13.8 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1183

Referandum günü yaşanan tatsızlıklardan söz etmeyeceğim

Üsküdar’da oy kullanan babamın oy kullandığı kulübeye, itiş kakış giren Sandık Başkanı’nın “evet” e mührü basarak, zarfı katlamaya çalışması bile anlatılmaya değer değil.

Şu saatlerde artık kesinleşen sonuçlara göre, %58 oranındaki “evet” oylarını daha sonraki günlerde siyasal ve sosyolojik olarak inceleyeceğiz.

Ancak bir gerçek var ki; bu orandaki bir “evet” oyu, bundan böyle AKP İktidarı’nı daha da pervasız hale getirecektir.

Pervasızca atılan adımların sonuçlarının Türkiye’nin lehine mi, aleyhine mi çıkacağı konusundaki hükmünü, yakın tarihte herkes verecektir.

Felaket tellallığı yapmak değil niyetim.

Ancak muhtemel gelişmelerin sadece birkaç tanesinin bile gerçekleşmesi, Türkiye‘ye, Türk Milleti’ne onulmaz sıkıntılar getireceğini de belirtmeden geçmek istemiyorum.

Önümüzdeki süreçte, geçmişte sıkıntı yaratan bazı uygulamaların ortadan kalkacak olması, AKP İktidarı’nı, ciddi anlamda rahatlatacaktır.  

En başta, İsrail Devleti’ni kuran Rothschilld Ailesi ile Başbakanımızın damadı Berat Albayrak‘ın yöneticilik yaptığı Çalık Holding’in, %50 şer ortak olduğu Anatolia Minerals firmasının, aldığı maden ruhsatlarının iptali yönünde karar veren Danıştay’ın bu  kararları, hukuki anlamda geçersiz kaldı.

DTP’yi, PKK’yı, ABD’yi, AB’yi önümüzdeki dönemde sıkıntılara duçar eden, Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, yargının diğer kurumlarınca verilen tek bir karar bile olmayacaktır.

Başbakan başta olmak üzere, tüm AKP kadrolarının artık Yüce Divan korkusu kalmamıştır.

“Durmak yok, yola devam..

Gittiği yere kadar.

Durursa, bakarız icabına” anlayışı hakim olacaktır, bundan böyle AKP İktidarı’nda.

Geri kalan %42 için birkaç kelam etmek gerekirse..

Türkiye’nin hiçbir döneminde, oy vermediği partiye bu kadar öfke duyan, kinlenen bir muhalif vatandaş topluluğu olmamıştı.

Kendisinin oyu ile iktidara gelmeyen bir partiye, sempati duymasa bile, kabul noktasında bir sorun yaşamazdı insanlar.

Ya şimdi?

Şimdi, mevcut İktidar’ı bırakın kabul etmeyi, meşru bulmayan bir vatandaş topluluğu var Türkiye’de.

Bunların oyu da, şu anda, hiç azımsanmayacak bir boyutta.

Her türlü tehdit, baskı, korku, rüşvete baş kaldıran % 42 oranında bir nüfus var.

AKP İktidarı’nın bu vatandaşlarla işi, daha da zor olacak önümüzdeki dönemde.

Zira bunların her biri, Sivas Kongresi’nde Milli Mücadele‘ye karşı duranlara karşı yaptığı; “Burada alacağınız karar ne olursa olsun beni ilgilendirmiyor. Yalnız şunu iyi biliniz ki; ben tek başıma da kalsam, Milli Mücadele’de kararlıyım” diyen genç doktor Hikmet Boran gibiler.

Unutmayın!

Azdan az, çoktan çok gider.

Bana gelince:

13 Eylül’de ne yazacağımı merak eden bazı okuyucularım vardı.

Söylüyorum.

Her gün bu köşede, AKP İktidarı’nın yalanlarını, yanlışlarını, kötü icraatlarını eleştirmeye devam edeceğim.

Ta ki, irademiz dışında susturulana kadar.

Allah memleketimize, milletimize zeval vermesin, acısın ve yardım etsin.

Siyaset ve Popüler Kültür İlişkisi

Küresel gücün dünyayı kendine göre şekillendirdiği küreselleşme süreci, ilgi çekici gelişmelere sahne olmaktadır. Elimde Huntington’un “Biz kimiz: Amerikan’ın Ulusal Kimlik Arayışı” isimli bir kitabı var. Bu yazar sıradan bir kişi değildir. Medeniyetler çatışması teziyle çatışmayı farklı medeniyetler arası kesişme noktalarında arayan yazar, çatışmanın fay hatlarını ortaya koymaktadır.

Tabii ki hareket noktası Amerika’nın milli çıkarlarıdır. Bunu yadırgamak da mümkün değildir. Ancak küreselleşmeyle beraber milli menfaatlerin ve milli kimliklerin yitirildiğinin pompalandığı günümüzde; ülkemizde bazılarının ne kadar yanlış noktalardan hareket edip nerelere hizmet ettikleri daha iyi anlaşılmaktadır.

Biz kimiz sorusunun cevabına merak saran ABD ve ABD’li önemli bir düşünür neleri inşa etmekle uğraşırken, biz de ise, ters yönde bir şartlandırma vardır. Amerika ulusal kimlik peşinde iken; Türkiye de milli kimliği yadırgayanlar, milli kimliğin tekilci ve dayatmacı olduğunu zannedenler piyasada bolca var. Hatta milli kimliğin çeşitli yasa ve anayasadan dışlanarak ülkenin demokratikleşeceğini varsayan garip yaratıklar türemiştir. Bunlar aslında görevlerini yerine getiriyorlar. Dün sınıf çatışması tezi ve anti devletçi, anti Türk yaklaşımlarla milli devletle kavgalı olanlar; bugün kılık değiştirerek bizi küreselleşmenin ideolojisi olan milli kimliksizleştirmeye ve çokkültürlülüğe zorluyorlar.  

Türkiye’de siyasi tartışmaların, etnik merkezli ve Türkiye’ye uymamasına rağmen çok kültürlülüğe zorlanması yeni emperyalizmin bir gereğidir. Bundan dolayı dışarıda hazırlanan projeler ve planlar ülke gündemine sokulmaya çalışılmaktadır. Bu dış güdümlü tezgahlar, başarılı olamadığı takdirde, birçok yerde fiili müdahale gündeme getirilmektedir.

Bu süreç içinde yapılmak istenen bir başka işlem de; ülkelerin emperyal amaçlara ve küreselleştirmenin çıkarlarına hizmet edecek kültürel ve psikolojik ortama sokulmasıdır. Bunu hazırlayacak olan da milli kültürlerin yozlaştırılması, insanların uyuşturulması ve asıl kafa yorulması gereken noktalardan uzaklaşmasına zemin hazırlayan popüler kültürdür. Özellikle dünyayı küçülten internet ağı, iletişim teknolojilerinin hızla yayılması; fabrika açıp istihdam yaratmak, üretim yapmak yerine, bu vasıtaların kullandırılmasını amaçlamaktadır. İletişim teknolojisine karşı çıkmak gereksizdir. Ancak, bunların hangi amaçla kullandırıldığına da dikkat etmek gerekir.

Pek çok farklı disiplinle ilişki kurulan popüler kültür, sözlük ve ansiklopedik anlamından farklı bir nitelik kazanmıştır. Halkın ve halka ait, çoğunluk tarafından seçilen ve benimsenen manalarında kullanılan bu sözcük, yaygın olarak zorla beğendirilen ve tüketime zorlanan bir yaşama tarzı olarak değişmiştir. Artık o halkın beğendiği ve yaptığı her şeyi kapsamaktan uzaktır.

Gündelik hayatla ilgili Dünyada egemen kültürün vasıtalarını farklı milli devletlerde pazarlayan bir görev üstlenen popüler kültür; hâkim kültürün ve ekonominin ürettikleri değer ve gelenekleri milli kültürle çatışsa dahi sosyal dokuya yansıtarak bağımlı fertler ortaya çıkarmaktadır. Bu yaşama tarzı, insanları uyuşturmakta, şaşkın hale getirmektedir. Kitleler kandırılmakta, siyasi tercihler etkilenmektedir. Siyasi elit ve yönetenler tarafından kullanılan ve çok değişik anlamlar taşıyan demokratikleşme gibi birçok kavram yolsuzluk, işsizlik ve aksaklıkları unutturmakta, soğutmakta ve fertleri asıl gündemle yabancılaştırmaktadır.

Fertler kendi iradeleriyle neden ve niçin sorularını sormadan karar vermekte; okuma ve düşünme ihtiyacı duymamaktadırlar. Futbol takımı tutar gibi oy kullanma; popüler kültürle siyaset ilişkisini ortaya koymaktadır. Bu yaşama tarzına; ortak ve benzer eğlence çeşitleri, müzik anlayışı, tüketim ve beslenme kalıpları, hatta cinsellik de girmektedir. İnsanları aslında tekleştirerek kitleleştiren bu süreç içinde milli çıkarları düşünmek, milli kültürden sapmamak zorlaşır. İnsanı basit bir önceden tayin edilmiş tüketici haline sokan ve pasifleştiren, tekleştiren, robotlaştıran bu süreç, ferdi farklı alanlarda paketlenmiş popüler kültürün taşıyıcısı haline sokmaktadır. Ahlâkilikten ve ideal olandan uzaklaşılır. Müstehcenlik bile ferde göre tekleştirilir. Nesillerarası kopuş hızlanır. Bu süreç tabii ki gençlik üzerinde etkili olur. Toplumun üst gelir gruplarını barındıran şehirlilerde baba parasıyla yaşayan gençlik döneminin uzamasına sebep olu

Ben Müslümanın Tek Tip Olanını Severim

Bir zamanlar bir arkadaş bana demişti:
Yahu, niye söylemedin?
Neyi?
Necip Fazıl’ın Nakşî olduğunu?
Ne olacak?
Başka birşeye gerek yok ki.

Ömrüm bu Millî Görüş ekolünün türevlerini izlemekle geçti. Farabî’nin

kitabındaki ne kadar devlet ismi varsa partilerine ad oldu ama onlar hep Makyavelli’nin kitabında yazılanlarla amel ettiler.

Parti ve liderleri onlar için dünyanın ekvator çizgisiydi. Çocukluk arkadaşlarını, gençlik ve askerlik arkadaşlarını, komşularını hatta akrabalarını bir anda partiye sattılar. Sonra bir başka parti, sonra başka bir parti..

Bu habis alışkanlık geldi Referandum‘a da bulaştı. EVET veren de gerekçesini kendince ifade eder, HAYIR veren de.. Hiç olur mu, evet vermek dindarlığın yeni ölçüsüdür. Hayır veren nursuzlar..

Emr-i bi’l-mâruf yani iyiliği emretmeyi kendi nefislerine bile yediremeyenler, nehyani’l-münkeri yani kötülüğü engellemeyi sadece başkaları iktidarken düşünenler bu kutlu işi böylece çelik – çomağa çevirdiler.

Bakıyorum; bazı öğrencilerim fanatiklikte Sakaryaspor‘un Tatanga‘larını bir adım geçmişler. Bazı arkadaşlar ‘Hayır‘ dememe rağmen beni nasıl hâlâ sevebildiklerine şaşırmaktalar. Hele hele bazı internet kutçukları yorum adı verilen fitne – fücur seanslarında ölü insan eti yemeye devam etmekteler.

‘Benim ağzım sizin kulaklarınıza göre değil’ desem anlamayacaklar. ‘Ben belediyenin değil rüzgârın ağacıyım’ desem algılayamayacaklar. ‘Parmağıma değil işaret ettiğime bakın’ desem kavrayamayacaklar.

Bana kalsa bu hafta Anayasa Değişiklik Paketi‘yle ilgili 2 tehlikeli tuzağı; KAMU DENETÇİLİĞİ ve YERİNDELİK İLKESİ’ni anlatırdım. Kime? Kaldırım taşlarına.. Neyse, paket geçerse bu ilkenin seyyar mayın gibi karasularımızda gezindiğini aynel yakîn görürsünüz.

Bu otomatik Müslümanlık, bu postmodern kulluk, bu tribün İslâmcılığı, bu rozet dindarlığı, bu şekil perestişi, bu kilise mütedeyyinliği, bu sloganik kategorizasyon fetişizmi bu Protestan ahlâklı tabasbus ve bu parti / lider putperestliği zamane Müslümanlarına yakışıyor. Hz. Ömer gelse, sizin teşekkülden değilse yandı.

“Cehalet, gerçek bilginin aksine kişinin kendine olan güvenini arttırır.”

Aha buraya yazıyorum: 12 Eylül 1980‘de de Amerika şampiyondu., 12 Eylül 2010‘da da Amerika şampiyon olacak.

İmza: U!A! 12 Dev Adam.

Mana-yı Harfii – Mana-yı İsmii

0

“Lealleküm tetefekkerune.” / “Ta düşününüz.” (Bakara: 219)

“Le ayatin likavmin yetefekkerune.” / “Düşünen bir topluluk için ayetler, deliller vardır.”(Yunus: 24)

 “Vessema’i zati’l-hübük.” / “Düşün yıldız kümeleri ile dolu gök kubbeyi!” (Yani bu muazzam evrenin yaratılışını ve O’na karşı sorumluluğunu düşün!) (Zariyat: 7, Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, 2. bs. 1997 s. 1068 – 1069)

“Tefekkürü saatin hayrün min ibadeti senetin.” (İhya – i Ulumi’d – Din, 4: 409) Hadis-i Şerifi, bazen “Bir saat tefekkür’ün bir sene ibadet” hükmünde olduğunu açıklıyor . Tefekküre / Düşünmeye büyük teşvikte bulunuyor. Akıl ve kalbi tefekkür yolunda kullanmak gerektiğine işaret ediyor.

Nitekim gök yüzünde ışıldayarak, göz kırpan yıldızlara; yıldızlar hesabına bakılırsa, bu basit bir bakış olur. Fakat yıldızlar; kainat sarayının tavanından sarkıtılan aydınlatıcı bin bir elektrik ampulleri olarak düşünülürse işin çehresi değişir.

Madem ki, kainat bir saray gibidir. Öyleyse onun bir mimarı, bir planlayıcısı, bir yapanı vardır. Çünkü san’at, san’atkarsız meydana gelemez. Demek ki, yıldızları; gök kubbe denilen tavanda asılı olarak durduran; san’atkar bir kudret sahibi vardır. Yani, yıldızlar kendiliğinden oluşmamışlar; kendiliklerinden bulundukları mekanlarda yerleşmemişlerdir. Asla, kendi kendilerinin yapıcıları değillerdir.

İşte, yıldızları kendi başlarına olmuş veya oluyorlar diyerek, ya da öyle sanarak; maharet, fonksiyon ve hizmetlerini onların kendilerinden bilip, yaratıcıyı düşünmeyerek akla getirmemek; bakıp da görmemektir. Ki, buna Mana-yı İsmi’yle bakış denir. Yani, bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan manasıyla yetinmekten ibarettir.

Fakat, yıldızlara bakınca, aynı zamanda onların kainat sarayının tavanını süsleyen, ait oldukları kasrı aydınlatan ve bu sebeple oraya yerleştirilen, yani bir başkası tarafından yerlerine konulmuş olduklarını düşünüp akıl etmek ise; sadece bakmakla yetinmeyip aynı zamanda görmektir de.

Unutulmasın ki, hem basar, hem basiret sahibi olmalı. Yani baş gözüyle bakarak basarı; akıl, kalp ve ilim gözüyle görerek de basireti harekete geçirmelidir. Baş gözüyle madde; akıl, kalp, ilim ve gönül gözüyle ise bakılandan beklenen ve istenen maksat, gaye ve hikmet hasıl olur. Yani o şeyin manası görülür.

Basar; yani, baş gözü bizleri malumat sahibi yapar. Basiret gözü ise, ilim ve marifet sahibi kılar. Böylece Marifetullah / Allahı bilme ve tanıma yolunda, nice mesafeler alırız. Yani, yapılanda yapanı, fiilde faili, nakışta nakkaşı, resimde ressamı, bestede bestekarı ve binada mimarı v.s. kısaca maddede manayı görürüz. Ki zaten, asıl görmek de, bu şekilde olur ve olmalı.

Esbap ve sebeplerden Müsebbibü’l-Esbaba / Sebeplerin Sebebi olan Allah’a yol bulmak; bakmanın yanı sıra, aynı zamanda görmektir de. Evet, her şeye, mesela yıldızlara Mana-yı İsmi’yle yani o şeylerin kendi zatları hesabına bakılırsa; bu boş bir bakıştır. Kuru bir malumat ve bilgiden başka bir şey değildir. Yani, bakılanlarda; onların gösterdiklerini görmemektir. Halbuki basarda yani bakışta kalmayıp da, basirete yani görüşe geçmek asıl olmalı. Maddeye bakarken, manayı da görmeli.

Maddenin manaya pencere olduğu gerçeği unutulmamalı. Kısaca; aklı doyurup, kalbi aç bırakmamalıdır. Bakışla yetinmeyip, görüşe de geçmelidir. Kaldı ki, bir çok ayetler insandan bakışla yetinmeyip, görüş sahibi olmasını da istiyor. Nitekim, ayetler yıldızlara işaret ederken; yıldızlar, insanların meçhulü değildi. Keza:

 “E fe la yenzurune ile’l-ibili keyfe hulikat?” / “Bakmazlar mı: Deve nasıl yaratılmış?” (Gaşiye: 17)

Ayeti Deve’ye dikkati çekerken de, Araplar, Deve’yi bilmiyor değildi. Elbette biliyorlardı. Fakat onlar Deve’ye nimet gözüyle bakıyor; bir türlü nimetten İn’am’a / nimeti verene yükselemiyorlardı.

İşte, nimete bakıp da, nimet vereni düşünüp akıl etmemek; eksik ve nakıs bir bakış ve anlayıştır. Bakışta kalıp görüşe geçememektir! Oysa, insandan istenen şey; baktığı her şeyden Yaratan’a yol bulmasıdır. Ki, buna Mana-yı Harfi’yle bakış diyoruz.

Çünkü, her şey, her madde; aslında manaya açılan birer penceredir. Unutulmasın ki, pencere görmez. Pencereden bakan görür. Zaten pencereler; binalar için değil, binalardaki pencerelerden bakacak olan insanlar içindir. Evet, pencere bakmaz, pencereden insanlar bakar ve ancak onlar görür.

Zira, kainatta büyük küçük her varlık, her canlı, her bitki; bin bir çeşit pencere hükmündedir. Pencerelerden bakıp görecek olanlar ise insanlardır. İşte insan olan insandan beklenen; maddeyi bu çerçevede, bu fonksiyonuyla ele alması; bakmanın ötesine geçip, asıl olan görmeyi gerçekleştirmesidir.

Nitekim, bu husus veciz bir şekilde şöyle ifade edilmiştir:

“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsil (ve öğrenim)imde yalnız dört kelime ile dört kelam (söz) öğrendim;… kelimelerden maksat: Mana-yı Harfi (ki, bir şeyin kendisini değil de sanatkarını, ustasını, sahibini bilip tanıtan manasını gösterir), Mana-yı İsmi (ki, bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan manasına işaret eder, diğerleri ise) Niyet, (ve) Nazar’dır.

“Cenab-ı Hakk’ın masivasına (yani kainata) Mana-yı Harfi’yle ve O’nun hesabına bakmak lazımdır. Mana-yı İsmi’yle ve esbab (sebepler) hesabına bakmak hatadır.

“Evet, her şeyin iki ciheti (yönü) vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar. Diğer ciheti de Halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli (dantel gibi) bir perde veya şeffaf (saydam) bir cam parçası gibi, altında Hakk’a bakan cihet-i isnadı (dayanak noktasını) gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün’im (nimeti veren), san’ata bakıldığı zaman Sani’ (her şeyi san’atlı olarak yaratan Allah), esbaba (sebeplere) nazar edildiği (bakıldığı) vakit Müessir-i Hakiki (gerçek etki sahibi olan Allah) zihne ve fikre gelmelidir.”

Evet, öyle dört kelime ve kelam ki, hariçte bir şey bırakmıyor. “Efradını cami, ağyarını mani.” bir anlam taşıyor. Yani “Lüzumlu her şeyi içeriyor, yersiz her şeyi dışarıda bırakıyor.”

Not: Bu yazıda, sadece iki Kelime’yi açıklamaya çalıştık.

Irak nasıl da özgürleştirildi?

Saddam kötüydü. diktatördü, katildi.

Şii-Sünni Arab’ıyla, Kürdü ile, Türkmen’i ile on binlerce Iraklının kanı ellerine bulaşmış birisiydi.

Demokrasi dedikleri anlayışla arasının iyi olduğu söylenemezdi.

Esasen böyle bir derdi de yoktu.

Tamam Eyvallah.

Peki şimdiki Irak’ın Saddam dönemi Irak’ından iyi olduğunu kaç kişi söyleyebilir?

Bu nemenem bir demokratikleştirme ve özgürleştirmedir ki bir buçuk milyona yakın insanın canına mal olmuştur.

İşin en acıklı tarafı da şudur.

Ölen bu bir buçuk milyon insanın yaklaşık bir milyona yakını birbirinin kurşunları veya bombaları ile ölmüşlerdir.

Peki ya sayıları en az o kadar olan yaralı ve sakatları, evini barkını, yurdunu yuvasını kaybedenleri, yetim ve öksüzleri, tecavüze uğrayanları, Irak veya çevre ülkelerin fuhuş pazarlarında çalıştırılanları nereye koyacağız?

Ne yaman özgürleştirme ve demokratikleştirmeymiş meret.

Irak artık fiilen üç parça

Birbirini boğazlar hale getirilmiş üç parça.

Şiiler, Sünniler ve Kürtler.

Irak’ın dördüncü büyük nüfus gurubu olan Türkmenleri saymıyorum.

Onlar biraz da bizim sayemizde artık esamisi okunmaz hale geldiler.

Küresel sömürgeciler işe ayrıştırarak ve bölerek başlıyorlar 

Bilmeyenlere duyurulur.

İmamı Azam Ebu Hanife, Ehli Beyte(Hz.Ali soyundan gelenlere) siyasi saiklerle zulmettikleri için dönemin Emevi ve Abbasi Halifelerine açıkça cephe almış ve bu yüzden büyük mağduriyetlere ve zulme uğramış birisidir.

Onun içindir ki ehlibeyt ve ehlibeyti sevenler onu sever ve saygı duyarlardı. O da onları severdi.

Ehlibeyt’in manevi önderi Hz Ali zaten bütün Sünnilerin de baş tacı ettikleri, menkıbelerini dilden düşürmedikleri birisi.

Peki ne oldu da bin yıldır aynı toprakları süsleyen, birbirini zenginleştiren Hz.Ali türbe ve mescitleri ile Ebu Hanife Camileri peş peşe bombalanmaya, yakılıp yıkılmaya başlandı.

12-13 asırdır yan yana duran bu dini mekanlar, nasıl oldu da yerle bir edilmeye başlanıldılar.

Ne menem bir Sünni veya Sünniler(!) ki Hz. Ali Türbesini bombalayıp yerle bir ettiler.

Nasıl bir Ehlibeyt(Şia) gönüllüsü veya gönüllüleri(!) ki atalarının uğradığı mağduriyetlere engel olmak için canını ortaya koyan Ebu Hanife’nin adını taşıyan camii bombalayıp yerle bir ettiler.

Yoksa geçmişte Cemel Vakası sırasında(Hz.Osman’ın öldürülmesi sonrası kaos döneminde meydana gelen ve Hz. Ali ile Hz. Aişe ve taraftarlarının karşı karşıya gelip savaştıkları acı olay) geceleyin gizlice Hz Ali ile Hz. Aişe’nin taraftarlarının bulunduğu çadırlara saldırarak her iki tarafı birbirine kırdıran Abdullah bin Sebe’nin adamlarının bu günkü rollerini üstlenmiş birileri mi var işin içinde.

Demokrasiye evet ama Demokrasi Projelerine hayır diyebilmek

Bir büyüğüm, ben artık demokrasi kelimesinden korkar hale geldim dediğinde kendisine şöyle söylediğimi hatırlıyorum.

Abi gözünü seveyim.

Gel demokrasiden korkma.

Yine en iyisi ve güzeli o.

Ama ben demokrasi projelerinden gerçekten korkuyorum.

Çünkü bu projeler bu gün bizim yaşadığımız coğrafyaya göz diken küresel egemenlerin bölgeye yönelik emperyalist niyetlerinin içerisine konulduğu altın tepsiler.

İsterseniz şöyle düzeltelim.

Altındaki zehiri fark etmemizi engellesin diye üste konulan çekici-cezbedici örtüler.

Gözünü sevdiğim demokrasinin bir özelliğini(!) daha öğrenmeye başladık.

Meğer ideal demokrasi dedikleri şey sadece egemenleri veya iktidarda bulunanları övmekmiş(!)

Eleştirirsen, aykırı fikir söylersen, şu şu yanlış dersen vay haline.

Demokrasinin en temel özelliklerinden birisinin, özgürce aykırı fikirleri dahi ifade edebilmek olduğunu zannediyorduk.

Yanlış biliyormuşuz.

Doğrusu egemenlere kayıtsız itaat ve onların yaptıkları her işe doğrudur efendim demekmiş meğer.

Geç de olsa öğrenmiş olduk.

Baksanıza TÜSİAD bile fırçayı yedi.

 

Yemin Töreni

0

Büyük oğlum Yasin Üniversiteyi bitirip Makine Mühendisi oldu. Yurt dışında yabancı dil okulunu da bitirip yurda dönünce askerlik iş hayatı ile arasında engel olmaya başladı. İlk iş başvurularında askerlik şartı önüne çıkınca tecili olmasına rağmen tecili bozup alelacele askere yazıldı.  Böylece geçtiğimiz Ağustos ayında vatan görevine Hatay’da 121. Jandarma Eğitim Alay Komutanlığında başladı.

Çocuklarımızın asker olması, vatani görevini yapmaya gitmesi özellikle annelerde olmak üzere aile, akraba, konu komşu ve dost çevresinde ciddi bir ilgiye ve heyecana sebep oluyor. Denebilir ki ; “şu anda güvenlik güçlerimiz bölücü,  ırkçı, Stalinist ve dış destekli pkk ile mücadele ediyor, şehit veriyor da ondan bu ilgi”… Hayır, aslında öyle değil. Bu eskiden de böyle idi. Çocukluğumda amca-dayı çocuklarımın da askere gidişleri ve gelişleri  tüm çevrede ve bende derin izler hatıralar bırakacak kadar önemli olaylardı.

Tabii ki can güvenliği konusundaki derin endişeler toplumu son derece etkiliyor. Ama bunun yanında askere gitmemiş bir delikanlının daha “adam olmamış” düşüncesi esprili de olsa sık sık dillendirilir. Hani pek de yabana atılmamalı bu düşünce değil mi? Asker Ocağının biz erkekleri önemli ölçüde olgunlaştırdığı aslında bir gerçek. Bir çok şeyin kıymetini askerde öğreniriz.

Gurbet ve sevdiklerinden uzak olması, insanı bir başka pişirir değil mi?  Hürriyet, bolluk, rahatlık, duş alma, çay gibi nimetler çoğu zaman asker ocağında  daha çok fark edilir.

Asker ocağının toplumumuzdaki bir diğer adı da “Peygamber Ocağı”  idi değil mi?  Her ne kadar omuzu kalabalık zevattan bazıları bu konuda karşı görüş belirtmişse de milletimizin nezdinde “bu böyledir”.  “Mehmetçik” in anlamı da “Küçük Muhammed” dir. Bu da milletimizin vicdanında “böyledir”.  Bu böyle biline… Yok şuna- yok buna aykırı imiş bu düşünce…  Onu aklımız kesmez..

İşte bu düşüncelerle oğlumuzu oradaki anne ve babalarına yani komutanlarına teslim ettik. Çocuklarımıza, onlara bizim baktığımız gibi bakacaklarına dair çok güzel bir mektup aldık komutanlarından. Bu bizi çok mutlu etti.

Bizim için iki hafta çok çabuk geçti. Yemin Törenine gidecektik. Çocuğumuzu, asker çocuğumuzu ve görev yaptığı Ocağı görecektik. Uçak biletlerini, otel rezervasyonunu vs hazırladık. Tribünlerde yer bulmak için sabah erkenden heyecanla alaya doğru yöneldik.

Sonra birden hatırladık. Askeri tesise giriyoruz, hanım başörtülü. Üstelikte iğneli. “Bak hanım dedim nizamiyede örtünü çıkar-mıkar  derlerse olay çıkarırım bilesin. Kendimi içeri attırır, sen de başının çaresine bakarsın, söylemedi deme”.  Eşim; ” sen sakin ol, iğneyi çıkarır, Gata düğümü atarım, bir şey demezler” diyerek gayet rahat bir şekilde nizamiyeye doğru yürüdü.

Tedirgin bir şekilde içerilere, ağaçların arkalarına doğru baktım, başörtülü hanımları görünce rahatladım. Acaba elli yaş üzerine onay verip gençlerimi salmıyorlar diye dikkat kesildim. Tamam onda da sorun yok. Eşime baktım hala iğneyi çıkarmamış. Çıkar dememe kalmadan nizamiyeden girdik. Ard arda masalar kurulmuş. İsim-soy ad ve TC kimlik no sordular. Tekmil verir gibi nüfus cüzdanına bakmadan tak tak tak söyledim. “Bu kadar mı ” dedim? “Tamam efendim,  bu kadar” dediler. Baktım hanımda öbür masada tekmili vermiş. İğneye falan da takılan yok.

Herkesin ilerlediği ağaçlık ve gölgelik asker görüşme alanından geçtik. Gayet temiz ve güzel ortam. Birazdan ısınacak olan havanın son sabah serinliği geçmek üzere. Çok şık bir hediye standından alayın adı yazılı bir şapka aldım. Ben de şapka var ama hanıma yedek olsun.

Yolumuzu bulma telaşını atlatıp tören alanına girince garip bir şey oldu. Hoparlörler den bangır bangır mehter marşı sesi geliyor. Hani şu üniversite yıllarında arkadaşlarla halka olup, düşmana (!) korku salmak için sesimizin çıktığı kadar yüksek sesle söylediğimiz  mehter marşı çınlıyordu ortalık. Tören alanı “Gafil ne bilir neşve-i pür şevki vegayı” diye inliyordu. 

Az önce ürkek ve çekingen tavırlarım gitmiş farkında olmadan uygun adım yürümeye başlamışım. Hanıma,  şaşkın ve ağzım kulaklarımda “duyuyor musun? ” dedim.  Duymama imkanı var mı?  Mutlu mutlu tebessüm etti, evet anlamında başını salladı.

Biz yürüyoruz, mehter çalıyor…  “Allah yoluna cenk edelim, şan alalım şan/ Kur’an da zafer vaad ediyor, hazreti Yezdan

Tribünlerde yerimizi aldık. Herkes heyecanla törenin başlamasını bekliyor. 1. Tabur gelip yerini alıyor. Birbirinin aynı görünen askerler arasından kimse yakınlarını seçemiyor. Alay komutanı yürüyerek askeri ve bizleri selamlıyor. Komutana alkış ve sevgi seli çok yürekten.

Bayrak töreni yapılıyor. Bu arada meşhur Arif Nihat Asya’nın meşhur Bayrak Şiiri kulaklarımızı ve gönlümüzü dolduruyor. Göğüslerimiz şişiyor, gözlerimiz nemleniyor: ” Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü / Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü, / Işık ışık, dalga dalga bayrağım, / Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım”.

“Sana bizim gözümüzle bakmayanın mezarını kazacağım” diyen bu millet,  başka bayrak hayali görenlerin de mezarını kazmaktan çekinmeyecektir.  Bunu göğsümüz kabara kabara okuduğumuz İstiklal Marşımızı haykırırken bir kere daha hissettik.

Mükemmel bir disiplin içinde geçen yemin merasiminden sonra aynı disiplin ve nizamda yapılan resmi geçidi izlerken gözlerimiz doldu. Evlatlarımız ve onları yetiştiren komutanlarımızla gurur duyduk.

Nizamiyeye geldiğimiz andan, çocuklarımızın izin belgelerini alıncaya kadar görev yapan rütbeli ve rütbesiz tüm askerlerimizin disiplin, vakar, nezaket ve güleryüzleri  takdire şayan bir seviyede idi.

Oğlumuzun yemin törenini görmeye gittiğimiz Hatay’dan çok güzel intibalarla ve duygularla geri döndük. Hatay halkının misafirperverliği ve güzel insanlarının sıcaklığı bizi gerçekten çok etkiledi. Onlarda Anadolu insanının tüm özelliklerini gördük.

Hatay’ın merkezi tarihi dokusunu ve otantik yapısını halen koruyor. Ayrıca  Yasin suresinde bahsi geçen Hz. İsa’ya inanmış ilk kişi olan Habib-i Neccar’ın mezarı aynı isimle anılan Caminin iki kat altında ki çilehanede ziyaret edilebiliyor.  Ayrıca belediyenin başarı ile devam eden büyük restorasyon çalışmaları sayesinde  Hatay gerçekten görülmesi gereken bir ilimiz olacak.

 

Hatay’ın otantik yapısını koruyan Uzun Çarşısı dükkanları ve ilginç minareli mescit ve camileri ile size sürprizler sunar

Hatay’ın otantik yapısını koruyan Uzun Çarşısı dükkanları ve ilginç minareli mescit ve camileri ile size sürprizler sunar

Hatay’ın otantik yapısını koruyan Uzun Çarşısı dükkanları ve ilginç minareli mescit ve camileri ile size sürprizler sunar

Hatay’ın otantik yapısını koruyan Uzun Çarşısı dükkanları ve ilginç minareli mescit ve camileri ile size sürprizler sunar

Habib-i Neccar Camii

Habib-i Neccar Camii

Hatay’ın meşhur “Tepsi Kebabı”.

Hatay’ın meşhur “Tepsi Kebabı”.

Mustafa ve Halime Toka yemin töreni sonrası oğulları Yasin ile

Mustafa ve Halime Toka yemin töreni sonrası oğulları Yasin ile

1.Tabur 1. Bölük merasim öncesi yerini alıyor.

1.Tabur 1. Bölük merasim öncesi yerini alıyor.

121. Jandarma er eğitim alayı yemin merasiminden önce

121. Jandarma er eğitim alayı yemin merasiminden önce

Anayasanın Gölgesindeki Terör

0

Anayasa değişikliği tartışmasının son malzemesi ve borazanı bu sefer de terör oldu. Malum olduğu üzere oylamaya sunulan anayasa değişiklik önerisinde, teröristlerle ilgili hiçbir öneri yoktur. Ancak her nedense, terör tartışmanın odağına yerleşti. Bu durum liderlerin sözlerinin, amaçları ve içerikler hakkında daha ayrıntılı düşünmemizi gerektirmektedir. Terör nasıl terörle ilgili olmayan bir tartışmanın ve çekişmenin odağına yerleşir?  Liderlerin sözlerinin değeri ve söylenme amaçları ile konuya girmek gerekir.

Sultanların sözü, sözlerin sultanıdır veya daha özgün biçimiyle söylersek, meliklerin sözü, sözlerin melikidir.  Bu bir Arap atasözüdür. İslam kültür dairesindeki milletlerce yaygın olarak kullanılır. Farsça biçimi ile şöyle ifade edilmektedir: Kelam-ı kibar, kibar-ı kelamest. Türkçe biçimiyle: Büyüklerin sözleri, sözlerin büyüğüdür.

Farsça ve Türkçe söylenişte, “büyüklerin sözü” ifadesi yer almaktadır. Ancak Arapça özgün biçiminde “padişahların sözü”, “yöneticilerin sözü”, ” kralların sözü” daha doğrusu “meliklerin sözü”  denmektedir. Büyükler kavramı, aslında meliklerin ve padişahların bir sıfatıdır. Her nedense atasözü Türkçe ve Farsçaya tercüme edilirken sıfat ismin yerine geçmiştir. Bundan dolayıdır ki, “meliklerin sözü” yerine, “büyüklerin sözü” denmektedir.

“Meliklerin sözü” yerine, “büyüklerin sözü” denince, yaşlı, ihtiyar, statü sahibi, âlim ve güngörmüş tecrübeli her kes büyük sayılmıştır. Büyüklerden kabul edilmiştir. Mesela sofilere göre, büyükler melikler ve sultanlar değildir, Allah’ın veli kullarıdır, veli zatlardır, meşreb kuranlardır, büyük İslam âlimleridir.

Maksadım bir atasözünün niçin farklı anlamlara gelecek şekilde kullanıldığını açıklamak değildir. Bir atasözünün özgün anlamını bulmaktır. Bu anlamı günümüz şartlarıyla karşılaştırmaktır. Bundan dolayı atasözünün özgün biçimi olan, “meliklerin kelamı, kelamların melikidir”, yani “sultanların sözleri sözlerin sultanıdır” ifadesini tartışmamıza esas alacağım.

Merhum Sabri Ülgener, Zihniyet Aydınlar ve İzm’ler, adlı eserinde, aydınların özelliklerini, hâkimiyet kurma biçimlerini ve yapılarını açıklar. Aydınlar arasında meydana gelen bir dizi ideolojik tartışmanın ne olduğunu anlatırken, meliklerin sözü, sözlerin melikidir, atasözü üstünde durur. Hâkim sınıfların düşünce ve sözleriyle de toplumu etkilediklerini, sözleriyle iktidar alanlarını güçlendirdiklerini anlatır. Marksizm’in ideoloji eleştirisini, eleştirirken, yine bu atasözü ile durumu açıklamaya çalışır.

Bilindiği gibi, bu günlerde, Türkiye’nin melikleri ve hâkimleri Anayasa’nın bazı maddelerinin değiştirilmesi hakkında, 12 Eylül tarihinde yapılacak olan halkoylamasına hazırlanıyorlar. Bu amaçla etkili gösteriler, konuşmalar, tepkiler ve buluşmalar gerçekleştiriyorlar.    Kitleleri yönlendirmeye, etkilemeye, kendi tercihleri doğrultusunda gösterilere katılmaya çağırıyorlar. Sivil toplum kuruluşu olarak kendilerini adlandıran kimi iş takipçisi ticari dernekler, geleneksel cemaatler, toplumda mevcut olan birçok grup, şu ya da bu şekilde “evet” çilerden veya “hayır” cılardan olma doğrultusunda mevzi almaktadır.

Anayasa gibi bir metnin bazı maddelerinin değiştirilmesi meselesi, haklı olarak, bütün hâkim toplulukları, imtiyazlı sınıfları, yöneticileri yani Türkiye’nin krallarını/meliklerini ya da sultanlarını karşı karşıya getirmiştir. Krallar, sözüm ona, demokrasi denilen oyunun kurallarına göre tartışıyorlar, sözle kavga ediyorlar, gürlüyorlar.  İşte meliklerin sözü, sözlerin melikidir, atasözü tamda bu alangirli ortamda ve hengâmede devreye girmektedir.

Türkiye’nin bütün kralları söz söylüyor. Bu krallar malum olduğu üzere, halkoyu ile seçimi kazanan partilerin liderleridir,  liderlerin yardımcılarıdır, takımlarıdır. Dikkat edilirse her parti meydana bu şekilde çıkmaktadır. Her lider, yani kral, kendi takımıyla halkın karşısına çıkmaktadır, söz söylemektedir.

Birde bu hengâmede lidere ve takımına akıl verdiği varsayılan aydınlar, asıl büyük etkide bulunuyorlar. Yazılar yazıyorlar,  liderlerin köşelerini bekliyorlar, taraftarlık ruhiyatını kışkırtıyorlar, kitlelere aşılıyorlar. Osmanlılar döneminde bu ulufeci takım için İzzet Molla’nın kullandığı bir tabir var.  Üstat diyor ki; “Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harab/ Eyler onu müdahane-i aliman harab”.  Yani anarşi ve taşkınlıkla dünya bozulmaz, fakat alimlerin yağcılığı onu bozar. O dönemin alimleri, bu günün aydınlarıdır.  Ülgener, müdahane, yani yağcılığın, dalkavukluğun ve ulufeciliğin modern Türkiye’nin aydınları arasında, hala önemli bir geçim kaynağı olduğunu söyler. Ancak bu kez farklı bir durum ortaya çıkmıştır. Bir de kitlelere yani halka da müdahanette bulunmak gerekir.

Müdahaneci aydınlar, yani köşe yazarları ve aydın geçinen gruplar, meliklerin/liderlerin söylediklerini cilalıyorlar, duygusallaştırıyorlar, kışkırtıcı sloganlara ve basmakalıp ifadelere dönüştürüyorlar, kitlelere sunuyorlar. Böylece kitleler onların amaçları doğrultusunda kralların söyledikleri sözlerin değerini düşünemez duruma getiriliyorlar.  Liderler de bu kışkırtıcı sloganlarla daha da coşuyorlar. Roma arenalarındaki gladyatörler gibi, kendilerinden geçip söz savuruyorlar, slogan söylüyorlar.

Gladyatöre dönüşen liderler, yönettikleri ve yönetmeye talip oldukları ülkenin, bu hengâmede hangi tehlikelerle karşı karşıya kaldığını fark edemez duruma geliyorlar. Bu tutumlarıyla kendilerine iktidar ve ikbal sağlayan ülkeyi bir kaosa sürüklediklerini dahi fark edemiyorlar.  Hatırlanacağı gibi, özel hayatların mahremiyeti ortadan kalktı. Mahremiyet saygı duyulması gereken bir alan olmaktan çıktı. Evlerin fotoğrafları, maliyetleri, liderlerin çocuklukları, arkadaşlıkları pazara sürüldü. Gladyatör çatışmasının ve rekabetinin en önemli kalkanları ve kılıçları oldu. Sonra bunlar yetmedi. Bu kez, ülkeyi bölmek için yıllardır kan döken bir terör grubunun faaliyetlerini meşrulaştırıcı sözler de ağızlardan dökülmeye başladı.

Son tartışma PKK terör grubu üzerinden yürütülmektedir.  Gladyatörler biri birlerini terör grubuna yardımcı olmakla suçlamaya başladı. Müdahanette bulunmayı meslek edinen kimi aydınlar da köşelerinde PKK’nın başarılı bir politika izlediğini, kendini bu gladyatör kavgasında meşrulaştırdığını söylemeye başladılar.  Bu müdahanetçi takım önce liderleri terörist talepler doğrultusunda yönlendirdi. Şimdi de onların bu kavgalarını teröristlerin işine gelecek şekilde işlemeye başladı.

Türkiye’nin sözüm ona milliyetçileri iktidar uğruna, sekiz yıldır ülkeyi yöneten bir hükümeti, teröristlerle yıpratmaya ve suçlamaya başladı. Mevcut hükümet de milliyetçileri zamanında teröristleri korumakla ve af etmekle suçladı. Cumhuriyetin kurucusu iddiasıyla politika yapan parti de teröristleri kendine kalkan yaptı, kılıç yaptı. Teröristlerle rakiplerini yıpratmaya çalışıyorlar.    Yani bizim ülkenin liderleri ülkeyi yıkmak isteyen teröristlerle, rakiplerine saldırıyorlar. Sözlerini teröristlerin amaçları doğrultusunda söylüyorlar. Teröristlerin vahşi saldırıları, şehidlerin kanları, annelerin gözyaşları ve öksüz kalan çocuklar; liderler için arenada birer kılıca ve kalkana dönüşmektedir.

Halk arasında her zaman gruplaşmalar olur. Bu gruplaşmalardan dolayı atışmalar yaşanır. Kitlenin kendi iç çatışmasında ve atışmasında haddi aşan sözler bir yere kadar tabii karşılanabilir. Bu atışmalar ülkenin geleceği için bir tehdit olarak da görülmez. Çünkü sözü söyleyenin ağırlığı, sözün ağırlığını ve değerini belirler.  Ancak liderlerin sözleri için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir.  Onların sözleri sözlerin şahıdır. Şahlar kendi ikballeri için gizli bir terörist grubu, politik malzemeye dönüştürüyorlarsa, teröristlerin amaçlarına dolaylı olarak hizmet ediyorlarsa, onların sözlerinin şahlığı da kalmaz.  Bu ortamda sözün bittiği yere doğru savruluyoruz. Ne diyelim? Teröristlerinizi sevsinler  …

Akılları sıra rakiplerini yıpratıyorlar. Ama olup bitene baktığımızda, demokrasi arenasının gladyatörleri, yani Türkiye’nin liderleri kendi hırsları uğruna kaş yapayım derken göz çıkartıyorlar.

 

Kimler “Evet” Kimler “Hayır” Diyecek

Cumhuriyet Tarihinde Askerlerin, Asker kökenlilerin veya Askerin emrettiklerinin dışındakilerin hazırlamış olduğu, yani ilk sivil Anayasa Referandumunda kimlerin “EVET”, kimlerin “HAYIR” diyeceğine dair bazı tahminlerim;

Başta 5’li Çetenin gazabına uğramışlar, elbette avazı çıktığınca “EVET” diyecekler.

80 ihtilalini menfaate dönüştürenler ise “HAYIR” diyecekler.

 

Cuntanın hücreye atıp, emdiği sütü burunlarından getirdikleri “EVET” diyecekler.

Hücre nedir bilmeyenler, C5’ten yükselen çığlıkları zemin kattan dinleyenler “HAYIR” diyecekler.

 

Asker fobisi olmayanlar “EVET” diyecekler.

Askerin hiçte üzerine vazife olmayan işleri karıştırırken avuçlarını ovuşturanlar “HAYIR” diyecekler.

 

Yargının saltanatından rahatsız olanlar “EVET” diyecekler.

“Yargı irticacılara kan kusturuyor” zevkini yaşayanlar “HAYIR” diyecekler.

 

3-5 kişinin Meclisteki 550 temsilcimiz üzerindeki hâkimiyetinden rahatsız olanlar “EVET” diyecekler.

“Demokrasi bizim neyimize” diyenler “HAYIR” diyecekler.

 

Liderleri zindanlara atılan sol dernek mensupları “EVET” diyecekler.

Franksiyonlardan nemalanan sol parti yöneticiler “HAYIR” diyecekler.

 

Büyük davalara hizmet edenler “EVET” diyecekler.

Büyük davalardan hizmet alanlar “HAYIR” diyecekler.

 

Yargı, Hukuk makamı olsun diyenler “EVET” diyecekler.

Hukuku saltanat makamı yapanlar “HAYIR” diyecekler.

 

HSYK’nın kabul edilemez siyasi tutumundan rahatsız olanlar “EVET” diyecekler.

HSYK’nın caddeye bakan balkonunu temsil eden parti taraftarları “HAYIR” diyecekler.

 

Cunta Anayasalarını istemeyenler “EVET” diyecekler.

Postal sesinden medet uman ürkenler “HAYIR” diyecekler.

 

Muhsin YAZICIOĞLU sevenleri, davasının sevdalıları, Alp’ler, Eren’ler, Alperenler EVET” diyecekler.

Ufka kendi gözleriyle bakanlar “EVET” diyecekler.

 

Memleketi, Laik-İrticacı safsataları ile oyalayanlar “HAYIR” diyecekler.

“Yemezler” diyenler “EVET” diyecekler.

 

Gözleri güneşin batışını seyredenler “HAYIR” diyecekler.

Seherde aydınlığı bekleyenler “EVET” diyecekler.

 

Karanlıklar “HAYIR” diyecekler.

“EVET” diyenler geleceği aydınlatacaklar.

 

Sayın Bahçelinin ifadesiyle “ERKEKLER” ne diyecek, “ÜRKEKLER” ne diyecek?

Merve Kavakçı’yı tesettürüyle Meclise sokanlar ne diyecek,

Dr. Nesrin Ünal’ın başörtüsünü ayaklar altına atanlar ne diyecek?

Bunu da siz tahmin edin artık.

 

Solun asırlık tavrı herkesçe malum.

Boğaz köprülerine bile karşı çıkan bir zihniyetten, muhalefeti kendine şiar edinmiş bir zihniyetten “HAYIR” kampanyası hiç de şaşırtıcı değil.

Ancak 80 katliamının çilesine mazhar olmuş sağ grubun günümüzdeki temsilcilerinin bir kısmının “HAYIR” demesi, tabirimi bağışlayın, kendi ayaklarına sıkmaktadır.

 

Bundan dolayı da görünen o ki, referandum sonucu ne olursa olsun, MHP kan kaybedecek gibi.

“EVET” çıkarsa, taraf olduğu tercihe tezat sonuçtan dolayı kaybedecek,

“HAYIR” çıkarsa, CHP, İP ve hatta dolaylı olarak PKK ile hareket ederek, SOL’ un zaferine destek olmuş olduğu için, YARSAV, HSYK saltanatını kurtardığı için, CHP’yi ayakta tutan malum yargı kurumlarının keyfiyetine halel(!) gelmesini engellediği için kaybedecektir.

MHP’nin gelecek tarihine, eyvah nidalı kayıtlar düşecektir.

 

Bu tabii şahsi düşüncem benim.

 

Mantıkların allak bullak olduğu, mantığına hükmedenlerle, mantığı ipotek altında olanların kavgası şekline bürünen referandumda benim oyum mu?

 

Dönemin sıkıntıları gencecik omuzlarımı çok hırpalamıştı.

Yediğim 9 milimetrelik kurşunun izi ise hala bedenimde duruyor…

 

Gönüllü Kültür Teşekküllleri

Küreselleşen ve globalleşen dünyamızda insanın toplum içindeki yaşama şartlarını insanın eşref-ül-mahlûkat olma vasfına uygun biçimde geliştirmek ana hedef olmalıdır. Çağımızın tabirleriyle mevzu ele alındığında, demokrasi , insan hakları , toplum kalkınması , halkın gönüllü teşekküller eliyle yönetime ve kalkınmaya katılması gibi mefhumların ön plana çıktığı görülmektedir.

Toplumların huzur içinde yaşayabilmesi için, bir yandan çalışma ve çalıştırma hürriyetine sahip olarak maddî refahını elde etmesi , diğer yandan manevî ihtiyaçlarını tatmin etmek için inanç , din ve dinine göre yaşama hürriyeti gibi demokrasinin temel haklarına dayanarak terbiye ve eğitim yoluyla ahlâk ve fazilet duygularını geliştirmesi gerekir.

Bu temel hakların saklandığı bir ortamda insanlar teşkilâtlanarak, baskı grupları oluşturarak hukuk sistemi içinde meselelerinin çözümüne katkıda bulunabilirler. Kısaca kendi kendilerini yönetme imkânına kavuşabilirler. Çağımızdaki yeni dünya düzeninin, küreselleşmenin sosyal boyutlarını , kanaatimce böyle anlamak gerekir.

Bunun için , yerleşim düzeninde , gittikçe sayıları ve vüs’atleri artan şehirlerin yönetiminde , bir yanda resmî plânda seçilmişler tarafından yönetilen mahalli idarelerin fonksiyonlarını arttırıp onları güçlendirirken , diğer yandan gayriresmî olarak , halkın kendi kendini teşkilâtlayıp vakıf , dernek , birlik , sendika ve benzerlerini kurmasını teşvik etmek lâzımdır. Bu kabil gönüllü teşekküller marifetiyle mahalli idarelere hem yardımcı olmak , hem de onları bir nevi otokontrole davet etmek mümkün olur.

Toplumlar artık , yönetim sistemlerinden , deruhte ettikleri hizmetleri , kaynakları israf etmeden , maksimum verimle üretmesini beklemekte , aynı zamanda bu hizmetleri demokratik kaidelere uygun biçimde , halkın iştirakiyle gerçekleştirmesini istemektedir. Bundan dolayı , mahalli seviyede ve mahalli karakterli kamu hizmetleri üzerindeki icra yetki ve sorumluluğunun, atanmışlara değil , seçilmişlere bırakılması , çağımızın ihtiyaçlarına cevap verebilecek gerçekçi bir yaklaşım olur.

Bu sebeple , bir yandan devlet yönetimlerinde mahalli idarelerin önemi ve tesiri artarken diğer yandan gönüllü teşekküllerin de sayısı ve fonksiyonları çoğalmaktadır.
Bu temayülün sonucu olarak Birleşmiş Milletler kuruluşları içinde gönüllü teşekküllerin faaliyetleri ve tesirleri artmıştır ve Habitat II programı içinde bu kuruluşlara önemli bir yer ayrılmıştır.

Bunlara İngilizce ifadeyle non-governmetal organizations veya kısaca NGO adı verilmektedir. NGO’ lar bütün dünyada hızla gelişmektedir. Hollanda’ da otuz bin , İsviçre’ de yirmi bin , İngiltere’ de yüzon bin , ABD’ de elli iki bin , Almanya’ da yüz bin NGO’ nun mevcut olduğu bildirilmektedir. Bu yapı , insan hak ve hürriyetleri ile ve demokratikleşmeyle gönüllü teşekküller arasında doğru orantılı bir bağ’ın mevcudiyetini göstermektedir. Türkiye’de 1967’den sonra hızla gelişen vakıfların sayısı 2131’i yeni , 914’ü sosyal yardımlaşma ve dayanışma , 73’ü çevre koruma ve 191’i eski olmak üzere 3309’a ulaşmıştır. Bu gibi müesseselerin gelişmesi ancak demokratik bir rejim içinde mümkün olabilir. Bugün hem ülkemizde , hem de bütün dünyada zahiren de olsa , demokratik bir rejim içinde insan haklarına saygılı bir hukuk devleti herkesin benimsediği ideallerdir. Bu müesseselere ve mefhumlara açıkça kimse karşı gelemez. Ülkemizde de demokrasinin tam olarak teessüs etmesi , insan haklarına riayet edilmesi ve bunların hukukî esaslara dayandırıldığı bir hukuk devletinin varlığı temel hedefimiz olmalıdır. İnsan hakları denince hatıra gelen hususlar ; yaşama güvenliği , fikir ve düşünceyi ifade hürriyeti , inanç ve inancına göre yaşama özgürlüğü , çalışma ve teşebbüs hürriyeti ile malı ve nesli idame hürriyetleri akla gelmektedir.

Batı dünyasında 1789 Fransız ihtilâli ve 1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesiyle benimsenen prensipler , esasında İslâmiyetin temel rükünleri arasında daha yedinci asırdan itibâren belirtilmiş ve benimsenmiştir. Yani , bunlar esasında bizim inanç ve kültürümüzde mevcut olan , bize yabancı olmayan mefhumlar ve değerlerdir.

Fakat bu zahiri kabule rağmen , hem dünyada , hem de ülkemizde insan hakları ihlâl edilmektedir ve bundan en fazla inançlı ve muhafazakâr kesimler mutazarrır olmaktadır. Buna karşı yapılacak iş , başta da belirtildiği gibi halkın gönüllü teşekküller etrafında teşkilâtlanarak hak ve hukukunu muhafaza etmeye çalışması , her türlü demokratik platformda , hukukî yollardan haklarını aramasıdır. Bir söz vardır. Denir ki , “insan hakkını aramaya mecbur değildir. Fakat medenî insanın görevi hakkını kullanmasıdır…” İnsanımız , bu haklarını millî ve milletlerarası bütün mehafillerde aramalı ve kurulacak gönüllü teşekküller vasıtasıyla halkımız bu hususta şuurlandırılmalıdır.

Türkiye’de gönüllü teşekküllerin taazzuv ve tekevvün etmesi 1950’den sonra , yani çok partili döneme geçilmesiyle başlar. Ondan önce tek parti döneminde inançlı kesimler ilim ve servetten yoksundu. Yani fakir ve cahildi. Bazı hayırlı çalışmalar da idarecilerin baskıları sebebiyle yer altına inmişti ve gizli eğitim çalışmaları olarak devam ediyordu. 1940’lı yıllarda fikir sahasında aleni olarak görülen başlıca faaliyetler, rahmetli Necip Fazıl’ın Büyük Doğu mecmuası ile yine rahmetli Nurettin Topçu’nun Hareket mecmuası etrafında teşekkül eden halkalardı .
Esasında Osmanlı devletinde ve diğer islâm toplumlarında gönüllü teşekküller çok gelişmişti. Bunların başında üçüncü sektör denen vakıflar geliyordu. Vakıf müessesesi Hz. Peygamber ( SAS ) in bizzat kendisi tarafından teşvik edilmiş , bilâhare sahabiler ve arkadan gelen bütün müslümanlar tarafından benimsenmiştir. Bunun sebebi peygamberimizin bir hadis-i şerif ile bizlere yaptığı tebşirattır. O da şöyle ifade edilmiştir : Bilindiği gibi insan ölünce amel defteri ( defter-i a’mâl’i ) kapanır. Yani ölümden sonra o deftere ne sevap, ne de günah yazılır.

Sadece üç halde amel defteri açık kalır :
1- İnsanların istifade edebileceği hayrat, yani cami, hastahane, okul, çeşme, hamam vs. eserler bırakanların , o eserlerden insanlar faydalanıp hayır dua ettikçe , sanki hayatta imiş gibi ilâ yevm-il kıyame, amel defterine sevap yazılmaya devam eder.
2- İnsanlara faydalı eserler , kitaplar yazıp bırakanların da , insanlar onlardan faydalandığı sürece , sevapları işlenir.

3- Hayrül-halef , yani hayırlı evlat bırakanların , defterlerine ve o evlatların hasenatı , yani hayırlı işlerin sevabı yazılır. Böylece insanlar bu üç halde sanki yaşıyormuşçasına , Allah indinde olumlu ve müsbet puanlar kazanmaya devam eder.
İşte bu tebrişat sebebiyle bütün İslam Dünyasında ve tahsisen Osmanlı Devleti zamanında bu kabil vakıflar , yani gönüllü teşekküller çoğalmış , şahikasına erişmiştir. 1530-1540 arasında Batı Anadolu Sancaklarını ihtiva eden Anadolu eyaletinin genel varidatının yüzde 17’sinin vakıfların elinde olduğu söylenir. 1527-1528 yılı bütçesine göre Osmanlı devletinin toplam bütçe gelirlerinin yüzde 12’sinin vakıflara ait olduğu belirtilir.

Cumhuriyet döneminde sivil toplum örgütlenmesi yönündeki ilk hareket 1951 yılında İlim Yayma Cemiyeti’nin kurulmasıyla başlamıştır. Bir avuç inançlı insan tarafından kurulan bu dernek, -İlim Yayma- adının da ifade ettiği gibi eğitim sahasına yönelmiş, milletin ihtiyacı olan imam-hatip liselerinin kurulmasına öncülük etmiştir. İlim Yayma Cemiyeti’nin yaktığı meşalenin aydınlığında, arka arkaya birçok hayır cemiyetleri kurulmuştur. 1960’tan sonra 24 Mayıs ihtilalinin getirdiği durgunluğu müteakip “Aydınlar Ocağı” kurulmuş ve meşaleyi devralmıştır. Necip Fazıl Kısakürek merhumun verdiği bu isimle inançlı kesimde, ilim adamları ve iş adamları bir aydınlar hareketini başlatarak toplum kalkınmasına öncülük etmişlerdir. Bunu takiben birçok cemiyet kurulmuştur. 1967’de vakıfların kurulmasına izin verilince gönüllü teşekküller vakıf statüsü içinde serpilmeğe başlamıştır. Giderek sayıları artan bu teşekküller arasında zamanla organik bağların kurulması zarureti hissedilmiştir. Bu ihtiyaç sonunda gelişmeler şöyle bir seyir takip etmiştir.

A- 10-12 Şubat 1967 tarihinde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) nin öncülüğünde BİRİNCİ MİLLİYETÇİLER KURULTAYI toplanmıştır. Toplantı başkanı Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu ve yardımcıları Doç. Dr. Saffet Solak olan bu kurultayın hazırlık çalışmalarını MTTB ve 48. dönem Kongre Divanı Başkanı Niyazi Özdemir, Nevzat Köseoğlu, Dursun Ali Çemberci ve kültür ocağı idarecileri yürütmüşlerdir. Çeşitli tebliğlerin sunulduğu Kurultay’ın neticesinde bir icra kurulu oluşturulmuş ve bu kurula Prof. Dr. Sabahaddin Zaim, Rasim Cinisli, Dr. Enver Esenkova, Tarık Buğra ve Avukat Fazlı Akkaya seçilmişlerdir.

a) Bu arada Milli Türk Talebe Birliği Türkiye çapında öğrencileri teşkilâtlama faaliyetlerine girişmiş ve 16 Ağustos 1967’de Van’da Van Birinci Milliyetçiler Kurultayını toplamıştır.
b) Merhum İlhan Darendelioğlu’nun başkanlığında kurulan Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği Genel Merkezi (TKMD) 28 Ağustos 1967’de İzmir’de Milli Ahlâk ve Kültür Semineri tertip etmiştir.
c) Yine Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği Eskişehir Şubesi (Eskişehir TTMD) 17 Mart 1968’de Birinci Milliyetçiler Kurultayı adıyla bir toplantı yapmıştır.
d) Prof. Dr. Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri beyin başkanlığında “Türkiye Muallimler Birliği” tarafından, 27-28 Nisan 1968 tarihlerinde İstanbul’da bir Dil Kurultayı tertip edilmiştir.
e) 23 Mart 1968’de Bursa’da MTTB tarafından Milliyetçi Teşekküller İstişare Kurultayı Tertip Komitesi toplantısı yapılmıştır.
f) Milliyetçi Öğretmenler konfederasyonu 14 Mayıs 1968’de Ankara’da Milliyetçi Öğretmenler kurultayını toplamıştır.

B- Müteferrik toplantılar yanında yukarıda belirtilen BİRİNCİ MİLLİYETÇİLER KURULTAYI ‘ndan iki yıl sonra 10-11 Mayıs 1969’da MİLLİYETÇİLER İKİNCİ BÜYÜK KURULTAYI MİLLİYETÇİLER İLMİ SEMİNERİ İstanbul’da toplanmıştır. Başkanlığını yine Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun yaptığı bu kurultayın tertip komitesi bir önceki Kurultay’ın İcra Kurulu’ndan Prof. Dr. Sabahaddin Zaim, Rasim Cinisli ve Fazlı Akkaya ile MTTB’den Ekrem Özer, Ufuk Şehri, Hanefi Polat, Milliyetçiler Derneğinden Metin Eriş, Kültür Ocağı’ndan Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Dr. Mustafa Kafalı, Altan Deliorman, Necati Bozkurt, Nihat Bozkurt vr ayrıca davet edilen Nihat Sami Banarlı, Prof. Dr. Selçuk Özçelik, Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş, Prof. Dr. Süleyman Yalçın, Ahmet Kabaklı, Doç. Dr. Haluk Karamağralı ve Aydın Bolak’tan oluşmuştu. Çeşitli komisyonlar halinde çalışmalarını tamamlayan bu seminere takdim edilen tebliğler ve komisyonlarda varılan sonuçlar “Milliyetçi Türkiye’ye Doğru” adı ile 1969’da İstanbul’da bir kitap halinde basılmıştır.

C- Bundan takriben on yıl sonra Aydınlar Ocağı’nın öncülüğünde 26-28 Mayıs 1978 tarihlerinde İstanbul’da ÜÇÜNCÜ MİLLİYETÇİLER BÜYÜK İLMİ KURULTAYI İstanbul’da toplanmıştır. Hazırlık Komitesi Metin Eriş’in başkanlığında Altan Deliorman, Nihat Bozkurt, İsmail Kanyılmaz ve Aydınlar Ocağının diğer mensuplarından oluşmuştur. Başkanlık Divanı Prof. Dr. Süleyman Yalçın, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu ve Prof. Dr. Muharrem Ergin’den müteşekkil olup, Kurultay çalışmalarını sekiz komisyon halinde İstanbul Büyük Tarabya Otelinde yapmıştır.

D- Yine aradan bir onyıl geçtikten sonra 23-26 Nisan 1987’de Aydınlar Ocağı tarafından organize edilen DÖRDÜNCÜ MİLLİYETÇİLER BÜYÜK İLMİ KURULTAYI İstanbul’da toplanmıştır. Bir önceki kurultay gibi geniş bir katılımın olduğu ve üç gün süren bu toplantıda, komisyonlar halinde kapsamlı çalışmalar yapılmıştır.

E- 1990’lı yıllara gelindiği zaman, Türkiye’deki siyasi, sosyal ve kültürel alanda gelişen siyasi partiler ve Cemaatlerin oluşturduğu gönüllü teşekküller öylesine çoğalmıştı ki, bunlara artık “Milliyetçiler Kurultayı” etiketi dar geliyordu. Bu Sebeple yine Aydınlar Ocağı tarafından 31 Mayıs 1991’de İstanbul’da TÜRKİYE GÖNÜLLÜ TEŞEKKÜLLERİ BİRİNCİ İSTİŞARE TOPLANTISI tertiplenmiş ve Türkiye’deki bütün milliyetçi, muhafazakâr, sağcı, dernek, vakıf ve sendikalar davet edilmiştir. Toplantının ana mevzuu: “DEĞİŞEN DÜNYA ve TÜRKİYE” adını taşıyordu. Oturum Başkanlıklarını Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr. Süleyman Yalçın, Prof. Dr. Muharrem Ergin ve Prof. Dr. Salih Tuğ’un yaptığı toplantıda, müzakereler ele alınan ana mevzu etrafında cereyan etmiştir. Bu toplantıda bundan böyle her yıl bu istişare toplantılarının yapılması ve üye kuruluşlardan birinin bu toplantıları organize etmesi kararlaştırılmıştır. Divan heyetinin de o yılki toplantının ev sahipliğini üstlenen kuruluşun başkanlığında bir evvelki ve bir sonraki toplantıların ev sahibi başkanlarından oluşması kabul edilmiştir.

F- Bu esaslara dayanılarak TÜRKİYE GÖNÜLLÜ KÜLTÜR TEŞEKKÜLLERİ İKİNCİ İSTİŞARE TOPLANTISI, Birlik Vakfı tarafından organize edilerek 14-15 Aralık 1991 tarihlerinde Ankara’da toplanmıştır. Ele alınan ana mevzu; TÜRKİYENİN KÜLTÜR , EĞİTİM, HUKUK ve DIŞ POLİTİKA meseleleri olmuştur. Bu toplantıya katılan dernek ve vakıf sayısı 232 yi bulmuştur. Toplantıda sunulan tebliğler ve yapılan konuşmalar, Birlik Vakfı tarafından ” Türkiye Gönüllü Teşekküller II. İstişare toplantısı ” adıyla İstanbul’da bastırılmıştır.

G- Üçüncü istişare toplantısı İŞ DÜNYASI VAKFI tarafından 19 Aralık 1992 tarihinde Ankara’da toplanmış ve “TÜRKİYENİN MİLLİ BÜTÜNLÜĞÜ ve GÜVENLİĞİ” ana mevzu olarak ele alınıp tartışılmıştır. 8. Cumhurbaşkanı merhum Turgut ÖZAL da bu toplantıya katılmış ve bir konuşma yapmıştır.

H- Dördüncü İstişare toplantısı TÜRKİYE YAZARLAR BİRLİĞİ tarafından Şanlıurfa’da organize edilmiş ve GÜVENLİK ve YÖNETİM STRATEJİLERİ konusu ele alınıp tartışılmıştır.

I- Beşinci İstişare toplantısı, MÜSİAD tarafından 19 Kasım 1994 tarihinde İstanbul’da tertiplenmiş ve YİRMİBİRİNCİ YÜZYILDA TÜRKİYENİN HEDEFLERİ tartışılmıştır.

J- Bu arada sayıları hızla artan gönüllü kuruluşlar arasındaki işbirliğini daha da geliştirmek için “şemsiye vakıf ” kurulması fikri geliştirilmiştir.

Birlik Vakfı Başkanı İsmail KAHRAMAN’ın gayretleriyle ve 14 kuruluşdan oluşan Gönüllü Kültür Teşekkülleri Koordinasyon Komisyonunun çalışmalarıyla 22 Aralık 1994 tarihinde , merkezi İstanbul’da olan TÜRKİYE GÖNÜLLÜ TEŞEKKÜLLER VAKFI ( TGTV ) kurulmuştur.

TGTV, İlk Kurucular Kurulu ( Genel Kurul ) toplantısını, Çanakkale Zaferinin yıldönümü olan 18 Mart 1995 günü, Marmara Üniversitesinin Sultanahmet’teki rektörlük binasında yapmıştır. TGTV’ nin 109 kurucu üyesi vardır. Bu üyeler Türkiye genelinde 700 civarında şubeleriyle vakıf,dernek,ocak,birlik ve federasyonlardan oluşan 70 kuruluşun temsilcileridir ve temsil ettikleri kuruluşlar da Tüzel Kişilikleriyle TGTV’ye bu ilk genel kurulda üye olmuşlardır. Kurucular Kurulu Başkanlığına seçilen Prof. Dr. Sabahattin ZAİM halen aynı görevi sürdürmektedir. Bu ilk genel kurulda 40 kişilik Yönetim Kurulu, 5 kişilik Denetim Kurulu ve 15 kişilik müşavere kurulu ile 4 kişilik Sosyal, Ekonomik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi araştırma kurulu ( SEMA ) seçilmiştir. Yönetim Kurulu da tüzük hükümleri paralelinde ayrıca İcra Kurulu oluşturmuştur. Yönetim ve İcra Kurulu’nun ilk başkanı olarak İsmail KAHRAMAN seçilmiş ve bilahare milletvekili olması dolayısıyle bu görevlerinden ayrılınca önce Prof. Dr. Sabahattin ZAİM bu görevleri de deruhte etmiş, bir yıl sonra da Yönetim Kurulu ve İcra Kurulu Başkanlığına halen bu görevi yürütmekte olan Ahmet ŞİŞMAN seçilmiştir.

K- Türkiye Gönüllü Kültür Teşekküllerinin yıllık istişare toplantılarının altıncısı 22-23 Haziran 1996 tarihlerinde Ankara’da icra edilmiş ve bu tarihten itibaren artık TGTV bu istişare toplantılarını organize etmeyi üstlenmiştir. HAK-İŞ’in ev sahipliğinde yapılan bu toplantının ana teması da “TÜRKİYE’Yİ YENİDEN DÜŞÜNMEK ” olmuş, tebliğler ve yapılan konuşmalar aynı başlıkla HAK-İŞ tarafından kitap olarak yayımlanmıştır.

L- Yedinci İstişare toplantısı, Türkiye’de ilk gönüllü kuruluşlardan olan İLİM YAYMA CEMİYETİ tarafından 8-9 Kasım 1997 tarihlerinde İstanbul’da Cemal Reşit Rey salonunda yapılmıştır. Bu toplantıda DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİNDE TEMEL HAK ve HÜRRİYETLER” mevzuu üzerinde tebliğler verilmiş ve konular tartışılarak hazırlanan sonuç bildirgesi takdim edilmiştir.

Bu izahatta görüldüğü gibi, 1951 de dernek olarak başlayan gönüllü kültür teşekkülleri hareketi milliyetçi- muhafazakar çizgide bugün on binlere doğru yol almaktadır. Bu gelişme ülkemizdeki demokratik sahada kaydedilen tekâmülün bir tezahürüdür. Milletimizin dinamik ve atılımcı yapısı sayesinde, kendisine imkân verilip önü açılınca fevkalade güzel kuruluşlar ortaya çıkmaktadır.
Kanaatimizce, demokratik hukuk devleti içinde, insan haklarına saygılı bir toplum olarak gelişmek ve milletlerarası camiadaki şerefli yerimizi daha da yükseltmek istiyorsak bu gelişme vetiresini devam ettirmek gerekir.

Akılla Hasbihal veya Rüzgardan Kaçarken Fırtınaya Tutulmamak

Yoğun günler yaşıyoruz.

Duygular olabildiğince karışık.

Düşünme melekelerimizi dumura uğratacak derecede yoğun bir psikolojik bombardımanın etkisi her yanımızı sarmış durumda.

Görünen odur ki yaşadıkları sulara atılmış herhangi bir etkileyici maddeyle sersemletilmiş balıklar misali kitleler, kendileri için hazırlanmış akarlara doğru şuursuzca yönelmekteler.

İşin en kötüsü toplumun her kesimini sarmaya başlayan bir ayrışma ve ayrıştırma gerçeği ile yüz yüze gelmeye başlamamız.

Ve tabii ki bu gerçeği tetikleyen yoğun bir güven bunalımı var ortada.

Herkes birbirine şüpheyle bakmaya başladı.

Herkes birbirine karşı biraz mesafeli ve artık çoğumuz çoğumuza güven duymuyoruz.

Uygulamaya konan projelere dikkat

Bir de işin diğer tarafına bakalım.

Ülke ve millet olarak çok kritik günlerden geçiyoruz.

Değil bizi, nesiller sonrasını da etkileyecek iç ve dış gelişmelerle yüz yüzeyiz.

Küresel egemenlerin, her şeyi ile yeniden şekillendirmek ve düzene koymak istediği bir coğrafyanın tam ortasındayız.

İçini küresel egemenlerin doldurduğu, ama bizim varlığımızı ve geleceğimizi ilgilendiren sayısız proje devrede.

Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Ortadoğu Projesi’ne dönüştürülmüş BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) içinde değişik kod adlarıyla ünlenen bir sürü yavru proje var karşımızda.

Küresel Egemenler için zararsız hale getirilmiş bir İslam anlayışını ve itaat altına alınmış bir Müslüman Coğrafyayı hedefleyen Sivil Demokratik İslam (Kod Adı Ilımlı İslam) dan Demokratikleşme-Özgürlükleri Yaygınlaştırma cilalarıyla cilalanmış ama özde Atlas Okyanusu’ndan Çin’e kadar olan koskoca coğrafyanın halklarını küresel egemenlerin itirazsız bağlıları haline dönüştürmeyi amaçlayan Demokrasi Projeleri (Kod adı Project Democracy) ve daha niceleri.

Ve unutmadan ilave edelim. Bu küresel projelerin gönüllü yerli savunucuları, hizmete amade işbirlikçileri…

Ve bir de bu küresel projelerden nemalanmak isteyen yerli iktidar heveslileri..

İster otur seyret, ister aralarına katıl, ister rol üstlen, istersen de karşı dur, ne oluyoruz hemşehrim de.

Sürülerine bereket.

Küresel egemenlerin işi şansa bırakmaya niyetleri yok

Anlaşılan o ki, küresel egemenlerin işi şansa bırakmaya hiç niyetleri yok.

Onun içindir ki dikkat edilirse topyekun bir saldırı yürütüyorlar.

Eyvallah diyenlere şimdilik sıkıntı yok gibi.

Ama, maraza çıkaranların veya maraza çıkaracağından şüphelenilenlerin vay haline.

Hele bir de bulunulan coğrafya stratejik veya ekonomik öneme sahipse.

Seçenek çok.

Misal mi?

İşte Irak, İşte Afganistan.

Bombalarla, toplarla, tüfeklerle gelip hizaya sokma yolu devrededir.

Bir bakarsınız dini ayrıştırmadan mezhep ayrıştırmasına ve etnik ayrıştırmaya kadar farklı stratejiler devreye girer.

Kiliseleri bombalayan Müslümanları(!), camileri bombalayan hristiyanları(!), Sünni camiini bombalayan Şiileri(!), Şii camiini bombalayan Sünnileri(!) görmeye başlarsınız..

Yetmez.

Araba düşman Kürdü(!), Kürde düşman Arabı(!), Türk aleyhine konuşan Kürdü(!), Kürt aleyhine konuşan Türk’ü(!), hatta, birlikte yaşadığı komşusunun etnik kökenini ve inanç yapısını sorgulayan ne idüğü belirsiz tipleri sıkça görürsünüz.

Özgürleştirme dediklerinin ayrıştırma ve birbirinin amansız düşmanı haline getirme, demokratikleştirme dediklerinin kendilerini yönetemez hale getirme ve küresel egemenlerin itirazsız bağlıları haline dönüştürme olduğunu anlamaya kalktığınızda bir de bakarsınız ki ya iş işten geçmeye başlamıştır, ya da bu gerçeği anlama, milyonlarca acı ve gözyaşının, ekonomik sömürgeleşmenin, siyasi mandalaşmanın verdiği iç karartıcı tecrübelerle mümkün olabilmiştir.