13.7 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1180

Ya ver, ya terk et!

Cuma günkü yazımızda değinemediğimiz AKP-PKK görüşmelerini bugünkü yazımıza bırakmıştık.

AKP, PKK ile görüşüyor denildiğinde, tabiidir ki AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik veya İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’yu aracı kılıp görüşüyor anlamı çıkmamalı.

Burada kast edilen, AKP’nin kurduğu Hükümet‘e bağlı devletin kurumlarının yaptığı görüşmelerdir. Ki Öcalan’ın ifadesine göre bunlar ‘sivil’ görevlilerdir.

“Daha önce de görüşüyorlardı” şeklinde açıklamalar yapıldı, bu görüşmelerin yapıldığına dair iddialar basında yer alınca.

Doğrudur.

Daha önce de görüşülüyordu.

Ancak görüşmelerin içeriği konusunda çok ciddi farklılıklar söz konusu.

Daha önce istihabari amaçlı yapılan görüşmeler, AKP İktidarı’nın uyguladığı yanlış politikalar yüzünden, artık Öcalan‘dan yardım istemeye yönelik görüşmelere dönüştü.

Dikkat edin açıklamalara. ‘Eylemsizlik Kararı’ süresini uzatması yönündeki talepleri iletmek üzere, aracılar gönderilmeye başlandı İmralı’ya.

Özetle, gelinen noktada, ‘terörle mücadele’ yerine, ‘Öcalan ile istişare’,  bu konunun çözümü için müracaat edilen yöntem haline gelmiştir.

Bu görüşmelerin varacağı noktayı kestirmek güç değil.

Öcalan’ın olmazsa olmazı, ‘Özerklik’ talebi.

İktidar bu konuda ne kadar taviz verirse, anlaşma o kadar kolay olur.

Bir pazarlık söz konusu anlayacağınız.

Başbakan’ın açıklamalarına bakılırsa, bu pazarlığın öyle kolay bitmeyeceği görülüyor.

Diğer tarafta da, PKK‘nın kendi içindeki farklı gurupların farklı görüşleri, bir faktör.

Parti ve PKK arasında zaman zaman vuku bulan, ‘inisiyatifi ele alma’ konusundaki güç mücadelesi, ayrı bir faktör.

Ve tabii bunların hepsi ile Öcalan arasındaki bir takım pazarlıklar.

O yüzden birileri Öcalan ile görüşürken, Başbakan Yardımcısı BDP Eş Başkanları ile,  İçişleri Bakanı da Kuzey Irak’taki PKK yapılanmasının hamisi, Kürt Liderler ile görüşme ihtiyacı duyuyor.

Baydemir’in 2 Ağustos’taki açıklamalarına baktığınızda şöyle diyor Baydemir.

“Demokratik Türkiye bütün etnik kimliklerin, emekçilerin, inançların hiçbir tanesinin kendisini dışarıda görmediği, baskılanmadığı, kendini özgürce ifade ettiği ve aynı zamanda gelir dağılımında da adaletin sağlandığı demokratik müreffeh bir Türkiye yaratma projesidir. Peki demokratik müreffeh bir Türkiye nasıl olacak? Özerk Doğu Karadeniz olacak. Özerk Orta Karadeniz olacak, aynı zamanda Özerk Kürdistan olacak. Biri çıkıp sen yanlış anlamışsın diyebilir ama ben böyle anladım. Ben böyle yorumluyorum. Demokratik özerklik projesinde TBMM var, olmaya da kesinlikle devam edecek. Asla buna itiraz yok. TBMM devam edecek. İstiklal Marşı Türkiye’de okunmaya devam edecek. Buna hiçbir itiraz yok. Türk bayrağı Türkiye’de dalgalanmaya devam edecek, buna da hiçbir itirazımız yok. Ama bununla birlikte her bölgede, bölgesel parlamento olacak. Bu bölgesel parlamentolardan bir tanesi de Kürdistan Bölgesel Parlamentosu olacak. Türk bayrağının yanında, Türkiye bayrağının yanında benim dedelerimin, hepinizin dedelerinin de katkısı ile ödemiş olduğu bedelle elde edilen ve şu an asılan bayrağın yanında elbette ki Kürt halkının da yerel renkleri, bayrağı da gökyüzünde olacaktır. Belediye binamızın önünde ay yıldızlı Türk bayrağımızla, sarı kırmızı yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur?”

ABD‘nin dayattığı ve AKP tarafından açıklanan “Kürt Açılımı”, aynen Osman Baydemir ‘in anladığı gibiydi.

Baydemir‘in dile getirdiği taleplerin alt yapısını hazırlayan AKP değil miydi?

15 Temmuz 2004 tarihinde, Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nu geçirdiler Meclis’ten.

Bu yasa ile  ‘Merkezi Otorite’yi zayıflatıp,  yerel yönetimleri güçlendirdiler.

25 Ocak 2006 tarihinde TBMM’den çıkan Kalkınma Ajansları Yasası’nı hatırlayın.

Türkiye’yi etnik ve ekonomik temelde 12 eyalete bölen bu yasa ile Baydemir‘in söyledikleri arasında bir paralellik yok mu?

Özerk Bölgeler‘in yasal dayanağını hazırladılar adeta.

AKP,  4 Haziran 2003 günü,  BM İkiz Sözleşmeleri’ne dayanarak. “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi” isimli bu ikiz sözleşmelerin, etnik ve ekonomik parçalamanın yasal zeminini oluşturacağını bile bile Meclis’ten geçirdi.

Baydemir de kalktı bunun üzerine;  “Bölgemizin su ve enerji kaynaklarını bize bırakın” dedi.

Anladınız mı şimdi Baydemir nereden yasal dayanak buluyor?

Başbakan 2004 yılında çıktığı Teke Tek programında Fatih Altaylı’ya ne demişti?

“Şu anda ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez, olabilir. Bunu başarmamız lazım.”

Bunları konuşacaksınız, taleplerin olgunlaşmasına yönelik bütün hukuki alt yapıyı hazırlayacaksınız, sonra da ‘Pardon!’ diyeceksiniz.

Başbakan bir cümle sarf etmişti daha önce:

“Ya sev, ya terk et!” diye.

Şimdi ABD, AB, Öcalan, PKK, BDP korosu, hep birlikte geçmişler Başbakan‘ın karşısına:

“Ya ver, ye terk et” diyorlar.

BDP ve PKK İle Müzakere

Referandum öncesinde telaffuz edilmesinde çekingen davranılan, PKK ve teröristbaşı Öcalan’ın muhatap alınması dolaylı da olsa fiilen başladı. Hükümet, terör örgütünün siyasal kolu durumundaki BDP’lilerle resmen görüşmeye başladı. “İmralı’daki mahkûm” ile “sivil devlet yetkililerinin” görüşmesi de devam ediyor.

Bu görüşmeler medyada “müzakereler başladı” şeklinde değerlendirilmekte ve desteklenmekte. Hatta medyanın çoğunluğu, nasıl böyle bir sonuca varıldığını anlamasak ta, “referandumda evet diyenlerin müzakere taraftarı olduğunu” anlatan yorumlara yer vermekte.

Hem yandaş medya ve hem de Doğan Grubu medyasında eski DTP eşbaşkanları Ahmet Türk ve “sayın(!) Öcalan“ı İmralı’da ziyarete giden Aysel Tuğluk‘a büyük itibar gösteriliyor. Bu kişilere TV programlarında “Öcalan’ın ne kadar barış yanlısı olduğunu” anlatmasına fırsat veriliyor. TV sunucuları bu kişilere “Öcalan’ın içinde bulunduğu rahatsız ortamda barış çabalarına verdiği katkının kolay olup olmadığı” gibi tuhaf çanak sorular soruyor.

Teröristbaşı’ndan Türkiye’nin Mandela’sı yaratılmaya çalışılıyor.

Görüşmeler medyanın ciddi katkı verdiği profesyonelce yürütülen bir “kamuoyu oluşturma” çalışması eşliğinde yürütülmekte. Yapılan propagandanın etkisiyle toplumun bir kesimi rahatlar ve ümitlenirken, kalan kısmı da “inşallah iyi şeyler olur” temennisi ile bütün reflekslerini dondurarak beklemeye başladı.

********

Müzakerelerin geleceği konusunda iyimser olmamız için yeterli sebep var mı?

Müzakere sonucu taraflardan birinin taleplerinin tamamen kabul ettirmesi ancak “kesin galibiyetle” mümkün olabilirdi. Olayımızda “kesin galibiyet” söz konusu olmadığına göre verilecek tavizlerle, taraflar için mümkün olan en iyiyi ifade eden bir orta noktada buluşmanın söz konusu olması lazım.

İyimser olmak, hangi tarafta olduğunuza ve gelişmeleri değerlendirirken “fotoğrafın bütününe bakma” yeteneğinize bağlı olarak değişebilir. Biz devletin hedefinin “PKK’nın tasfiye edilmesi” ve “anaların ağlamaması” olduğunu düşünerek değerlendirmeye çalışalım.

1-    ABD’nin Irak’tan askeri gücünü çekmekte oluşu ve burada Türkiye’ye vermek istediği rol nedeniyle PKK’nın ya tasfiyesi veya faaliyetlerinin uzunca bir süre durdurulması söz konusu. ABD, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerin iki lideri Barzani ve Talabani‘ye hamilik yapmasını istiyor.

2-    Bunun için PKK’nın siyasallaşması, bugün BDP’nin birinci parti olduğu illerde “özerk bir Kuzey Kürdistan” kurulması hedefleniyor. Müzakerelerin başlamasının hemen ertesinde MİT Müsteşarımızın ABD ziyareti ve İçişleri Bakanımızın Barzani’yi ziyareti, denklemin bu iki parametresinin önemini işaret ediyor.

3-    PKK’nın kuruluş hedefi, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında bir millet inşası ve bu oluşturulacak milletin “kendini yönetme hakkına” dayanarak bağımsız bir devlet kurmak. Bu yolda ara hedef olarak PKK “demokratik özerklik” durağına varmaya çalışıyor.

4-    Öcalan’ın önceliği bir genel af ile hapisten çıkmak ve “özerk Kuzey Kürdistan“ın başkanı olmak. Açılım sürecinde İmralı’dan verilen mesajlar ve BDP yetkililerinin açıklamalarından PKK’nın talepleri açıklığa kavuşmuştu. Bu talepleri bir kere daha hatırlatalım:

  • Öcalan’ı kapsayacak ve ona siyasal haklarını verecek bir genel af çıkarılması.
  • Kürtçe eğitime geçilmesi,
  • Anayasada vatandaşlık tanımının değiştirilmesi, Kürt kimliğinin yeni anayasada güvenceye alınması,
  • Güneydoğu’ya -şimdilik- özerklik verilmesi, (“özerklikten” ne anladıklarını Öcalan ve BDP’liler açıklamıştı; Güneydoğu’da Kürtlerin ayrı bir bayrağı, ayrı bir meclisi, ayrı bir güvenlik gücü (ordusu), ayrı mahkemeleri, vergi toplama ve harcama yetkisi, Kürtçe eğitim veren ayrı bir eğitim sistemi, ayrı bir futbol ligi…)
  • Dağdaki terörist insin düz ovada siyaset yapsın” deniyor. Öcalan ise dağdaki militanların “özerk Kürdistan”ın silahlı kuvvetlerini oluşturmayı planlıyor.

5-    Hükümet “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” adı altında özerkliğe yaklaşan bir yönetim modeli olabilir mi arayışında. Hükümetin tasarladığı güçlendirilmiş yerel yönetim Kürt ayrılıkçıları ne kadar tatmin eder zaman gösterecek. “Bu yönetim tarzı uzun vadede ayrılıkçıların işine yarar” endişesini taşıyanların hükümete tepkisi göze alınabilir boyutta kalır mı?

6-    Başbakan’ın ve Türk Devletinin yukarıda saydığım PKK taleplerinin hiçbirisine onay verebileceğini sanmıyorum. Nitekim Başbakan Erdoğan “Kürt dilinin seçmeli ders, kurs vb yollarla öğretilmesi, geliştirilmesine evet fakat Kürtçe eğitime hayır” diyerek kırmızıçizgisini ortaya koydu. Ahmet Türk bu açıklamayı Kürtler için hayal kırıcı buldu.

7-    Öcalan’ın yukarıdaki taleplerinden bir kısmından vazgeçerek, dağdaki militanlarını indirmesini ve silahlarını devlete teslim etmesini beklemek gerçekçi olabilir mi? Bütün kozu silahlı militanları olan terör örgütü liderinin bunları yapmasını ve paşa paşa hapiste yatarak cezasını çekmesini beklemek ne kadar akla uygundur?

8-    Bu taleplerden hangisi Öcalan/PKK/BDP tarafının kırmızıçizgisidir? Ayrıca ifade edilmeye başlandığı gibi, Öcalan PKK’ya tam olarak hâkim olamayabilir mi?

9-    ABD’nin planları ile PKK’nın kırmızıçizgilerinin hangileri uyuşmaktadır?

Bu sorulara içimizi rahatlatacak cevaplar bulamadığımız sürece iyimser beklentiler içine girmemiz mümkün olamıyor. “PKK’nın militanlarını Türkiye sınırları dışına çektiği” haberleri doğru bile olsa, bu iyimserliğin fazla olduğu kanaatindeyiz. Bugün sınırı rahatça geçerek çıktığı yerde istirahata çekilenlerin, yarın pazarlıkta istekleri olmayınca aynı rahatlıkla geri dönüp melanetlerine devam etmemesinin bir güvencesi bugün için yok.

Bu ihtimalleri ve riskleri saydığımız için, birileri umarız bizi de “barış istemeyenler“, “terörden nemalananlar” sınıfına dâhil etmezler. Ancak yaratılmak istenen iyimser havanın gerçek olmadığı ortaya çıkarsa, yükseltilen beklentiler nedeniyle barışın daha da uzaklaşacağını görmek lazım. Bunu görmek için PKK/BDP tarafındaki kişilerindevleti pes ettirdikpsikolojisini yansıtan tavır ve sözlerine bakmak kâfi olmalıdır.

Gözünüz aydın; babanız vefat etmiş

0

Değerlerin oturmadığı bir dünyada, hayat tam bir kara mizah. İki iş adamı iflasın eşiğine gelmişler. İflastan kurtulmaları için tek yol, şirketlerine bir alıcı bulmakmış. O alıcıyı da bulmuşlar. Şirketlerini iyi fiyat verip almak isteyen iş adamı, “Yarın sabah saat 9.00’a kadar telefon etmezsem şirketinizi satın almam kesinleşmiş olacak” diyerek iki ortakla el sıkışmış. Ertesi sabah iki ortak endişe içinde saatin 9.00 olmasını bürolarında beklemeye başlamışlar. Saat tam 9.00’u gösterirken telefon çalmış. Ortaklardan biri elleri titreyerek telefonu açmış, ahizeyi kulağına götürmüş, karşıdakinin söylediklerini dinlemiş. Sonra telefonu kapatıp ortağına dönmüş: “Gözümüz aydın, biraz evvel baban vefat etmiş.” demiş.

Çok ilginç değil mi? “Gözümüz aydın.” ve “Biraz evvel baban vefat etmiş.” cümleleri yan yana tam bir kara mizah örneği oluşturuyor.

Hayat, çelişkilerle dolu. Hayatımızın her anında değerler çatışması yaşıyoruz. Bu, bizi, kendimize ve çevremize karşı güvenilmez; kendi içimizde tutarsız kılıyor. Dün ak dediğimize bugün kara ya da bir başka gün başka bir şey diyebiliyoruz. Kendisine güldüklerimizle ağladıklarımız, zamanla yer değiştirebiliyor. Bu yönüyle, yaşam, tam bir sınav süreci. Hayatımızda standart oluşturamıyoruz. Normal şartlarda bir insana “Gözümüz aydın, baban ölmüş.” demek tam bir dangalaklık ifadesi.

Zannediliyor ki,  değerler çatışması çağımıza özgü. Değerler çatışması, evrenseldir; insanın yaşadığı her yer ve zamanda olmuştur. Zaman ve mekân bizim için, biz imtihan için yaratılmışızdır. Zamanın ve mekânın hakkını verebilmek, doğru değerler üzerine bir hayat sürmekle mümkündür. Yoksa biz de kara mizahın etkisiz figüranı olur, iki kapılı hana girdiğimiz gibi buradan çıkar gideriz. Arkamızdan, sadece “Kimler geldi, kimler geçti?” denir. Kara mizahın etkisiz olmayanlar figüranları için de gelip geçenlerin adı söylenir. Onlar, hayırla yâd edilir.

Kâhya, Osmanlı paşasına bayram sabahı “Ölür müsünüz, öldürür müsünüz?” diye sorar. Paşa “Neden?” diye sorunca kâhya, “Komşu konağın paşası, size bayram hediyesi olarak ipek kefen göndermiş.” der.

Paşa’nın komşu, paşanın bu hediyesine nasıl tepki verdi, bunu bilmiyorum. Bu hediyede harika bir ironi var. Ölmek ve öldürmek. Ölmek, niçin; öldürmek niçin? Bir anlayışa göre yaşamak için öldürmek gerekir; bu orman kanunu.  Bir anlayışa göre yaşamak için ölmek gerekir. “Şair, sen üzüldükçe ve öldükçe yaşarsın.” diyen Faruk Nafiz gibi. Hediyenin kefen, kefenin ipek olması; asıl değerlendirilmesi gereken konu. Herkes, bir şekilde yaşıyor ömür denen süreci. Bu süreçteki değerlerin nedir, neyi önemsedin, niçin ve nasıl yaşadın? Kefenden kurtulmak mümkün değil. Kefene girmeden önceki hayatın nasıldı? İnanıyorum ki, kişi nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle dirilir. Dirilişten sonraki hayatını, Allah bilir.  

Öykücükteki gibi, işi kazandık, iflastan kurtulduk; ama babamızı kaybettik. Sevinelim mi üzülelim mi? Hangi tepki, insani? Varlık nedenimiz, hangi tepkiyi gerektiriyor? Zaman geçiyor, bizim için mekân daralıyor. Önce takvime, sonra saatinize bakınız. Ne kadar vaktiniz var? Yeriniz neresi?

Duyguların Sel Olduğu Anlar

0

Küçük oğlum Alperen 3 yıl üst üste girdiği SBS sonuçlarına göre ya bir Anadolu Lisesi veya yakın illerden Fen Lisesine gidecekti. 8. sınıf sınav sonucu açıklanmadan ailemle beraber oğlum Alperen’i de alarak okulları görmek, hem gezmek maksadıyla 3-4 günlük bir geziye karar verdik.

İlk gün Düzce’ye gittik. Orda köylüm sosyal bilgiler öğretmeni Hüseyin Işık beyefendi’nin misafiri olduk. Düzce Fen lisesini gezdik. Okul eski ve fiziki imkânları çok iyi değildi. Ertesi gün Karabük’e gittik Karabük İl Tarım Müdürlüğünde çalışan arkadaşım Mustafa Beyin 2 gün misafiri oldum. Mustafa Beyden okulla ilgili daha önceleri de bilgi sahibi olmuştum. Okulda sağ olsunlar bizi çok iyi karşıladılar. Yeni atanan müdür yardımcısı biz okulu gezmek istediğimizi isteyince kendisinin yeni atandığını ve bizlere rehber öğretmeninin yardımcı olmasını sağladı. Rehber öğretmeni okulla ilgili her türlü bilgiyi bize verdi. Okul gerek fiziki imkân ve gerekse eğitim anlayışı bakımından çok iyi gözüküyordu. Pansiyon kısmında bizlere çay ikram edip sohbet etme imkânı sağladılar, çok samimi içten bir sohbet olmuştu benim içimde en ufak bir tereddüt kalmamıştı. Ama oğlumun acaba aileden uzakta acaba yapabilme endişesi vardı. Onun için tek sorun okulun uzakta olmasıydı. Yapılan telkinler sonucunda ikna oldu çünkü okulu oda sevmişti. İl dışına çıkacaksa bu okula gelecekti başka okullara bakmayacaktık.

Ancak biz gezimize devam edecektik. Mustafa Beyin yanından ayrıldık. Ben oradan Bartın Tarım İl Müdürü hemşerim ve okul arkadaşım Yusuf Ala göz beyefendinin misafiri olduk. Bartın gezimizin sonunda ertesi gün Zonguldak sahil yolundan İzmit’e döndük.

Sınavlar açıklandı; Tercihler yaptık oğlum asıl olarak Karabük Fen Lisesini kazandı. Bir gün gidip kaydını yaptırdım.19 Eylülde ise oğlumu alıp eşimle götürecektik. 18 Eylül cumartesi kalktığımda gözlerimden yaşlar boşanıyordu ağladım çok ağladım. Ertesi günü kendi arabamızla Karabük Üniversitesini kazanan 2 komşu kızlarını da alarak hep birlikte Karabük’e gittik. Oğlumun eşyalarını bir telaş içinde yerleştirdik. Hemen yatakhanede yatacakları odada iki kişiyle tanıştık birisi Gerede birisi Mersinden geliyordu. Sonra İzmit Kuruçeşme’den Kandıralı birisiyle tanıştık çok sevinmiştik beraber gidip gelirler diye çünkü benim oğlum pek girişken olmadığı için iyi olmuştu.

Akşamleyin yine Mustafa Beylerde misafir olduk. Sabahleyin okula gittik. Törenden sonra dönme zamanımız gelmişti. Çok daha yoğun duygular yaşanacaktı. Ayrılmadan önce kantinde otururken rehber öğretmeni yanımıza gelerek bize illa bir şeyler ısmarlayarak sohbet etmeğe başladık. Sohbet esnasında duygulu olduğumu söylemiş ve gözlerim dolmuştu. Bunu gören eşim Leyla o benden sulu gözlüdür; başladı ağlamaya ders zili çalınca artık ayrılma vakti gelmişti oğlumla vedalaştık vedalaşırken ağlamamak için kendimizi zor tuttuk. Arabaya bindiğimizde eşim ağlamaya başladı. Ben onu teskin etmeğe çalışıyordum. Hadi ağlama artık okulu iyi, öğretmenleri iyi, diyordum ama yolda çeşitli duygulara kapılıyor ve bende ağlıyordum. Eşim güneş gözlüklerini taktı muhtemelen daha rahat ağlamak için ve bende ara, ara ağlamaya devam ederken biran kendi kendime dedim ne yapıyorsun araba kullanıyorum Allah(cc) korusun dalar gideriz. Ama maalesef orada duygularımın doruğa ulaştığını hissediyor seller gibi büyüyordu. Bilmiyorum bana çok zor geldi. Sonunda
İzmit’e döndük. Ben bu satırları yazarken de ağladım.

Yolun açık olsun oğlum Allah(cc) Vatana, Millete, hayırlı bir insan olmanı nasip etsin, Rabbim seni kötülüklerden korusun. Kim demiş erkekler ağlamaz bal gibi ağlar. Hele babalar daha çok ağlar. Benim Babam; Oğlum Baba olmadan Babanın kıymetini anlayamazsın demişti. Allah(cc) Babama uzun ömürler versin.

Bu da benim oğlundan ayrılışının bir öyküsü paylaşmak istedim. Sağlıcakla kalın.

 

Kavramlar ve Dolma Biber – 2

0

Dolma biberlerin içerisini etle pirinçle yani Türk mutfağına uygun bir şekilde dolduruyorum ki doğrusuda budur.

Dikkat ederseniz bu kavramlar Müslüman’ı tarif etmekle beraber tüm insanlık içim ortak değerlerdir.

Aynı zamanda Müslümanın da inancını yansıtır.

Dikkat: bu şöyle anlaşılmasın.

İslam eşittir demokrasi demiyorum.

Ama Müslüman bütün bunlara yani ilme-istişareye; temizliğe-dürüstlüğe çağdaşlığa ve modernliğe dikkat eder, önem verir.

Bu dini bir görevdir.

Başkalarının inanç ve düşüncelerine saygı duyar.

Paylaşmasını bilir.

Müslümanlar Allah(cc)ı unutmadan okumayı ilk emir bilen inancın mensuplarıdır.

İlim Çin’de bile olsa öğreniniz anlayışına sahiptir.

Düşmanın silahıyla hatta daha üstünüyle mücehhez olmak inancına sahiptir.

Onun için çağı en iyi anlaması gerekir.

Teknolojiyi sadece kullanmaz aynı zamanda üretir.

Müslüman her şeyin en güzeline en estetiğine layıktır.

Çünkü Allah insanı en güzel şekilde yaratmıştır.

Yaratılmışların içerisinde en değerlisi insandır.

İnsanlar içerisinde ise Müslümanlardır.

Ecdadımız mimaride edebiyatta ve sanatta her şeyin en güzelini yapmıştır.

Tezhip ve hüsnü hat sanatı Müslümanların dışında kimlerde vardır?

Tüm bunlardan dolayı Müslümanlar çağdaş ve modern insanlardır.

Demokrat çağdaş ve modern olmak için ilada Müslüman olmak mecburiyeti de yoktur.

Bu kavramlar inanç farkı gözetmeden tüm insanlık için ortaktır.

Bunlar Müslüman’ın inancını yansıtmakla beraber,

Aynı zamanda kafanın içerisiyle de ilgilidir.

Ama siz çağdaşlığı ve modernliği içki ve kumar masalarında,

Gece kulüplerinde, eşini aldatmakta, sahtekarlıkta ve kul hakkı yemekte ararsanız,

Dolma biberlerin içerisini necasetle doldurmuş olursunuz ki,

Buda sadece mide bulandırmakla kalmaz, bizim sağlığımızı da sinirlerimizi de bozar.

Demek ki bazıları da kurbağa bacağı ve sümüklü böcek yemekten hoşlanır.

Onlara da afiyet olsun.

Bu bizim damak zevkimize uymaz.

Üzülerek şahit oluyoruz ki insanlığın büyük bir bölümünde,

Yıllardan beri hala hâkim anlayış budur.

Maalesef günümüz insanı dindarlıkla çağdaşlığı,

Dürüstlükle, modernliği bir araya getiremez.

Din ve dini değerlerden ne kadar uzak olurlarsa kendilerini o kadar çağdaş ve modern sayarlar.

Siz bu kavramların içerisini insan onur ve haysiyetine yakışır şekilde doldursanız

Bunlara kimin itirazı olur ki?

İçerisi kum, çakıl ve necasetle doldurulmuş dolma biberler ki bazılarının damak zevkine uygun olabilir.

Herkese zorla yedirmeye kalkışırsanız, işte o zaman sıkıntı başlar.

O zaman kendiniz gibi olmayanları da çağdışı ve geri kafalı olarak görmeye başlarsınız.

Bu da; bu kafanın içerisinde beyin değil de et olduğunun göstergesidir.

Huzur dolu yarınlarda buluşmak temennisiyle…

Adanmış Ruhlar, Güdümlü ve Gerçek Aydınlar

Dünyamızda, bizden evvel geçip giden milyarlarca insandan isimleri günümüze kadar gelen ve bugün de hayırla ve sevgiyle anılan kaç tane insan var?

Yaratıcı’nın bir hikmetli iradesi sonucu olsa gerektir ki, yüzlerce yıl isimleri yaşamış insanların büyük çoğunluğu peygamberler ve peygamberlerin yakın dostları olmak üzere, yüce bir fikrin/davanın uğruna mücadele ve fedakârlık etmiş kişiler, unutulmayan ve saygıyla anılan büyük insanlar sınıfını oluşturmaktadır.

Doğu’da da Batı’da da insanlar en çok peygamberlerin ve onların yakın dostları ile Onların izinden giden büyük dava erlerinin isimlerini çocuklarına isim olarak seçmektedir. Bugün Türkiye’de her dört erkekten biri Muhammet (Mehmet), Ahmet, Mahmut gibi peygamberimizin isimlerini taşımaktadır. Bekir, Ali, Ömer, Abdullah, İbrahim, Musa, İsmail, Hasan, Hüseyin, Ayşe, Fatma, Zehra, Hatice, Gülsüm, Emine gibi isimler de yüzlerce yıldır saygıyla yaşatılıyor.

Kimse çocuğuna Firavun, Ebu Cehil gibi isimleri vermediği gibi, İslam tarihinde çok önemli fakat olumsuz bir iz bırakan Yezit, Muaviye gibi isimleri de vermiyor.

Yunus Emre‘yi yüzyıllardır yaşatan, şiirlerini aynı sevgiyle nesillerden nesillere aktarılmasına sebep olan gücü, hangi kudretli cihan hükümdarları, hangi Karun gibi zenginler kazanabildi? Dünyanın yarısına hükmeden devlet başkanlarının da, katrilyon dolarlara hükmeden multimilyarderlerin de yapamadığını bu “garip derviş” nasıl başardı?

Din kökenli olmayan, felsefi ve ideolojik akımların lider ve kahramanlarında da unutulmazlık veya uzun yıllar saygıyla anılma mümkün olabiliyor. Burada da belli bir davaya adanmışlık ve dava uğruna sıradan insanların hedefleri olan zenginlik, güç gibi dünyevi ihtiraslar yerine insanlara hizmet, toplumları maddi ve manevi olarak ilerletmek gibi ulvi hedefler uğruna fedakârlıklar söz konusudur.

Bu türden öncü ve kahramanları olan topluluklar kalıcı ve saygıdeğer milletler olabilmektedir. Türkiye’mizin de böyle adanmış ruhlara, ekmek kadar su kadar ihtiyacının olduğunu düşünüyorum.

***************

Düşünmenin ve düşündüklerini paylaşmanın zorluğu ile alakalı bir hatıramı paylaşmak istiyorum.

2002 milletvekili seçimlerinde bir milletvekili adayının seçim çalışmaları kapsamında köyler ziyaret ediliyordu.  Burdur’da küçük bir köydeyiz. Milletvekili adayı, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi olaylarına dair bilgiler veren ve o sıralarda yaşanan ekonomik ve siyasi sıkıntıların sebeplerini, sorumlularını anlatan bir konuşma yapıyordu. Köy kahvesinde akşamın ilerleyen saatlerinde gerçekleşen bu konuşmaya 70-80 civarında köylü vatandaşımız katılmıştı.

Herkes konuşmayı dikkatle ve alakayla dinlerken, köylülerden biri elini kaldırarak söz istedi ve kızgın bir ses tonuyla çıkıştı. “Siz bunları bize niye anlatıyorsunuz?

Aday biraz da şaşkınlıkla, “Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu bilmeniz ve oyunuzu kullanırken doğru tercih yapabilmeniz için bilgi vermeye çakışıyorum” diye cevap verdi.

Köylü yine sert bir ses tonuyla devam etti: “Siz bunları anlattınız da ne oldu? Anlattıklarınızı, Türkiye’yi sıkıntıya sokan sebepleri değiştirmek için benim bir şey yapma şansım hiç yok. Dün evime gittiğimde gece yastığa başımı koydum ve rahat bir uyku uyudum. Şimdi sizin bu anlattıklarınızdan sonra bugün nasıl uyuyabileceğim? Bunları anlatmakla iyi ettiğinizi mi sanıyorsun?”

Şu sıralarda halkımızın ve aydınlarımızın bir kısmı tam da bu köylünün ruh hali içinde.

Beyinlerimize bombardıman edilen bilgiler karşısında düşünmek, muhakeme etmek, karar vermek gibi beyin faaliyetleri halkımıza yorucu, yıpratıcı ve faydasız geliyor. Günlük geçim kaygısı, çocukların eğitimi, trafik çilesi, ekonomik sıkıntılar vb insanımızı yeterince yoruyor. Ekonomik ve siyasi sıkıntıların sebebi olarak iyi yönetilmediğimize dair bir kanaati oluşsa bile bunu değiştirmeye gücü yetmeyeceğini düşünerek bu alanlarda düşünmeyi ilgi alanından çıkarıyor.

Bir grup yazarçizer ise, ülkemizin esas meselelerine kafa yormaktansa, bir uzaktan kumanda cihazına bağlanmış robotlar misali belli konuları Türkiye gündemine getiriyor ve bu konular hakkında hazırlanmış fikirleri tekrarlıyorlar. Bu gruptan 50-60 kişi kadarı belli başlı TV ve gazetelerin önemli köşelerini işgal etmiş durumda ve çok sayıda kanaldan aynı görüşler devamlı tekrarlanıyor. Tek doğrunun kendilerinin dediği gibi olduğuna dair bir kanaat oluşturmaya çalışıyorlar.

Necip Fazıl Kısakürek “Gördüm ki, ateşte cımbızda yokmuş. / Fikir çilesinden büyük işkence” mısralarıyla gerçek aydının talip olması gereken “çile“li yolu tarif ediyordu. O aydın ki “bir zehirli kıymık gibi beynimde” dediği fikir sancısını yaşayacaktır. Kendisine çizilen rotada değil, değerlerinin ve kutsallarının yaşaması uğruna üreteceği fikirleri milleti ile paylaşacaktır.

Garip olan ve hayretle izlediğimiz hadise ise, Necip Fazıl’ın manevi çeşmesinden su içerek yetişen bir ekolün temsilcileri ile bahsettiğimiz uzaktan kumandalı, güdümlü yazarçizer takımının tam bir uyum içerisinde olması.

Necip Fazıl’ın tarifiyle “Büyükdoğu” gençliği, Mehmet Akif’in ifadesiyle “Asım’ın nesli” olmak iddiası içinde yetişen ekolün temsilcileri ile çoğunluğu eski sosyalist, yeni liberal, bir kısmı da cemaat ve tarikat menşeli yazarçizer ve siyasetçi takımı arasındaki uyum ve eşgüdümün izahı pek kolay değil.

Aynı ekolün temsilcileri Türkiye’nin tarihinde kırılma noktası oluşturabilecek bütün kritik karar süreçlerinde “merak etmeyin, sizi düşünen sizden birileri sizi yönetiyor, ülkemizin varlıklarını, birliğini ve dirliğini koruyoruz, bize güvenin” sözlerini sıkça kullanıyor. Bu sözlere karşı gerçek aydının tavrı ne olmalı?

Gerçek aydın kumaş içine batan toplu iğne gibidir, dikiş iğnesi gibi değil. Toplu iğne gibi başı daima dışarıda kalıp, kumaş içinde kaybolmayan kişidir.

Kumaş bazen bize sunulan bilgi bombardımanı veya propaganda malzemeleridir. Gerçek aydın bu propaganda malzemesi içinde kaybolmaz.

Kumaş bazen bize sunulan menfaatlerdir, iktidar nimetleridir, paradır, mevkidir, şöhrettir. Gerçek aydın bunların içinde kendini kaybetmez.

Gerçek aydın ortak değerlerle, ortak kutsallara saygıyla yetiştiği insanların hata yapmaması veya az hata yapması için, elinden gelen bütün açık yüreklilikle, görüşlerini paylaşır. Onları peşin “güven” duygusuyla değerlendirmez, güvenilir olmaları için eksik ve hatalarını görür ve gösterir.

Güç sahipleri, kendisinin eksik ve hatalarını söyleyen, eski dostları olan gerçek aydınların söz ve yazılarından rahatsızlık duyabilir. Övülmek, her yaptığında bir hikmet bulunduğunu duymak daha çok hoşlarına gider. Böylece hata ve yanlışlar çoğalır.

İşte bilhassa böyle dönemlerde gerçek aydınlar sabırla, inatla ve azimle, yapılan her icraatı şüpheyle araştırır, ortak değerler ve kutsalların ışığında değerlendirir ve doğruları söyler, yazar.

Bize düşen de böyle olmaya çalışmaktır.

Haymatlos

Diken üstü uykular
haymatlos karanlıklara uzanırken
ürperir içim
nasılsa kabuslara rast gelir korkularım;
sinemde tanımadığım rüzgarların hıncı,
sürgün olduğum bu yürek
kaçıncı?
..
Bıçak sırtı öfkeler
hafakanları aşıp isyanlara varırken
dilimde hışım
nedense umutlara kasdeder şarkılarım;
zihnimde işlemediğim günahların utancı,
sürgün kaldığım bu han kimin,
kim bu hancı?

Referandum

12 Eylül 2010 tarihinde sandık başına giden insanların büyük bir bölümü demokrasi için evet demişlerdir. Hangi kurumdan gelirse gelsin bürokratik vesayetleri saf dışı etmişlerdir. Artık hukuk, demokrasi ve egemenlik  gücünü halkın iradesinden alacaktır. Ayrıca 12 Eylül 2010  referandumu Türkiye’nin değişimine, çağdaşlaşmasına  evet demiştir. Bu onay sivil ve uygar dünyaya uyumlu anayasanın hazırlanmasına da önemli bir destek olacaktır.

Referandum öncesi, 26 maddelik anayasa değişikliğinin TBMM görüşülmesi çok ilginç, sert ve adeta nefret duygularının öne çıktığı tartışmalara neden olmuştu.

Bu arada ana muhalefet partisi genel başkanını değiştirdi. Yeni genel başkan parti üyelerince olumlu karşılandı. Bir kısım AK parti karşıtı gazete ve televizyonlar tarafından da olağanüstü destek verilerek meydanlara sürüldü.

26 maddeden oluşan, anayasa  değişim paketinin oylanmasının öncesinde hayır ve evetçiler saflarını belirlediler. “Hayırcı”, “Red Cephesi”: CHP-MHP-BDP-DSP-DP-BTP-İP-TKP-ÖDP-EP ve Doğan Grubu medyasından oluşurken, “Evetçi”, “Kabul Cephesi”: AKP-SP-BBP’den ve bazı önemli politikacılarla, medyadan oluştu.

Ülke genelinde seçmen karşısına çıkıldı. Tarafların önemli sözcüleri AKP ve CHP genel başkanlarıydı.

Yapılan mitinglerde, CHP genel başkanı referandumu güven oyuna çevirerek, referandum sonucunun güven oyu olacağını açıkladı.

CHP sayın genel başkanı anayasa değişimine konu olan 26 maddeden hiç bahis etmeden ve eski yılların seçimlerini hatırlatan konuşmalarla kamuoyunun karşısına çıktı.

Ve halka sordu;  Anayasa değişikliği, fındık, üzüm, çay, kayısı, kestane, şalgam sorununa çözüm olur mu? Memur maaşına, emekli maaşına yararı olur mu?

Ayrıca genel af, çarşaf, başörtüsü ve  Recep Beyin  havuzlu evini de gündemine aldı. Ancak günümüz dünyasının koşullarından ve Türkiye’nin yükselecek değerlerinin, yeni ilkelerinin ne olacağından hiç söz etmedi. Değişikliğin referandum nedeni olan 26 adet anayasa maddesini itina ile gündemine almadı. Sonunda  da takdir-i İlâhi midir bilinmez, herkesten oy isteyip kendi oy kullanamayan genel başkan olarak tarihe geçti.

CHP karizmatik liderlerin partisidir. Liderleri entellektüel birikime sahip vizyonu olan kişiler  olmuştur.  Ancak kendilerine iyi bir yönetim çevresi oluşturamadıkları gibi, halkla da gerektiği gibi kaynaşamamışlardır. Yeni  CHP lideri ise aldığı yoğun desteğe rağmen başarılı olamamış ve referandumun sonucunda mağlup olmuştur.

 MHP ise herhalde, bu referandum nedeniyle kendini yenileme yoluna gidecektir. Yetkilileri gerekli değerlendirmeleri en ciddi ve titiz şekilde yapacaklardır.

AKP iyi bir zamanlamayla doğru bir mücadeleyi sürdürmüştür. Halktan değişim için onay almıştır. Referandum sonuçları alındıktan sonra, AK parti liderinin yaptığı olumlu konuşma, gelecek günlerin aydınlık olacağının ifadesi olmuştur ki uygulamaları, dikkatle izlenecektir.

Sonuç olarak evet oyu bizlere daha özgür bir ülke yaratma yolunda önemli bir kazanım olmuştur.

Cumhurbaşkanı Gül üzülür bu işe

Eski Sağlık Bakanı Rıfat Serdaroğlu‘ndan 3 Eylül’de gelen bir mektup vardı. Gündem yoğunluğundan yayınlamak mümkün olamadı.

Aşağıda o mektubu, noktasına virgülüne dokunmadan bulacaksınız.

Cumhurbaşkanı ve Telekom

Cumhurbaşkanı Devlet’in başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.(Anayasa Md:104)

Devlet Denetleme Kurumu:

İdarenin hukuka uygunluğunun, düzenli ve verimli şekilde yürütülmesinin ve geliştirilmesinin sağlanması amacıyla, Cumhurbaşkanı’na bağlı olarak kurulan Devlet Denetleme Kurulu, Cumhurbaşkanı‘nın isteği üzere, tüm kamu kurum ve kuruluşlarında her türlü inceleme, araştırma ve denetlemeleri yapar.(Anayasa Md:108)

28 Ağustos 2010 tarihli “Sözcü” Gazetesindeki köşesinde Sayın Emin Çölaşan çok ciddi bir iddiayı ortaya koydu.

İddia şu; Telekom, Türkcell, Avea ve Vodafone gibi iletişim sektörünün önde gelen işletmecileri, her yıl BRÜT GELİRLERİNİN YÜZDE 15′ini “Hazine Payı” olarak devlete ödüyorlardı. Türkcell, Avea, Vodafone hala ödemeye devam ediyorlar. Ödenecek tutar, işletmelerin brüt gelirleri üzerinden hesaplandığına göre işletme zarar etse bile bu parayı ödemek zorunda kalıyordu. Nitekim Avea ve Vodafone zarar ettikleri halde 400-500 milyon lira ödediler. Turkcell bu sene 1.2 Milyar TL ödedi. Çölaşan‘ın iddiasına göre 2009’da Bakanlar Kurulu’nca hazırlanan ve yasalaşan bir tasarı ile Telekom “Hazine Payı ödemesinden muaf tutuldu.”  Yani her yıl 1 Milyar Dolar para, Türkiye Hazinesi’nde toplanacağı yerde, Lübnanlı Hariri Ailesi’nin cebine bırakıldı!..

Eğer bu iddia doğru ise;

*Türk Milletinin hizmetinde kullanılması gereken bu para, Türk Milletinden kaçırılmış ve milletin hakkı gasp edilmiştir.

*Bu gasp olayı gerçekleştirilirken; AKP Hükümeti ve Hariri ailesi beraberce hareket etmişlerdir.

*Türk Milletinin hakkının gasp edilmesini sağlayan bu yasa tasarısını TBMM’ye sunan Başbakan ve Bakanlar Kurulunun tümü ve bu tasarıya onay veren Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü bürokratları, Plan ve Bütçe Komisyonunda bu tasarıya olumlu oy veren tüm Milletvekilleri birinci derecede sorumlu ve suçludurlar…

Ayrıca Sayın Çölaşan‘ın iddiasına göre; Telekom satışı sırasında bir sözleşme yapıldı. O sözleşmeye göre 30 yıl sonra, Telekom tüm cihazlarıyla devlete bedelsiz olarak devredilecekti. Telekom’u alanlar imza aşamasında bu konu için şerh koyup öyle imzaladılar!

Danıştay bu rezalete son veren bir karar aldı, arkasından Devlet Denetleme Kurulu inceleme yaparak; “Danıştay kararı doğrultusunda, yeni bir sözleşme imzalanmalıdır” diye karar verdi.

Peki,  yeni sözleşme imzalandı mı? 

– Hayır, imzalanmadı.

 Yani şu an geçersiz bir satış sözleşmesi var.

Devlet yetkilileri, Telekom’un sorumlularını kulağından tutup, “Gel bakalım, otur şu masaya ve bir Hukuk Devleti olan Türkiye’de yargı kararlarına uy, burasını Lübnan mı zannettin”, diyemiyor?

Kendi ülkesinde, milletinin menfaatine olan bir yargı kararını uygulatmayan AKP Hükümeti’nin elini tutan, sesini kesen hangi ilişkilerdir?

Şimdi görev Sayın Cumhurbaşkanı’na düşmektedir. Sayın Cumhurbaşkanı yukarıya yazdığım iki adet Anayasa maddesini ve Türk Milleti huzurunda, Anayasa‘da yazan “Yemin” metnini bir defa daha okumalıdır.

Olay görmezden gelinecek bir olay değildir. Eğer doğruysa;  bir hükümet,  bir aile ile anlaşıp kendi milletinin hakkının gasp edilmesine önayak olmuştur. Tekrar ediyorum, eğer doğru ise bu olay dünya soygun tarihine kafadan girebilecek bir olaydır.

Cumhurbaşkanı Gül‘ün, akçalı konularda çok dikkatli olduğunu biliyoruz. Kendisi derhal  Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirmeli ve bu olayın her evresini çok dikkatli olarak incelettirmelidir. Böylesi onun da, temsil ettiği Yüce Makamın da hayrınadır.

Bu konuda Cumhurbaşkanı‘nın sessiz kalma hakkı yoktur.

Ya  yarın,  Ortadoğu‘da bir yerlerde saklı olan kasetler ortaya dökülmeye başlarsa, o zaman sorulmayacak mı? Bu işlerin üzerine neden gitmediniz arkadaş? Yoksa sizi de mi korkuttular?

Serdaroğlu, mektubunda bir de Cumhurbaşkanı‘na çağrıda bulunmuş.

Sayın Cumhurbaşkanı, eliniz ermişken bir de,  RTÜK‘ün televizyon ve gazetelerin satın alınmadan önceki zamana ait cezalar konusundaki farklı uygulamasına da bakıversin. DDK Üyeleri.

Biliyorsunuz, RTÜK,  Sabah-ATV‘yi devlet bankası kredileriyle alan Damadın patronu Ahmet Çalık‘ın’ cezalarını affetmiş, aynı konumda olan Aydın Doğan‘ı ise affetmemişti!

İnanıyorum ki, bir devlet kurumu olan RTÜK‘ ün vatandaşlar arasında farklı uygulamalar yapması sizi çok üzmüştür. Siz lütfen üzülmeyin, sadece DDK‘na talimat verin, bu yolsuzluğu ve haksızlığı yapanlar üzülsünler. Hem üzülsünler, hem de böyle bir haksızlığı yaptılarsa utansınlar!..

“Sözcü” adlı gazeteyi okumadığınızı biliyorum, sizin okuduğunuz “yandaş”  gazetelerde böyle konularda haber çıkmıyor. Onlar yasal olmayan telefon dinlemelerini yayınlamakla meşguller. Bu sebepten sizi haberdar edeyim istedim. Ee ne de olsa yıllarca TBMM’de birlikte oturduk. Haydi görelim sizi, Devletin başı olarak öyle bir kükreyin ki, tüm hırsızlar titresin

Kuş Yumurta İçinde Kanat Çırpıp Uçar mı?

Geçen gün bir dostum “ağzımızın tadı kalmadı” diyerek dert yandı. Doğaldır ki; insanoğluna haddinden fazla yük yüklerseniz hem vücut hem de ruh sağlığı bozulur ve yaşamdan tat almaz hale gelir.

Günlük yaşamında sayılamayacak kadar sorunla uğraşan Türk insanı, üzerindeki ağır yükler nedeniyle malum odaklarca hayatından zevk almaz hale getirilerek, yaşamdan bezdiriliyor. Bu bilerek yapılıyor.

Sabah başka gündemle uyanan akşam başka gündemle yatan bir ülkenin insanlarının aklı selim düşünmesi imkansızdır. Ancak gündemi baş döndürücü bir şekilde hızlandıranların amacı, kafa karışıklığı yaratıp halkı bıkkınlığa sevk ederek, büyük tavizler vermeye zorlamaktır.

Milli refleksleri zayıflamış ve devamlı yaşamla boğuşur bir vaziyette tutulan Türk halkı; Rumların Sümela’da, Ermenilerin Akdamar’da yaptığı ayinlere karşı parmağını bile kımıldatamamıştır.

Hemen akabinde Hürriyet Gazetesinde sekiz sütuna manşet bir haber “kimliklerine Hıristiyan yazdırdılar” diye çıkıyor ve bu haberde adı geçen Mesure Kaplan “çevreye uyum sağlamak zorundaydık. Müslüman komşularımızın ve iş arkadaşlarımın arasında bir Müslüman gibi davrandık. Ancak aile içinde her zaman ermeni kimliğimizi korumaya çalıştık” diyor ve bir diğeri de ekliyor “Çevremizde o kadar çok ermeni var ki…”

Bu haber bana tam bir aldatılmışlık hissi veriyor. Bu ülkede Türk olmayan veya kendi Türk olsa bile kendini bir türlü Türk göremeyenler niye bu kadar kendilerini gizledi? Keşke en başta itiraf etselerdi. Hiçbir Türk onlara ermeni, rum, süryani, çerkes, arnavut, boşnak, arap vs. diye ırkçı bir yaklaşımla bakmadı. Çünkü Türkler tarih boyunca hiçbir zaman ırkçı olmadı.

Ancak onlar kendilerini gizleyerek, Türk Milletinin ve devletinin altını oydular diye düşünüyorum. Buna bağlı olarak da kendimi ihanete uğramış biri olarak görüyorum. Oysa ki Türk Milleti her türlü zenginliğini ve de ekmeğini bu insanlarla paylaştı.

Bu kendini gizleme olayı, Osmanlı – Türk İmparatorluğu döneminde de kendini göstermiş, dönme devşirme kapıkulu takımının hakim olduğu kozmopolit Osmanlı – Türk Devlet yönetimi ile Türk Milletinin tarihi hesaplaşması, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Türklerce kurulması ile neticelenmiştir.

Şimdi bu dönme devşirme kapıkulu takımı Türkiye Cumhuriyeti devletine büyük oranda hakim olmuştur. Bu gün ülkemizde yaşayan bir kısım zümrenin suret-i haktan gözüken tavırlarının altında daima Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunda Türklerin egemen olmasından dolayı duydukları büyük hoşnutsuzluk yatar. Osmanlıya duyulan özlemin ve “Yeni Osmanlıcılık” akımının altında da bu vardır.

Türk Milletinin gerçeklerden uzak tutulmasında ve ihanet hedeflerinin tutturulmasında, gündemin baş döndürücü bir hızla değiştirilmesi bu nedenledir.

Türk Milleti; artık Habur’da yaşananlara tepki vermemektedir. Bölücülerin fiziki bölünme çığlıklarına sessiz kalmaktadır. Çözdüğü her sorundan bağımsız bir devlet çıkarmadaki mahareti ile ünlenmiş olan Finlandiyalı Ahtisaari’nin, Diyarbakır’daki çalışmalarını boş boş izlemektedir. Ülkenin ekonomik olarak sürüklendiği durum artık bir çok kimseyi ilgilendirmemektedir. Şehitler bile kanıksanmıştır. Çoğunluk can derdinde olup cananı unutmuştur.

Büyük bir kitle, iktidara ve onun arkasındaki okyanus ötesi güce yaranmak derdindedir. Ama ne yaparlarsa yapsınlar sonları ilk önce Kafkaslar ile Balkanlarda bizim, günümüzde de Irak ve Afganistan’ın başına gelenlere benzeyecektir.

Yüreklere düşen korku ve sıkıntı bu yüzdendir. Elbette böyle bir durumda “ağzımızın tadı” bozulur. Hazreti Mevlana’nın;

“Eğer süvari, ata hakim olursa, at onu ahire götürür
Yok, eğer at süvariye hakim olursa at onu, ahıra götürür.” sözünden ibret almamız gerekir.

Türk Milleti süvari misali artık yönetimine hakim değildir. Bu sebeple gideceği yer ahır misali olacaktır. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Tek bir kurşun atmadan teslim edilen ve bu gün Hıristiyanlaşmış onlarca Türk şehrini size bir çırpıda sayabilirim.

Bu günlerde aynı ruh halinin üzerimize gelip çöreklendiğini görüyorum. Yoksa Hıristiyanların eski topraklarına dönmelerini isteyen Bartholomeos’a bu kadar saygı gösterilmez ve Müslüman mahallelerinde açılan cemaatsiz ev kiliselerine böyle müsamaha edilmezdi. Yada bile bile her şeye lades demenin sarhoşluğu içinde olunmazdı.

Belki de bizi bu kadar sorunla boğuşturarak ağzımızın tadını bozanlar; suret-i haktan gözüküp altımızı oyanlardır. Öyle ya! Her halde kuşu yumurtanın içinden çıkartıp yeniden kanat çırptıracakları zaman gelmiştir. Yoksa Hz. Mevlana’nın dediği gibi “kuş yumurta içinde kanat çırpıp uçarmı?”.

Dedim ya, kendimden bildiklerim tarafından aldatılmayı bir türlü hazmedemiyorum. Ama belki de buna layıkım!!!