23.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1240

Bio-Politika

İletişimin artması ile dünyada oluşan olumlu ve olumsuz her türlü bilgiden, olaydan anında haberdar oluyoruz. Dolayısı ile ilgi duyduğumuz konuda hem bireysel olarak hem de bir STK (Sivil Toplum Kuruluşu)’na üye isek konu ile ilgili yakın ve uzak ülkelerde ki eşdeğer STK’larla veya bireylerle irtibat kurup ortak platformlar oluşturabiliyoruz. Bu platformlarda ilgilendiğimiz problemlerimizi daha güçlü olarak ifade edebiliyor ve yaptırım gücümüzü artırabiliyoruz.

Şimdilerde gündemde olan küresel ısınma ile birlikte, endüstri atıklarının çevreye etkileri bizlere çevre kirliliği, kaynakların azalması, bitki hayvan türlerindeki azalma ve yok olmalar, yoksulluk, açlık, hastalıklar, diğer çevre ve hayvanlarla ilgili durumlar, küresel problemler olarak karşımıza çıkıyor.

İletişim, ulaşım, teknolojideki baş döndürücü gelişmeler sonucunda; iş gücünün, teknolojinin , sermayenin ve diğer parametrelerin  hareketliliğini zorunlu kılmıştır.

Küreselleşme 21. Yüzyılda gelecekle ilgili fırsat ve tehditleri de beraberinde getirmektedir. Bilgi teknolojilerindeki ilerleme ile birlikte, bireyler bilgiye daha hızlı ulaşmakta ve kendini yetiştirme anlamında avantaj elde etmektedir.

Bireysel donanımın artması bireylerin daha sivil düşünmelerine katkıda bulunacaktır. Sivilleşen bireyler kendilerini veya düşüncelerini ifade eden STK kuracaklar veya var olanlara üye veya gönüllü olup faaliyetlerine devam edeceklerdir. Bu yaklaşım o ülkelerin sivilleşmesine, demokratikleşmesine, özgürleşmesine vesile olacaktır.

Küresel problemlerin çözümü için uluslararası organizasyonlar, devletlerin yetkili organları vardır. Bunlara rağmen bu problemlerin çözümlerinde hem yetersiz, hem de ağır kalmaktadırlar. Ülkelerde mevcut küresel sorunlara duyarlı azımsanmayacak sayıda bireyler ve bu bireylerin bir kısmının kurduğu irili ufaklı STK’lar ve onların gönüllüleri mevcuttur. Bu STK’ların sayısı ve etkinlikleri gün geçtikçe artmaktadır.

Bu organizasyonlar bulundukları ülkelerden küresel problemleri sürekli gündemde tutarak yasa koyuculara, topluma ve yöneticilere çözümler konusunda bilgi sunarken diğer ülkelerdeki ilgililerle de işbirliği halindedirler.

Çevresel tehditler hepimizin bildiği gibi uluslararası problemlerdir. Ülke insanları bu problemlere karşı ortak hareket edebilecekleri yapılar oluştururlar. Bu yapılar aynı tehditlerle karşı karşıya kalan diğer ülke insanlarının kurdukları yapılarla ortak bir amaç için güç birliği işbirliği yaparlar . Bu da ülke halklarının birbirleri ile iletişimini artırır. Aralarında eskilere dayanan husumetler varsa onların yerine dayanışma ve barış için zemin oluşturulur. Bu tip zeminlerin artması ülkeleri birbirine yaklaştırır.

Ülkeler dış politikalarında geleneksel yapılarından kurtulup, daha barışçıl politikalar izleyebilir. Ortak küresel problemlere karşı çözümlerde katkıda bulunacak politikalar üretebilir. Hem organize olmuş hem de çevre algısı oluşmuş ülkelerde zemin hazırdır. Bu tip politikalar ciddi olarak karşılık bulacaktır.

Bu politikalar hem çevre ülke halklarını birbirine kaynaştırırken, barışa da ciddi katkıda bulunur.  

Eğer

0

Eğer gerçekten demokratikleşme adına bir gelişme sağlamayı düşündüklerini iddia edenlerin düşündükleri demokrasiyi geliştirme düşüncesi olsa, sizde onlar gibi düşünmeyi düşünebilirsiniz.

Eğer birleşik cephenin asli ve tali unsurlarını tanımıyorsanız,12 Eylül öncesinden bu güne meydana gelen değişmeleri, gelişmeleri ve tekamül iddialarını  algılayamıyorsanız, demokrasi için çalışıyorlar zannına kapılma-nız mazur görülebilir.

Eğer gömlek değiştirdiklerini söyleyenlerin gömleklerini nasıl değiştirdik-lerini bilmiyorsanız, yeni giydikleri gömleğin çıkardıklarını iddia ettikleri gömlekten daha temiz olduğunu kabullenebilirsiniz ve hatta birkaç gömlek değiştirme işleminden sonra da demokrasi gömleğine layık olabileceklerini düşünebilirsiniz.

Eğer bunca açılım-saçılım ;hümanizmanın doruğunda, insanı her değerin merkezine koyan ve müstakil başka bir değer kabul etmeyen bir mantık kurgusundaki birileri tarafından yapılıyor olsa, makul durum olarak kabul edebilirsiniz.

Eğer Türk demokrasisini kuran ortak milli unsurlar ile devletin temel kurumlarını, önce  tesbih taneleri gibi sıralayıp, sonra da birer birer ıslah(!) etmeyi hedeflerine koyduklarını göremiyorsanız, gerçekten demokratik adımlar atıyorlar kanaatine sahip olabilirsiniz.

Eğer doğrudan doğruya hedef Türk Ordusu olmasa, Ordu içinde yapmaya çalıştıkları operasyonlarla  demokratik hayatın gelişmesine katkı yapmaya uğraştıklarını düşünebilirsiniz.Ve düşünebilirsiniz ki; Ordu  bizim ordumuz olduğundan her kurumda olduğu oranda “bozuk insan” da Ordumuzda bulunabilir.

Eğer eski çakma ülkücülerden, AKP’nin kalemşörü bir kanı bozuk Türk Ordusunu hedef alarak; “İrtica belgesi bir işaret fişeği oldu ve karanlık köşeler aydınlandı. Kendi halkına, ülkesine ve hatta kendi mensuplarına karşı komplolar, entrikalar çeviren bir fesat ocağı ile karşı karşıyayız. 1807’de Yeniçeri ordusunda bile kimsenin aklına gelmeyecek türden desiseler bunlar” diye yazmasaydı ve eğer ihanetin işaret fişeğini atarak karanlık düşüncelerini görmemizi sağlamasaydı, demokrasi şampiyonluğu için çalışma yapıyorlar diye düşünebilirdiniz.

Eğer Türk Ordusu üzerinden yürürlüğe konulan operasyonları, asttan üste hiyerarşik yapıyı da dikkate alarak, “sindirte sindirte”  uyguladıklarını kavramadıysanız,eğer ihanet zehrini  “islamın emri” diye masum bir  yeşil kapsül içinde  bu millete yutturduklarını göremiyorsanız, demokrasi reçetesinin gereğini yapıyorlar diye düşünebilirsiniz.

Eğer o kara sesin,  AKP’nin o paralı askeri, hainin; “Türk askerinin şerefini, ülkemizin güvenliğini, Türkiye’nin birliğini, halkın hukukunu, devletin bekasını koruyabilmek için bu “kurumsal yapı”ya son vermemiz ve yeni bir ordu kurmamız lâzım” diye yazdıktan sonra “Bizim Nizam-ı Cedit ordusuna ihtiyacımız var” ile bağladığı yazısını okuduktan sonra operasyonun boyutunu ve hedefini göremiyorsanız, hala demokrasi için çalışıyorlar diye düşünebilirsiniz.

Eğer hala “demokrasinin amaç olarak algılanmadığını” anlıyamıyorsanız; ağlamak lazım o zaman gülünecek halinize!..

Avrupa Türkiyesi ve Anadolu – Rumeli Ayrıştırması Tuzağı

Kavramlar, her hangi bir şeyin anlaşılması bakımından çok önem taşımaktadır.
Bu nedenle bir meseleyi konuşmadan önce o meseleye ait kavramları ortaya koymak zorunluluğu vardır.

Türk Dünyası; Cumhuriyet döneminde, aydınlarımız arasında ve eğitim müfredatımızda gereken önemi görmemiştir.

Türk Dünyasına böyle bir bakış olmayınca; Türklerin yaşadığı coğrafyayı ve vatan olarak addedeceğimiz bu toprakların sınırlarını ne aklımızda ne de yazılı kaynaklar da yeterince çizmeyi başaramadık. Bu başarısızlık günümüzde de bizi zorlayan önemli bir etkendir.

Bu açıdan bakınca konuşma konumuz ve ilgi alanımız olan Balkanlara, kimimizin Balkan kimimizin Rumeli, kimimizin de Trakya adını taktığını görüyor ve o topraklardan bizlerde kendimizi  Balkanlı, Rumelili veya Trakyalı olarak adlandırıyoruz.

Böl, parçala ve yönet anlayışı ile Türk Milletine saldıran zihniyet; maalesef vatanımız olan bu toprakları, Balkan, Rumeli ya da Trakya olarak adlandırıp kafamızı karıştırmayı ve sanki bu topraklarda birbirinden farklı insanlar yaşıyormuş gibi bir havayı, ne yazık ki; kavramları doğru olarak kullanamadığımızdan ve yerine oturtamadığımızdan dolayı yaratmayı başarmıştır.

Oysa atalarımız bu topraklara; Konya, Balıkesir, Aydın,  Amasya, Tokat, Trabzon başta olmak üzere Anadolu topraklarından ya da ön göçler sebebiyle binlerce yıl evvel ata vatanımız olan Orta Asya’dan göç ederek gitmiştir.

Batı Dünyası bizim Balkan, Rumeli veya Trakya olarak adlandırdığımız bu topraklardan varlığımızı silmek adına  bu coğrafyaya “Güneydoğu Avrupa” adını vererek son noktayı koymuştur.

Bizler de maalesef bilerek veya bilmeyerek Batı’nın dayattığı bu “Güneydoğu Avrupa” adını günümüzde bir çok yerde sıklıkla kullanmaktayız.

Oysa bu topraklar “Türkiye” olarak adlandırılan coğrafyanın Avrupa kıtasında kalan kısmını oluşturmaktadır .Bu tarihi bir gerçektir .

Bu konuda en doğru tanımlamayı tarihçi Yılmaz Öztuna yaparak Balkan, Rumeli veya Trakya olarak adlandırdığımız bu coğrafyayı “Avrupa Türkiyesi” olarak adlandırmıştır.

Gerçekten Balkan, Rumeli ya da Trakya olarak adlandırdığımız bu coğrafyanın adı “Avrupa Türkiye’si”dir. Çünkü bu topraklar Osmanlı Türklerinin ayak basmasından binlerce yıl önce kuzeyden yapılan ön göçler sayesinde Türkler tarafından vatanlaştırılmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk’te “Türk Milleti, Asya’nın batısında ve Avrupa’nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayrılmış, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar Onun adına Türkeli, Türk vatanı derler” diye tarif ettiği işte Avrupası ve Anadolusu ile bu Büyük Türkiye’dir.

Bu sebeple Türkiye’nin Avrupa topraklarında kalan kısmının çeşitli devletlerle işgal edildiğini ve Avrupa Türkiye’sinden Türk Milletinin zulüm ve soykırımla göç etmek zorunda bırakıldığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

Şunu bilmeliyiz ve yaşayan insanlarımıza anlatmalıyız ki; Türkiye’nin Avrupası ve Anadolusu tektir ve bu coğrafya üzerinde yaşayan milletin adı da Türk Milletidir.

Türk Milleti; Avrupası ve Anadolusu ile aynı sefayı süren, aynı cefayı çeken, tarih ve kültürü bir, ortak inanç değerlerine sahip, düşmanlarınca bir ve beraber görülen, insan sever, vatansever, iyi niyetli ve yüksek ahlaklı, namuslu, şerefli, onurlu, gururlu insan topluluğumuzu ifade eder.

Avrupa Türkiye’sinde olduğu gibi bu havayı soluyan kişi, kendini hangi etnik aidiyete mensup hissederse hissetsin Büyük Türk Milleti ailesinin aziz ve vazgeçilmez bir ferdidir.

Tarihçi Yılmaz Öztuna “Avrupa Türkiye’sinin Kaybı” adlı eserinde, Avrupa Türkiye’sinin kaybını anlatırken, günümüz Türkiye’sinin yaşadığı sorunların geçmişte büyük benzerliklerle Avrupa Türkiye’sinde de yaşandığını ve sonucun Avrupa Türkiye’sinin kaybı ile neticelendiğini belirtmektedir.

Öztuna’nın “Avrupa Türkiye’sinde Türk ve Türkiye düşmanlarının ağlarını nasıl uzun vadede fakat planla, sabırla ve kararlılıkla ördüğüne,  Osmanlı – Türk Devletinin kendisini bu ağlardan niçin ve nasıl kurtaramadığının mutlaka elde kalan Türkiye Türkleri tarafından iyi anlaşılmalıdır” uyarısına çok dikkat edilmelidir.

Avrupa Türkiye’sini ve kaybını ortaya koyduktan sonra vurgulamak istediğimiz diğer önemli bir nokta ise; Türk Milleti arasında suni olarak yaratılmaya çalışılan Anadolu – Rumeli ayrıştırması ve bunun bir tuzak olarak Türk Milletine karşı kullanılmasıdır.

Burada  kullanılan en önemli argüman Türkiye’nin yaşadığı sorunların ve bazı kesimlerce milli – manevi yapımıza uygun olmadığı düşünülen yenilik hareketlerinin, altında, Rumeli – Balkan topraklarından yani Avrupa Türkiye’sinden göç edenlerin bulunduğu düşüncesidir.

Avrupa Türkiye’sinin kaybı ile milyonlarca Türk ve kendini Türk hisseden  insanımız  Anadolumuzun dört bir yanına göç etmiş ve bu göçlere maruz kalan insanlarımız Anadolu insanı tarafından büyük bir muhabbetle kucaklanmıştır.          Günümüzde bir ve bütün olarak her türlü saldırıya karşı koyabiliyorsak millet olarak yaptığımız bu kucaklaşma sayesindedir.

Bu gün milyonlarca insan, Anadolu’nun dört bir köşesinde atalarının kaybedilen Türk topraklarından Anadoluya göç ettiğini bilerek yaşamaktadır.

Halkın arasında 93 Harbi olarak adlandırılan Osmanlı – Rus Savaşı ile 1912 – 1913 Balkan Savaşları neticesinde, evlerinden ve yurtlarından olarak Anadolu’ya sığınmak zorunda kalan insanlarımız; elde kalan son topraklarımızın yani Anadolu Türkiyesi de elden çıkmasın diye Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde verilen Kurtuluş Mücadelesine canı yürekten katılmış ve nihayetinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletine büyük bir iştiyakla sahip çıkmıştır.

Avrupa Türkiye’sinden, Anadolu Türkiye’sine sadece canlarını kurtararak sığınabilenler, bağımsız ve güçlü bir milli devletin kurulmasını, belki yaşadıkları tecrübelerden dolayı herkesten fazla istemiş olabilirler.

Ancak bunun Balkan – Rumeli Türklerine herhangi bir ayrıcalık sağlar tarafı yoktur ve olmamıştır da.

Bu durum yani Cumhuriyete ve Atatürk’ün ortaya koyduğu değerlere sımsıkı sarılmak; bazı mihraklar tarafından Anadolu – Rumeli ayrışması yapılmak sureti ile zaman zaman Türk Milletinin önüne yeni bir tuzak olarak getirilmek istenmektedir.

Ancak bu düşüncede olanlar veya kasden bu fikri seslendirenler milyonlarca Rumeli – Balkan Türk’ünü Selanik Dönmeleri yani Sabetayistlerle karıştırmakta, Masonlarla olan hesaplarını da Rumeli – Balkan Türkleri üzerinden görmeye çalışmaktadırlar.

Bu tartışmanın yaratacağı sonuçlardan kendi lehlerine bir pay çıkarmaya kalkanlar da, tartışmaları değişik araçlarla körüklemektedir.         

Bunu yapanların Türk Milletine karşı bir kasdı vardır. Çünkü Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu topyekün Türk Milleti tarafından gerçekleştirilmiştir.

Öyleyse Rumeli – Balkan Türkü – Anadolu Türkü diye bir ayırım yoktur ve böyle bir ayırımda kimse tarafından yapılamaz. Varolan tek gerçek Türk Milleti ve onun başardıklarıdır.

Tekrar ediyorum ve bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum, Anadolu – Rumeli ayrıştırmasını bilinçli olarak yapanların esas amacı; Rumeli – Balkan Türklerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki rolünü sulandırmak için araya Selanik Dönmelerini yani Sabetayistleri ve Mason Localarını katmak istemeleridir.

Böylelikle bir taşla birbirinden çok farklı iki hedef vurulmuş olmakta ve akıllar karıştırılmaktadır.

Selanik Dönmeleri yani Sabetayistler ve Mason Locaları o dönemin ve hatta günümüzün dikkate alınması gereken önemli unsurları olabilir.

Ancak bunlarla Rumeli – Balkan Türkleri asla bir tutulmamalı ve Avrupa Türkiye’sinden Anadoluya göç etmek zorunda kalan Rumeli – Balkan Türklerinin Cumhuriyet döneminde milletleşme sürecine, kültür ve edebiyata, akademik hayata, sanata, siyasete ve ekonomiye yaptığı katkılar unutulmamalıdır.

Türk Milletini böylesine bir Anadolu – Rumeli ayrıştırması ile birbirine karşı ötekileştirmek ve ayrıştırmak bu kadar ucuz ve kolay olmamalı; yaşamakta olduğumuz olaylar gözönüne alındığında buna gerçek Türk Aydınları asla fırsat ve izin vermemelidir.

KAYNAKÇA :

ACAROĞLU M. Türker                  Bulgaristan Türkleri Üzerine Araştırmalar I-II

                                               İstanbul, IQ Yayınları, 2007

AGHATABAY Z. Cahide                Mübadelenin Mazlum Misafirleri

                                               İstanbul, Bengi Yayınları, 2007

AKÇINAR Ezgi Nihan                   Göçmen

                                              Denizli, Bilal Ofset, 2005

AYAŞLI Münevver                      Rumeli ve Muhteşem İstanbul

                                              İstanbul, Timaş Yayınları, 2003

CEYHAN Nesime                        Balkan Savaşı Hikayeleri

                                              İstanbul, Selis Kitapları, 2007

DUMAN H.Harun                        Balkanlara Veda

                                              İstanbul, Duyap Yayıncılık, 2005

HABLEMİTOĞLU Necip                Yüzbinlerin Sürgünü, Kırım’da Türk Soykırımı

                                              İstanbul, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2004

HALAÇOĞLU Ahmet                   Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri

                                              Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995

HANÇERLİ M. Yüksel                  Girit Mübadillerinin son durağı: Çukurova

                                              Adana, Hançerli Fotoğrafçılık Yayınları, 2007

KOBAKİZADE İsmail Hakkı         Bir Mübadilin Hatıraları

                                             İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2008

KILIÇ Osman                           Kader Kurbanı

                                             Ankara, Bisav, 2007

Mc CARTHY Justin                    Ölüm ve Sürgün

                                             İstanbul, İnkilap Yayınları, 1998

ÖZSOY İskender                      Mübadelenin Öksüz Çocukları

                                             İstanbul, Bağlam Yayınları, 2007

ÖZTUNA Yılmaz                       Avrupa Türkiyesini Kaybımız

                                             İstanbul, Babıali Kültür Yayıncılığı, 2006

PARLAR Suat                           Bayraksız İstila

                                             İstanbul, Bağdat Yayınları, 2007

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Adem”ler “Hanzo”laşmasın

0

Bir dağ adamıdır Adem. Güçlü kuvvetlidir, taşı sıksa suyunu çıkaracak cinstendir. Rüzgarla dost, güneşle kardeş olmuştur. Ormandaki canlılar onun hayatını doldurur. Ağaçların, çiçeklerin açma ve solma mevsimlerini bilir. Tabiat anayla barışıktır o.

Ormancıyla tanışır bir gün. Anlaşırlar az gelişmiş lisanıyla. Ormancı, ona “Hanzo” diye hitap eder, şehrin cazibesinden, medeniyetin nimetlerinden bahseder. İsterse, kendisinin de ormancılık yaparak maaşlı devlet memuru olabileceğini söyler. Ne de olsa garantili iştir bu. Adem, davetini kıramaz, evine konuk olur ormancının.

Şehrin gece yanan ışıkları gözlerini kamaştırır Adem’in. Medeniyet denen şey bu olsa gerek, der. Yollar geniş, trafik hareketli, insanlar yoğundur şehirde. Kimse kimseyi takmaz, herkes koşturmaca içindedir. Diğer insanlar da ormancının dediği gibi, Hanzo der ona. Aslanlardan, kurtlardan, yağmurdan, fırtınadan korkmayan Hanzo, şehirden ürkmüştür. Yolda nasıl yürünür, karşıya nasıl geçilir, hangi ışıkta ne yapılır, bilmez bunu. İnsanlar da farklıdır. Ne davranışları, ne kıyafetleri uygundur Hanzo’nun tarzına. Ormancı onu bir gün belediye otobüsüne bindirmek ister; ancak eli sıkışır otobüsün kapısına. Başka gün trene bindirmek ister, düşmekten zor kurtulur trenden. Şehirde herkes, her şey üzerine üzerine gelmektedir sanki. Önce ruhu sonra bedeni ıstırap çekmeye başlar. Bakar ki olacak gibi değildir. “Bu eller bana yaramaz, garantili devlet maaşı da istemem.” deyip ormancıyla vedalaşır, dağ evine geri döner.

Siz, olsaydınız nasıl bir yol çizerdiniz? Şehrin cazibesine kapılıp Hanzo olmayı mı, dağa dönüp Adem kalmayı mı tercih ederdiniz? Her sistem bir kurallar bütünüdür. Kuralların kendi içinde bir mantığı vardır. Toplu yaşamak zorunda olan insan, uyacağı sistemin kurallarına uymak zorundadır. Adem’i Hanzo yapan, sisteme uyumsuz olması değil midir?

Taş yerinde ağırdır; her canlı kendi sistemi içinde değer ifade eder. Minareli köye aptessiz girilmez, kişi dahil olacağı toplumun kurallarına uymak zorundadır. Biz, insanoğlu olarak donanımsal bir sistemle dünyaya geliyoruz. Dünyada bizi kuşatan zaman ve mekanla karşılaşıyoruz. Bu bütünlüğe, isterseniz, evren diyelim. Ezel ve ebetle sınırlı olan evrenin yasaları ile bizim yaratılıştan getirdiğimiz yasalar uyumlu olmak zorundadır. Nasıl bir uyumluluk içinde olmamız gerektiğini hem insanı hem evreni yaratan, kitabıyla, bize bildirmiş. Üçü arasındaki uyumsuzluk, insanoğlunda huzursuzluğa sebep olmaktadır.

Acayip bir dünya düzeni içinde yaşıyoruz. Bu düzende insanın fıtratını bozan bütün değerler yüceltiliyor. Oluşturulan suni değerler anaforu insanı bunalıma sürüklüyor, yaşamaktan usandırıyor. Para, makam, şöhret tutkusu bazen bizi kendimizden uzaklaştırıyor. Bu tutkular, mevcut sistemde başarı olarak lanse ediliyor, bu da insanın esaret zinciri oluyor. Sonu olmayan tutkular, insanları çok zaman birbirine düşman ediyor, yalnızlaştırıyor. Bir şarkıda nakarat olarak kullanılan “Haydi gel, köyümüze geri dönelim.” cümlesi mevcut sistemden kaçışın samimi ifadesi.

Her insan, dünyaya “adem” olarak gelir. Kendisine “adem” olarak kalmak veya “hanzo” olmak iradesi de verilmiştir. Fıtratımıza ve kitabımıza uygun yaşarsak “adem” gelir, “Adem” gidebiliriz bu dünyadan. İkinci tercih “Hanzo”laşmak. Zaman, su misali hızla akıyor. Tercihimizi yapmakta, öykücükteki “Hanzo” kadar şanslı olmayabiliriz.

Yoksa hepimiz birer “Hanzo” olduk da bunun farkında mı değiliz? Ben “Adem” kalmak istiyorum.

İnsanlar ve Sırtlaanlar -1

Kahrolası bir dünya
Kor olası bir yazı
Üç bölüm halinde ele alacağımız bu yazı insan denilen canlıların iç dünyasına ışık tutacak
Birazda kafa konforunuzu bozacaktır.
Sizce insanları mı daha vicdanlıdır yoksa sırtlanlar mı?
Ben inanıyorum ve iddia ediyorum ki insanlarda sırtlanlar kadar vicdan sahibi olsalar bu dünyada hiçbir insan açlık sınırında ve de sefalet içinde yaşamak zorunda kalmazdı.
Bu iddiamı yazının ilerleyen bölümlerinde ispat edeceğim. BİİZNİLLAH
Şimdi size iki ayetin mealini veriyorum:

Muhakkak ki biz insanı en güzel biçimde yarattık,
Sonra onu aşağıların aşağısına attık. Tin süresi A 4-5

Şimdi size bir soru
Allah (cc ) en güzel şekilde yarattığı insanı neden aşağıların aşağısına yani cehennemin dibine atar ki?
Ya da cehennemin dibine atacağı insanı neden en güzel biçimde yarattı ki?
Cevabını yazının devamında bulacaksınız.
Necip Fazıl merhum bir mısrasında der ki;

Şu geçeni durdursam çekipte eteğinden
Soruversem haberin var mı öleceğinden

İnsanlar zaman zaman eş dost akraba ve sevdiklerini kaybederler ama ölümün hep başkaları için olduğunu düşünürler.
Hiç kendilerine yakın getirmezler.
Bu kalabalığın bir gün kendileri için toplanacağını hesaba katmazlar
Cenaze töreninde bile ölümü hatırlamayan,
Defin esnasında Kur’an okunurken dünyevi meseleler konuşan insanların gerçekten öleceklerinden haberleri var mıdır?
İnsanlar vicdanlarında ölümü öldürdüler artık onu hatırlamaz hale geldiler
Hatırlamış olsalardı helâlı haramı bu kadar birbirine karıştırırlar mıydı?
Hakkı batılı bu kadar iç içe sokarlar mıydı?
Doğmamış tüyü bitmemiş yetimin hakkı bu kadar fütursuzca yenilebilir miydi?

Yesin de çıkaramasınlar
Milli Şairimiz Mehmet Akif Merhum
bir mısrasında şöyle der

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Bir insan dişsizimi onu önce kardeşleri yerdi.

Kendi cinsinden olan bir canlıyı ezen sömüren onların ahi kanı ve gözyaşı üzerine saltanat kuran bir yırtıcı hayvan çeşidi biliyor musunuz siz?
Hangi sırtlan sırtlanı hangi aslan aslanı parçalar ya da sömürür?
Hakkına hukukuna tecavüz eder
Hayvanlar bile kendi âlemlerinde kendileri için av olarak yaratılanları parçalar,
Diğerlerine dokunmazlar.
Peygamberimiz (sav ) bir hadisinde buyuruyor ki;
İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa onunla yetinmeyip, bir vadi dolusu altın daha ister, oda gözünü doyurmaz…
Onun gözünü ancak bir avuç toprak doyurur.
Şimdi bakalım:

Bir aslan ya da sırtlan bir geyiği ya da ceylanı avladı mı karnını doyurur geri kalanı orada bırakır.
Sırtına vurup ta yuvasına götürmez.
Geriye kalandan kurdu, kuşu, çakalı tilkisi, akbabası, leş kargasına varıncaya kadar birçok canlı nasiplenir.
Aslan onların haklarına kral olmasına rağmen saygı duyar tenezzül etmez.
Aslana yakışanda budur
Bu davranış ormanların aslanına ait,
Bir de kentlerin aslanına bir göz atalım.
İnsan ise hakkı ile yetinmeyip diğer insanların haklarını da gasp eder.
Bakınız şimdi
Kentlerin aslanları işçiyi asgari ücretle alırlar.
10-12 – saat çalıştırır mesai bile vermezler,
Çalıştığım işyerinden tüm haklarımı aldım hiçbir alacağım yoktur diye kâğıt imzalatırlar, birçok işveren işçi ücretini zamanında ve tam olarak bile ödemez.
Kriz bahanesiyle çalışma saatlerini artırır maaşları düşürürler,
On sene önce ihracat 10 milyar dolar civarlarında iken şimdi 100 milyar dolar civarlarında,
Buna göre çalışan sayısının 10 KAT ARTMASI GEREKMEZ Mİ?
İşsiz sayısı ya da yüzdesi 10 sene öncesine göre daha da azalması gerekmez mi?
İşverenimiz 10 sene öncesine göre 10 kat daha zengin.
Çalışan kesim 10 sene öncesine göre daha yoksul.
Büyük bir sabırla karnının doyup yüzünün güleceği günü bekliyor.
Ebetteki istisnalar vardır onları tenzih ediyorum.

Bunlarda kentlerin aslanları,
Hemcinslerinin haklarına saygı duymak şöyle dursun onların iliklerini emerek semizliyorlar.
Sahi sizce sırtlanlar mı daha vicdanlı merhametli medeni yoksa insanlar mı
?

Hangi durum daha insancıl?
Kuşlar bile sabahleyin yuvalarından aç karnına uçarlar kendilerinin ve yavrularının rızıklarıyla geri dönerler.
Kanaat sahibidirler aç gözlülük etmezler.
Diğer canlıların haklarına saygı duyar gasp etmezler.
Ama insanoğlu öylemi?

“Devamı var”

33. Şura’nın Ardından

Yerli, milli, Türkiye’yi Türkiye yapan değerlere bağlı olan Aydınlar Ocaklarının her yıl iki kere düzenlediği büyük şuraların 33.sü Elazığ’da Harput Aydınlar Ocağımızın ev sahipliğinde yapıldı. Şura’nın Cumhuriyetimizin 86. Yıldönümüne rastlaması da ayrı bir anlam taşıyordu. Çeşitli ocaklardan 180 civarında delegenin katıldığı, üç gün süren ve 28 Ocağımızın yer aldığı toplantı, Akgün Oteli’nde gerçekleştirildi. Son yılların en mükemmel ve verimli, hanım katılımının yüksek olduğu toplantılardan biri olan bu Şura’yı düzenleyen Harput Ocağımızın Başkanı Doç. Dr. Sayın Tarık Özcan‘a, yönetim kurulu üyelerine ve emeği geçen herkese teşekkürü borç biliriz. Ayrıca, kültürel faaliyetlere ve sivil toplum kuruluşlarının gayretlerine yakın ilgi göstermesi ile tanınan Elazığ Valisi Sayın Muammer Erol‘a, Belediye Başkanı Sayın Süleyman Selmanoğlu‘na, Fırat Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Fevzi Bingöl‘e ve Şoförler Cemiyeti Başkanlığı başta olmak üzere, çeşitli dernek ve vakıflara da şükran duygularımızı ifade ederiz.

Şura’da rahmetli hocamız Ahmet Kabaklı ve geçenlerde kaybettiğimiz değerli büyüğümüz Ergun Göze de saygı ve rahmetle anıldılar. Dünya ve ülke sorunları ile ilgili son derece kaliteli 19 tebliğin sunulduğu Şura’da; ilk gün, açılıştan sonra “Doğu Anadolu’da Emperyalizmin Tuzakları” konulu açık oturum yapıldı. Fırat Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Orhan Kılıç‘ın başkanlığını yaptığı açık oturuma, Prof. Dr. Ahmet Buran, Prof. Dr. Erdal Açıkses, Yrd. Doç. Dr. Davut Kılıç katıldılar. Harput  Musıki Grubunun müzik ziyafeti çektiği, Keban ve Harput’un ziyaret edildiği Şura’da, ilgi çekici tebliğler vardı.

Kredi kartı kullanımının doğurduğu sorunlardan, büyük alışveriş merkezlerinin esnaf ve sanatkârı, orta sınıfı çökerten, rekabeti yok eden yanlışlara; Türk tarımının ve genetiği bozulmuş gıdalardan, Trakya’da kredi borcu olan çiftçilerin topraklarının ellerinden çıkıp Yunan bankalarına geçişine; Kuzey Irak yönetimini tanımanın ve Erbil’de konsolosluk açmanın yanlışlığına; açılım adı altında önümüze sürülen tuzakların ülkemiz için ne ifade ettiğine kadar çeşitli konular ele alındı. Tesbit ve teklifler yapıldı.

Etnik şuurun ve taassubun milletleşmenin önüne geçirilmesinin asıl bölücülük olduğu ifade edildi. Bize yabancı olan etnik merkezli yaklaşımların insanlarımızı birbirine ötekileştirdiği belirtildi. Küresel gücün çokkültürlülük dayatmalarının arka plânı ortaya konuldu. Terör örgütü ile doğrudan veya dolaylı müzakerenin terörle mücadeleyi baltalayabileceği ifade edildi. Hukuk devletinin korunması ve hukukun siyasallaştırılmaması üzerinde duruldu. Bölge ülkeleri ile ve Türk Dünyası’ndaki ülkelerle kültürel, siyasi ve ekonomik ilişkilerin arttırılmasının pazarlık gücümüzü geliştireceği tesbiti yapıldı. Kardeş Azerbaycan’la “tek millet, iki devlet” prensibini tahrip edecek Karabağ’daki Rus-Ermeni işgali ve ülkemizin toprak bütünlüğünü hedef alan ifadeler ortadan kaldırılmadan kapı açmanın yanlış olacağı belirtildi. Kıbrıs’ta da tek taraflı, milli çıkarlarımızla tamamen ters, sözde açılımlardan uzak durulması gerektiği üzerinde duruldu. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının ve Türkiyeliliğin birer kültürel kimlik olmadığı ısrarla belirtildi. Sanayi kuruluşlarının yabancıların eline geçmesi, iş yerlerinin kapanması, artan işsizlik, büyüme hedeflerinin eksiye dönüşmesi, Anayasanın sürekli çiğnenmesi gibi konular değerlendirildi. Vatikan patentli diyalog oyunlarının inanç dünyamız, birlik ve bütünlüğümüz üzerinde doğurduğu sorunlar ele alındı. IMF-Dünya Bankası ilişkileri üzerinde duruldu. Eğitimde millilik tartışıldı. Eğitim ve öğretim dilinin Türkçe olmasının egemenlik haklarımızın bir gereği olduğu belirtilerek bundan taviz verilmemesi istendi. Eğitimde amacın sadece bilgili ve meslek sahibi insan yetiştirmek değil; bu bilgiyi ülkesi için kullanabilecek şuura sahip kılabilmek olduğu ısrarla vurgulandı. Yüksek Öğretimde eğitim sistem ve müfredatının bize uymayacak şekilde evrensel kalıplara dönük tektipleştirilmenin, Devletin sosyal sorumluluklarından uzaklaşarak vatandaşına müşteri gözüyle bakmasının yanlışlığı belirtildi.

Bir önemli tebliğde de; ülkemizdeki sosyal değişme ve karmaşa ortamında, bazı muhafazakârların liberalleşerek devşirilmiş eski sol ve olmadık çevrelerle işbirliğine gittikleri ve yanlış değerlendirmelerle küresel güçlere hizmet ettikleri ortaya kondu. Aslında, sağın milliyetçi kesimiyle milliyetsiz kesimini keskin çizgilerle birbirinden ayıran bu değişim süreci çok yönlü ele alınmalıdır. Bu süreç anlaşılmadan birçok şeyi günümüzde çözmek ve yerli yerine oturtmak mümkün değildir.

Müjde! Nur topu Gibi Bir Kürdistan’ımız Oldu

Stratejik Derinliğine kurban olduğumuz Dışişleri Bakanımız Davutoğlu, Barzan Aşireti‘nin özerk yönetimini ve Kürdistan Güneşli (!) sarı-kırmızı-yeşil bayrağını tanımış oldu. Ama hâlâ kralını tanımam diyor.

Bu post reformist arkadaşların çözemediğim tek yanı var: Acaba ‘Tabu Yıkmak‘ eylemselliğini Özal‘dan da öte şeytan taşlamak misilli dinî bir ritüele döndürdülerde mi ki bu kadar haz alıyorlar? Yoksa neo-con‘ların Tanrı’yı kıyamete zorlaması gibi Ortadoğu‘yu kıyamat-i vusta‘ya mı hazırlıyorlar?

Korkuların üzerine gitmek ‘or’ câhil cesareti? İşte bütün mesele bu!

Türk‘ü, Arap‘ı, Şiî‘si, Sünnî‘si, Kürt‘ü, Acem‘i; bölge halklarına ortak bir temsil vermek için tarihî bir belgesele imza atmak mı yoksa senaryosu İsrail, rejisi Amerikan, klişe bir Eastern filminde figüranlık mı ehven? İşte kapalı gişe bu!

Çözümsüzlük Çözüm Değildir A.Ş.’nin ak kalemlerine 3 – 5 konuda yardımcı olmayı vatandaşlık görevi saymışım netekim. Telif hakları korsancılarda kalmak kaydıyla keşişlemeden sıralıyorum efendim:

1-) Kin Kapısı açılabilir, Bartho‘dan özür dilenebilir, kapıdan ilk adım atma şerefi Kezban Hatemi‘ye verilebilir. Haliç‘te Haç aramalı dalma ayinleri Olimpiyatlar‘a önerilebilir. İyi de turist gelir. Çözümsüzlük çözüm değildir!

2-) Hatay Açılımı yapılabilir, Antakya‘da oynanacak bir Suriye – Türkiye maçının başlama vuruşunu Hülya Avşar yapabilir. Samandağı‘nın adı Cebel-i Saman olarak değiştirilebilir. Jest olsun, torba dolsun; gerisi gelir. Çözümsüzlük çözüm değildir!

3-) Sivas‘a, Maraş‘a, Van‘a, Erzurum‘a Özür Anıtları dikilebilir. Diaspora Ermenilerine vize ve vergi muafiyeti, seç-beğen-al modelli yüksek yatırım kredileri verilebilir. Açılış konserini Cherr verir. Ülkemizin reklâmı denir. Çözümsüzlük çözüm değildir!

4-) Afyon Kocatepe, İnönü, Sakarya ve Dumlupınar adları değiştirilebilir. Acun‘a yeni isim bulması için ödüllü yarışma teklif edilebilir. İlk yarışmaya yeşillik olsun diye milletvekilleri getirilebilir. Jüride Yunanistan, Ermenistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi de temsil edilir. Herkes sevinir. Çözümsüzlük çözüm değildir.

5-) Malazgirt -1071 adlı bir vakıf kurulabilir. Vakıf eş başkanlıklarını Jirinonski ile Orhan Pamuk yürütebilir. “Anadolu’ya gelmemiz hataydı, Ortaasya’ya geri dönmeliyiz” temalı açık oturumlar ve diziler çekilebilir. Elveda Anadolu, Tek Turan ve Angutlar Vadisi gibi isimler önerilir. Ratingi iyidir. Çözümsüzlük çözüm değildir!

Bir dakika! Kaset sardı galiba.. Hey, makinist!

İktidar-Hırs-Açılımı

0

Adam İmralı’dan kriz yönetiyor. Krize yön veriyor, derinleştiriyor,tehdit ediyor. Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanını, Dışişleri Bakanını, AKP’yi itham ediyor. Kendi yol haritasını uyguladıklarını iddia ediyor.Teröristbaşı: “AKP benim yol haritamdan, ellerinde olduğu için yararlanıyor. Deniz Baykal ‘AKP,İmralı’nın yol haritasını uyguluyor’ diyor. Baykal’ın bu tespiti doğrudur. Ancak AKP, benim yol haritamı uygulayamaz. Fakat yol haritamdan yararlanıyorlar. Davutoğlu dışarıda, Erdoğan içeride bundan yararlanıyorlar” diyor. Peki teröristbaşının bu itham ve iddialarını ciddiye alacak mıyız?

Yaşanan bunca hadiseden sonra ortaya konanlara bakılırsa bu itham ve iddiaların doğru olma ihtimalinin yanlış olma ihtimalinden çok daha kuvvetli olduğu anlaşılır.

Teröristbaşının hayatı boyunca kurgulayıp başaramadıklarının  bu gün adım adım uygulamaya konduğunu görmek içimizi kanatmaktadır. Sade bir vatandaş olarak DTP’nin son hamlelerinin anlamını düşününce de üzüntümüz daha da artıyor. İlk defa tavizkar bir tavır sergileyen PKK ve DTP cephesi teslim olmanın akılcı bir yol olduğunu  anlamış gibi görünüyorlar. Bu durum aynen PKK liderinin derdest edilip teslim edilişi gibi bir oluş gösteriyor.

Birileri artık teslim olmanın zamanı gelmiştir, gidin teslim olun diye talimat vermiştir. Teslim olurken de endişeye mahal bir hal olmadığını, kral gibi karşılanacaklarını ve yasalar dahi çiğnenerek azami müsamaha ortamı oluşturulacağını söylemişler. Ve hatta cezadan dahi muaf şartlar oluşturacaklarını vaat etmiş olacaklar ki, aynen de öyle olmuştur…

Ancak durumdan siyaseten azami fayda sağlamayı düşünen iktidar ölçünün kaçırıldığı noktada yalpalamıştır. Sınırda yaşanan kalkışma hadisesi sonrası müthiş tepki iktidarın hedefini tutturmasını engellemiştir. Ve vatandaş iktidarın kurgusuna uymayan gerçekleri tespit tutarlılığı ile AKP’den çok daha ileri görüşlü olduğunu ortaya koymuştur. AKP hayal kırıklığı yaşamaktadır. Artık hiçbir manevra AKP’nin yıldızının düşüşünü engelleyemeyecektir.

Bunca çalışmadan sonra halkın tam anlamıyla iktidarın bakış tarzına şartlanmış olması gerekirken, son tepkilerle Türk milletinin hala milli reflekslerini kaybetmediğini ortaya koyması iktidarı kötü duruma düşürmüştür.

Son durum AKP’nin kan kaybına neden olmuştur. Bu kan kaybı bundan sonraki süreçte daha hızlı bir şekilde devam edecektir.

Kan kaybı devam ederken de AKP yeniden toparlanmak için, birilerinin canını yakmak pahasına yeni birtakım organizasyonlar yapacaktır. AKP’nin bizzat parti içi çalışmaları yanında, menfaatlerine halel gelecek dini cemaat görüntülü menfaat odakları, tarikat adıyla ticari faaliyetlerini sürdüren ticaret şirketleri, çok daha çirkin iftiralar ortaya koyacaklar. Sahte delil oluşturarak  suçlu yaratmaya çalışacaklar.
Ellerindeki bütün malzemeleri kullanacaklardır.

Son kalkışmanın hızla iktidarın irtifa kaybına neden olduğu anlaşıldığı  sırada da bir ıslak imza hikayesi gündeme oturtuldu. PKK’ya karşı savaşan Türk Ordusu hedefte… Cunta diyor iktidar yanlısı basın…

Deniz Piyade Kurmay Albay Dursun Çiçek’in hazırladığı öne sürülen ve kamuoyunda “AK Parti ile Gülen’i bitirme planı” diye bilinen belgenin uydurma olma ihtimali daha kuvvetli. Şayet böyle bir belge gerçekten var olsaydı, beş-altı ay bekletilmezdi. Bugünkü şartlar altında iktidar ve yan kuruluşları bir ıslak imza uydurarak son yaşanan olayları örtecek gündem maddesi yaratmakla müthiş bir ilke imza atmış olabilirler.

İktidar hırsının nelere kadir olduğunu AKP iktidarıyla öğrenmiş bulunuyoruz.

Allah bu memleketi hırsların iktidarlarından ve iktidarın hırslarından-hırsızlarından-arsızlarından  korusun!

Benim Dünyam

İstemiyorum!
Kalabalıkta yanlızlığı
Seviyorum!
Dostlarımla zamanları paylaşmayı
 
İstemiyorum!
Zoraki gülümsemeyi
Seviyorum!
Gerçek sevgiyle mutluluğu yakalamayı
 
Yaşamıyorum!
Herkesin keyfine göre
Arzuluyorum!
Özgürce coşarak yaşamayı
 
Umuyorum!
Şiirimdeki gibi olmayı
Biliyorum!
Hakettiğim gibi olacağımı

Terör Meselesine Çözüm İçin Elazığ Örneği

Aydınlar Ocakları’nın 33. Şura’sı Elazığ’da yapıldı. Ben de bu vesileyle hafta sonunu Elazığ’da geçirdim. Türkiye’nin dört bir yanından gelen Aydınlar Ocaklılar, senede iki defa ülkenin farklı bir şehrinde bir araya geliyor, Türkiye’nin meselelerini tartışıyor.

Elazığ’da Harput Aydınlar Ocağı’nın ev sahipliğinde yapılan Şura’da ekonomik kriz, işsizlik, Anadolu’nun küçük ve orta boy illerinden büyükşehirlere nitelikli insan göçü, büyük alışveriş merkezlerinin küçük esnafı çökertmesi gibi birçok konu anlatıldı, tartışıldı. Fakat bütün bu büyük meseleler, hükümetin yapmaya çalıştığı “Kürt ve Ermeni Açılımı” projelerinin yarattığı ağır endişelerin gölgesinde kaldı.

Bütün konuşulanlardan sonra en çok aklımda kalan Elazığlı kardeşlerimizin şu önemli mesajı oldu: “Elazığ bulunduğu coğrafyası, ilde yaşayan vatandaşlarımız arasındaki Kürt nüfus yoğunluğu itibariyle, Diyarbakır’dan çok farklı bir il değil. Üstelik buna ilaveten Türkçe ve Kürtçe konuşan Alevi kitlelerin de bulunduğu Elazığ, bütün bu farklı etnisite ve inanç gruplarının barış ve sükûn içinde yaşadığı bir il. “Bölgede terör örgütünün nüfuz edemediği ve asla edemeyeceği” az sayıda illerimizden biri. Biz Allah’a, milletimize ve devletimize verdiğimiz söze bağlıyız ve bu sözden asla dönmeyeceğiz.”

“Kürt ve Ermeni Açılımı” konularının tartışıldığı yerin Elazığ olması önemli. Çünkü bu ilimiz coğrafi olarak Doğu Anadolu Bölgesinin güneybatısında, Yukarı Fırat Bölümünde yer almaktadır. Hem “Büyük Ermenistan” ve hem de “Büyük Kürdistan” hayallerini kuranların gözünü diktiği bir coğrafya.

İli, doğudan Bingöl, kuzeyden Tunceli, batı ve güneybatıdan Malatya, güneyden ise Diyarbakır illerinin arazileri çevrelemektedir.

Elazığ’ın nüfusu 541,000‘dir. 2000 yılı Genel Nüfus Sayımı sonucuna göre ise 569,700 idi. Bu nüfusun yüzde 72 si şehir (Merkez ilçe ve diğer ilçe merkezleri), yüzde 28‘i köylerde yaşamaktadır. (Bu oranlar 2000 sayımında yüzde 64 ve yüzde 36 idi.) Elazığ’dan büyük şehirlere göç olurken, köylerden şehir merkezine göçün hızlı olduğu bir şehir Elazığ.

Elazığ, günümüzde bir “Kürt Meselesi” olduğunu ve terörün bu sorunun bir sonucu olduğunu söyleyenleri yalanlayan çok önemli bir örnek. Terörün sebebi olarak gösterilen bütün unsurları var olduğu halde, teröre geçit vermemiş bu Gakkoşlar diyarından öğreneceğimiz çok şey olmalı. (Gakkoş Elazığ’da kardeş, sırdaş, yiğit, er, delikanlı, mert, dürüst, babayiğit anlamlarında kullanılıyor, Elazığ’ın yerlisi Türkler bu sıfatla anılıyor.)

Diyarbakır ile birçok benzerliği bulunan “Elazığ’da neden terör örgütü barınamadı” sorusuna aradığım cevaplarda bazı ipuçları yakalamaya çalıştım.

Elazığ’da Türk ve Kürt kökenli vatandaşlarımız ile Sünni ve Alevi vatandaşlarımız çok iyi komşuluk içerisinde ve birbirlerinin rahatsız olacağı konuları tartışmamak hususunda son derece dikkatli ve saygılı imiş.

Elazığ’dan yetişen milliyetçi, vatansever aydınlar ortak milli kimliğimiz olan Türklük kavramına bağlılık ve vatan, millet, İslam gibi bizi birbirimize bağlayan ortak değerlerin yaşaması için, bir dantel işler gibi özenli ve gayretli çalışmalarda bulunmuşlar. Harput Aydınlar Ocağı da aynı anlayışla çalışan ve bu bayrağı devralan gönüllü kültür kuruluşlarından.

(Harput’un eteklerinde büyüyen Elazığ gayet modern bir Anadolu şehri olarak hızla serpilmekte. Elazığ-Harput arasındaki yolun ismi ise Elazığlının, manevi iklimini oluşturan aydınlarına olan büyük kadirşinaslığını gösteriyor: “Ahmet Kabaklı Bulvarı.” )

Bence Elazığ’da teröre geçit verilmemesi hususunda çok önemli bir parametre de, Diyarbakır’daki gibi bir feodal yapının Elazığ’da olmaması. Ağalık düzeninin güçlü olduğu illerde aşiret reisi konumunda olan kişiler aşiret mensuplarının okumasını, kültürlerini geliştirmesini istememekte, ahaliyi bir oy deposu olarak kullanmak suretiyle feodal güçlerini devam ettirmek istemekteler. Binlerce oya hükmedebilen bu kişiler bazen devletle, bazen terör örgütü ile pazarlık ederek, siyasi ve ekonomik güç sağlamaktalar. Feodal yapının devam ettiği içe ve illerde terör örgütü ile anlaşan aşiretler olduğu gibi, devletten yana aşiretler de bulunmakta. Her halükarda bu yapının terör konusunda hâlâ önemli bir unsur olduğu göz ardı edilmemelidir.

Kısa ziyaretimde “Fırat’ın koynundaki aziz şehir” Elazığ’da, teröre geçit verilmemesinin sebeplerini tam olarak kavramam muhtemelen mümkün olamamıştır. Ancak Elazığ örneğinin hem akademik olarak ve hem de devlet güvenlik kurumlarınca çok detaylı incelenmiş olmasını ve bundan sonra incelenmesini temenni ediyorum.

Elazığ örneğini dikkate almayan bir “açılımın” faydalı olacağını sanmıyorum.

Elazığ, tarihi Harput Kalesinin eteğinde kurulmuş. Harput ve çevresi kavimlerin geçit resmi yaptığı dörbin yıllık bir yerleşim bölgesi. Selçuklular zamanında, Malazgirt savaşından 14 yıl sonra, 1085 yılında Türk hâkimiyetine geçen bölge bundan sonra tam bir kültür merkezi olmuş. Bugün bucak (nahiye) statüsünde olan Harput, bir mahalle büyüklüğünde bir alan. Ancak bu kadar alan içine sığdırılmış muhteşem tarihi eserlerin yoğunluğu açısından şaşırtıcı.

Tarihi Harput bölgesinde yerli ahali Elazığ’a göçüp nüfus azalınca, devlet bu bölgeye Kürt/ Alevi vatandaşlarımızı yerleştirmiş, şimdilerde bu kitle kendilerine tahsis edilen arazileri genişletmek ve akrabalarını buraya çekmek suretiyle nüfuslarını ve nüfuzlarını artırmakta imiş.

Tekirdağ Aydınlar Ocağı başkanının verdiği iki haber de önemli idi. İlki halen nüfusu 1,5 milyon civarında olan Trakya’daki üç şehrimize, 2 milyon yeni nüfus iskân edileceği ve bölgenin demografik yapısının kısa zamanda değiştirileceğine dair. Bu haber gerçekleşirse Trakya bölgemizde başta terör olmak üzere ciddi sosyal ve ekonomik sıkıntıların yaşanacağı açıktır.

Diğer haber ise Trakya’da verimli tarım arazileri olmasına rağmen devletin yanlış politikaları sonucu köylüler bankalardan aldıkları kredileri ödeyemedikleri için, binlerce dönüm arazi Yunan sermayeli bankaların mülkiyetine geçmiş.

Görüldüğü gibi milletin bağımsızlığı, birliği; devletin bekası ve üniter yapısının korunmasını dert edinenler de var. Bu şekilde olan aydınlarımızın ve vatandaşlarımızın olmasına özellikle bu dönemde çok ihtiyacımız olduğu ortada.