının kaynağı gerçek.”


Olup olmadığını anlayamadığımız Türk Dış Politikası Irak’tan sonra Gürcistan’da da çuvalladı. Neredeyse son 10 yılın özeti; çuval.


Soros Baba’nın Çiftliği mensuplarından Şaakaşvili’nin uçan süpürgesine 73 milyonluk Türkiye’yi bindirme çabalarına son zamanlarda diplomasi başarısı diyoruz.


Allah hiçbir milleti, liderinin ciğeri beş para etmez oluşunun canlı yayınla servis edilmesiyle cezalandırmasın. ‘İmaj her şeydir’ reklamları iyidir, hoştur ama tüm foyalar yağmura kadar oyalar.


İsteyene buradan bedava kitaplık dersler çıkar ama huzurumuz kaçar. Yine de meraklısına notlar kabilinden:


1– Gürcistan, Amerikan saçması fanatik ve şoven bir lider tarafından yönetilmektedir.


2 – Bu lider, Türkiye’nin 1921’den beri garantörlüğündeki Acaristan’ın özerkliğini tankla tüfekle kaldırma yoluna gitmiştir.


3 – Acaristan Özerk Devlet Başkanı Aslan Abaşidze Türkiye’den yardım istemiş, yüzüne bile bakılmadığından Moskova’ya sığınmıştır.


4 – Acaristan’daki Müslüman Gürcüleri zorla Hıristiyanlaştırma politikası uygulanmaktadır. İslam nüfusunun tarihinde ilk kez bölgede % 50’nin altına düştüğü söylenmektedir.


5 – Acara Gürcüleri Ağaçeri Türkleri olup dil haricinde Hıristiyan Gürcülerle (Kartvel) hiçbir yakınlıkları yoktur. Gürcistan’ın yanında savaşmaktan bahseden bazı dernekler – eğer gaflet içinde değilse – kendi kendine ihanet içindedir.


6 – Türkiye derhal Abhazya’yı ve Osetya’yı tanımalıdır. Artı, Acarya’nın özerkliğine müdahaleyi hukuken suç sayıp 1921 Kars Antlaşması’nın verdiği garantörlük hakkını kullanarak, Rusya’yla birlikte bağımsızlığını talep etmelidir.


7 – Türkiye Cumhuriyeti kendi içinde milyonlarca Gürcü, Abhaz ve Oset kökenli vatandaşlarının sesine kulak vermeli ve isteklerini kendi isteği saymalıdır.


8 – Türkiye, tanıdığı Kafkas ülkelerine karşılık olarak KKTC’nin tanınmasını istemelidir. Eğer Kuzey Kıbrıs’ın Güney’e terki politikası sona erdirilmek isteniyorsa.


9 – KKTC, Abhazya ve Osetya’yı resmen tanımalı, hatta diplomatik temsilcilik açarak mütekabiliyet talep etmelidir.


10 – İslam Konferansı Örgütü, hem yeni Müslüman devletlere hem de şiddetli misyonerlik baskısı altındaki Batum ve Ahıska Müslümanlarına sahip çıkmalıdır.


11 – Türkiye’deki ılımlı İslamcı (!) iktidar; Irak’taki ve Gürcistan’daki Müslümanlık aleyhindeki – dini terminolojiye göre – kâfir yanlısı politikalarına son vermelidir. Hiç yoktan Karadeniz’i peşkeş çekmemelidir.


12 – Allah’ın ipi yerine Amerika’nın ipine sarılanlar Al-i İmran 103’ü acilen hatırlamalıdırlar.


 

Nüfus Tehdidi

Yakın bir gelecekte, Ülkeler nüfusları ve nüfus istikrarları ile anılacaktır.


Öyle ki nüfus, en etkili silah haline gelecektir.


Nüfus silahının etkisi ise, yaşadığı ülkede istihdam edilmesi ile artacaktır.


Mevcut nüfusunu istihdam ile topraklarında tutamayan ülkeler, kendi silahlarının hedefi olmaktan kurtulamayacaktır.


Günümüzde eğitim kaliteleriyle, teknolojik büyüklükleriyle, gelir seviyeleriyle, hayat standartları ile dünya devi olmuş birçok ülke, nüfusunun yaşlı olmasından dolayı adeta tehdit altındalar.


Bu hakikatler ortada iken, yakın bir geçmişte Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının “herkes üç çocuk sahibi olsun” tavsiyesine nüfusumuzun artmasından korkan bir takım çevreler karşı çıktılar.


Gönül isterdi ki karşı çıkma sebebi nüfus artışına sebep olma telaşı değil, çocuk sayısının sadece üç ile sınırlanmış olması olsundu.


Zira birçok toplumun, dünya zevkinden taviz vermemek için çocuk sahibi olma zahmetine katlanmadığı bu dönemde, Dünyanın belirli bir nüfusa ihtiyacı olacaktır.


Bu nüfusun çoğunluğunun Türk olması, Müslüman olması kötümü olur?


Yakın geleceği bugünden gören birçok Hıristiyan ülke, din, mezhep, uyruk, ırk gözetmeden nüfusunu artırmak için her yolu denemekten geri durmuyorlar:


İnternet sitelerinde, muhtelif vaatlerle ülkelerine göçü sağlamak için reklamlar veriyorlar.


Hatta çocuk olsunda varsın gayrimeşru olsun gibi ahlaksızca yollara bile razılar.
(Fransa nüfusunun gayrimeşru oranı %52’dir. Yaşantıları ve davranışlarından da belli zaten.)


İngiltere’nin Bosna Hersek’ de Sırp alçaklarının tecavüzleri sonucu dünyaya gelen çocuklara talip olmasının altında bu hakikat var.


Birçok AB ülkesinin göçü kolaylaştırıcı kanunları çıkarmalarının altında bu hakikat var.


Muhtelif ülkelerin büyük oranlarda doğum parası ödemesinin altında bu hakikat var.


Rus Başbakanı Putin’in Moskova Müftüsü Sayın Talgat Tacettin’ne, Rusyadaki Müslümanların nüfus artışı konusunda teşvik edilmesi için yalvarmasının altında da yine aynı hakikat var.


Ayrıca nüfus artışını teşvik ve katkı için bizim çok önemli bir gerekçemiz daha var;
O bir Hadisi Şerif,


“Çok sevimli ve çok doğuran (kadın)larla evlenin; zira (diğer) milletlere ben sizin çokluğunuz ile övünürüm” (Seçme Hadisler sayfa 184)


Sayımız çok olsun, Dünyada etkinliğimiz artsın.


Artsın da Dünyayı helak olmuş kavimlerin akıbetinden kurtaralım.


Zira gidişat çok kötü.

Ülkemin Çocuklarına

0

 


Oyundan yorulup, eve dönünce,
Bir an, düşünceye dal yavrucuğum.
Hayal bahçesinden, çiçek verince,
Kendini sevince sal yavrucuğum.


Bir küçük çocuksun, şimdi dünyada,
Renkli düşler görüyorsun rüyanda.
Hızla akıp, gelip, geçen zamanda,
Gecikme! Yerini al yavrucuğum.


Önce düşün! Sonra kararını ver..
Bahcevan tohumu toprağa eker.
Vermek istiyorsan, sen de bir eser,
Oluver ağaçta dal yavrucuğum.


Unutma! Olmuyor zahmetsiz rahmet,
Tembel olma sakın, çalış, gayret et!
Zahmetlerden yılma! Diren ve sabret!
Yıkılma! Ayakta kal yavrucuğum!


Zaman, coşkun akan öyle bir sel ki,
Acılar, seninle dinecek belki..
İlimde, teknikte öyle yüksel ki,
Namını dünya’ya sal yavrucuğum.


Doğru ol! Dürüst ol! Budur ululuk,
Yolun olsun yüce Allah’a kulluk.
İnsana vermiyor, huzur, mutluluk,
Haksız kazanılmış, mal yavrucuğum.


Ciddi bir çocuk ol, yılışma sakın!
Her zaman “EDEB” li tavrını takın.
Varacağın hedef, sana çok yakın,
Uzak görünse de yol yavrucuğum.


İnsan, kutlu varlık.. Bunu böyle bil..
Kalp kırma, can yakma, hep nefreti sil.
Az konuş, öz konuş, düşmandır bu dil,
Değerli bir insan ol yavrucuğum.


Bir hedef seçtin mi? Ne olacaksın?
Çalışırsan, hep ödül alacaksın.
Başarı yolunu, sen bulacaksın,
İnanmak, en güzel yol yavrucuğum.


Zekan ışık olsun! İraden rehber,
Kitaplar yoldaşın, hocalar önder,
Cehalete karşı kutlu savaş ver,
Zaferin zevkiyle dol yavrucuğum.
Çok sinsi düşmanlar var Türkiye’mde,
Ayrılsın isterler torunla dede.
Onlar hep kötülük, şer istese de,
Sen, şerlilere set ol yavrucuğum.


Büyük bir milletin çocuğusun sen!
Tarihin yükünü taşıyorsun sen!
Yükün çok ağırdır.. Ah! Bunu bilsen,
Sana dualarım bol yavrucuğum..


Sakın ha! Düşme sen ümitsizliğe,
Her olayda kendine sor, “Neden? Niye?”
“Büyüyüp, kahraman olurum!” diye,
Azimle, ümitle dol yavrucuğum…


İlimle, irfanla besle ruhunu,
“San’at altın taç..” iyi bil bunu.
Kabuslar bölmesin gece uykunu,
Melekler uzatsın kol yavrucuğum.


Ömrümün bu güzel sonbaharında,
Öğütler sunarım, söz pazarında.
Rahmetle hatırla beni, yarın da,
Sağlıkla sen hoşça kal yavrucuğum.