15.9 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 28, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1204

CHP Örgütü Demek Türk Milleti Demek Değildir

CHP’nin hafta sonu yapılan olağan kurultayı sonucunda Kemal Kılıçdaroğlu, Mustafa Kemal Atatürk’ün koltuğuna oturdu zannedilmesin.

CHP, 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran partidir. Yeni devletin yapılanmasında ve bu günlere gelinmesinde 1923 yıllarının CHP’si çok etkili olmuştur. Ancak bu günkü CHP; 1923’lerin CHP’si değildir.

Üzülerek ifade etmeliyim ki; Türkiye’de herkesçe bilinmesine rağmen ifade edilmekten ısrarla kaçınılan  mezheplerin ve etnisitelerin iktidar olma mücadelesi vardır.

Kendini Türk kimliğinin dışında görenlerin ve “Ne Mutlu Türküm Diyene” anlayışını bir türlü kabul edemeyenlerin, bin türlü takiye yapmak suretiyle bu koca millete ve büyük devlete hükmetme çabası vardır.

Nihayet bu bağlamda CHP’nin başına kürtmüsün denildiğinde sesini çıkarmayan Tuncelili alevi  bir vatandaşımız gelmiştir.

Artık Atatürk’ün CHP’si olmadığı su götürmez bir gerçek olan yeni CHP’nin başına Kılıçdaroğlu’nun gelişi ise  ibretlik siyasi bir öyküdür.

Baykal’ın kurultayın hemen öncesinde kimliği belirsiz güçlerce tasfiyesi çok manidardır. Yine gücünü halktan değil de CHP Genel Başkanı sıfatıyla Deniz Baykal’dan alan CHP kadrolarının 360 derece tornistan yaparak ” eski kral öldü yaşasın yeni kral” demeleri de CHP’de kimlerin siyaset yaptığını göstermesi bakımından çok ilginçtir. Nitekim CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Yılmaz Ateş’in kurultay anında Habertürk ekranlarında söylediği “Kurultay alçakça bir ortamda yapılıyor” cümlesi tezlerimizin doğruluğuna işaret etmektedir.

CHP örgütüne mezhepçi ve kürtçü kadroların hakim olduğu ancak Baykal’ın bastırması sonucu seslerini çıkarmadıkları siyasi çevrelerce yakından bilinen bir gerçektir. İşte bu parti örgütü;  kendinden gördüğü birini yani Kılıçdaroğlu’nu diğerlerinin sessiz kalışı sayesinde CHP’nin genel başkanlık koltuğuna taşımayı ve parti meclisini ele geçirmeyi başarmıştır.

Bu konuda en büyük destek, medyanın içinde bulunan kürtçü ve mezhepçi basın mensuplarından gelmiş ve Kılıçdaroğlu Türk Milletine ümit olarak lanse edilmiştir. Hatta bu basının taraftar! kesiminde Ahmet Altan “Zavallı Kemal Bey” adlı bir yazı kaleme alarak şimdiden Kılıçdaroğlu’nu “kürt sorununu teğet geçen, yargı reformuna karşı çıkan, dış politikayı ulusal çıkar klişesine hapseden, değişim sözü sözde kalan” diyerek baskı altına almaya başlamıştır.

CHP’nin dış güçlerce bir değişime ve dönüşüme uğratıldığı tartışmasız bir gerçektir. Türkiye’de buna yardımcı olacak argümanlarda devamlı hazır tutulduğundan dişliler birbirine “cuk” diye oturtulmuş ve CHP hizmete hazır hale getirilmiştir.

Oysa ki; MHP’nin 2009 yılının Kasım ayında aynı salonda yapılan kurultayı, CHP’nin bu kurultayından daha fazla ilgi görmesine ve kalabalık olmasına ve Bahçeli’nin kurultay konuşmasının içerik ve hitabet açısından, Kılıçdaroğlu ile mukayese edilmeyecek kadar güçlü bulunmasına rağmen; MHP ve Bahçeli, dış güçlerin kontrolündeki  mezhepçi ve Kürtçü basın tarafından kamuoyunun önüne getirilmekten ziyade adeta gizlenmeye çalışılmıştır. Bu kurultay böyle bir çabayı ortaya koyması bakımından da ayrıca önem taşımaktadır.

Bu gün Türkiye’nin TBMM’de bulunan iki siyasi partisinin başında farklı dini söylemleri olan ve Türküm demekte zorlanan iki genel başkan vardır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Dersim’le ilgili söylemlerine bakılırsa onunda Erdoğan gibi cumhuriyetle ilgili sıkıntıları olduğu anlaşılmaktadır.

Bu sebeple dinci ve kürtçü-mezhepçi basın kendi yandaşı olan genel başkanları överken, Türk Milletini kimseyi ayırt etmeden kucaklayan,tarikat ve cemaatların yanlışlarını yüzlerine vuran, bölücü teröre korkusuzca göğsünü açan, milletin hakkını kimseye yedirmem diyen bir MHP’yi ve Bahçeli’yi görmezden gelme çabası aşırı bir şekilde kendini göstermektedir.

Bunları yadırgamıyorum. Bu gayreti gösterenlerin kendi inanç ve ideolojileri çerçevesinde hareket etmeleri normaldir. Önemli olan bunların izlediği politikaları süzemeyerek bunlara kendini kullandıran insanlarımızın hiçte azımsanmayacak sayıda olmasıdır. Hedefimiz bunları gerçekler konusunda uyararak Türk Milletini muhtemel badirelerden korumaktır.

Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı ile neticelenen CHP olağan kurultayının hayatın doğal akışının dışında cereyan etmesi, bunun medyaca ustaca pazarlanması ve kendine yeni CHP’de yer bulmak için bizim anlattıklarımızı gören ama sessizliğe bürünen CHP’lilerin varlığı, Türk Milletince üzerinde düşünülmesi gereken önemli hususlardır.

CHP örgütü demek Türk Milleti demek değildir. Medya pazarlamacıları Türk Milletini yanıltabilirler fakat gerçeği asla gizleyemezler. Bu nedenle Türk Milleti gecikmeye mahal vermeden  gelişmeleri yakından izleyerek gerçeği süzebilme becerisini göstermelidir.

Yaşananlara bakılınca Türk Milletinin kendini yönetemez hale geldiğini çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Ülkemiz siyaset eliyle işgal edilmiştir. Türk Milleti onlarca yıldır demokrasi tezgahı altında aldatılmakta ve kandırılmaktadır. İmparatorluk bakiyesi olmak bizi ne yazık ki bu sonuca taşımıştır.

Dün AKP ile bu oyunu bu güne kadar oynayanların Kılıçdaroğlu’nun içi boş sloganlara dayalı siyaset anlayışı ile oyuna CHP ile devam edecekleri anlaşılmaktadır.

İsmet İnönü’nün namuslular namussuzlardan daha fazla cesur olmalıdır sözünden yola çıkarak Türk Milletine şöyle seslenmek istiyorum: Türk Milleti en az düşmanları kadar uyanık olmak ve çalışmak zorundadır… Siyaset zor bir iştir ve her türlü fedakarlık ister. Bu nedenle Türk Milletince her türlü fedakarlık gösterilerek siyasetteki işgal sona erdirilmelidir.

Eğer bu uyanıklık ve çalışkanlığı bu güne kadar olduğu gibi yerine getiremez ve menfaatlerimiz için gerçekleri Türk Milletinden gizlemeye devam edersek, Türk Milletinin çok daha ağır bedeller ödemek zorunda kalacağı gün gibi aşikardır.

Mevlana’nın Mesnevi’sinde av hayvanlarının arslana mücadeleyi terk edip tevekkül teklif etmeleri anlatılır. Av hayvanları her gün kendilerini avlayan arslana gidip “sen avlanmaya gitme, her gün birimiz senin lokman olsun, böylece bizde rahat edelim” dediler. Arslan “sözünüzde dursanız hile ve cefa olmasa bu çok hoş bir şeydir” diye cevap verdi. Av hayvanlarının hepsi “Ey değerli hakim! Sakınmak insanı kaderin hükmünden kurtaramaz. Var tevekkül kıl zira o güzeldir. Tanrının hükmüne karşı aciz ol ki, O seni korusun”. Arslan cevapladı “tevekkül iyidir güzeldir lakin sebebe riayette Peygamber sünnetidir. Çalışıp kazanmak, tevekküle tercih edilir”. Türk Milleti eğer arslan ise gereğini de arslan gibi yapmalıdır.

Son söz;Atatürk’ün CHP’si günümüzün MHP’sidir. Türk Milletinin tek güvencesi ve Kuvayı Milliye ruhu MHP’de yaşamaktadır. Bu CHP’nin son kurultayından sonra daha iyi anlaşılmıştır.

 

Tasavvuf Akımının Doğuşu – 1

0

İslam dünyasında tasavvuf akımının sebeplerini maddeler halinde özetleyecek olursak:

1-)İslam coğrafyasının genişlemesi

2-)Müslüman nüfusun çoğalması

3-)Müslümanların zenginleşmeleri

4-) Sade yaşantının yerini lüks yaşantının alması

5-) Asrı saadette olduğu gibi sade ve duru İslami yaşantı özlemi

Peygamber ( SAV) zamanında gerek Mekke, gerekse Medine dönemlerinde Müslümanlar sayıları az olduğu için günde 5 defa mescidde Peygamber (sav) ile görüşme imkânına sahiptiler.

 Zihinlerinde oluşan dini ya da dünyevi konulardaki soruları doğrudan peygamberimize sorarak çözüme kavuşturuyorlardı.

Nazil olan (İnen) Kur’an ayetlerine (emir yâda yasaklara) yorum yapmadan, tereddüt etmeden, eğilip bükülmeden tabi oluyorlardı.

Aynı durum Peygamber (Sav)’in hadis ve sünnetleri içinde geçerli idi.

Sahabe (radiyallahu anhum) her yönü ile Peygamber (sav) i örnek alıyor.

O’na benzemeye O’nun gibi yaşamaya çalışıyordu.

Nefis ve Şeytanın her türlü hile ve desiselerinden yani haram ve günahlardan uzak bir hayat yaşıyorlardı.

 Rad Süresi 28. ayetinde buyrulduğu gibi ‘…Biliniz ki Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle (anmakla, hatırlamakla) huzur bulur’ ayetinin gereğini yerine getiren hayat anlayışına sahiptirler.

Tasavvufta zaten Allah’ı zikretmek,

Kalbi temizlemek, cilalandırmak,

Haram ve günahlardan uzak,

Züht ve takvaya dayalı bir hayat anlayışı değil midir?

Peygamber (sav) in vefatından sonra, özelliklede Hz Ömer (ra) in hilafeti zamanında fetihler sebebiyle İslam coğrafyası çok genişledi,

Müslümanların sayısı oldukça arttı.

Sayı arttı, fakat kalite düştü.

Yeni Müslüman olanlar İslam dinini yeterince bilmiyorlardı,

Önceki inanç-kültür; örf ve adetlerini de tamamen terk etmemişler, edememişlerdi.

Önceki dinlerine ait inanç ve kültürün terk edilemeyen kısımlarını da yeni inançlarıyla harmanlamışlardı.

İsrailiyat dediğimiz olayın İslam’a girişi de böyle olmuştur.

Fetihler sebebiyle sınırlar genişleyince ganimet vs gelirler sebebiyle Müslümanlar çok zenginleştiler.

Böyle olunca da Asrı saadet dönemindeki sade giyim sade yaşantı geleneği yavaş yavaş terk edilmeğe, unutulmaya başlandı.

Müslümanlar artık paralarının fazlasını tasadduk etmiyorlar biriktiriyorlardı.

Mütevazılığın yerini şatafat,

Tasadduk’un yerini israf,

Sade ve tek katlı evlerin yerini gösterişli evler almıştı.

Kısacası lüks bir hayat Müslümanlar arasında yaygınlaşmaya başlamıştı.

Hasır yataklar terk edilip, yerini kuştüyü yataklar alınca teheççüt (gece) namazları da terk edilmeye başlandı.

Müslümanlar ipekli kumaşlardan oluşan süslü elbise ve kaftanlar giymeye başlamışlardı,

Emevi halifelerinden Memun zamanında Bağdat’ta kurulan Bey tül hikme (tercüme ve bilgelik evi) aracılığı ile Yunan Bizans vs yabancı dil ve dinlere ait eserler Arapçaya çevrilmeye başlandı.

Tercüme edilen bu eserlerin muhteviyatı İslam inancıyla bağdaşmıyor hatta ters düşüyordu.

Bu tercüme eserler Müslümanlar üzerinde inanç-itikat açısından olumsuz etki yapıyordu.

Adaleti ile dünyaya ün salan Hz Ömer (ra) Hilafeti zamanında yalnız başına hurma ağaçlarının gölgesinde uyuyor.

Korumasız olarak halk arasında gezip dolanıyor, ihtiyaç sahiplerine sırtında yiyecek taşırken,

Sonraki dönemlerdeki vali, kadı vs yöneticiler muhafızlarla dolanmaya köşklerde oturmaya saraylardan halkı yönetmeye başlamışlardı.

Zamanın ilerlemesi ve şartların değişmesiyle bazı farklılıkların olması kaçınılmazdır.

Ama asıl olan ipin ucunu kaçırmamaktır

Bilinen bir kıssadır;

İbrahim Ethem hazretleri hükümdarlığı sırasında sarayında kuştüyü yatağına uzanmış cennet hayali kurarken tavandan bir takım sesler işitir.

Kimdir o, ne arıyorsun orada diye de seslenir.

Tavandan gelen ses ben bir deve çobanıyım, develerimi kaybettim de onları arıyorum cevabını verir.

Bunun üzerine İbrahim Ethem ‘Bire şaşkın tavanda deve ne geze’ diye çıkışınca şu cevabı alır.

Sen sarayda bu lüks şatafat ve kuş tüyü yataklarda cenneti arıyorsun oluyor da benim tavanda deve arama mı niçin yadırgıyorsun?

Bunun üzerine İbrahim Ethem cennetin yolunun farklı olduğu düşüncesiyle hükümdarlıktan vazgeçer, kendisine yeni bir hayat tarzı belirler.                                                            Ekonomik durumları iyileşen Müslümanlar lüks yaşamaya başlayınca ister istemez bazı konularda İslam’ın özünden biraz uzaklaşmaya başladılar.

                                                                             DEVAMI VAR

Bursa Var Borsadan İçeru

Ben sporcunun Ertuğrul gibi Sağlam olanını severim” demiş Atatürk. Yeşil sahalardaki bu Beyaz devrim sosyal hayatı da bulaşıcı bir hastalık gibi etkileyecektir.

Galatasaray, Fatih Sultan Terim‘le UEFA kupasını aldığında sokaklara taşan özgüven duygusu İngilizler karşısındaki 8-0’lık rezaletlerinde bitiş düdüğüydü.

Atatürk‘ün Kurtuluş Savaşı‘nda yaptığı buydu. ‘Türk; öğün, çalış, güven!‘ Toplumsal olaylar ışık hızıyla davranışa dönüşürler. Korku da bulaşıcıdır, azim de..

Bursaspor’un gerçekleştirdiği Anadolu İhtilâli hiç hesap edemeyecekleri derecede siyasal ve ekonomik değişimlere de sebep olacak. Kelebek Etkisi teoremi gibi..

Nasıl ki dünyayı ABD, İsrail ve İngiltere adlı Şer Üçgeni yönetiyorsa Türkiye‘de de futbol/spor emperyalizmin 3’lü kıskacı altındadır: FB, GS, BJK.

Bu İstanbul takımları arasına girmek Birleşmiş Milletler‘de veto hakkını 6.ülke olarak alma anlamına gelir. Haziran‘daki Dünya Kupası‘nda da bir Afrika takımı şampiyon olursa ABD‘nin süpergüçlüğü de 3 vakte kadar düşer.

Bütün hadise bir sineğin bu zalimin burnuna girmesidir. Ve tüm sosyal olaylar birbirini tetikler. Özetle bu şu demektir: Biz de Amerika‘yı devirebiliriz.

 Amerika tıpkı Fenerbahçe gibi zihinlerimizde yaşattığımız tek güç/tek takım, süper devlet/süper takım ve yarışılmaz bir kudrettir. En büyüktür, en kalabalıktır, en ihtişamlıdır, en renklidir… Bu ‘en‘ler aklımızda karşılığı olmayan bilinçaltı algı oyunlarıdır.

Biz korktuğumuz içindir Amerika’nın korku imparatorluğu.. Biz gözümüzde büyüttüğümüz içindir ABD’nin küresel hegemonyası.. Ve bizim zûlme karşı suskunluğumuzun faturasıdır işgal coğrafyaları..

USA amblemini görünce dizlerinin bağları gevşeyen ve onlarla anlaşmadan, uzlaşmadan tuvalete bile gidilemeyeceğini düşünenler Osmanlı‘nın kurulduğu topraklardaki hareketlenmeye bir daha baksınlar.

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez” sözü hepimizin aynı düşünceyi aynı anda hep beraber düşünebilme yeteneğimizdir.

Yenilemeyeceğimize inandığımız zaman yenilmeyiz. Yüzümüzden okunan tek ifade yenilgi ise günde 5 idman yapsan ne fayda?

Kolektif zihinsel odaklanma aynı zamanda bir kader dönüşüm programıdır. Ve dahi hilkat sırrıdır.

Tarihte her hareket bir kişinin ayağa kalkmasıyla başlamıştır“. Ve bizim tarihimiz o ‘bir kişi‘lerle doludur.

Yeni Lider’den eski hedef: Fukaralık

Baykal’ı koltuğundan eden  “Kaset Skandalı” sürecinin sonunda beklenen oldu ve Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin yeni Genel Başkan’ı oldu.

Öncelikle bu seçimin Ülkemiz Siyaseti’ne hayırlar getirmesini niyaz ediyorum Yüce Yaradan’dan.

Bu gün Kongre sonrası telefonla arayan CHP İstanbul Milletvekili Bihlun Tamaylıgil’e hayırlı olsun dileklerimi sunduktan sonra, “Şu kaset olayından 10 gün önce biri sana böyle bir şey yaşanacak ve bugün gelinen noktayı anlatacak olsa, adama deli derdin değil mi?” diye sordum.

Kesinlikle “Hayalperest bir adamın zırvaları diye cevap verirdik” sonucuna vardık her ikimiz de.

Bundan sonra bana her kim ki bu şekilde “Komplo Teorileri”nden bahsederse, mutlaka gerçeklik payını bir kenara not edeceğim.

Hani bir söz vardır, “Her an her şey olabilir” diye.

Bu Türkiye için söylenmiş bir söz sanki.

CHP’nin Kongresi’ni izlerken aklıma gelen bir şey de şuydu:

Aslında CHP’lilerin hemen hemen tamamı, Deniz Baykal’ı göndermek için bir bahane arıyorlarmış da, birileri bunlara fırsat sunmuş gibi. Baykal esaretinden kurtulmuşlar da, özgürlüğün tadını çıkarıyorlar sanki.

Umarım DYP’lilerin bugünlerde Tansu Çiller’den medet umdukları gibi, CHP’liler de bir gün Deniz Baykal’dan medet ummazlar.

Kılıçdaroğlu için bir şeyler söylemek için çok erken. Söylenecek söz çok ama nasıl olsa önümüzdeki günler de çok.

Yalnız bir şey var ki, soran herkes ile paylaştığım bu yorumumu sizlerle de  paylaşmak istiyorum.

Kılıçdaroğlu’nun adaylığını açıkladığı gün söylediği bir söze çok takıldım.

“Villa’da oturmayacağım hiçbir zaman” şeklinde bir ifade kullandı Kılıçdaroğlu.

– Nerede oturmak istiyormuş peki?

– Gecekonduda mı?

Hedefinde “fukaralık” olan bir Lider, bu Milletin hedefi olmamalı.

Türk Milleti fukaralıktan kurtulmak istiyor.

Zenginleşmek istiyor.

Müreffeh yaşamak ve dünyanın nimetlerinden Türk Milleti de sonuna kadar faydalanmak istiyor.

Türk Milleti zenginleşsin, ülkemiz zenginleşsin, yönetenler de en güzel yerlerde otursun.

Tabii ki, çalarak çırparak değil.

Her villada oturanın çalarak çırparak bu yaşam seviyesine ulaştığını söylemek gerçekçi bir yaklaşım olabilir mi?

Fukaralığı değil, zenginliği, konforu paylaşmak isteyen bir Lider’e ihtiyacı var toplumun.

Hedefi fukaralığı paylaşmak olan bir Lider de, “fukaralıkta eşitlik” olan 80 öncesi ideolojisine sürükler CHP’yi.

Bu kongrede öne çıkan iki isim vardı CHP’de.

Biri Önder Sav, diğeri de İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin.

İki isim, siyaset sahnesinde çok daha fazla çıkacaklar karşımıza bundan böyle.

Ama birlikte yürümeleri zor görünüyor.

Biri, diğerini mutlaka tard edecektir zaman içinde.

Sav’ı basından tanıyorum. Bir takım özelliklerini bilemeyebilirim.

Ama yıllarca dostluk yaptığım Gürsel Tekin’i iyi tanıyorum.

Özelliklerini, azmini, mücadeleciliğini, ilişkilerini iyi bildiğimi söyleyebilirim.

Kim kalır veya kim daha fazla etkin olur derseniz CHP’de, tartışmasız Gürsel Tekin derim.

Gürsel Tekin ismi, CHP’de çok uzun yıllar önemli konularda belirleyici olur.

Önder Sav, CHP Örgütü’nde şu anda daha etkin gibi görünse de, gerek enerjisi, gerek yaşı, gerekse donanımı, Gürsel Tekin ile boy ölçüşecek durumda değil.

  

 

İpliği(ni) Pazara Çık(ar)mak

0

Bugünlerde “ipliği pazara çıkmak” ya da “ipliğini pazara çıkarmak” deyimini sıkça hatırlıyorum veya bu deyimi bana sıkça kullandırtan olaylar yaşıyorum. Sanıyorum, siz de aynı durumdasınız.

Deyim, “herkese rezil olmak, yediği haltları, kötü nitelik ve suçları ortaya çıkmak” anlamına geliyor. Bir kez daha anlıyorum ki, Allah’ın sevmediği ve sevdiği hiçbir olay gizli kalmıyor.

İnsan yaşadıkça daha iyi idrak edebiliyor: Sosyal olayların ve psikolojinin, yazılı olmayan harika yasaları var. Bir fizik, bir kimya, bir biyoloji yasasından öte bir yasa bu. Bu yasaların kitabı yok, müeyyidesi var. Kendi hayatımızdan düşünelim: Gizli kalacağını düşündüğümüz halde gizleyemediğimiz, vicdani rahatsızlığını duyduğumuz işlerimizin huzursuzluğunu yaşamıyor muyuz?

Bu deyimi söylediğinizde “gözündeki merteği” görenlerdenseniz içinize bakıp kendinizi sorgulayacaksınız, “gözündeki merteği görmeyip başkasının gözündeki çöpü” görenlerdenseniz hep başkasıyla meşgul olacak ve onlara güleceksiniz. Buna çevrenizden bol miktarda örnek bulabilirsiniz. Özellikle, toplum tarafından bilinen, tanınan insanların yaptığı yanlışlıkları hatırlayacak, onlara belki acıyacak, belki de onları kınayacaksınız. Ancak, kınayanın da bir gün kınan durumuna düşebileceği yasasını unutmayınız.

Kimse “ipliği pazara çıkan”lardan olmak istemez. İpliği pazara çıkan insan, insanların da Allah’ın da hoşlanmadığı, kendi vicdanın da kabullenemediği bir şey yapmıştır. Yapılan iş, kişinin hem kendine hem çevresine zarardır, belki de kötü örnektir. Hiçbir zaman savunulamayacak bir davranıştır bir düşüncedir bu. Ben, birilerinin “ipliğini pazara çıkaran”lardan olmak istemem. Bazıları için zevk de olsa, bu tecessüs iki tarafa da yarar sağlamaz. Ayıplar karşısında gece karanlığı gibi olmak, daha erdemli bir davranıştır. “Zaman”ın ve “mekan”ın, bütün pislikleri ortaya dökmek veya içinde eritmek gibi bir yasası vardır. Bu yasaya müdahale etmek, kendimizi yormaktan başka bir işe yaramaz. Zaman denen yasa “imhal eder” (mehil verir); fakat hiçbir zaman ihmal etmez. Bu yasayı ancak sabredenler okuyabilir.

“Haddini bilmeyene haddini bildirmek, sadaka hükmündedir.” derler. Haddini bilmemek, densizliktir. Bir densizi terbiye etmek, onun çevreye zarar vermesini önlemek için, ipliğini pazara çıkarmak gerekiyorsa, bu yapılabilir, yapılmalıdır. Kişinin ipliğini pazara çıkarmakta, hiçbir zaman ölçüler aşılmamalı, yıpratılmamalıdır. Ölçüler yıkılır, değerler yıpranırsa; yenen haltlar, hoş görülmeyecek fiiller, meşruluk kazanabilir. Ölçüyü kaçırmak, ölçüsüzlük doğurur, bunu kalıcı kılar.

Birilerinin ipliğini pazara çıkarmakla övünenlerin ve bununla mutlu olacağını sananların mutluluğu, uzun sürmüyor, kalıcı olmuyor. Çirkinlikten, güzellik, doğmuyor; bataklıktan bal elde edilmiyor. İki yanlış, bir doğru etmiyor.

Nedense, başkasının ipliğini pazara çıkaranların, zaman içinde kendi iplikleri pazara çıkıyor. Türk siyasetinde, medyasında, bunun örneklerini bolca görebiliyoruz. “Tencere dibin kara, seninki benimkinden kara.” misali, kendi ipliklerinin pazara düşeceğini görenler, başkalarının kusurlarını, ayıplarını, art niyetlerini deşifre etme yoluna gidiyorlar. “En güzel savunma, saldırıdır.” taktiğini uyguluyorlar. Samimiyetsiz bir deşifre de hiçbir zaman, beklenen yankıyı oluşturmuyor. Söyleyenin kimliği, söylenenin inandırıcılığını azaltıyor. Türk aydınlarının ve siyasetinin, bu konuda temiz bir sicile sahip olmasını çok arzu ederdim. Bildiklerim, bu arzumu öldürüyor.

Herkesin ipliği bir gün pazara çıkacak; er veya geç. Ne birilerinin ipliğini pazara çıkarmak ne de ipliği pazara çıkarılsın diye beklenen olmak isterim. İnsan olan, haddini bilir.

 

Türkiyedeki Kavga Paylaşım Savaşı mı? (2)

Yazımızın birinci bölümünde Cüneyt Ülsever’in Hürriyet Gazetesinde yayınlanmış olan “Türkiye’ye Ne Oluyor?” başlıklı yazısında dile getirdiği tezi üzerinden düşünmeye başlamıştık. Ülsever’in, Cumhuriyet dönemi boyunca devlet aygıtı, ekonomik, sosyal ve siyasal hayattan uzaklaştırılan “muhafazakâr hayat tarzını benimseyen” kitlenin, bu gücü kullanmakta olan “laiklik hassasiyeti yüksek” “modern hayat tarzını benimseyen” elitlere karşı bir “paylaşım savaşı verdiği” tezini değerlendirmeye devam edelim.

  • Ø Devlet, siyaset ve ekonomik hayatta “muhafazakâr hayat tarzını benimseyenlerindaha etkili hale gelmesi demokrasi ve sermayenin tabana yayılmasının tabii bir sonucudur. Ancak gücün kullanılmaya başlamasıyla hayat tarzının muhafaza edilip edilemeyeceği ayrı bir konudur.
  • Ø Muhafazakâr sermaye tabanında içki ve kapalı giyim konusunda hassasiyet oranı hâlâ yüksekse de, “modern hayat tarzına” özenen, “lüküs hayat” ve israfta modern hayatı yaşayan sosyeteyi aratmayan, “kuaföre ciple giden” muhafazakâr sosyete oluşmaya başladı.
  • Ø “Ne zaman ki, paylaşım savaşı sona erer, taraflar aldıkları paya rıza gösterirler, işte o zaman optimum noktada ‘bir arada yaşamak’ için demokrasi aranır” tezi bu kesim için şimdiden gerçekleşmek yolunda. Bu yeni sosyetede ikinci, üçüncü nesilin mevcut şeklî hassasiyetlerden de uzaklaşıp, eski sosyete ile aynı mekânları, değerleri ve hayat tarzını paylaşmaya başlaması da sürpriz olmayacak. Başlangıçta aldığı reklamlara ve spikerlerin kıyafetlerine bile özen gösteren bazı muhafazakâr nitelikli medya gruplarının yaşadığı dramatik değişim düşündürücüdür. Bu durumu ise güç dengesinin oluşması ile değil, değerler erozyonu veya kültürel asimilasyonla açıklamak daha doğru olacaktır.
  • Ø Demokrat Parti ve Adalet Partisi tabanı da aynı muhafazakâr hayat tarzını benimseyen kitle idi. Hatta eski MSP adayı olan Turgut Özal’ın ANAP’ ı da aynı kitleden beslenmişti.

Menderes’in, Demirel’in, Özal’ın hayat tarzı ne kadar muhafazakârdı?

İsmet İnönü, Erdal İnönü, Bülent Ecevit’in “modern hayat tarzını” benimsediğini kabul edersek, bu sağ liderlerin hayat tarzı nasıl muhafazakâr sayılabilir?

Yeterli sermaye gücüne kavuşamamış bir kitleye dayanınca değerler erozyonu veya kültürel asimilasyon mu söz konusu oluyor? Yoksa büyük sermaye gücü bizatihi yozlaşmanın sebebi mi olacak? Bir paylaşım savaşı değil de, değerler mücadelesi söz konusu ise dejenerasyon/ yozlaşma yakın zamanda gerçekleşmez. Bunu zaman gösterecek.

  • Ø Demokrasi ve sermayenin tabana yaygınlaşması devam ettikçe, Muhafazakâr hayat tarzını, değerleri ve inançları sebebiyle benimsemiş ana kitlenin siyasi ve ekonomik gücü artacaktır.
  • Ø Bu arada her iki hayat tarzını benimseyen kitleler arasında siyasi tercihlerde de, hayat tarzını seçmede de geçişler olacaktır.
  • Ø Her iki kitleden de paylaşımdan pay alanlar olduğu gibi alamayanlar da olacağına göre karşılıklı rızanın oluşacağı bir denge hali hiçbir zaman oluşmayacak demektir. O halde kavganın durulması mutabakatların artması yani çoğunluğun ortak değerler üzerinde anlaşmaları ile mümkün olabilecektir.
  • Ø AKP’nin yasama, yürütme ile YÖK gibi özerk kuruluşlarda kazandığı mevzilerden sonra, güç alanını sınırlandıran Yargı, TSK gibi kurumlarla giriştiği mücadele, gücünün kalıcı olmasını sağlamaya yöneliktir. “Kendi zenginini yaratma” yönünde uyguladığı politikaları ise zannederim AP, CHP, ANAP gibi partilerin uyguladığından nitelik olarak farksızdır. Ancak nicelik olarak yani yaratılan zengin ve aktarılan kaynak olarak çok daha ileri boyutta olduğu kanaatindeyim. Kendi zenginini yaratırken gözetilen hususun muhafazakâr hayat tarzının varlığı değil, “bizden” olması ölçütü olduğunu düşünüyorum.
  • Ø Kavganın sebebi, ferdi menfaatlerin maksimize edilmesini öngören liberal bir bakış açısıyla açıklanınca, sadece güç paylaşımıyla izah edilmeye çalışılıyor. İç kavganın şekillenmesinde dış politikanın, “Kürt Açılımı” gibi kitleleri sarsan politikaların etkisini görmezden gelemeyiz. Önümüzdeki seçimlerde sırf “Kürt ve Ermeni açılımlarına” karşı olduğu için AKP’den diğer partilere kayacak kitlelerin paylaşımdan anladığı, ülkenin bölünmesine ve paylaştırılmasına isyandan ibarettir.

Ekonomik sıkıntılar içinde olan, işsiz kalan ve fakirleşen geniş muhafazakâr kitlelerin iktidar partisi AKP’den tamamen desteğini çekmeyişini de “paylaşım teorisi” açıklamamaktadır.

Leyla

Ağartır siyahı güneşin şavkı.
Tahayyül, edeple örter afakı.
Haletim tedirgin, zihnimde korku.
Bildiğim en taze günahsın Leyla..
………..
Ihlamur çiçeğim var ya o kokun.
Füsunkar tavrınla sineme dokun.
Nevasın, hazana aldanma sakın.
Haram senden uzak, mubahsın Leyla..
…………
Yaprağa düşen çiğ, güle can suyu.
Ülfettir yanağın, nigahın büyü.
Hissimin koynunda keyfince uyu.
Gördüğüm en güzel sabahsın Leyla…
…….
Ah! Leyla, yaz beni mecnun cüz’üne.
Varmaz ki muradım vuslat hazzına.
Suretim değmezse melek yüzüne.
Siyah iklimimde, eyvahsın Leyla..  

Değerlerimiz ve değer kırılmaları üzerine (5 s)

Ülkemizde yaşayan herkesin ama herkesin kafası karışık. Neyi nasıl yapacağını bilemiyor. Elinde bulunduğunu zannettiği tüm değerlerin aktığını görüyor bir şey yapamıyor. Buna karşı ne yapıyor dersiniz? Muhabbetini yapıyor. Kaygı duyuyor. Çaresizlik içinde bazı kişi ve guruplar hem çilesini hem de neler yapabilirizin peşinde koşuyor.. Akıntıya kürek mi çekiyor bu insanlar sizce?

Kaçınılmaz bir durumla karşı karşıyayız. İleri teknoloji, iletişimdeki ve etkileşimdeki bu baş döndürücü gelişmeler hakim kültürün diğer kültürlerin etkisi aldığını ve ciddi değişimlere neden olduğunu görmekteyiz. Dünyada her ülke ve toplum küreselleşme sürecinden nasibini almaktadır.

Eğer Küresel dünyada değerlerimizin, kültürümüzün, yok olmasını istemiyorsak yapılması gereken kendi yerel değerlerini iyi kavrayıp onu kaybetmeden dünya değeri haline dönüştürmesi veya diğer dünya değerleri ile bütünleşmesini ve buluşmasını sağlamak olmalıdır.

Misafirperverlik en övündüğümüz bir değerimizken. Misafir odası kavramı yerleşmişken sizce ne oldu da misafir sevmez olduk! Bir an önce gitmesi için misafirin gözünün içine bakar olduk. Eğer misafir ağırladığımız odada TV varsa dizi seyretme veya maç seyretme konumuna nasıl gelindi? Bu değer kırılmaları nerde başladı da yozlaşmalar başladı. Bunun psikolojik sosyal ve modernleşme ile ilgisi nedir? Bakmamız gerekiyor. Eğer kök nedenlerine inemesek. Sermayemiz olan değerlerimiz bir bir yok olacak yerine hiçbir değeri olmayan değerler yerini alacaktır. Bu da insanlıkla özdeşen değerlerin yok olması demektir.

Yine KAO yazarlarımızdan Banu GÜRER hanımefendinin “Samimiyet” başlıklı yazısından alıntı ile devan edeyim. Bu noktada dinimizin koyduğu bir prensibin önemi daha da fazla ortaya çıkmaktadır: “Ameller niyetlere göredir.” Bu prensip insanın iç ve dış dünyasında bütünlüğü sağlamasının onun kamil insan olmasındaki önemi vurgulaması açısından hayli önemlidir. Zira eğer insan halis ve samimi niyetlerle bir iyiliği yerine getirmiyorsa veya sebep olduğu bir kötülüğün gerçekleşmesinde kastı bulunuyorsa başkaları tarafından iyilik olarak görünse de davranışın hiçbir değeri yoktur. Veya tersine samimi ve halis niyetlerle yapılan bir davranış, başkaları onu takdir etmese de değerinden bir şey kaybetmez.

Bir insanın dış çevre baskısı altında kalmadan ve değerlerinden ödün vermeden idealist biçimde hareket etmesinde bu ilkenin rolü yadsınabilir mi?  

Dolayısıyla insanların gittikçe samimiyetten uzaklaştığı, kalbinin ve ağzının başka başka konuşmaya başladığı bir ortamda değerlerimizin yeniden ve doğru biçimde aktarılmasına çalışılması, hem gelecek nesillerin karakterlerinin doğru oturmasında hem de kendi kendimize yabancılaşmaktan uzak kalmamamıza vesile olacaktır. Tabii bunu samimiyetle yapmak şartıyla… (http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=651)

Veya insanın iç dünyasında dengeyi kaybetmemesinin esaslarından biri olan değerleriyle çatışmamayı ve onlara uygun yaşamayı başaramayan, bunu başaramadığı için vicdan azabından veya kendini haklı çıkarmaya çalıştığı için doğruyu görme yetisini gittikçe kaybetmekten kaynaklanan aşırı tepkilerle etrafına muamele eden insanların adaletli davranmasını beklemek çok zordur. (Adil olmak  http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=721 )

Bu değer yitirmelerimiz sadece günümüzün sorunu değil yıllardan beri var olan ve bu konularda şiirler, hikayeler, masallar, makaleler yazılan bir konu ancak günümüzde değer kayıplarımız daha çabuk olmaktadır. Bize düşen bu değerlerimizin günümüz insanının kavrayacağı algılayacağı önem verebileceği hale getirmek ve başta kendimiz olmak üzere değer kaybolması noktasında muzdarip olduğunu söyleyen her türlü organizasyonun kaybolduğunun farkına vardığı değerlerin yaşatılması konusunda çaba sarf edilmesiyle birlikte değerlerimiz yitirilmesi önlenebilir. Milli şairimiz Mehmet Akif ERSOY’un haya, vefa, ahit, yalan, hıyanet ve manevi değerlerimizi yaşadığı dönemde karşılaştığı durumlarla ilgili yazdığı şiiri ile bitiriyorum.

Haya Sıyrılmış İnmiş

Haya sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde

Ne çirkin yüzleri örtermiş, meğer o incecik perde

Vefa yok, ahde hürmet hiç, lafe-i bi medlul

Yalan raiç, hiyanet mültezem, heryerde hak meçhul

Ne tüyler ürperir ya rab, ne korkunç inkılab olmuş

Ne din kalmış ne iman, din harab, iman türab olmuş

 

Ben Olsam

Her güneş batımında,
Her günün akşamında,
Pencerenin yanında.
Kara gözler hasretle,
Ufka bakıp, dikkatle.
Bekliyorsa birini,
Beklenense seveni.
O beklenen yar ben olsam.

Özlensem, aransam,
Uğruna ağlansam.
Sevsem sevilsem,
Kale alınsam.
Sevgiye kansam,
Kendimi mutlu sansam.
Çok şanslı O insan,
İstenen yar ben olsam.

Küçücük bir bahçede,
Sevgi dolu o evde.
Bir ıhlamur sularken,
Yahut bir gül dererken.
Bazense beş çayında,
Yalnızca yudumlarken.
Kapı zili çalınca,
Yürekler hoplayınca.
Kimdir diye sorulsam,
O gelen yar ben olsam.

Hasret duysa o güzel,
Haber salsa; çabuk gel.
Ayrılıklar olmasa,
Sevenler ağlamasa.
Bazen gelen gecikse,
Bekleyen yar özlese.
Hasretlik buram buram,
Kara gözde nemlense.
Bu halden mutlu olsam,
Nemlendiren yar ben olsam.

Yar beni  unutmasa,
Ömrümce ağlatmasa.
Sevdamız destan olsa,
Dilden dile dolaşsa.
Canım feda denilsem,
Dünyalarca sevilsem.
Kıymetim çok bilinse,
Uğruma da ölünse.
Yar, canan, bir tanem denilen.
Ve, uğrunda ölünen yar,
Ben olsam…

“Namussuzluk Yapmaktan Bıkmadın mı Namus?”

Bir parti Genel Başkanının faka bastırılması sonrasında her vatandaşımız bir namusmetre kesilmiştir adeta. Madem Sezen Aksu‘nun söylediği noktaya bu kadar hızlı uyum sağlayacaktık o zaman bende Belediyenin bana verdiği yetkiye dayanarak soruyorum:

  • Aşk-ı Memnu’yu veya diğer yatak sahnelerini ailece seyreden halkımız, evlilik dışı ilişki adıyla zinayı ve boşanmayı moda haline getiren halkımız uzaydan mı gelmiştir?
  • Baykal için ‘hem kel hem fodul’ benzetmesini yapan Hüseyin Çelik Milli Eğitim Bakanı iken kelliğine rağmen Özel Kalem Müdürü ile ilişki yaşamış mıdır, bu ilişki Bakanlar Kurulu toplantısına bile gelmiş midir?
  • Partide/pırtıda, sağcısı/solcusu, küçükşehirde/Büyükşehirde Kimin Eli Kimin Cebinde Yarışması’nın dereceye girenlerini açıklayalım mı yoksa bâtılı tasvir cihetinden kaçınalım mı?

Din ve dinî değerlerimiz, vatan ve millî değerlerimiz ortak namusumuz

değil miydi? Maraş’ta Türk kadınına, Antep’te Türk Bayrağına uzanan el savaş sebebi sayılmamış mıydı? Kıbrıs’ta bayrak direğimize tırmanan Rum’un sonunu hatırlayan kaldı mı?

  • PKK’lılar incinmesin diye ay-yıldızımızı saklayacaksak biz bu Kurtuluş Savaşı’nı niye yaptık?
  • Komşumuz Irak’ta dindaşımızın, soydaşımızın ırzına geçilirken ve yüzer yüzer öldürülürken neredeydi namus algımız?
  • Ermeni’ye Soykırım hakkını, Patrikhane’ye Ekümenik sıfatını ve Ruhban Okulu’nu, tek bir Hıristiyanının yaşamadığı Akdamar ile Sümelâ’ya kilise ayinlerini hangi inançla verdik?
  • Hz.İsa’yı Rabb bilenlerle, Yehuda’yı ulusal tanrı kabul edenlerle neyin diyaloğuna giriştik?
  • Kendi işletmesinin Yunan Kilisesi’ne satılmasından rahatsız olmayan halkımız millî – manevî değerlerin pazarlanmasından rahatsız olur mu?
  • Bunca cinnet, tecavüz ve dedikodu sahnesi toplumsal vicdanda şu kaset olayı kadar yer bulmuş mudur?
  • Önüne gelenle Televole hayatı yaşayan Ali Adnan’ınız nasıl Yassıada evliyası oluyor?

Ne demiş Özdemir Asaf; “Bütün renkler aynı hızla kirleniyormuş,

birinciliği Ak’a vermişler.