7.8 C
Kocaeli
Salı, Eylül 23, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1288

24 Kasım ve Düşündürdükleri

Hatırlıyordum da, ilkokul öğretmenimin itibarı, saygınlığı o kadar yüksekti ki, karşılaştığı herkes ona saygı ve sevgi gösterisinde bulunurdu.


Konuştukları, her yaştaki insanlar tarafından dikkatlice dinlenirdi.


Herkes biliyordu ki, çocuklarına, dolayısı ile ülkesine gelecek hazırlayan bir fertti öğretmen.


O dönemlerde sadece öğrenciler ve veliler değil, devlet de öğretmenlerin kıymetini bilirlerdi.
Ayrıca hiçbir öğretmenin ikinci işi olmazdı, çünkü gerek de yoktu. Çünkü işi çök önemliydi, o öneme halel getirecek başka bir meşguliyet olmamalıydı. Biliniyordu ki, ek iş yapacak bir öğretmen, öğrencisini gerektiği seviyede eğitemezdi. O yüzden devlet alın terinin karşılığını, halk da gereken önemi verir, gereken saygıyı gösterirdi ona.


Ancak 1970’li yıllardan itibaren bazı kırılası eller bir şeyler yaptı ve hiç şüphem yok ki bunu da kasıtlı yaptı.


Öğretmen yetiştiren okullarda boykotlar körüklendi. (Ben 1977’de üniversiteye kaydolmuş ve 7 aylık boykottan sonra eğitime başlamıştım)


Ardından “Hızlı Eğitim” denen saçma bir uygulama başlatıldı, kimsenin seviyesine bakılmadan Öğretmen Diplomaları dağıtıldı.Hızlı eğitim yapıldığı dönemlerde yüreğinde meslek aşkı taşıyanlar, hızlı eğitimden doğan kaybı kapatmak için çırpınırken, tek emeli diploma edinmek olanlara gün doğmuştu.


Öğrencinin siyasi görüşü bilgi seviyesinden çok daha önemliydi.


Bu diplomalar, seçim döneminde oy olarak partilere geri dönüyordu.Dolayısı ile öğretmenler, hiçte gerekmediği halde politize ediliyordu. İktidarlar yandaş öğretmen yetiştirince, öğretmenler de yandaş öğrenciler yetiştirmeye başladı.


Bu tutum da 12 Eylül cinayetinin hızlandırılmasını ve Türkiye’mizin bilmem kaçıncı defa ilkel toplumlarla anılması sağladı.


İktidar partileri yandaşı öğretmen adaylarına bol keseden Öğretmen Diploması dağıtınca, o diplomaların neticesi olarak Türkiye’nin Eğitim durumu ve dünyadaki yeri bu hale geldi.


Daha önce yazdığım bir makalede de bahsettiğim gibi, güçlü bir Türkiye, dünyanın hiçbir ülkesinin işine gelmez. O yüzden de, dost(!) görünen birçok ülke, yerli işbirlikçilerini de kullanarak, bizim eğitim için harcadıklarımızdan daha fazlasını harcayıp istihdam ettikleri misyonerleri aracılığı ile eğitimimizi, kültürümüzü, inancımızı ve bütün kutsal değerlerimizi baltalamak için elinden geleni yapıtılar ve ne yazıktır ki başardılar da.


Bütün işlerimizde olduğu gibi eğitimde de sistemsizliği sistem edinmişiz.


1990 yılında, Körfez End. Mes. Lisesi Elektronik bölümündeki öğrenci sayısı 333, öğretmen sayısı 2 idi. Öğretmen sıkıntısından dolayı eğitim yapamamanın ızdırabı yüzünden isyan edip, çok sevdiğim öğretmenlikten istifa etmiştim. Oysa bugün; Öğretmen olmak, öğretmenlik demek değil. Öğretmen Diploması veriliyor ama öğretmenlik hakkı için de, emdiği süt burnundan getiriliyor.


O zaman öğretmen sıkıntısı vardı, şimdi öğretmen enflasyonu var. Bunun böyle devam etmesi mümkün değil!


Umarım en kısa zamnda iyi bir eğitim sistemi geliştirilir, karşılıklı sevgi ve saygı ortamında kaliteli eğitimler yapılır, öğretmenler baharlaşır, öğrencileri gül açar, biz de bunlara bülbül olur şakırız.


Öğretmen bahar, öğrenci gül dalı,
Baharda gül, gül baharda güzeldir.
Bülbüller, bu ikiliye sevdalı,
Bülbül için bu ikili özeldir.


Bütün Öğretmenlerimizin Öğretmenler gününü canı gönülden kutluyorum.

Aydınlar Ocakları 31. Şurası

Aydınların kişi olarak mesleklerini en iyi şekilde ifa etmeleri gerekli, ancak ülkelerine hizmet borcunu ödemek için yeterli değildir. Milletimizin kaynakları ile kendilerini yetiştirme imkânı bulan her aydın, ülke ve dünya meselelerini analiz etmek, milli değerlerden taviz vermeden millete hizmet için, uygulayıcı veya denetleyici bir rol üstlenmek borcundadır.


Belirli bir yetkinliğe (yeterlilik+istek) seviyesine gelmiş aydınların yasama, yürütme ve yargı organlarında görev almaları ülkenin menfaatinedir. Bu alanlarda görev alamayanların ise, bu organları denetleme ve yönlendirme kabiliyetine sahip dördüncü ve beşinci kuvvet olarak ta tanımlanan, medya ve STK’larda (Sivil Toplum Kuruluşlarında) görev almaları kendisini yetiştiren topluma karşı bir görev olarak kabul edilmelidir.


Daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz gibi, “sivil toplumun varlığından söz edebilmek için sivil toplum örgütlerinin devletin vesayeti altında olmaması, kendi yapılanmaları ve faaliyetleri hakkında kendilerinin karar verebilmesi ve devlet politikasının gidişatını belirleyebilmesi veya etkileyebilmesi gerekir.”


Çok şükür ki, Türkiye’mizde hiçbir şahsi menfaat gözetmeksizin aydın olmanın sorumluluğu ile zaman, enerji ve paralarını harcayarak hizmet üretme gayretinde olan STK’larımız var.


Bu tanımlamalara en uygun STK’lardan olan AydınlarOcakları Dernekleri yılda iki defa bir Ocak’ın ev sahipliğinde “Şura” adı verilen toplantılarda bir araya geliyor. Aydınlar Ocakları 31. Şurasını 14-16 Kasım2008 tarihleri arasında, Sakarya Aydınlar Ocağı’nın ev sahipliğinde gerçekleştirdi.


Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın kalabalık bir grupla katıldığı Şura’da diğer Aydınlar Ocakları mensuplarının, Başkan Ahsen Okyar ve Kocaeli ekibine duydukları saygı ve takdir duygularını her fırsatta dile getirmeleri dikkat çekiciydi.


Aydınlar Ocağı Derneklerinin “gayesi, milli kültür ve şuuru geliştirmek suretiyle Türk Milliyetçiliği fikrini yaymak, milli bünyemizi sarsan fikir buhranı ve mefhumlar anarşisi ile mücadele ederek milli varlığımızı meydana getiren unsurları yaşatıp kuvvetlendirmektir” olarak tanımlanmış.


31. Şurada Aydınlar Ocağı mensuplarının, “beyninde zehirli kıymık taşıyan” aydın olmanın hassasiyetini gördüm. Gönüllerini yakan gelişmelere karşı, farkındalık yaratmak heyecanı ile dile getirilen konulardan, aklımda kalan bazı tespit ve teklifleri sizlerle paylaşmak istiyorum:


Kerkük Türkmenlerini temsil eden 3. Partinin lideri Dr. Nef’i Demirci, Kerkük’te yapılanlar, yapılamayanlar ve yapılması gerekenler ile ilgili verdiği bilgiler, mevcut sınırlarımız dışında kalmış soydaşlarımızın stratejik önemini daha iyi anlamamıza yardımcı oldu. Onların beklentilerini yerine getirmek sadece soydaşlık vazifesinden ibaret değildi, Güneydoğu sınırımızın korunması açısından da önemliydi.


Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Çolak, “Mustafa” filmindeki temel yanlışlara işaret etti. Mustafa Kemal gibi dâhilerin beşeri özelliklerinin, sıradan insanların yaptıklarıyla kıyaslanmasının mümkün olmadığını ifade ederek filmdeki somut yanlışları açıkladı. Ayrıca tarihteki Kürt isyanlarına ve özellikle de 1840 ve 1925 Nasturi ayaklanmalarına ve bu ayaklanmaları yapan aşiretlerin önde gelenlerinin torunlarının bugün önemli görevlerde olduğuna dikkat çekti.


Adapazarı Eski Belediye Başkanı Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Erkal Etçioğlu, mahalli idarelerin mali olarak güçlendirilmesi ve idari olarak özerkleştirilmesinin üniter devleti bozacak bir tehlike olma riskini taşıdığını anlattı. Hainlere lojistik destek sağlayan merkezler haline gelen yerel yönetimlerin Ankara tarafından dizginlenmesi gerektiğini söyleyen Etçioğlu, Büyükşehir sınırlarının genişletilmesi, il özel idarelerinin devreden çıkartılmasını eyaletleştirme denemesi olarak değerlendirdi.


Prof. Dr. Ömer Alpaslan Aksu, 1838’den itibaren “secde” haline getirilen Türk Devletinin, Cumhuriyetle birlikte “kıyam” (ayağa kalkma) durumuna gelmeyi başardığını, ancak Cumhuriyetin 85. Yılında yabancıların karşısında tekrar “secde” konumuna geldiğini ifade ederek, yeniden “kıyama” ihtiyaç olduğu tezini ileri sürdü.


Prof. Aksu Ekonomik krizin, 2009 Nisan ayından itibaren siyasi krize dönüşebileceğini, bunun için halkımızın ekonomik krizin şiddetini daha ağır hissedeceği bir sürecin yaşanacağı öngörüsünde bulundu. Bu görüşünü “risk/kontrol sarmalı” kavramı kapsamında ileri süren Aksu, Türkiye’nin daha iyi kontrol edilmesi ve kalan varlıklarımızın, şirketlerimizin yabancı kontrolüne girmesi için kullanılacak şiddetli bir kriz beklentisini dile getirdi. Ayrıca ayaklanmalarla “Türkiye, hükümetin kontrol edemeyeceği hale getirilebilir” sözleriyle karamsar bir tablo çizdi.


Prof. Aksu’ya göre Irak’ın kuzeyinde kurulmakta olan Kürt Devleti geçicidir, esas hedef Kürtler üzerinden Doğu İsrail’in kurulmasıdır.


Tekirdağ AO Başkanı Ersin Bilmeç’in Trakya’da bitkisel yağ piyasasının iki ABD menşeli firmanın tekeline girdiğini, bankadan kredi alan çiftçilerimizin borçlarını ödeyememesi yüzünden ipotekli olan 64.000 dönüm verimli arazinin, Yunan sermayeli bankanın mülkiyetine geçtiğini ve bu sürecin devam ettiğini anlatan ifadeleri yürek yakıcıydı.


Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fuat Cebeci’nin Kültür-Din ekseninde yaptığı değerlendirmeler ve “dini kültürleştirmekte, kültürü dinsizleştirmekte yanlıştır” ifadesi “Türk-İslam Sentezi”ni benimseyen Aydınlar Ocaklılardan tam tasvip gördü.


Prof. Dr. Vahit Türk’ün Türkçe’nin içinde bulunduğu tehlikeler ve Türkçe Eğitimin önemini anlattığı ve Prof. Dr. Ahmet Gökçen’in Ekonomik Kriz’i değerlendirdiği konuşmalar ilgi ile takip edildi.


“Türk Güneşi Dans Topluluğu”nun gösterisi herkesin beğenisini kazanırken, Dr. Şefik Postalcıoğlu’nun, Aydınlar Ocaklarının milli kültür anlayışına paralel olarak, sanat dallarına daha önem verilmesi ve gelecek toplantı aralarında Türk Müziği eserlerinin fonda çalınması teklifi dikkatle not edildi.


Manisa AO Başkanı Mehmet Dilşen’ in Makedonya Gostivar’dan Türkçe okuyan 41 çocuğu misafir edişleri ve Türkiye’yi anavatan bilen, Türk – İslam kültürü ve şuuru ile yetişmiş çocuklarla yaşadıklarını anlatırken hissettiği duygusallık dinleyenleri etkiledi.


Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğr. Üyesi A. Faruk Kılıç’ın Alevi-Sünni çatışmasına dair kucaklayıcı ve birleştirici yaklaşımı ile konuyu derli toplu anlatışı beğenildi. A. Faruk Kılıç’a göre, “Ali’siz Aleviliği” savunan bazı grupların dile getirdiği, “cem evlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi, Müslümanları ikiye bölebilecek riskli bir tekliftir.”


Konya AO Başkanı Dr. Mustafa Güçlü ile olan özel sohbetimizde, yakından tanıdığı büyük dava ve gönül adamı Osman Yüksel Serdengeçti’yi konuştuk. Rahmetli Serdengeçti’den bizzat duyduğu birçok tarihi anekdotu, Dr. Mustafa Güçlü’den dinleme fırsatı buldum. Serdengeçti’nin müthiş mizah gücünü yansıtan, gülümsetirken düşündüren, inanmış bir dava erinin neden ölümsüzleştiğini idrak ettiren hatıralarını konuştuğumuz bol esprili sohbet, Şura’nın en hoş sadalarından biri olarak zihnimde kaldı.


Genel Başkan Prof. Dr. Mustafa Erkal’ın “etnik kimlik” hakkındaki açıklamaları ve “TRT Kanunun değiştirilerek Kürtçe yayın yapılmasının, yapılan ilmi çalışmaları dikkate almayan yanlış bir uygulama olacağını ifade eden sözleri dikkat çekiciydi. Çünkü yapılan saha araştırmasında Güneydoğu Anadolu Bölgemizde Türkçe yayının anlaşılmaması gibi bir problemin olmadığı, yayın izleme oranını belirleyen asıl faktörün programların kalitesi olduğu görülüyordu. Prof. Dr. Mustafa Erkal’ın birlik ve beraberliğin önemini vurgulayan ifadeleri Aydınlar Ocaklılarca dikkatle izlendi.


Diğer konuşmacıların hepsinden bahsetmeme yerim müsait değil. Her bir konuşmacı ülke meseleleri hakkında belirli düşüncelerin ürünü olan, katılsanız da katılmasanız da dikkate alınacak değer ve önemde tespit, değerlendirme ve teklifleri dile getirdi.


Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Cerrahoğlu başkanlığındaki Sakarya Aydınlar Ocağı yönetici ve mensupları kusursuz sayılabilecek bir organizasyonu gerçekleştirdiği için bütün misafirlerinin takdirini kazandı. Bir sonraki (32.) Şura’nın ev sahipliğini üstlenen Isparta Aydınlar Ocağı’nın ev sahipliğinde buluşmak temennisi ile veda edildi.


Milli değerlere saygı ve sevgi duyanların ve aydın olmanın sorumluluğunu taşıyanların mensup olduğu, Ocak’ların tütmesi Türkiye’miz için bir şanstır diye düşünüyorum.

Çarşaf ve CHP

CHP lideri Sayın Deniz Baykal’ın çarşaflı bir aileyi CHP üyesi olarak kabul edip, çarşafına CHP rozeti takmasını çok önemli bir açılım olayı olarak kabul ediyorum.

Bu konuda bazı gazetelerdeki yorumları okudum.

Sabah gazetesi yazarı sayın Ergun Babahan CHP’nin tavrı “Üniversiteye gitme ama CHP ye gir ve partine oy ver. Sonra evinde oturmaya devam et biçiminde özetlenebilir.” diyor.

Yeni Şafak gazetesinden sayın Fehmi Koru “Çarşaflı kadınların yakasına rozet takmakta bir ilerleme elbette, fakat bu yeni yaklaşımı özgürlük alanını genişletme amaçlı başka jestlerle desteklemedikçe tek bir fotoğraftan fazla medet ummamak gerekir.” “ çarşaflı kadınlarla verilen fotoğrafı, başörtülü üniversitelilerle zenginleştirmenin bir yolunu mutlaka bulmalıdır CHP”.

Türkiye gazetesinden sayın İsmail Kapan “Temel mesele şu: Sayın Baykal‘a inanabilirmiyiz? Daha doğrusu hangi Baykal’a inanmalı?.

“Bir insanı kılığından,  kıyafetinden dolayı onun ne düşüncesini, ne ahlaki kimliğini çıkarmak  doğru yaklaşım değildir.” diyen bugünkü Baykal’a mı, yoksa başörtüsü için “Türkiye’yi geri döndürmek, Türkiye’yi orta çağ karanlığına çekmek isteyenlerin simgesi” diyen, dünkü Baykal’a mı inanacağız.? demektedirler.

Bu konudaki farklı görüşleri size aktardıktan sonra kendi görüşümü arz ediyorum.

Ben bu tavra samimi bir tavır ön kabulü ile bakmak istiyorum. Biliyoruz ki tabanda ne türban sorunu var, nede çarşaf sorunu. Nede mini eteğin boyu, sakalın cinsi, bıyığın şekli  ile alakalı bir sorun var.

Kişilerin iç dünyasında kabullenmeme, tuhaf karşılama, kınama, eleştirme olabilir. Fakat bu düşünceler her iki kesimce davranışa dönüşüp, sokağa, kapalı mekanlara, toplu taşım vasıtalarına yansımamıştır. Nice genç kızlarımız, mini eteği ile türbanı ile  el ele yürümekte, nice genç erkeklerimiz tıraşı ile, saç ve sakal biçimi ile birbirlerinden farklı görünmelerine rağmen kol kola yürümekte bir mahsur görmemektedirler.

Problem bu konuları siyasi çıkar vasıtası yaparak koltuk koruma telaşesine düşenlerdedir..

Evet Türban ve tesettür kimsenin tekelinde değildir. Liberal AKP’li olduğu gibi, Muhafazakar CHP’lide pek ala olur.

Bu denli sığ tartışmalara oldum olası karşıyımdır. CHP denince akla maneviyat düşmanı gelmemeli. Sayın Baykal’ın bu açılımını şayet seçimle sınırlı değilse iyi bir açılım olarak görüyorum.

Şayet muhafazakarın sadece oy veren, liberallerin ve entellerin evlerini temizleyen, binalarını bekleyen, kasalarında duran, tezgahlarında çalışan insanlar olması, daima emir alanlar sınıfında kalması, sadece evine yaya veya otobüsle gidebilecek ekonomik güce sahip olması isteniyorsa bu yapılanlar oy avcığından başka bir şey değildir.

İş sahibi olan, emir veren makamlarda bulunan, lüks otellerde yatabilen, toplantılar yapabilen, lüks arabalara binebilen muhafazakarlardan ürkülüyorsa bu girişimlerin geleceği yoktur.

Çünkü artık muhafazakarlar zengindir. Tahsillidir. İdare edendir. Emir verendir.
Ben sayın Deniz Baykal’ın bu açılımına CHP açısından, bir milat olarak bakıyorum.
Çok CHP’linin “Bizi din düşmanı parti olarak gösteriyorlar. Bir türlü bu duvarı yıkamadık. Bu bakımdan muhafazakarlardan oy alamıyoruz.” dediğine şahidim.

Ben bu açılımı cesur bir adım olarak görüyorum. Sayın Deniz Baykal bu demokratik açılımının devamını getirmelidir. CHP bu hareketi kucaklamalı, toplumun gerek idare edilen, gerekse idare eden, tahsilli ve tahsilsiz bütün katmanlarına ayırım gözetmeden yaymalıdır.

“Şu kişiler şuralara giremez. Onlar efendidir. Ama köylü, kapıcı, odacı, hademe olarak efendidir. Bizler Beyiz. Her şeye bizim hakkımız var. Muhafazakarın zenginine, güçlüsüne,  amirine katlanamayız.” açmazına düşmemelidir.

Bu bir fırsattır.

Doğrusunu isterseniz Sayın Baykal benim de beklemediğim bir hareket yaptı. Samimi olduğuna biraz ihtiyatla inanıyorum.

İnşallah bu açılım CHP’nin geniş kesiminden kabul görür. Ülkenin buna ihtiyacı var.

31. Şura’dan

14–16.11.2008 Tarihleri arasında, Sakarya Aydınlar Ocağı tarafından tertip edilen Aydınlar Ocaklarının 31. Şura toplantısı yapıldı.


Önemli sayıda katılımın olduğu şura, katılımcılara oldukça düzenli ve zengin bir program sundu. Düzenleyenlere kucak dolusu teşekkürler.


Özellikle Halk Oyunları gösterisi çok etkileyiciydi.


Programı hazırlayanların; “Halk Dansları” değimine gıcık olsam da, beraber hareket ettiğimiz arkadaşlardan ayrı hareket etmenin yanlış olacağını düşündüm ve toplumla hareket edip gösterileri seyrettik.


Gösteri yönetmenin Yrd. Doç. Dr. Türker EROĞLU olduğunu okuyunca, gösterinin adına; Halk Oyunları veya Folkloru denilmemesine daha da içerledim, (daha da gıcık oldum).


Zira Sayın Türker EROĞLU ile Lise yıllarında aynı çatı altında folklor çalışmalarına katılıyorduk ve hassasiyetlerini az-çok biliyordum.


Ancak daha sonra düşündüm de, nihayet bir Üniversite ekibiydi ve üniversitenin de bir müfredatı, müfredatında da belirlenmiş tanımlar vardı.


Böylesi takıntılarımı aşamıyorum işte…


Oturumlara ilgi çoktu. Ancak ağırlıklı konuşmalarda, (özellikle bazı konuşmacıların) belirli konulara fazla takılmaları bence çok gerekli değildi.


Öyle ki, Can Dündar “Mustafa” filmini çekmeseydi, sanki kurultayda konuşulacak konu sıkıntısı yaşanacaktı.


Hele bazı tepkiler çok ilginç geldi bana. En ilginç çıkış; “Atatürk tartışmaya açılamaz” tepkisiydi.
Atatürk bu çıkışı kabul eder miydi bilmem…


Atatürk’ün tartışılmasından dolayı değerine zeval gelir korkusu mu var?
Nihayet Atatürk’ de (kendi değimiyle) bir insandı. Tartışılmasından neden korkuluyor, anlayamadım.


Yıllardır Çağ kapatıp Çağ açmış ve Resulullah (sav) efendimizin müjdesine mazhar olmuş Fatih Sultan Mehmet’i tartışıyoruz, Fatih’in büyüklüğüne halel mi geldi?


Mustafa filmine tepki gösterilmesinden çok etkilenmiş olmalıyız ki, İzmit’e döndüğümüzde Mustafa Toka beylerle, eve gitmeden önce sinemaya gittik.


Gördüğümüz; Filmde bilmediğimiz ve abartılı bir sahne yoktu.


Sadece benim bilmediğim ve daha önce de duymadığım bir cümleyi, Atatürk’ün kendi ağzından duydum; “Hâkimiyeti gökten yere indirdik” Bu cümle, korkmadan tartışıla bilecek bir cümle…
Yani bizim meclisimizdeki bazı entelektüeller gibi davranıp tartışmayı, söylenene değil, söyleyene göre yönlendirmek mi gerekir?


Kara çarşaflıya sağcı bir parti lideri tarafından rozet takılıyorsa suç, Sayın Baykal takıyorsa suç değil, gibi.


Tartışılacak bir şey varsa, söyleyene bakmadan cesurca tartışılmalı.


Sahabe bile Resulullah (sav) efendimizin sözlerini, “Ya Muhammed (sav) bu sözler sana mı ait yoksa Allaha mı” diye sorgulamışlar ve aldıkları cevaba göre tavır takınmışlardır.


Bu ve benzeri kısır açılımlara rağmen çok önemli konuşmacılar, çok önemli tespitlere imza attılar.
Bu imzalar da Aydınlar Ocağının partiler üstü bir Ar Ge ekibi olduğunu ortaya koydu.


Bu güzelim Kurultayda noktayı, Sayın Ruhittin SÖNMEZ’ in şahsında Kocaeli Aydınlar Ocağının koyması da, bizim açımızdan bir başka güzellik oldu.


Oturum Sakarya tarafından başlatılmıştı, kalkış ise Ruhittin beyin okuduğu Sakarya şiiriyle oldu.


Doyumsuz bir lezzetle okunan şiirin son mısrası olan “Ayağa kalk Sakarya” nidası, bir anda oturan tüm katılımcıları ayağa kaldırarak, oturuma son noktayı koydu.


Bu nokta ile, Kurultay boyunca üç günün en renkli simalarının başında gelen Kocaeli Aydınlar Ocağı başkanı Sayın Ahsen OKYAR’ ın kattığı renkler, bir başka ahenk kazandı.


Şuranın özeti;


Bu ülkenin aydınları,
Uzakları görüyorlar.
Alçakların kurdukları,
Tuzakları görüyorlar.

31. Şura ve TRT

Aydınlar Ocakları 31. Büyük Şurası 14 – 16 Kasım 2008 tarihleri arasında Sakarya Aydınlar Ocağımızın ev sahipliğinde gerçekleştirildi. Bu başarılı düzenlemeyi gerçekleştiren Sakarya Ocak Başkanı Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Cerrahoğlu ve arkadaşlarını tebrik ederiz.


Üç gün süren toplantının açılışı Sakarya Üniversitesi Kongre Merkezi’nde yapıldı. Açılışta protokol konuşmaları ve bir açıkoturum yapıldı.  Prof. Dr. Vahit Türk ve Prof. Dr. Ahmet Gökçen’in konuşmacı olarak katıldıkları oturumun başkanlığını Prof. Dr. Mehmet Alpargu yaptı. Türk Güneşi Dans Topluluğunun gösterisi herkesi duygulandırdı. 2. Gün,  Ocak temsilcileri ve ülke sorunları ile ilgili konuşmak isteyen herkese söz verildi. 3. Gün hazırlanan sonuç bildirisi ele alındı.


Şura’da Ocaklar tarafından alınan bir karar ile Kurmançca ve Zazacanın Kürtçe adı altında birleştirilerek- bir dönem Amerikan sesi radyosunun yaptığı gibi-TRT’den yayın yapılmasının yanlış ve milli birliğin dinamitlenmesi olduğu ortaya konarak gerekli yerlere Ocakların görüşlerinin bildirilmesi kararı alındı.


Oysa, TRT’nin 1992, 1994, 1998 ve 2000 yıllarında Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, 15 ilde 14 ve yukarı yaşta olan 2500 kişi üzerinde yaptırdığı araştırmalarda yapılmak istenen değişikliklere uymayan sonuçlar alınmıştır. Bu araştırmalarda vatandaşın Türkçe ile bir sorununun olmadığı ortaya çıkmıştır. TRT’nin dilini anlayamadıkları için izleyemeyenlerin oranı yüzde ile ifade edilememektedir. Tüm yayınları Kürtçe olan TV kanallarının izlenme oranının %5 olduğu görülmüştür (Mete, M. Televizyon Yayınlarının Türk Toplumu Üzerindeki Etkisi, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1999).


Yapılan araştırmalarda yabancı radyo ve TV kanallarının izlenme sebepleri arasında “dil sorunu”nun birinci faktör olmadığı, asıl sebebin programların ilgi çekmesi olduğu görülmüştür (%56). TRT’yi izleyemeyenlerin birinci sebebi Türkçe değil; yayınları beğenmemeleridir (%36.3). Türk Halk ve Sanat Müziğinin en çok dinlendiği bölgelerin başında Güneydoğu Anadolu yer almaktadır (%20.3).  Türkiye ortalaması ise %18.9’dur.


Yapılan araştırmalar her halde ciddiye alınmamış veya dış baskılar o ölçüde yoğunlaşmış olmalı ki; 26 Haziran 2008 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 5767 sayılı Kanun ile 2954 sayılı Türkiye Radyo Televizyon Kanununun 21. maddesi değiştirilmiş ve “Türkçe dışında farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilir” düzenlemesi getirilmiştir.  TRT Kürtçe yayın yapacak televizyon kanalı hazırlıklarının tamamlandığını 1 Ocak 2009 tarihinden itibaren de 24 saat süreli yayına geçeceğini açıklamıştır.


Bu uygulama; Anayasamızın bazılarını fazlaca rahatsız eden ilk üç maddesinde de yerini bulan tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek dil olarak ifade olunan Devletimizin üniter yapısı ile çelişmektedir. Bu karar Anayasamızın 10, 42 ve 66. maddelerine de aykırıdır.  Bu bir kültürel hakları tanıma değil; insanların bir devlet kuruluşu tarafından birbirine ve devletine ötekileştirilmesi ve dışlanmasıdır. Farklılıkları tahrik etmek ve kutsallaştırmaktır. Tarih boyu yapmadığımız bir yanlışı yapmaya kalkıyoruz. Kaldı ki vatandaşın-resmi dil değil- devletin dili olan Türkçe ile bir sorunu da yoktur. Şu halde; böyle bir karar bir dış dayatmanın ve dışarıya hoş görünme ve aferin alabilme çabasının çirkin bir sonucudur. Bu yolla kimlik tuzağı teşvik edilmekte; farklılıklar bütünlüğünün önüne geçirilerek ilkel etnikliğe hizmet edilmektedir. Vatandaşlık duygusu zayıflatılmaktadır. Emir büyük yerlerden geldiğine göre bu karar da değiştirilmeyecektir.


Şura’nın sonuç bildirisinde; küresel kriz ve alınması gereken ekonomik tedbirler, özelleştirme yanlışları, yargıya dış müdahaleler, hukuk devletinin korunması, yargının siyasallaştırılmasının önlenmesi, anayasa değişikliği tuzağı, terör örgütü ile oyalanmak yerine hedefin Irak’ın Kuzey’i olduğu, TSK’nin kararlı mücadelesinin desteklenmesi, terörü ve bölücülüğü destekleyen bazı Büyükşehir veya diğer belediye başkanlarının derhal görevden alınmaları, milli  eğitimin milliliği, TRT’nin milli vasfının ve ciddiyetinin korunması, çok dillilik ve çok kültürlülük tezgahlarına alet olunmaması, Yeni Osmanlıcılık tuzağı, İslam’ın diğer dinlerde takviyeye ihtiyacı bulunmadığı, Türkçe’nin etkinliğinin arttırılması, KKTC, Ermenistan ilişkileri, Türkmen gerçeği  gibi konular yer almaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin meselelerinin milli devlet ve demokrasi içinde çözülmesi gerektiğine, bunların demokrasi içinde çözülemez hale sokulmasından kaçınılmasına da işaret edilmiştir.

İçi Boşaltılan Değerler

 


Değerli okuyucular, dikkat ederseniz uzun bir süredir milletimizce önem arz eden bir takım değerler önemsiz gibi gösterilmekte ve atalarımızın geçmişte kazandığı birçok başarı tesadüflere bağlanmaktadır. Bu hafta sizlere bu propagandaların hangi hususlarda olduğunu aktarmaya çalışacağım.


Hatırlarsanız yaklaşık üç-dört yıl önce Fransa devlet başkanı Jaques Chirac “Anadolu’da bulunan halkın çoğunun Bizans torunu olduğuna, kökeni Türk olanların ancak 500.000 civarında olabileceğine” dair ilginç bir açıklama yapmıştı.


Daha evveli olmakla birlikte resmi tarih kayıtlarına göre 1071 Malazgirt Savaşından itibaren Anadolu topraklarında hakim kültürü oluşturan Türk kimliğini tartışmaya açmaya yönelik bu ifadeler, ilgili yerleri harekete geçirerek “Türkiyeli”(!) bir çok aydının hemen akabinde Türk kimliğini tartışmaya açmasına sebebiyet vermiştir.


Türk kimliğinin içinin boşaltılmasını amaçlayan tartışmalar Anadolu topraklarındaki hakimiyetimizin dünya tarafından son kez onaylandığı ve Cumhuriyet’in temellerini oluşturan “Lozan Anlaşması’nın” geçerliliğinin sorgulanmasına kadar gitmiştir. Neticede ülkemizde yetişen birçok aydının(!) “Türk kimliği ve Lozan geçerliliğini yitirmiştir” gibi ifadeler kullanması, yapılan propagandaların sonuçlarını göstermesi bakımından önem arzetmektedir.


Bunun yanında bazı üniversitelerde Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulmasında ve gelişmesinde esas önemli faktörün devşirmeler olduğuna dair teorilerin öğrencilere öğretilmesi bir milletin öz güvenine indirilen en önemli darbelerden biridir.


Yine Türk milletinin 20. yüzyılda kazandığı ve I. Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren en önemli muharebelerden biri olan Çanakkale Destanı’nın Türkiyeli(!) bir genç yönetmen tarafından “Gelibolu” adı altında belgeselleştirilmesi ve bu belgeselde Türk milletinin muharebeyi içerisinde bulunduğu tüm olumsuz şartlara rağmen vatan aşkının verdiği güçle kazanmasına değil de İngiliz hükümetinin içinde bulunduğu politik kaostan dolayı kazanmasına bağlanması konuya yaklaşımın vahametini gözler önüne sermektedir.


Belgesellerden bahsederken, en son Atatürk hakkında bir gazetecinin hazırladığı belgeselde sözüm ona Atatürk’ü bir insan olarak aktarmak isterken kendisinin yalnız, kadına ve içkiye düşkün biri, kazandığı başarıların ise tamamen şansa bağlı başarılar şeklinde aktarılması da kanaatimce Türk toplumunun değer verdiği kavram ve şahısları hiçe indirgemek için nasıl bir yol izlendiğinin en son göstergesidir.


Türkiyeli(!) aydınların yapmış olduğu bir milleti zayıf, şuursuz ve aciz gösteren propagandalara karşı şu soruları sormak istiyorum:


Eğer ecdadımız hiçbir konuda elini taşın altına koymadan bir imparatorluk kurduysa bu imparatorluk tarihte Türklüğe ve İslamiyet’e ettiği hizmetleri nasıl gerçekleştirdi?


Eğer Çanakkale Savaşı İtilaf Devletleri’nin içersinde bulunduğu duruma binaen kazanıldıysa bu zafer emperyalist devletlerin sömürdüğü diğer milletler için ‘zor şartlarda olunsa da mücadele edilebilir ve başarıya ulaşılabilir’ düşüncesini nasıl harekete geçirdi? Türk milletinin daha sonra yapacağı İstiklal Savaşı için nasıl hazırlık teşkil etti?


Atatürk zayıf karakterli bir insansa nasıl oluyor da yorgun milleti savaşmaya ikna edebiliyor? Savaşırken savaştığı devletlerin içerisinde İstiklal Savaşı yanlısı kamuoyu nasıl oluşturabiliyor? Bunun yanında daha önceki dönemlerde hazırlıkları yapılmasına rağmen kimsenin cesaret gösterip gerçekleştiremediği Türkiye Cumhuriyeti’ni nasıl kurup, yoktan var olan bir ülke meydana getirebiliyor?


Tüm bu çalışmalar milletimiz içerisinde iki durumun söz konusu olabileceğini göstermektedir: Birincisi milletimiz içerisinde Türklük ile problemleri olanlar bugün ön plana çıkıp politikalarını büyük bir rahatlıkla yaymaya çalışmaktadır. İkincisi ise milletimiz içerisinde yaratılmak istenen özgüven bunalımı ve bunun neticesinde milletimizi her yöne rahatça sürüklemektir. Zira tarihte birçok millet kendini üstün ırk telakki edip diğer milletler üzerinde bu yönde politika uygularken, tarihte bunu üstün ırk mücadelesi vermeden ve böyle bir iddiada olmadan başarabilen sayılı milletlerden birinin Türkler olduğunu yukarıda açıkladığım ifadelere binaen çıkarabilmekteyiz.


Öyle ki, verilmek istenen düşünce itibarıyle ecdadımızın bulunduğu yerlerdeki milletlerin büyük çoğunluğu Türklük ve Müslümanlığın, insanlığa kattıkları değerleri ve birbirleriyle nasıl iç içe olduklarını göz önüne alarak, yayılması için çaba sarf etmiş, Yüce Allah da Türk milletinin yaşadığı her sıkıntıda karşı tarafın şartlarını Türkler lehine çevirerek bizi yüceltmiştir.


İyi haftalar!…

Hangi Kavramlar?

0

İnsanın ve hayatın anlamlandırılması meselesi günümüzün en temel problemlerinden biri haline geldi. Zira bu anlamlandırmayı nasıl yaptığımıza bağlı olarak hem kendimize hem de çevremize olan tutum ve davranışlarımızın gelişip şekillendiği düşünüldüğünde, bugün yaşadığımız pek çok sorunun temelinde yanlış anlam ve algıların yattığı görülmektedir.


Anlamlandırma ve algılamaların yanlışlığının altında pek çok neden sıralanabilir. Ancak en önemlisi kendimizi kendi kavramlarımızla anlayamamaktır. Bilhassa toplumu doğruya yönlendirmeleri beklenen “aydınlarımızın” bir kısmının bahsi geçen hatayı büyük oranda yapmaları bizi ciddi biçimde endişeye sevketmektedir.


Nasıl mı?


Örnekler çok olmakla birlikte en çok tartışılanlardan biri olması hasebiyle etnik gruplarla ilişkilerimize dair yapılan değerlendirmeler üzerinden verilecek misaller sanırım daha açıklayıcı olacaktır.


Buna göre son zamanlarda bir “mesele” gibi gösterilmesi adet halini almış olan ve bu açıdan bizi hayli şaşırtıp yanlış anlaşıldığı ve anlatıldığı için bir o kadar da üzen etnik yaklaşımlara bakıldığında, kendimizi kendi kavramlarımızla açıklayamamanın ortaya çıkardığı sıkıntının ne kadar fazla olduğu görülmektedir.


Mesela, bizim milletimiz farklı etnik grup ve kültürlerle bir arada yaşama tecrübesini “kendinden görme” zihniyeti ile gerçekleştirmiştir, “kendine benzetme” zihniyeti ile değil. Takdir edileceği üzere kendinden görme, eksiği ile fazlası ile kabul etme, tabir-i caizse aileden sayma anlamına gelir. O yüzden milletimiz bu topluluklarla eğer din birliği söz konusu ise akrabalık ilişkileri kurmakta da bir sakınca görmemiş, tarih boyu kucak açtığı, bünyesine kabul ettiği pek çok milletle toplumsal bir doku oluşturabilmiştir.


Bu durum daha önceki yazımda ifade ettiğim üzere Cumhuriyetimizin vatandaşlık tarifinde de yerini bulduğu içindir ki “mesele” olduğu iddia edilen etnik gruplardan başbakan ve cumhurbaşkanı seçmek bizler için, ABD’deki gibi “değişim emaresi” olarak alkışlanacak bir durum olmamıştır. Gayet doğal görüldüğü için tartışılmamıştır bile.


Halbuki bazılarının iddia ettiği gibi “kendine benzetmeye”, yani Batı terminolojisiyle ifade edecek olursak “asimile etmeye” çalışmış olsaydı yine takdir edileceği üzere, bu topluluklarla olan tarihi geçmişimizin uzunluğuna bakılacak olunursa ortada bugün bahsi geçen farklılıkların (dil, kültür gibi) birçoğunu görmek mümkün olur muydu?


Batı’ya bakarak cevap verecek olursak böyle olmayacağını açıkça ifade edebiliriz. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Fakat bizim milletimiz için durum böyle olmamış, bahsettiğimiz zihniyet ve sahip olduğu değerler sistemi (kul hakkı gibi), farklılıklarla yaşama tecrübesini başarıyla gerçekleştirmesine vesile olmuştur.


Yine bu sebeple bugünün dünya şartlarının bütün toplumları etkilediği bir ortamda, bu şartlara bağlı olarak gerek ekonomik gerekse toplumsal patlamaların beklendiği durumlarda Türkiye bu beklentilere uymayabilmektedir. Batı’nın zaman zaman şaşırdığı bu gibi durumların izahı, temas ettiğimiz üzere ancak kendi bünyemizde ve kavramlarımızda bulunabilir.    


Dolayısıyla Batı’dan ithal edilen kavram ve bakış açılarını hiç süzmeden kullanarak meseleye baktığınızda, bırakın çözümü açıklayıcı ve kapsayıcı bir tablo çizmeniz dahi mümkün olmamaktadır. Zira kültürel farklılıkları dikkate almaksızın kavramların her toplum için aynı biçimde kullanıldığı gibi yanılgıya düşerek genellemeye gidilmektedir ki bunun neticesinde Türkiye’ye Türkiye’den bakılamamakta, çözüm reçeteleri çözümsüzlük ve yeni problemler üretmektedir.

Amerika’nın Son Kartı: “Küresel Kriz”

0

Dünyanın gelmiş geçmiş en hızlı yayılan virüsü haline dönüşen bir fenomenle karşı karşıyayız; “Küreselleşme”. Yaşama dair ne varsa hızla küreselleşiyor, diğer bir deyimle küreselleştiriliyor. Teknoloji, siyaset, hastalıklar, korkular, diplomasi, sanat, kültürler, ihtiyaçlar, medya vs. Aklımıza gelen tüm her şey ya küreselleşti ya da küreselleşme aşamasını tamamlıyor. Aslında doğal küreselleşme ile kavga etmek yersiz geliyor bana. Çünkü bu insanlığın, teknolojinin gelişimi ile alakalı bir durum. Ve birçok alanda faydalı olduğunu düşünüyorum. Benim açımdan en büyük faydası; artık dünyada yapılan yaptırılan hiçbir şey gizli kapaklı değil. Tüm çıplaklığıyla önümüze seriliyor. Hiçbir güç, projesini saklama ihtiyacı hissetmiyor. Sorun nerede peki? Sorun bizlerde tabiî ki. Geçmişte insanoğlunun hiç olmadığı kadar körlük içindeyiz. Tüm dünya insanlarının ve toplumlarının duyarsızlaşması tabiî ki doğal bir durum değil. Hatta diyebilirim ki, bu duyarsızlık ve tepkisizlik özel üretilmiş bir projenin uygulaması.


“Toplumların her şeye duyarlı ve tepkisel olduğu geçmiş dönemlerde büyük güçler projelerini son derece gizli ve hata oranı düşük bir şekilde uygulamak zorundadırlar. Bu da projelerin olabildiğine yavaş ve eksik uygulanmasına yol açmış, riskleri olabildiğine yukarılara çekmiştir. Bu nedenle büyük güçler yeni bir metot geliştirmiş ve adeta devrim yaratmışlardır. Bu metot kısaca; İnsanları ve toplumları uyuşturun, duyarlılıklarını, tepki reflekslerini ellerinden alın ve artık hangi proje olursa olsun rahatlıkla ve hızlı bir şekilde uygulayabilirsiniz.”


Nasıl uyuşturulduk?


Uyuşturucularla sarılmış yaşamlarımız. Tüm yaşam enerjimizi, beyin gücümüzü, kas gücümüzü, emeğimizi, gecemizi ve gündüzümüzü bu uyuşturucuları elde etmek için çalışmakta kullanıyoruz. Her elde ettiğimiz uyuşturucu sonrası kısa bir mutluluk yaşıyoruz. Sonra daha büyük bir doza ihtiyaç duyuyoruz. Bir noktadan sonra sadece emeğimiz, aklımız ve imkânlarımız yetmiyor. Kişiliğimizden, onurumuzdan, özgürlüğümüzden ve ahlakımızdan ödünler vermeye başlıyoruz. Tek amaç var: uyuşturucuları elde etmek. Nedir bu uyuşturucular? Yasa dışı maddeler değil tabiî ki bahsettiklerim. Bu uyuşturucular kendi başlarına çok masumlar ve hatta gerçekten ihtiyaç duyduğumuz ürünler. Ama artık ihtiyaç boyutundan çıktıkları ve amaç oldukları anda uyuşturucuya dönüşürler. Büyük güçlerin yaptığı da bu işte; Yaşamda ihtiyacımız olan ve kullandığımız bu ürünleri, bir yaşam argümanı olmaktan çıkarıp, amaca ve elde edilmesi gereken bir hedefe dönüştürmek. Çalışırsınız, çalışırsınız bir cep telefonu alırsınız… Çalışırsınız, çalışırsınız ev alırsınız… Sonra araba, sonra bir plazma, sonu gelmez… Hep alırsınız ve her defasında açlığınız daha da büyür. Tek amacınız onu elde edebilmektir. Çocuğunuzun büyüdüğünün bile farkında değilsinizdir ve yaşamın aktığının, değişimlerin uzağındasınızdır. Bir şeylerin ters gittiğini anlasanız bile sahip olduğunuz şeyleri kaybetmek korkusuyla tepki gösteremezsiniz. Hatta derinliğinizde yalnız kaldığınızda kendinize kızarsınız olabildiğince, ağlarsınız için için… Neye dönüştüğünüzü görürsünüz ama dönmek çok uzak gelir artık… Tüm yaşamınızı ve enerjinizi elde etmek için harcadığınız bu şeylerden nefret edersiniz ama artık onlardan vazgeçemezsiniz. Allah’ın yarattığı en üstün ve derin varlık olan insan, artık bir robota dönüşmüştür. Duygularınızı ve aklınızı yaşayamaz olursunuz. Her şeye kar ya da zarar olarak bakarsınız. Artık matematik olmuştur yaşam. Acılarınız, sevginiz, aşkınız, heyecanlarınız, hayalleriniz, onurunuz, her şeyiniz uyuşturucuyadır. Milyonlar bir arada ama olabildiğine yalnızlaşırsınız. Gözünüzün önünde bir mazlum katledilir, kılınız bile oynamaz hale gelirsiniz. Kendinizden iğrenirsiniz aslında. Dünyada mazlumlar, çocuklar katledilir, atalarınızın canlarını verdiği tüm her şey elinizden alınır, görürsünüz, bilirsiniz ama hiçbir tepki veremezsiniz. Bir plazma tv almak için yaptığınız fedakârlığın ve harcadığınız zamanın, binde bir oranını bile ayıramazsınız. Ve artık duygularınız da yoktur. İnsanlara bakarsınız, Duyguların, dostlukların, her şeyin sadece bir rol ve taklit olduğunu görürsünüz. O güzel şeyler, yani insana anlam katan ne varsa, artık elinizden alınmıştır ve siz bunun sahteleriyle yaşarsınız. Ve asla gerçek mutluluğu yaşayamazsınız. Her şeyiniz vardır artık, ama mutsuzsunuzdur. Ve o mutsuzluğu gidermek için sürekli uyuşturucu alırsınız. Her uyuşturucu aldığınızda daha da mutsuzlaşırsınız. Ve yıllar sonra dönüp yaşamınıza baktığınızda, yaşadığınız ve sahip olduğunuz her şeyin birkaç rakamla özetlenebileceğini görürsünüz. Sahip olduğunuz her şeyi, uzaktaki sevgilinizin saçlarının kokusunu hafif esen bir rüzgârdan koklamak, onu hissetmekle değişmek istersiniz. Ve size el açmış bir garibin karnını doyurmanın verdiği hazla… Geçtir her şey için artık. O pişmanlıkla ölüm geldiğinde ise; sadece en başa bir kez daha dönmek istersiniz, her şeyin başladığı yere… Dönemezsiniz…


Küresel kriz başlıyor…


Kısa bir süre öncedir… Kimilerine göre aylar önceden sinyallerini veren, bazı görüşlere göre ise; aniden patlak veren bir ekonomik kriz başlamıştır… Bütün dünya şok dalgalarıyla çalkalanıyor. Borsalar çöküyor, bankalar batıyor. Sanayiciler alarmda, ilk kurbanlar veriliyor ve çalışanlar işlerinden çıkartılıyor. Devletler panik içinde bir şeyler yapmaya çalışırken, birbirlerini gözlerinin içine bakıyorlar. Gazeteler, televizyonlar, tüm medya krize endekslenmiş durumda… Borsaların iniş-çıkış ibreleriyle, tüm dünya hop oturuyor, hop kalkıyor. İnsanlar ise; zaten yoğun olan gelecek kaygısına, daha katmerli olan bu krizi de ekliyor. Tüm bunların yanında Bazı kesimler ise; bu gelişmeleri batının yediği ağır bir finansal darbe olarak görüyor ve acaba kapitalizmin sonu mu geliyor diye düşünerekten göbek atıyor. Küresel kriz, artık kiminin felaketi, kiminin ise batıya ve Amerika’ya karşı zaferi, acaba hangisi?


Bence ikisi de değil. Olan nedir peki? Bunu da diğer yazılarımda olduğu gibi kendi penceremden izah etmeye çalışacağım… Bir anlamda yine fantastik ve komplo teorili bir yolculuğa çıkıyoruz yeniden. Kabul etmem gerekir ki bu kez kendi bakış penceremi çok zorlayacağım. Bu yazımın yayınlanması için Amerika’daki seçimin sonrasını bekleyeceğim. Bazı şeylerin netleşmesini görmek amacındayım. İnşallah değerlendirmelerimde yanılırım diye dua ederek konumuza giriyorum…


Tüm dünyada…


Ekonomistler tartışıyorlar… Küresel krizi tanımlamaya ve nedenlerini ortaya koymaya çalışıyorlar. Ve bu durumun ulaşabileceği noktalar hakkında öngörülerde bulunuyorlar. Mortgage sisteminin çöküşü, finans kuruluşlarının hırsı gibi onlarca neden gösteriliyor. Ekonomi bilimi ve bu bilimin mensubu olanlar, elbette nedenler, gelişmeler ve sonuçlar hakkında teoriler üreteceklerdir. Ve söyledikleri de ekonomi bilimi açısından son derece doğrudur. Fakat onların neden olarak ortaya koydukları ekonomik faktörlere, ben ekonomik araç diyorum. Belli bir amacın gerçekleştirilmesi için kullanılan araçlar…


İzlediğim ve dinlediğim ekonomi uzmanlarının anlattıklarında hep aynı manzarayı görüyorum. Ekonomi biliminin doğrularıyla değerlendirme yapıyorlar. Hâlbuki ekonomi, önce siyasetin en önemli dolgu maddesi, sonra bir bilimdir. Yani her ekonomik hamle, ekonomi biliminin gereklerine doğrularına göre yapılmaz. Hatta bilimle çatışabilir bile… O nedenle ekonomistlerin neden dedikleri faktörlere, ben özellikle araçlar diyorum. Peki, bu krizin asıl nedenleri nelerdir?


Benim bu yazıda anlatmaya çalıştığım asıl bu işte; Gerçek nedenler… Öncelikle kriz öncesinde Amerikanın genel durumuna bir göz atmak gerekir. Kriz öncesinde Amerikanın kendi içerisinde ve dünyadaki durumu, bize krizin nedenleri hakkında rehberlik edecektir.


Kriz öncesi Amerika…


Başkanlık seçimi yaklaştığı için hiçbir etkin politika yürütülemiyor. Kendi deyimleriyle “topal ördek” durumu yaşanıyor. Büyük Ortadoğu Projesi ile Cumhuriyetçi yönetim, hem ekonomik, hem de prestij açısından yıpranmış durumda. Aynı yıpranmışlıkla beraber tüm dünyada Amerika muhalifliği artış gösteriyor. Rusya, Amerika’ya son yıllarda artan bir şekilde ve özellikle Gürcistan meselesi ile zirveye varan bir dikleşme durumunda. Çin aynı dik başlılığı özellikle ekonomik alanda yükseltiyor. Aynı anda Avrupa ise; kendi içinde gizli bir çatışma yaşıyor ve Amerikanın gerçek müttefik diyebileceği bir tek İngiltere var. Bu sırada Amerikanın politikaları tüm dünyada ve kendi içinde tartışılıyor ve yoğun bir tepki çekiyor. Büyük Ortadoğu Projesinin devamı için gerekli olan kararlılık ve prestij zayıflamış, Irak dışındaki, Suriye ve İran projelerini gerçekleştirmeyi, oluşabilecek tepkiler nedeniyle göze alamıyor. Küçük hamlelerle geçiştiriyor. Amerika toplumu her alanda kendini sorgulamaya başlamış durumda. Ve bunlar gibi birçok sıkıntılı sorunlar…


İşte şimdi küresel krizin nedenlerini ve sonuçlarını oluşturabiliriz…


Amerika’yı asıl yönetenlerin derin devlet, diğer bir deyimle büyük güçler olduğunu düşünüyorum. Başkanların gerçek anlamda sadece birer kukla olduğuna inanıyorum. Buradan yola çıktığımda; büyük güçler, Büyük Ortadoğu Projesinin cumhuriyetçi yönetim tarafından yürütülemeyeceğine karar veriyor. Çünkü mevcut uygulamalar Bush ve cumhuriyetçileri prestij kaybına uğrattı ve başka bir operasyon için dünyayı ikna etme karizması kalmadı. Yerine düşünülen demokratlarda ise; başkan adayının siyahî olması büyük bir risk yaratıyor. Irkçılığın halen derinden yürüdüğü Amerika toplumunda, oylar kontrol dışı olarak yeniden cumhuriyetçilere akabilir ve seçim öncesi durumlarına geri dönebilirler. Bu riskin ortadan kaldırılması için mevcut Bush yönetiminin ve cumhuriyetçilerin adayı Mccain’in yıpratılması ile toplumun demokratlara yönlendirilmesi gerekiyor. Ve büyük güçlerin elinde ekonomiden daha iyi bir silah olamaz… Krizden sonra; Obama, Mccain ile puan farkını iki katına çıkarıyor…


Amerika toplumu ve medyası ciddi bir şekilde kendini eleştiriyor. Millet olma özelliği bulunmayan Amerika toplumu, kutuplaşmaya ve taraf olmaya başlıyor. Büyük güçler, toplumun reflekslerinin her şeyin sonu olabileceğini düşünüyor. Çünkü milletsiz devletler, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, çok ani yıkılırlar… Roma gibi… Krizden sonra; Amerika toplumu sadece ekonomiye ve seçime endekslenmiş, eleştiriler bir anda sadece cumhuriyetçilere kaymış durumda…


Rusya ve Çin’in son dönemlerdeki dik başlılıkları, süper gücün karizmasını tüm dünyada sarsıyor. Büyük güçler, Rusya ve Çin’in ekonomik kazançlarını Amerikan kâğıtlarıyla değerlendirdiklerini iyi biliyor. Krizden sonra; Rusya ve Çin’in başları önlerine düşmüş durumda, gıkları çıkmıyor adeta…


Amerika tüm dünyada prestij kaybına uğramış durumda… Büyük güçler, kriz ile tüm dünyaya şu mesajı vermeyi planlıyor; “Ben çökersem, hiçbiriniz ayakta kalamazsınız.” Krizden sonra; Neredeyse tüm dünya ülkeleri Amerika’ya yalvarır gözlerle bakıyorlar…”Ne olur müdahale et, batıyoruz…”


Kriz sonrası genel durum…


Amerika yeniden prestij kazandı. Demokratlar iktidara geldikten sonra, dünyada hangi müdahaleyi yaparsa yapsın, net bir tepki gösterebilecek hiçbir ülke yok. Bunun özel denemesini ise; Suriye’ye hafif bir bombardıman yaparak gerçekleştirdi. Bir iki cılız sesten başka bir tepki görmedi. Artık Büyük Ortadoğu Projesinin Suriye ve İran(hangisi önce olur bilemiyorum) aşamasını rahatlıkla uygulayabilir. Tüm dünya zaten Amerika’nın her deliliğine razı durumda… Buna rağmen Amerika, elini hariçten daha da güçlendirmek isterse, yeni bir 11 Eylül durumu da yaratılabilinir. Bunu zaman gösterecektir. Bu arada Rusya ve Çin’in sindirilmiş olması Amerikanın her alanda önünü açmıştır.


Bu kriz ile Amerika elbette büyük paralar kaybetti ve finansal yapısında ağır darbeler aldı. Fakat aynı zamanda bitmiş olan prestijini ve karizmasını tekrar geri kazandı. Hem de daha güçlü şekilde…


Şimdi bu krizin doğal olduğuna inanmak ne kadar mümkün? Elbette Amerika’nın büyük güçleri, bu projelerinde ekonominin bütün araçlarını kullanmış, Lehmann gibi aktörlerine uygulatmış ve krizin tamamen doğal görünmesini sağlamıştır. Amerika’nın krizle kazandıkları, kaybettiklerinden kat kat fazladır.


Umarım yanılmışımdır. Ve bu kriz tamamen doğal bir durumdur. Aksi halde önümüzdeki kısa zaman diliminde dünyayı büyük bir ateş çemberi saracaktır. Allah dünyadaki tüm mazlumların yar ve yardımcısı olsun… Küresel krizin ülkemizdeki yansımasına gelince, bunu ayrı bir yazı ile ülkemin genel durumunu da içerecek şekilde ele almaya çalışacağım…


Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle, sağlıcakla kalınız…


NOT: “Bu yazımı yazdıktan sonra özellikle Amerika seçim sonuçlarını ve dünyadaki tepkileri bekledim. Obama’nın kazanmasının tüm dünyada, hatta Kenya’da bile eğlencelerle, partilerle kutlanması her şeyi ortaya koyuyor. Amerikanın katı muhalifi olan bazı ülke liderleri, daha şimdiden Obama’ya ellerini uzatmış durumda… Üstelik ülkemizin doğusunda bir köyde Obama kazandı diye 44 koyun kurban edilmiş… Gazetede okudum bu haberi ve içim acıdı bir anda… Tüm dünya, Amerika olmaya doğru hızlı adımlarla koşuyor. Bu gidiş, ya Amerikanın ve İsrail’in imparatorluğu’na varacak. Ya da her ikisinin de sonu olacak… Bunu ileriki dönemde tarih yazacaktır. Ve bunun geç bir tarih olacağını hiç sanmıyorum…”

Napolyonlar Ölmez Vatan Bölünmez

Türk halkının kaleciliği iyidir ama penaltı kabiliyeti sıfıra yakındır. Tarih boyu 9 kusurlu hareketten neşet eden onlarca küsur penaltıda hep ters köşede avlanmıştır.


Mesela; Napolyon 1798’de toprağımız olan Mısır’ı işgale kalkarken Müslüman olduğunu ve Osmanlı Halifesi adına bu topraklara çıkartma yaptığını söylemişti. Tam 4 yıl uğraştık Bonapart Efendi’yi Mısır Eyaletimizden çıkarmak için. Adeta göbeğimiz çatladı.


Peşinden Yüzbaşı Noel’le, Binbaşı Lavrens’le uğraştık. Her ikisi de şeyhliğini ilan ettiği Ortadoğu’da evliya gibi hürmet gördü. Elin sapsarı İngiliz’i Müslüman Arabı Müslüman Türk’e düşman etti, gitti. Hala ceremesini çekiyoruz.


Bir zamanlar Hitler için de Müslüman dendi, asıl adının Haydar olduğu söylendi. Sonra baktık ki Haydar (Haider) 50 sene sonra Avusturya’ya Başbakan olan en ırkçı ve en koyu Hıristiyan lider imiş.


Kıbrıs’ta Şeyh Nazım diye biri türer. İngiliz Kraliyet Ailesinin 40. göbekten Peygamber (Hz. Muhammed) torunu olduğunu, prenslerin doğuştan sünnetli olduklarını, Çarls’ın da ‘Hüseyin’ adıyla maruf gizli Müslüman olduğunu yayar. Bizim mütedeyyin (ağız alışkanlığı) televizyon kanalarımızda Allah dostlarından biri olarak VCD’si pazarlanır durur.


Nedense bu Allah dostları (!) ya İngiliz muhiplerinden, ya Amerikanofillerden, ya Frankofonlardan yada Alamanlardan çıkıyor. Bizim halkımız da her defasında ters köşeden golü yiyor. Balık hafızalı olduğumuzu söyleyenlerin hakkı var.


Şimdi sırada Obama var. Malumunuz; Hüseyin Burack OBAMA. Bir tarafı Afrika (Kenya),  bir tarafı Asya (Endonezya), diğer bir tarafı Karayipler (Havai), başka bir tarafı Amerika (İllinois). Anası ak, babası kara, bahtı yaver. Üvey kardeşlerin biri Müselman öbürü Hristo. O kadar tarafı, yönü var ki insanın başı dönüyor.


Buş’un kıra – döke uygulamaya çalıştığı ve başarısız olduğu Küreselleşme (Yeni emperyalizm) Canavarı Obama’yla yedi başlı olacak demek ki.


Klinton, Amerika Birleşik Milletler Hapishanesinin ömrünü 8 yıl uzatmıştı. Ve giderken ekonominin 5.5 trilyon dolar fazlası vardı. Buş oğlu Buş o 5.5’u bitirmekle kalmayıp kriz deyu 850 milyar dolar açıktan para dilendi Kongre’den. Bu da yetmiyor, 1.5 trilyon dolar daha bekliyorlar. Hoş, dolar dediğin kâğıt masrafı; bas – dur karşılıksız. Ta ki biri çıkıp ‘dolar çıplak’ diyesiye kadar.


İmdi Obama’yla yaraları tımar ede ede sağacaklar dünyayı ve dünyanın tüm halklarını. Rusya’nın Avrasyacılık’ı, Çin’in Şanghay 7’lisi, Afrika Birliği, 3.Dünya Bağlantısızlar Hareketi, Hugo Şavez’in Güney ve Orta Amerika (Karayipler dahil) anti sömürgecilik ittifakı.. Bir taşla vurulabilecek en çok kuş; Buş değil Obama.


Doğuluların hayata lider merkezli bakmak gibi kronik saplantıları var. Bir’i gelir ve her şeyi çözer. Bu İran’da da böyle, Turan’da da böyle. Kenya’ya gitmenize gerek yok Van’da da böyle. Ne diyelim; onlar ermiş muradına biz bakalım önümüzdeki maçlara.


Yarın fırtına koptuğunda nasılsa başka seçenekleri sahneye koymaya başlarsın (başlarlar) nasılsa. Sen de kendininmiş gibi üzerine atlarsın. Nasılsa Mehdi – Mesih bekleme geleneğimiz milenyumda da bozulmadı. Halkımızın sağduyusuna ve ferasetine güvenmeye devam. Son babda şiirle selam:


Koyun gibisin kardeşim
Kabahatin tümü senin
Diyeceğim ama değil
Kabahatin çoğu senin
Koyun gibisin kardeşim

Küresel Kriz Ya Da Kapitalizmin İflası

0

Küresel krize eğitimci yorumu ve çözümü:


Bu konuyla ilgili  çok yazılar yazıldı, yazılıyor, yazılacak ve hakkında çok da konuşulacak
Ben yazılmayanları yazmaya olaya farklı boyuttan yaklaşmaya çalışacağım.


Bölgesel ya da küresel tüm krizlerin iki ana sebebi vardır.



  • Ürettiğini satamamak
  • Sattığın malın parasını tahsil edememek.

Bunu cüzdan ve vicdan daralması olarakta ifade edebiliriz. Bunun ne demek olduğunu yazının ilerleyen bölümlerinde açıklamaya çalışacağım.


Krizler için iki maddelik çözüm önerisi yeterlidir.



  • Yatırımı, üretimi dolayısıyla istihdamı arttırmak.
  • Halkın büyük bir bölümünü oluşturan tüketicinin alım gücünü kuvvetlendirmek.

Günümüzdeki ekonomik sistem kapitalizmin kurallarına göre işlemektedir.
Sermayenin rengi, sahibinin inancı ne olursa olsun tüm işverenlerdeki temel zihniyet sömürü esasına dayanır. Krizin başlangıç noktası da burasıdır.


Kapitalizm batı medeniyetinin ekonomik modeli olduğu için küresel kriz bu medeniyetinde iflasıdır. İnsanlığa huzur getirmeyeceğinin apaçık göstergesidir.


Üretilen malın satılamaması, depoların dolup stokların birikmesi ve işçi çıkarımı ücretsiz izin vs.


Sebep: Tüketici dediğimiz; memur, emekli, işçi, çiftçinin alım gücünün olmaması ya da çok sınırlı olması eldeki imkânların maaşının ya da gelirinin ancak zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için harcaması.


Diğer sebep; satılan malın parasının tahsil edilememesi. Kredi kartları, çek ve senetlerle yapılan alış-verişlerin paraya dönüşememesi. Mal satılmıştır ama üreticiye para olarak dönmemiştir.


Ekonomide taksitli alış verişler tüketimi arttırır, alışverişi kolaylaştırır, ama iş gelir tüketicide biter. Üretilen mal fabrikadan ana bayiye, ana bayi bölge bayisine, bölge bayisi toptancıya, toptancı market, mağaza vb. satıcılara onlar vasıtası ile tüketiciye ulaştırılır. Tüketici malı taksitle alıp geri ödemesini yapamayınca bu işlem silsile yoluyla yukarıya üreticiye kadar uzanır.


Cüzdan daralması dediğimiz hadise budur. Bazen buna vicdan daralması da eklenir, bu nasıl olur. Bazı art niyetli karakteri bozuk insanlar ödeme imkânına sahipken krizi bahane ederek ödeme yapmaz buda işin tuzu biberi olur sonra, sonrası malum ücretsiz izinler, işçi çıkarmalar, iflaslar, intiharlar, mama bekleyen bebeler, kira bekleyen ev sahipleri.


Sahi kapitalizmin ana ilkeleri ne idi.



  • İnsan insanın kurdudur.
  • Düşene bir tekmede sen vur.
  • Yaşamak için öldür.
  • Ezmek, sömürmek vs.

Sömüre sömüre insanları tamamen iskelet durumuna getirirseniz sonra neyi sömüreceksiniz. Bu silah bumerang gibi dönüp sömürenleri vuracaktır, vurmuşturda. Küresel kriz işte silahın dönüp sahiplerini vurmasıdır.


İnsanların (sömürenlerin) hatalarının farkına varmaları mümkün ama bundan vazgeçeceklerine pek ihtimal vermiyorum.


Bu kriz ya da krizlerin çözümü nedir?


Şunu belirteyim ki bunun çözümü alışılmışın dışında farklı ses ve görüşlere kulak vermektir.
Yani reçeteyi değiştirmektir.


Toplumları bir üçgene benzetirsek bunun %70 ya da %80’lik büyük bir bölümü sabit ya da dar gelirli dediğimiz tüketici kesimdir. Bunlar; işçi, çiftçi, emekli, memur ve serbest çalışanlardır.


Geriye kalan %20’lik kesim ise kaymak tabaka dediğimiz ithalatçı, ihracatçı kesimdir.


Kriz %80’lik bu kesimin alım gücünün olmaması, yani iç piyasanın büyük oranda daralması sirkülâsyonun durmasıdır.


Bu sirkülâsyonun sağlanıp iç piyasa açılırsa kriz biter.


Bunun için devlet ya da devletler, bankalara, işletmecilere verdiği paranın bir kısmını hatta daha fazlasını tüketiciye yansıtmasıdır.


Mali disiplin enflasyon vs. bunların sebep ve sonuçları doğru tespit edilmelidir.


Krizin çözümünün diğer bir yolu da yatırım ve üretimdir. İnsanların işi ve parası olursa korkmadan harcayabilirler. Buda iç piyasayı hareketlendirir.


Bankaların içini, holdinglerin kasasını, işverenlerin kesesini parayla doldursanız tüketicinin alım gücü olmadıktan sonra bu sizce çözüm olur mu?


Aslında bu kriz dünyanın en akıllı en bilgili olduğu sanılan insanlarının milyonlarca dolar maaş alarak yönettiği sistemin iflası olup sistemin değişmesi gerektiğinin de en açık ifadesidir. Deniz bitmiş kara görünmüştür.


Krizin merkezi olan Amerika’da Barack Obama’nın ABD başkanlığına seçilmesi beni de mutlu etmiştir.


Sn. Obama’nın başkanlığı ezilen, horlanan ve ikinci sınıf insan muamelesi görenler açısından bir şans olabilir.


Doğrusunu isterseniz ben bu konuda çok da ümitli değilim.Obama’nın gücü kapitalizm çarkını tersine döndürmeye  yetmez.


Bu şansın ne kadar doğru kullanılacağını zaman gösterecektir. Obama ve kuracağı kadrosunun krizi çözüp ezilen ve sömürülenlerin yüzünü güldürebilmesi sorunun doğru tespit edilebilmesine bağlıdır. Aksi halde yaşadığımız sürece bu filmi çok daha seyrederiz.


Bizim medeniyetimiz zekât ve fitreyi niçin emretmiş, sadaka ve yardımlaşmayı neden tavsiye etmiştir.


Bizim medeniyetimizde değil insanlar hayvanlar bile aç ve sefil bırakılmamıştır.


Bizim medeniyetimizde düşeni tekmelemek değil elinden tutup kaldırmak esastır.


İnsan insanın kurdu değil dostudur.


Yaşamak için öldürmek değil paylaşarak beraber yaşamak esastır.


Paylaşmak insanların benlikten ve cimrilikten kurtulup ben anlayışı yerine biz anlayışını hâkim kılar.


Yeryüzü hepimize yetecek kadar geniş Allah’ın nimetleri tüm canlıları kıyamete dek doyuracak kadar boldur. Yeter ki biz bunun farkında ve şuurunda olalım.


İşte o zaman krizler temelinden halledilir dünyada bu beladan kurtulmuş olur.


Krizlerin olmadığı bir dünyada yaşamak dileğiyle…