13.7 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1179

II. Abdülhamit’in Kürtçe Eğitim Talebine Bakışı

Birilerinin o kanal senin, bu kanalizasyon benim diyerekten bi koşu seslendirdikleri ‘anadilde eğitim‘ talebi aslında yerel dillerde eğitim talebidir. Nasıl ki anayasa annemizden kalan öğütlerin ajandası değilse anadil de o ülke insanlarının ortak ve temel anlaşma dilidir. Kimi annelerin konuştuğu etnik diyagramlar ise yerel dillerdir.

1860‘larda Osmanlı‘ya başkaldıran Bedirhanların geleneği Nasturî-Nusayrî-Zerdüşt-Gregoryen-Yahudî beşlemesinden beslene geldi. Ve şimdi Sünnî tarikatların da desteğini aldı. Aldı aldı da sanki memleketin yarısı Kurmanç, yarısı Soranî, yandan çalma az bir kısmı da Zaza.

Oysa ki Partiya Karkeren Lâzistan (PKL) gibi örgütler, Boşnaklara yönelik faili meçhûller, Gürcülerin mecliste gurup kuran Bakımsız Demokrasi Partisi (BADEP), Abazaların Heybeliada‘daki örgütbaşısı, yıllardır inkâr edilen Yörük kimliğinin tanınması, Kandil‘de yuvalanan Çerkez militanların silah bırakması, Pomak gerilla cenazelerinin Bartın‘a getirilirken çıkan olaylar, Ege ve Akdeniz sahillerinde örgütlenen Alevî mafya babaları, Güneydoğu‘daki kalaşnikoflu Roman aşiretleri, bölgenin yadsınamaz gerçeği olan Arnavut şıhlar var.

Ne yani; silahla – terörle sonuç alınır, birilerinin bileğinin hakkıdır anadilde eğitim mesajı mı veriliyor? Hepsinden önemlisi Türk Milleti‘ne kıçı kırık terör örgütüyle dikilerek mi federasyona zorluyorlar? Siz kiminle dans ediyorsunuz?

Gelelim ‘Ecdat ne yapmış?‘ sorusunun muhatabı semitik Neo Osmanlıcılara: Osmanlı Tarihi‘nde Türkçeyi resmî dil yapan ilk padişah Sultan II.Abdülhamit‘tir. Sene 1876; madde 7. Rıhtımlara / limanlara Türkçe dışında yazı / tabela asılmamasıZühdü Paşa‘ya bir nizamname ile ilân ettirmiştir. (Bkz: Galataport) Otellere verilen isimlere dikkat edilmesi hususunda emir çıkarmıştır, sene 1891. Türkçe öğretmeyen kurumların kapatılması tâlimatını vermiştir, sene 1894.

Hani şu Türklerin ‘bîidrak‘ muamelesi gördüğü hengâmede vezirin ‘Pis Türk‘ dediği bahçıvanına “Ben de Türk’üm” diyerek sahip çıkan adam. Hani şu Karakeçili Oğuz Aşiretinden sarayda özel Muhafız Alayı oluşturan hükümdar. Hani şu eşkâl tanımlamasına engel olduğu için peçeyi resmen yasaklayan Ulu Sultan. Hani şimdilerde kiliselerini özel ayinle açtığımız ve tepesine törenle haç taktığımız taifenin Kızıl Sultan lakabını taktıkları Hünkâr.

Bakın bakalım II.Abdülhamit’e bombalı suikast yapanlarla Eşref Bitlis’in uçağı düşürenler aynı telden mi?

Geçen Cuma hutbede imam; “Allah’ın mescidlerini, câmilerini ancak mü’minler inşa eder” demişti. Hâlâ düşünüyorum; ya kiliseleri kim?

Anadilde eğitim, Anayasanın değiştirilemez ilk 3 maddesinin hedefe konması, kurbağanın yavaş yavaş ısıtılan federasyon suyu..

Görünen o ki başa döneceğiz ve dönüşümüz suskun olacak.

 

Genetiği Değiştirilmiş Kavramlar

Yazının ilk düşündüğüm başlığı “Kavramların Tebdil, Tağyir veya Tağşişi” idi. Özellikle genç okuyucuların anlamını bilmedikleri kelimeleri başlığa koymak yerine meramımı daha güncel kelimelerle ifade etmeyi tercih ettim.

Osmanlı ekonomi ve siyasi tarihi içinde bahsettiğim üç kelime çok önemli olmuştur. Bu kelimelerin manalarına bir göz atalım.

Tebdil: Değiştirme anlamına gelir. Kılık değiştirerek gizli işleri araştıran saray veya devlet görevlisinin bu yaptığı “tebdil-i kıyafet etmek”  olarak tanımlanır. “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” sözü de yer/mekân değiştirmenin insanı rahatlatacağını anlatan bir veciz sözdür.

Tağyir: Değiştirme, başkalaştırma, bozma anlamlarını taşır.

Tağşiş: Bir şeyin içine başka bir madde karıştırma, katıştırma; ayarını düşürme. Osmanlı Devletinde özellikle ekonominin bozulduğu dönemlerde, paranın içine değersiz madenler katarak değerini düşürmeyi ifade ediyordu. Osmanlı’da para sistemi altın ve gümüşe dayanan bir sistemdi. Paranın değeri bu madenlere göreydi. Tağşişte devlet dolaşımdaki sikkeleri toplar, bunların madeni içeriğini azaltır, yeniden piyasaya sürerdi. Sonuç devalüasyon ve ek para basmadır. Tağşişten sonra fiyatlar yükselirken satın alma gücü düşer, hayat pahalılığı artardı.

**********

İnsanlar kavramlarla düşünür ve kavramlara verdiği manalarla dünya görüşünü oluşturur. Kavramların içeriğini değiştirir veya boşaltırsanız uğruna ölümü göze aldığınız değerleri ifade eden kelimelerin bile sizin için bir önemi kalmayabilir.

Namus, şeref, haysiyet, izzet-i nefis gibi kavramları tedavülden kaldırır veya anlamlarını hafifleten, daraltan kelimelerle anlatmaya başlarsanız, sizde bir değer değişiminin olması da kaçınılmazdır. Kahramanlık, cesaret, feragat, fedakârlık gibi kavramların içini boşaltır veya kullanımdan kaldırırsanız, bu vasıfları taşıyan insan yetiştirmeniz mümkün olamaz.

Fuhuş yapmayı “aşk yapma“, fahişeyihayat kadını” veya magazin sayfalarındaki ifadesiyle “çapkın kadın” olarak nitelendirirseniz aynı kadına ve onun hayat tarzına bakış açınız değişir. Bu yeni kavramların ifade ettiği insanların hayat tarzını özendirirsiniz.

Dindarlığın irtica, sosyal adalet istemenin komünistlik, milliyetçiliğin faşistlik olarak nitelendirildiği dönemlerde insanlarımız birbirleriyle ve devletle çatışmak durumunda kaldı. 

Çeyrek asırdan beri önce bunun gibi birçok kavramın genetiğinin değiştirilmesi veya mevcut kavramları başka kelimelerle ifade etmek suretiyle, bir kısım insanımızın dünya görüşü, bir kısmının da dünyası değiştirildi.

 

************

 

Türkiye siyasetinde son dönemlerde bazı temel kavramların da tebdil, tağyir veya tağşiş edildiğini izliyoruz. Kavramların değiştirilmesi, başkalaştırılması, bozulması ve bazı kavramların da içeriğinin değiştirilerek değerinin düşürülmesi söz konusu. Bu yapılan işlemlerin son derece bilinçli ve kasıtlı yapıldığından hiç şüphem yok.

Gündemde çok sık kullanılan bazı kavramların sözlükteki karşılığının bir kenara bırakılıp, türetilen yeni anlamları ile kullanıldığına şahit oluyoruz:

  • Ø İktidarın yasama, yürütme ve yargı üzerinde tam hâkimiyetini savunuyorsanız Demokrat oluyorsunuz.

 

  • Ø Hukukun herkese lazım olduğunu, yargının temel ilke ve usullerine uyulmadan tutuklamaların yapılmasının yanlış olduğunu, gizli soruşturmaların medyaya servis edilmesinin suç olduğunu söyleyenler Ulusalcı, Ergenekoncu oluyor.

 

  • Ø “Kürt Sorununu barışçı bir şekilde çözmek için” “İmralı’daki mahkûmu” muhatap almanın şart olduğunu savunuyorsanız “barıştan yana” oluyorsunuz. Böylece terör örgütü elebaşısının da ne kadar “barış yanlısı” olduğunu anlatmak mümkün olabiliyor. Zaten 40 bin kişinin ölümünden sorumlu terör örgütünün siyasi kolu olarak nitelendirilen partinin adı “barış ve demokrasi.”
  • Ø Türk Silahlı Kuvvetlerinin yıpratılmaması gerektiğine, TSK’yı yıpratmak için yapılan “asimetrik psikolojik operasyonlara” dikkat çekiyor ve “suçlular ile kurumu ayırmak gerekir” diyorsanız, siz “darbecisiniz”.

 

  • Ø Görevli oldukları dönemde terörle mücadeledeki üstün hizmetleri nedeniyle “kahraman” olarak anılanların, bugünkü adı “çeteci.” Müebbet hapse mahkûm teröristbaşının “bebek katili” unvanı unutuldu, şimdi o devletin muhatabı ve adı, “Sayın Öcalan.”
  • Ø Kurtuluş Savaşımızın kahraman öncülerinin emperyalist güçlere karşı verdiği mücadeleye saygı içinde, “Devletimizin kurucu iradesinden” bahsettiğiniz zaman ya “Vatan- Millet- Sakarya edebiyatı” yapmakla küçümsenir veya çağdışı olmakla suçlanırsınız.
  • Ø “Türk milliyetçisi olmak gerici ve çağdışı olmaktır.” Kürt, Ermeni vd. mikro milliyetçilikler ise en doğal insan haklarını ve toplumların kolektif haklarını savunmaktır.
  • Ø Kişi veya grupların kimliklerine uygun davranmaması da kavramların aslından farklı algılanmasına yol açabiliyor. Mesela Müslüman deyince bugün algılanan nasıl bir insandır?
  • Müslüman elinden, dilinden, kaleminden zarar gelmeyen kişidir. Müslüman çevresinde sevgi ve saygı uyandırır, korku değil. Müslüman, kişilerin özel hayatına, mahremiyetine, namusuna, ırzına, canına, kişisel haklarına saygı duyar.”

Müslüman’ı ifade eden bu genel tanımlamaları söylediğiniz zaman size kaç kişi inanır?

Müslüman gönülleri fethetmekle kendisini sorumlu tutmak zorunda iken, kurumları fethetmeye yönlendirilince, dünyevi güce talip olmakta ve genel Müslüman vasfına sahip olma kaygısı bertaraf edilmektedir.

Müslüman kimliğini öne çıkaran kişi veya gruplar, hele bir takım güçlere de sahipse, sizde İslam’a sevgi, saygı uyanmasına mı yoksa korkuya mı sebep oluyor?

************

Kavramların değiştirilmesi, başkalaştırılması, bozulması ve bazı kavramların da içeriğinin değiştirilerek değerinin düşürülmesi sayesinde, AKP içindeki ve MHP çizgisindeki milliyetçi kişiler (eski ülkücüler), eski milli görüşçüler, eski sosyalist neo-liberal aydınlar, Kürtçüler, cemaat mensupları, tarikatçılar bir potada buluşturulabildi.

Kısacası önce tebdil, tağyir ve tağşiş edilerek (genetiği değiştirilerek) yeni anlamlar kazandırılan “demokrat, barışçı, anti-Ergenekoncu, askeri vesayet rejimine karşı” gibi kavramlar oluşturuldu. Daha sonra bu kavramların temel alındığı yeni dünya görüşüne sahip ortak bir kimlik yaratıldı.  Bugüne kadar yıldızları barışmayan gruplar da bu yeni mozaik yapıda buluştular.

 

Havada, Karada, Suda Katilim Kim?…

Sizce Dünyada hayvanlar olmasa ne olur? Hayvanların nesli tükense ne olur ? Sizce bölüşemediğimiz nedir. Onların resmi tapulu yerleri yok ki? Eğer yaşadıkları yerler onların tapulu yerleri olsaydı insanlar ne yapardı? Bizler onların yaşam yerlerine şehirler kuruyoruz ve onları yaşam alanlarından sürüp yaşama haklarını da elinden alıyoruz. En azında Bütün dünyada  kutlanan 4 ekim günü “dünya hayvan hakları günü” . Biraz düşünsek. Hayvanlar olmadan bizim yaşamımız nasıl olurdu diye..

Sabah çocuğunuza yumurta pişiremezdiniz., peynir, süt gibi temel ihtiyaçlarınızı karşılayamazdınız. Pikniklerde cızbız yapamazdınız. Akılınıza  gelemeyecek bir çok şeyden mahrum kalırdınız. Bulaşıcı hastalıklardan kurtulamazdınız. Eğer Doğal zincir bozulduğunda neler olurdu düşünmek bile istemiyorum..

 

Bu sene Hayvan Hakları günü kapsamında HAYTAP(Hayvan Hakları Federasyonu) “Havada, Karada, Suda Katilim Kim?…” Teması  ile havada,karada ve suda, insan eliyle işkence gören, sömürüye alet olan, esaret altındaki tüm türlerin özgürlüğüne adıyorlar.

Kısaca Dünyada ve Türkiye’de Hayvan hakları konusundaki sürece deyineyim.

4 Ekim Dünya Hayvan Hakları günü. İlk “Hayvanları Koruma Derneği“ni 1825’de İngilizler kurdular. Daha sonra birçok ülke de kurulan dernekler 1931 yılında toplanarak 4 Ekim gününü  “Hayvanları Koruma Günü” olarak kabul ettiler. Dünyada kurulu bulunan Hayvanları Koruma Derneklerinin, 1931 yılında toplanarak 4 Ekim gününü “Dünya Hayvan Hakları Günü” olarak kabul ettiklerini, 21-23 Eylül 1977’de Uluslararası Hayvan Hakları Birliği ve ona bağlı ulusal birlikler tarafından Londra’da Hayvan Hakları konusunda bir uluslararası toplantı düzenlendiğini söyledi. Bu toplantıda da “Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi” kabul edildi.  Daha sonra, gelişmenin Paris’te UNESCO Evi’nde 15 Ekim 1978 tarihinde de törenle tüm dünyaya duyuruldu. Bizde ise İstanbul’da Türkiye Hayvanları Koruma Derneği’nin resmi kuruluş tarihi 6 Mart 1924 olmakla birlikte derneğin temeli aslında 1908 yılında atılmıştı. Sonraları, 1955 tarihinde Ankara’da da kuruldu.

Aslına Bakarsanız, Türkler Orta Asya’da eski çağlardan beri çevre, doğa ve hayvanlarla ilişkiler bugünün ölçütlerine göre bile çok ileride olduğu görülmektedir.Yakın dönem Selçuklu ve Osmanlıda hayvanlarla ilgili olarak neler var diye baktığımızda ise, hem vakıflar yoluyla hem de kişisel olarak hayvanlara olan yaklaşımın çok medeni olduğunu görüyoruz. Buna karşın aynı dönemlerde diğer ülkelere bakıldığında ise hayvanlara ve insanlara yapılan davranışların zulüm ölçeğinde olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz.( http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=1139 )

Hem Selçuklu hem de Osmanlı döneminde hayvanların yaşamı üzerine kurulan vakıfların sayısı çoktur. Avrupa’da hayvanlar ve ağaçların kıymeti bilinmezken Türk’lerin bunları korumak için teşkilatlar vakıflar ve hastaneler kurdukları tarihi bir gerçektir. Bu durumu bizzat kendi gözleriyle gören Avrupalı araştırmacılar hayretler içinde kalmışlardır:

“Türk şefkati hayvanlara bile şamildir. Bunları beslemek için vakıflar ve ücretli adamlar vardır; bu adamlar sokak başlarında köpeklerle kedilere et dağıtırlar. Bu hayvanlar o sadakaya alışmış oldukları için besicilerinin seslerini o kadar iyi tanırlar ki işitir işitmez hemen sokak başına üşüşmekte hiçbir zaman kusur etmezler… Kısır ağaçların kuraklıktan kurumalarına meydan vermemek üzere bir işçiye ücret verip sulanmalarını temin edecek kadar hayrat ve hasenatta ileri giden… Müslümanlara da tesadüf edilir. Birçok Türkler de sırf azat etmek için kuş satın alırlar… Kasaplar her gün muayyen miktar kedi ve köpek beslemekle mükellef kılınır. Şam’da hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastane vardır.” (Jean Antoine Guer)

 “Türkler canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara kuşlara köpeklere velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başı boş bırakılan veyahut tazib edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler.” (Lamartine)( çevreye verilen önem-http://www.harunyahya.org/kitap/seciye/TYS04.html#76. )

Geçmişte hayvan hakları konusunda ciddi adımlar atmamıza rağmen, bu günlerde maalesef karnemiz kırık. Halk olarak şu şekilde bir anlayışımız var” En iyi hayvan ölü hayvan” anlayışı hakim.

5199 sayılı hayvan hakları kanunu olmasına rağmen bu konunun uygulanmaması için ilgili kişiler elden geldiğini yapıyor. Kendini bilmez vatandaş şikayetleri konusunda da Zabıtalara veya dengi ekiplere  emir vererek itlaf yolunu veya toplayarak başka alanlara hayvanları atarak onların aç susuz kalma yolunu tercih ediyoruz.

Av. Ahmet Kemal Şenpolat’ın bir yazısından alıntıyla bitiriyorum. “Bilgililerin ilgisiz , ilgililerin bilgisiz olduğu bu kısır döngüde insanlara gurur, onur , bağımsızlık ve MERHAMET öğretmeden yatırım, kalkınma, ekonomi, ilerleme anlatmak her konuda olduğu gibi yalan ve sahte dünyalarımızda yaşamaya devam etmek istediğimizin, kendimizi kandırmaya devam ettiğimizin en güzel örneği olmaya devam etmektedir.

İşte tüm bu tespitleri gördükten sonra da, hayvan hakkından öteye YAŞAM HAKKINI savunmak o idealist dünyada hayvan haklarını savunan bizlere bile utanç vermektedir.”(Orada kimse var mı?  http://dohayko.org/component/content/section/22.html?layout=blog&start=25)

HAYTAP federasyonun bu yılkı poster ve konuya ilişkin yazısını yayımlıyorum..

3 Ekim Pazar günü tüm yurt çapında yapacağımız

etkinliğimizi; havada, karada ve suda, insan eliyle işkence gören, sömürüye alet olan, esaret altındaki tüm türlerin özgürlüğüne adıyoruz.

Çevre ve Orman Bakanlığı’nı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nı, Sağlık Bakanlığı’nı ve yerel yönetimleri görevlerini yapmaya çağırıyoruz!

Yetkililerin, “resmi olarak da” sorumlu oldukları doğayı ve hayvanları korumak zorunda olduklarını hatırlatmak, bu süreçte “yasadışılığın” ortadan kaldırılması için toplanıyoruz.

Hayvanları Koruma Yasası olarak bilinen 5199 sayılı kanunun, acilen değişmesini istiyoruz. Hayvana yapılan şiddetin, işkencenin, idari para cezası karşılığı geçiştirilmesini istemiyoruz! Hayvanlara karşı işlenen tüm haksız fiillerin, “ceza hukuku kapsamına alınmasını“, şiddet uygulayan suçluların, mahkemelerde yargılanarak gerekli cezaları almalarını istiyoruz.

Toplumdaki en zayıf halkaya yönelttiğimiz şiddet, aslında hepimize yöneltilmiştir.

Gözlerimizi kapayarak, “Önce insan hakları” diyerek bu sorumluluğumuzu üzerimizden atamayız. Çünkü hayvana işkence, aynı zamanda bir insan hakları ve etik sorunudur.

Soruyoruz: Onların hakkını savunacak mekanizmalar çalışmadığı sürece,

Türkiye uygarlık düzeyine ulaşabilecek mi? (http://www.haytap.org/index.php/201009142861/etkinlikler/katilimi-kim-havada-karada-suda…-katil-aramiizda)

 

Siyaset ve Virüs

Siyasete virüs 3 sebepten dolayı bulaşır.

1 – Bir partide vizyon sahibi karizmatik lider yoksa.

2 – Liderler genelde halkın özelde kendi seçmenlerinin nabzını doğru tutamayıp önemli konularda yanlış kararlar alırlarsa.

3 – Bir partide iki başlı bir görüntü olduğun zaman.

Türk siyasetindeki genel virüs.

Reel olan ile ideal olan genellikle birbirlerinden farklıdır.

İdeal olan düşünülen tasarlanan kâğıt üzerine yazılan,

Kalabalık topluluklara mikrofonla söylenilenlerdir.

Peşinden koşulan, uğruna ter akıtılan, ömür tüketilen, çile çekilendir.

Reel ise yaşadığımız gerçeklerdir, hayatın ta kendisidir.

Cennet idealdir ama dünya realdir.

Hayat reklamlardaki gibi değil,

Haberlerdeki gibidir.

Ne alaka dediniz buraya dönmek üzere bir nokta koyalım.

Siyasi hayatımızda iki husus çok önemlidir.

1 – Güven 2 – Vefa

Bunlara alt başlık olarak tecrübe ve enerjiyi de ilave edebiliriz.

Yaşlılarımızda tecrübe vardır, enerji azdır.

Gençlerimizde enerji vardır, tecrübe azdır.

Dikkat ederseniz bunların her biri kendi başına yarımdır.

Bir araya gelince bütünü oluştururlar,

İşte o zaman reel, ideale dönüşür.

Peki, reel ideale niçin dönüşmüyor?

Siyasi hayatımızda olması gereken bu iki haslet cumhuriyet tarihi boyunca oluşamadı.

Merhum İnönü yaşlanmasına rağmen kimseye güvenemedi, dışlanmayı bekledi.

Ve nihayet öylede oldu.

İyimi oldu değil.

Rahmetli Özal,

Cumhurbaşkanı olunca güvenipte partiyi Hasan Celal Güzel’e bırakamadı.

Emanet ettiği kişide partiye sahip çıkamadı.

Hanımı ve çocuklarının da marifetiyle partisi elinden kayıp gitti.

Sonra Bodrum, Milas, Didim..

Mesut seni yedim dedi, ama yiyemedi.

Kahrından mı oldu, yoksa Mesut Yılmaz’ı yemeye çalışırken,

Ergenekon yâda başka derin güçler mi O’nu mu yedi?

Bilemem..

Allahu alem.

İddialar vahim araştırmaya incelenmeye değer,

Partiyi sn. Güzel’e vermemekle iyimi etti?

Şimdi ANAP nerede?

Ya Mesut yılmaz ne âlemde?

Demirel Cumhurbaşkanı olunca,

Partinin başına bir emanetçi getirmek istedi.

Atlantik ötelerinden gelen sarışın bir hanım, iki erkeği ikiye katladı.

Demirel ve ekibini partiden tasfiye etti.

Ama parti O’na da yar olmadı.

Kim haklı?

Kim haksız?

Merhum Ecevit,

Zirve yaptı ama hastalığına rağmen taban yapmadan partinin başından ayrılmadı.

İhtiras aklı perdeliyor,

Partisinin başından çeşitli sebeplerden dolayı ayrılmak zorunda kalan liderler neden partiyi emanetçilere bırakmak isterler?

Onlara güvendikleri için mi?

Hayır..

Bu emanetçilerde vizyon karizma ve liderlik vasfı olmadığı için perde arkasında ipler gerçek liderin elinde olacak.

Tam bir vesayet yönetimi.

Bu olayın arka planında iki sebep vardır.

1 – Kendilerinin vazgeçilmez olduğuna inanmaları ve bazılarını da inandırmaları.

Bilmiyorlar ki mezarlıklar vaz geçilmezlerle doludur.

2 – İhanete uğrayacakları, yani dışlanacakları korkusu

Bunun için vasıflı insanlara güvenmez yâda güvenemezler.

Doğrumu?

Bazılarına göre doğru olabilir.

Görüldüğü üzere güven yok.

Peki neden?

Güvendikleri zaman vefasızlıkla karşılaşacaklarından korktukları için,

Onlar birilerini harcamasa, birileri onları harcayacak.

Sonunda olan memlekete oluyor

Vasıflı insanlar siyası partilerde yarış atı gibi koşturulmak içindir.

Ama kendi başına koşmaları yasaktır.

Dizginler sürekli başkalarının elinde olacaktır.

Siyasete virüs bir kez girdimi artık sistem çöker.

O zaman siyaseti yeniden formatlamak gerekir.

Bu format millete uygun olursa ne ala.

Aksi takdirde tarihin çöplüğündeki siyasi partiler mezarlığında soluğu alırsınız.

Bazı hataların telafisi imkânsızdır.

İnsanların basireti kapanınca sonuç kaçınılmaz oluyor.

Allah(cc) siyasilerimize de, halkımıza da basiret nasip etsin.

Selam ve dua ile…

Yarınlarımız, bu günümüzden aydınlık olsun.

 

Yeni İkna Odaları: Basın

Türk Milleti; başına gelecekler konusunda ikna edilmeye çalışılıyor. Bu ikna işine soyunanlardan biri de ne olduğu malum, basınımız.
Yandaş basının hangi görevi ifa ettiğini artık hepimiz biliyoruz. Ancak buna karşılık Türk Milletinin direnç noktasını oluşturan insanların takip ettiği medyayı mercek altına almak gerekir.

Siz öyle Başbakan’ın bunlara kızdığına falan bakmayın. Bunlar çoktan R. T. Erdoğan ile aynı kayığa binmişler ve birlikte gidiyorlar. Yaptıkları kavga, kayıkçı kavgası.

Gelin isterseniz bu medyanın yaptıklarına bir bakalım.

Okur kitlesinin çoğunluğunu cumhuriyetçi, laik, demokrat, hukukun üstünlüğüne inanmış, Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı, milliyetsever, vatansever vs. insanlarımızın oluşturduğunu zannettiğim Hürriyet Gazetesinde Fatih Çekirge soruyor “AKP – CHP koalisyonu olur mu?” Aynı gün Hürriyet Gazetesi manşetinde CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Ben samimiyim bir haftada Meclis’ten geçiririz.”  diye yeni anayasa değişikliğini gündeme taşıyor.

Sahi kuzum nereden çıktı bu AKP – CHP koalisyonu lafı ve bir haftada şip şak anayasa değişikliği?

CHP olarak AKP ile neleri bir haftada değiştireceksiniz? Ya da Fatih Çekirge’nin önerdiği gibi AKP – CHP koalisyonu ile neler yapılması düşünülüyor?

Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türkçenin bayramı olarak ilan ettiği 27 Eylül günü, Fatih Çekirge’nin aynı yazısında, Türk toplumuna; CHP’li Arıncak İlçe Başkanının Türkçe bilmediği için Kılıçdaroğlu ile konuşamadığını vurgulaması bir tesadüf mü?

Yahu Fatih Çekirge kimi kandırıyor? Türkçeyi bilmemek ayrı, bilmesine rağmen ideolojik bir şuurla konuşmamak ayrı. Siz CHP’li İlçe Başkanının Türkçe bilmediği için CHP Genel Başkanı ile konuşmadığı konusunda niye Türk toplumunu yanıltıyor ve algı oluşturuyorsunuz?

Türk Dil Bayramında aynı grubun gazetesi Radikal “Dersimiz Anadil” diye bir başlık atıyor. Bu haber, bazı akademisyenler, sendika ve STK temsilcilerinin açıklamaları ile destekleniyor.

Radikal, haberin ana temasında “eğitim kürtçeyle çift dilli hale gelebilir”i işliyor. Dikkat edin zamanlama Türk Dil Bayramına denk getiriliyor.

Kim var bu gazetenin başında; Eyüp Can Sağlık. Zaman Gazetesinden Hürriyet’e transfer edilen geleceğin parlak gazetecisi. Hem de Elif Şafak isimli çok ünlü(!) Orhan Pamukvari romancımızın eşi.

Yine aynı gün DTP’nin eski eş başkanı ve siyasi yasaklı Ahmet Türk “kurs bize yetmez anadil eğitimi şart” diyor ve ekliyor “biz dilin kamusal alanda kullanılabilir hale gelmesini istiyoruz.”

Bunların hepsi güzel, Türkçemizi büyük törenlerle halkımızla paylaşmamız gereken Türk Dil Bayramında oluyor. Ne anlamlı tesadüf değil mi?

Yine Doğan grubunun kalemşörlerinden ve kürt meselesine ilgisi ile maruf Mustafa Akyol’un muhterem pederi Taha Akyol iktidar yandaşı Star gazetesine MHP’yi değerlendiriyor.

Ona göre MHP günümüzün gerisinde. Üretemiyor, çözemiyor, anlamıyor adeta bir politik batağa saplanıp kalmış. Değerlendirmelerinin odak noktası; MHP’den bir şey olmaz, ileriye bakalım. İleride ne var; birincisi başarılı bir AKP, ikincisi de nispeten başarılı bir CHP. Zaten Fatih Çekirge’de soruyor, AKP – CHP koalisyonu olur mu? Bana göre bu zevat ve onların efendileri istiyorsa bal gibi olur.

Bunlar böyle yazıyorlar ya; konunun muhatapları olan Erdoğan ve Kılıçdaroğlu ne tesadüf, hemen aynı gün Ankara’da  TESK’in kongresinde baş başa görüşüverdiler. Konu “başörtüsü.”  Böylece iki genel başkan milliyetçi – muhafazakar Türk Milletinin önüne çıtır bir konuyla çıkmış oluyorlar. Darısı sözde kürt meselesi, demokratik açılım, genel af gibi müzmin sorunların başına.

Kılıçdaroğlu bilmelidir ki; adama sorarlar: 411 milletvekili bu konuyu çözerken sen neredeydin? CHP Anayasa Mahkemesine giderken o başvuruda imzan var mıydı, yok muydu? diye.

Ancak bunlar geride kalmıştır. Şimdi küresel güçler emellerine ulaşmak için AKP – CHP koalisyonu istemektedir. Onun için hatırlanmaması gereken konuların üstü örtülmeli ve AKP – CHP ortaklığının yaratacağı sinerji ile böyle bir ortaklıkla Türkiye’nin atlayacağı çağ ötesi durum tartışılmalı ve halkımız buna hazırlanmalıdır!!!

Başörtüsü gibi hassas bir konuda mütedeyyin insanların gönlü alınacak ve sorun çözülecek sıra Türkiye’nin çözülmesine gelecektir.

Çünkü Türkiye’yi ayrıştırarak çözmek ve Türk Milletini köleleştirmek isteyenler, biliyorlar ki CHP’ye oy veren milletsever, vatansever insanların desteği olmadan ve onlar ikna edilmeden bunu başaramazlar.

Bunun için algı metodunu kullanarak toplumsal zihni bloke edip ülke yönetimini arzuladıkları gibi gerçekleştirmek istiyorlar. Hürriyet’te Fatih Çekirge’nin AKP – CHP koalisyonu teklif: Radikal’in anadil tartışmasını manşete taşıması, sözde ateşkesin uzatılması, BDP ve AKP’nin gizli mi, açık mı olduğu anlaşılamayan görüşmeleri, referandum sonrası MHP’ye yapılan tasfiye saldırılarından sonra kürtçü ve mezhepçi bir kimliğe bürünmede epey yol alan CHP’nin yeni anayasa için AKP’ye kur yapması, Fatih Altaylı’nın bölücü terörle barıştan(!) bahsetmesi, bize yakın gelecekte başımıza geleceklerin ipuçlarını veriyor.

Onun için sizi ikna etmek görevi, basının size yakın olduğunu sandığınız ve de milli devlet yanlısı gibi gözükenlere verilmiş durumda. Eğer Türk Milletini böyle ikna edebilirlerse bunu da deneyerek biraraya gelmez denilenleri bir araya getireceklerdir.

Tarihe bir notta biz düşmüş olalım. Yarın dönüp bakarız…

 

Anadolu’da Kim Kimdir?

Tarih boyunca Anadolu, kavimler için bir geçiş köprüsü olmuş; bunun böyle olduğunu hem kurulmuş medeniyetlerin kalıntıları, hem arkeolojik araştırmalar, hem inanç mabetleri, hem de yazılı eserler ve sanat örnekleri gösteriyor. Bu bir gerçektir, gerçeği kabul etmemek akılla izah vermek mümkün değildir.

Bir an için düşünelim; Anadolu topraklarında yaşamış, yerleşmiş ya da gelip geçerken kalmış, uyum sağlamış milyonlarca insan neslinin varlığını… Onların kültürleri, yaşam alanları, verdikleri eserleri, bıraktıkları örnek sanatları…  

**

Genetik havuz… 

Bu insanlar, Anadolu topraklarına eserleriyle kök salmışlar, vatan yapmışlar…

Elbette ki bu insanlar birden buharlaşıp yok olmadılar; onların da nesilleri bir şekilde devam etti, varisleri bugünlere kadar intikal etti… Ama bugün bu gelip geçmiş ya da kalmış kavimlerin nesillerini, birini diğerinden ayırmak mümkün mü?

Hayır, değil…

Her gelen yeni kavim; ya mevcutların üzerinde kültürel ve sosyal egemenlik kurup onları asimile etmiş; ya da yeni gelenler, yerlilerin kültür egemenliğine girerek asimile olmuşlar, değişime uğramışlar… Dolayısıyla Anadolu’da farklı soylara ait kavimler zaman içinde karışmışlar…

Anadolu’da farklı özellikli genetiklere ait soylar vardır; onun içindir ki patenti bize ait olan Anadolu bir genetik havuzdur sözü, tartışılmayacak bir gerçektir.

Aynı zamanda Anadolu medeniyetler mezarlığıdır, eğer Gazi Mustafa Kemal olmasaydı, bir medeniyet mezarlığı daha olurdu Anadolu’da… 

Bu topraklardan gelip geçen insanlar birden yok olmadıklarına göre, bu iki ihtimalden biriyle karşılaştılar; yani, ya asimile ettiler ya da asimile oldular. Üçüncü bir varsayım ise, bu insanların zaman içinde yer değiştirerek mekân ve kültür farklılığına bağlı olarak yeni toplumlar oluşturmuş olma ihtimalidir.  

**

“Etnisite” kriteri nedir? 

Şimdilerde Anadolu’da “etnisite” temelli birtakım ayrıştırmalar yapılmaktadır. Aklıselim sahibi herkesin şunu iyi düşünmesi gerekir; Şırnak’taki vatandaş ile Kırklareli’ndeki vatandaşın ne kadar Türk, ya da ne kadar Kürt, ya da ne kadar Roman, ya da ne kadar Arap, ya da ne kadar Fellah olduğunu tayin edecek bir kıstas, bir formül var mı?

 

Ya da Sinop’taki vatandaş ile Antalya’daki vatandaş, ya da Kars’taki vatandaş ile Muğla’daki vatandaşın “etnisitesini” ayıracak bir test var mı?

YOK…

Dolayısıyla kimin “ne kadar ne olduğu” sorusu muallâkta kalmaktadır.

Anadolu’da birbiriyle akraba olmamış toplum var mıdır?

Edirnelisi Karslısıyla, Kayserilisi Trabzonlusuyla, Antalyalısı Artvinlisiyle, Mardinlisi İzmirlisiyle dünür olmuş… Bu akrabalık nesiller boyunca devam etmiş…

Kendini Kürt sanan vatandaşın damadı, kendini Türk sanan bir aileden; benzer şekilde ters çaprazını de düşünelim…

Bu kadar iç içe geçmiş bir toplum hakkında “etnisite” ayrışması yapmak!..

Bana tek bir “öbek” gösterin ki o öbek “saf” kalmış ve “katıksız” bir “ırk” ya da “soy” olsun…

Var mı örneği?!

Kendince “soy” edebiyatı yapanların, gerçek soylarının ne olduğunu kendileri de bilmeyebilir…

Türkiye’de kaç kişi 15 nesil öncesine kadar soy ağacını derleyebilir? 

Karacadağ’da kendilerini Kürt sanan Türkmenler mi, Ceylanpınar’da Kürtleşen Karakeçili Türkmen aşiretleri mi; Osmaniye’de kendini “Horasan Kürdü” sanan öz Türkmenler mi, Edirne’deki Roman’laşan Dersimli Zaza Türkmenler mi, ya da Dersim’de Zaza’laşan göçmenler mi saf ırk!!??…  

Bir örnek daha verelim; Diyarbakır’ın Beydilli Türkmen aşiretinin mensubu olan bazı insanların kendini Kürt olduğunu iddia etmesi mi doğru bir tespit?

Antalya’daki Toros Yörük‘ün Endonezya göçmeniyle, Girit muhaciriyle dünür olması mı saflığın ifadesi?

Hangisi?!

Çarpıcı bir başka örnek verelim; Burdur ilimize bağlı Ağlasun ilçesinin yakınlarında “Sagalasos” diye bir ören yerinden çıkan fosillerin DNA analizlerinin, Ağlasunlu çalışan işçilerin DNA analizleriyle %96 civarında çakışması neyin ifadesidir?

Belli ki bu yörede yaşayan-yaşamış olan insanın en azından bir kısmının arasında eskilerin devamı olan nesiller var.

Bundan daha doğal ne olabilir ki?

Eskilerden kalanlar yok olmuş zaman içinden, fakat onlardan kalan soy devam etmiş…

Yöreye gelen toplumların kültürel egemenliğine girerek asimile olmuşlar…

Tıpkı Karakeçili Türkmen aşiretlerin “Kürtleşmesi” gibi…

Peki, şimdi bir karar vermemiz gerek; Diyarbakır Karacadağlı Türkmenlerin ve Ağlasunluların “etnitisitesi” ne olmalıdır?

Bunlar da 36 parçalı bohçanın kenarında köşesinde var mı, yok mu? 

**

Toplumu ayrıştırma tehlikesi! 

Söyleyin bana bunlardan hangisi saf “etnisite” kuralına uyuyor?

Türk milletini 36 parçaya ayırarak ayrıştırma stratejisine, bilerek ya da bilmeyerek, perde açanlar, acaba bunun farkında mıdırlar?

Devleti idare eden zevattan herhangi birinin, herhangi milli bir konu hakkında söylediği her sözün devleti bağlayıcı belge yerine geçeceğini bilmezler mi?

Hassas söylemlerde, çok akıllı danışmanlar gerekli hatırlatmaları yapmıyor mu?

Devlet idaresinden sorumlu olan her kimse söylediği her söz bir belge niteliğini taşır. Hele milli meselelerde Türk milletinin geleceğini “ipotek” altına sokacak konularda söz sarf ediyorsa!?  

Bu toplumu birbirine “düşman” kılmak için 30 yıldan beri taşeron terör örgütü kullanan emperyalistler başaramamıştı; sağ olsunlar, “açılımcılar” tarafından çok kısa sürede başarıldı…

Güneydoğuda, Van’da, Iğdır’da açılan pankartlar, atılan sloganlar bu ayrışmanın habercisi niteliğinde, korkutucu ve endişe vericidir… 

**

Çıkış yolu birlik-bütünlüktür… 

Birlik için, bütünlük için, dostluk için insanları birleştirmek varken ayrıştırmaya zemin hazırlamak neden?

Bütünleştirici değerleri ilke edinen insanları, yöneticileri bu topraklar maalesef yetiştiremedi ki bugünlere geldik…

Doğru dürüst adam yetiştirmeyen toplumların yok olması kaçınılmazdır; adam gibi adam yetişmediği için tarihteki o insanlar-toplumlar yok oldular; şimdi sıra bize mi geldi ne, eğer birleştirici, bütünleştirici olamaz ve donanımlı insan yetiştiremezsek yok olmaya mahkûm oluruz; endişem budur…

Bizden daha akıllı ve donanımlı insanlar gelirse bu topraklar onların olabilir… Bunu düşünmek bile çok korkunç…

Ama bunu unutmamak gerek…

Tarihte olduğu gibi…

Muhabbetin İçtimâîleşmesi veyâ Töre ile Türk Olmak

Türk Töresi

Türk Töresi

Sevgili okuyucu! Sen, eline kalem alıp yazan, yazmayı düşünen gelmiş geçmiş bütün müelliflerin adı belirsiz, olgunlukla mütekâmil, müsâmahası engin, halden anlar, büyük kederlere ve sevinçlere ortak olabilen geniş kavrayışlı bir şahıssın. Birçok büyük mütefekkir, kendi devirlerinde yakınları, yaşadıkları toplumun ileri gelenleri tarafından anlaşılmasalar dahi kaleme sarılır ve nerede, nasıl, ne zaman yaşadığını bilmedikleri sana içlerini dökmekten kendilerini alamazlar. Sen o yazarın yakını veyâ çağdaşı olmak zorunda değilsin. Düşünüyorum da bunca büyük gönüllü insanın muhâtabı olan sen, belki de tarihin en kayda değer meçhul kahramanısın.

İnsanda bir yerlerde saklı, sadece kendine âit tutmak istediği mahrem dünyalar bulunması pek tabiî görünür. Fakat gene insanda en büyük duygu, fikir, icat, keşif birikimlerini deşifre edip hemcinsleriyle paylaşma ihtiyâcı da baskın bir rûhî taleptir. Bu iki kutsî hal arasındaki çelişki senin şahsında muvâzenesini bulur. Gerçi yazan en mahrem duygularını, meselelerini ortaya döktüğünü zannetse de çok defâ cemiyet o gönül dağını ne görür ne de duyar… Ama ey aziz okuyucu! Senin karşında, bir fikrin çilesini çeken insan, kuytu mâbet köşelerinde en içten, en yanık niyazlarını Rabbine döken âşıklardan farklı değildir. O, senin şahsında bir itminan duygusunu yaşar.

Aslında tek tek bildik sîmâlar değildir okuyucu. Okuyucu bir ma’şerî şuurdur. Ve yazı zamâna rehin edilmiştir. Yazı, ebediyet demektir. Okuyucu bu edebiyyetin sâhibi sıfatıyla yazarın karşısına, halde ve bütün gelecek zamanlarda yaşayacak insanlık âilesi nâmına çıkar.

* * *

Hz. Yusuf’a kardeşleri bile dost değildi. Onu kandırıp çöl ortasında bir kuyuya atarak ölüme terk ettiler. Ama Yusuf kardeşlerinden görmediği sevgi ve alâkayı Züleyhâ’dan ve hattâ daha sonra bütün Mısır halkından doya doya gördü ve yaşadı.

İnsanlar sâdece yaşama içgüdüsüyle mi bir arada bulunma ihtiyâcındadırlar? Âileyi câzip kılan sadece kan bağı mıdır? Yoksa o ocakta, insanın ezelî ve fıtrî yönelişi olan muhabbet en tabiî tezâhürleriyle yaşandığından mı vazgeçilmez ilk toplum örneğidir! Âile, anne babanın ivazsız garazsız sevgileri etrâfında, sürekli çevresindekileri rahatlatan ferâgatleri sâyesinde şekillenen ilk sosyal birlik. Âile, ancak özünde gönlünden sevgi kaynayan bir merkezin bulunduğu sevgi ocağı ise mânâlı toplum örneği olabiliyor. Aksi taktirde, arada birinci dereceden kan bağı bulunsa dahî bu, paylaşacak, ortaklaşa yaşayacak sevgileri tükenen insanların berâberliklerini sürdürmelerine yetmiyor. Aynı mantık, içinde barındığımız her cins topluma şâmil kılınabilir. İnsanları bir arada tutan en mühim güç sevgidir. Tarih boyunca yaşanmış berâberlikler dâimâ şu veyâ bu seviyede, şu veyâ bu mâhiyette sevgiler üzerine binâ edilegelmiştir.

Mutasavvıflarımız sevginin mahluk olmadığını söylerler. Kendi edepleri içersinde kâinâtın bu ezelî kudretini tebcil ederler. Varlık âlemindeki her bir tezâhürün mânâsı, aslında o şeyin mazhar olduğu sevgi tecellîsiyle eşdeğer olmaktadır. Dolayısıyle sevgi mefhûmuyla mânâ mefhûmu arasındaki organik birlik görülmeden, madde ve ruh ilişkisi çözülmezmiş gibi geliyor. Toplumlar, insanların gönüllü birlikte yaşama irâdeleri tarafından şekilleniyor iseler, bu gönüllü hayâtın sürekliliği, paylaşılmakta olan daha geniş çerçevelerdeki değerler sistemiyle îzah edilebilir ancak. Bu hâle muhabbetin içtimâileşmesi demek aşırı bir ifade sayılmamalıdır. Yoksa kan bağı gibi sâdece uzvî bir sebeble insanları ilelebet yan yana tutmak kabil değildir. Kaldı ki gönül akrabalıklarına dâir deyim ve atasözleri dilimizde hayli zengindir. Yâni, kan bağı esâsına bağlı gibi görünse bile, insan birliktelikleri behemehal geri planda daha güçlü sevgilere dayanıyor.

Bu sevgiler, alt seviyedeki insanlarda güç kuvvet elde etme hırsı, yaşama sevgisi… gibi normal veya egoist türlere bürünürken, derece derece daha ileri idraklerde mücerret değerlere doğru yükselmektedir. Bir toplum içinde yaşamanın, bağlanılan sevgiyi teneffüs etme imkânı verdiği, vereceği hükmü, insanları o toplum içinde tutan harç olmaktadır.

Dikkat edilirse 1789 Fransız İhtilâli’ne kadar ırk fikrine dayalı millet tariflerine rastlanmaz. Eski zaman milletleri aslında birer ümmettirler. Bir dünya görüşünün mensuplarına millet denmektedir.

Millet-i İbrahim, İsâ’nın ümmeti, Mûsâ’nın Ümmeti, Ümmet-i Muhammed tâbirlerini hepimiz biliriz. Bu toplulukların hepsi de -zaman zaman bâzı bölünmelere uğramakla berâber-ortak bir ilâhî sevgi, bir merkez şahsiyete duyulan aşkın muhabbet esâsına göre terekküp etmişlerdir. Bu merkez şahsiyetler başta peygamberler, mezhep kurucuları, büyük veliler… vs. dir. Mezhep ve tarikatlar din kurucularının merkezi fonksiyonlarını reddetmeyen, büyük daire içinde yer alan daha husûsî dâirelerden ibarettirler. Ortodoks da Katolik ve Protestan da Hz. İsa’ya aynı kıymeti verir, kendi sevgisinin daha saf olduğu iddiâsını bırakmaz. Siyasî organizasyonların şekilleri, güçleri, ihâta alanları, sayıları ne kadar çeşitli olursa olsun, ihtilâl öncesi dünya insanlığı genel olarak imanlarına göre sınıflandırılabilecek bir ana karakter taşımaktaydı.

İman ise sevginin dînî literatürdeki adıdır: Çünkü insanın bağlılık veyâ teslimiyeti ancak sevgiyle mümkündür. Aklî bilgiler emin bilgiler değildir. Ne kadar sübjektif de görünse, müminin imânı, onun için her türlü akli alternatifin ötesinde bir kesin bilgi, derûnî tecrübedir. İspatlanması da gerekli ve şart değildir.

* * *

Orhun Kitâbeleri’nde “Öd Tengri yaşar (veyâ “yasar”)” şeklinde geçen ifâde, eski kültürümüzdeki Tanrı, varlık ve zaman (Öd zaman demek) idraklerinin mâhiyetlerini ortaya koyan çok kuvvetli bir inanışı aksettiriyor. Daha İslâm’dan evvel Kağan’ın dilinden zamanda yaşayanın yalnız Tanrı olduğu fikrinin taşa kazınarak ebedileştirilmesi, aynı taşlarda Tanrı’dan gelip Tanrı’daki diriliğe dönüldüğünü aksettiren ifadelerle birleştirilirse, bu gün bile söylemeye cesâret edemeyeceğimiz bir hayat felsefesi ortaya çıkar. Bu hükümler, bize göre, küçük fâniler olan insanların da Tanrı’ya mânâca iştirâki ve bir iştirak idrâki içinde yaşaması demektir.

Modern zamanlardaki pozitivist anlayışlar, insanoğlunu kuşatan fizik ve metafizik çerçeveleri meydana getiren unsurları, o kadar alelâde materyallermiş gibi gösterdi ki insan, zaman, insanın ruh dünyası… ilk bakışta bütün derinliğini kaybetmiş göründü.

Mâverâî mesajlarını kaybederek sıradanlaşan sâhalardan biri de tarih oldu. İnsanlık tarihindeki büyük rolü, vücûda getirdiği muhtelif varyantlı engin medeniyetli ile Şark ve Garp medeniyet dâireleri yanında üçüncü büyük ekolü meydana getiren Türklük ve medeniyeti de, bilinen bütün kaynaklarına rağmen bu sıradanlaşmadan nasibini aldı.

Zamanı yaşayan Tanrı’dır diyen Bilge Kağan kitabeler boyunca düşündüğü ve yaptığı her hareketi, ulaştığı hedefleri ve kurduğu düzeni açıkça Tanrı’ya ve O’nun düzeni demek olan Töre’ye bağlarken; biz bu metinleri siyâsî ve harp tarihi dokümanları olarak görmekten bir türlü vaz geçmedik.

Halbuki, başka bir açıdan bakıldığı zaman, yâni Bilge Kağan’ın açısından bakıldığı takdirde, onca mâcerânın ve daha nicelerinin ancak ve sâdece Tanrı yolunda gidildiği, Töre’ye hizmet vasfı taşıdığı zaman makbul tutulduğu görülecektir. Asıl olan Töre gayrettir.”Üstten Tanrı basmadıkça, altta yer parçalanmadıkça” bozulması muhal görülen Töre, okadar merkezi fonksiyona sâhiptir ki, “KÖK TÜRK” tâbiri de buna bağlanır. Sanıldığı gibi buradaki “TÜRK” kelimesi bir ırkı ifade etmez. Türk, Töre’ye uyan, Töre ise Tanrı’nın yaratış kânunları demektir. Kutadgu Bilig müellifi bu konuda açıkça “Töre’nin gerçek koyucusu Tanrı’dır.”(3192.b.) hükmünü vereli bin sene oluyor. Ama fark etmenin zamanı yeni geliyor herhalde. Törütgen Tanrı’nın koyduğu ilâhi düzendir Töre ve Türk de ona uyan kişi… Yani Tanrı’ya yönelen insandır Türk. Bütün gayretini Töre’yi ihyâ prensibine bağlıyan İlterişler, Köl Tiğinler, Bilge Kağanlar onun için devletlerine “KÖK TÜRK” ismini koymuşlardır. Bu tâbir, “Töre’ye gerçekten bağlı, onu hakîkî mutevâsıyla yaşayıp ihyâ eden topluluk ” mânâsında kullanılmıştır. Asla ırk ifade etmez. Çünkü, Kök Türk’ün ne öncesi ne sonrası vardır. Maksat tamamıyle Tanrı nizâmına sadâkati göstermekten ibarettir. Âsırlar sonra Kuzey Afrika’da kurulan bir İslam devletinin “MUVAHHİDLER” ismini alması gibidir. Yâni Türklük bir dünya görüşü mensuplarının sıfatıdır, bir ırkın adı değildir. Antropolojik bakımdan da Türklük dâiresindeki toplulukların hiç te aynı ırka mensup olmadıkları görülür. Uygar’la Gagavuz, Macar’la Osmanlı, Kazak’la Azeri tiplerine aynı ırkın mensupları denilebilir mi? Fakat bunlar Türk’tür. Çünkü asırlar boyu Töre eksenli bir devlet ve tevhid kültürü içinde yaşamışlar, kültürel bütünlük kazanmışlardır.

Kültürün ekseni Töre, Töre’nin tevhid anlayışı; Töre’nin hâkim karakteri, mensuplarını yâni Türkler’i devlet kurmaya zorlamasıdır. Çünkü Töre, ancak devlet müessesiyle mer’î olabilen bir sistem ihtivâ etmektedir. Neden devlete ihtiyaç duyulur? Çünkü Töre’deki tevhid mesajına inanan insanların öteki beşerî organizasyonlar karşısında ayakta durabilmeleri lazımdır. Tevhid fikri de bu birliği zarûrî kılmaktadır. Çünkü o insanlar ancak Töre’nin devletinde kendi varlığında Tanrı’yı bulmuş, küllî kavrayışı beşerî plana aksettirebilecek, yâni Tanrı’nın Kut’unu kazanmış insanlar olabilirler. Böylece eşyânın hakîkatine nüfuz etmiş “BİLGE” idâreciler, madde mânâ muvâzenesini kurmuş olan Türk Medeniyeti’ni Şark’a ve Garb’a rağmen asırlarca üstün ve hâkim kılabilmişlerdir.

Daha önce belirttiğimiz gibi Fransız İhtilâli’yle ortaya çıkan ırk fikri etrafında oluşmuş millet târifi, İhtilâl öncesi tarihte rastlanmamış bir anlayıştır. İstisnâsı Yahudi’lerde görülür. Çünkü onların dini millî karakterlidir ve İhtilâl’in önde gelen fikir adamlarının Yahudi asıllı veya mason olmaları bu fikri meydana getirir.

Elbette bilinen geçmişi bakımından bu günkü Türk topluluklarının soy problemi yoktur. Dünya kavimleri arasında bilinen en uzun geçmişlerden biri bu topluluklara âittir. Ancak başlangıçtan beri bir soy ve ırk gayreti Türk tarihinin karakteristiği olmamıştır. Aksine bir durum cihana hizmet devleti anlayışıyla da çelişir. Peki Töre’ye uyan topluluklara Türk deniyorsa, Türkçe nereden çıktı? diye bir soru akla gelebilir. Bizce Türkçe Töre’nin içinden doğduğu ilk topluluğun dili olmalıdır. Bu gün bu ilk topluluk hakkında fikir yürütmek için yerince bilgimiz yok. Şu kadarını düşünmeden edemiyoruz:

Bilindiği gibi Töre’de KARA renk HAKÎKAT’in sembolüdür. Kitâbeler’de geçen “KARA BODUN” hakîkî kâvim manasına geliyor. Çünkü kitabelere bakılırsa Kök Türk devleti içinde onca kavim bulunmasına rağmen, Töre’nin kaybına en fazla üzülen zümre bunlardır. Ve kendilerini Bilge Kağan,”KARA KAMAĞ TÜRK BODUN” sıfatıyla anar. Türkçe bunların dili olmalıdır. Diğer toplulukların bugün karşılaştığımız şîve farklılıkları, coğrafî ve kültürel muhitleri yanında, Töre öncesi hayatlarından kalan dil yâdigârları olmalıdır. Ancak bu gün hiç kimse diğerine Türklüğünün nisbetiyle öğünemez. Töre’yi benimseyen herkes Türk’tür. Arnavut asıllı Mehmet Âkif de, Çerkez Ethem de, Tunuslu Hayrettin Paşa da, Gazî Giray Han da, Rum Mehmet Paşa da, Said-i Kürdî de, Hırvat Sokullu, Acem Nizâmülmülk… Türktürler.

Devşirmelik, sadece Osmanlı’ya mahsus bir sistem zannedilir. Halbuki yukarıdaki isimlere bakılınca da görüleceği gibi bütün Türk tarihinde mer’iyette bulunan bir müessesedir. Ayrıca başka topluluk insanlarına kendi savunmasını yaptırmak gayretinden ziyâde bir tür beyin göçü ve kalifiye eleman transferi olduğu kadar, mevcut tevhid müesseselerini en liyâkatle kim yürütürse ona teslim etme büyüklüğüdür aynı zamanda.

İslam öncesi Töre devletlerinde de, İslam sonrası Töre devletlerinde de (devlete ana özelliklerini yine Töre verdiği ve Töre’deki tevhidci nizam fikri İslâmiyetle tam bir uyum gösterdiği, İslâmi dönemde de Türk Töre’si hayâtını sürdürdüğü için) bu gönüllü transfer sistemi kullanılmıştır. Bilge Tonyukuk’tan Sogd kavmine, Nizâmülmülk âilesinden Sokullu’ya kadar Töre’ye intisab edip Türk olan herkes en yüksek makamlara kadar çıkabilmişler ve medeniyete unutulmaz katkılarda bulunmuşlardır. Aynı durum Arnavut, Boşnak, Çerkes, Kürt… kavimleri için de söz konusudur. Bunlar aynı zamanda Orta Asya’daki Yakut, Çuvaş, Kazak, Kırgız ve benzerleri gibi Türk olmuş topluluklardır artık.

* * *

Vaktiyle sevgili Kabaklı Hoca’nın Türk Edebiyatı dergisinde Tolstoy’un bir mektubu yayınlanmıştı. Bir Gürcü kadını ona yazdığı mektubunda oğullarının İslâmiyet’e geçerek Kafkas direnişine katıldıklarını anlatıyor ve onlar adına duyduğu teessürü naklederek cehennem azâbına mahkûm olmalarından korktuğunu dile getiriyordu. Şimdi Edebiyat dergisinin hangi sayısında neşredildiğini araştırma gereğini duymadığım cevâbî mektubunda Tolstoy meâlen, her büyük dinin insanları iyi, doğru ve güzele sevk ettiğini, onları sevgi ortamlarında mesud yaşatma gâyesine yönelik olduğunu anlatıyor ve “İtiraf etmeli ki hanımefendi, İslâmiyet Hristiyanlığa göre daha derli toplu bir dindir. Müsterih olunuz” diyerek kadını rahatlatmaya çalışıyordu.

Büyük kafalı, büyük gönüllü insanların bu vasıflarının arkasında teferruat çalılarına takılmadan, dikkatlerini dâimâ asıl olanda tutmaları bulunsa gerekir. Tolstoy’un bu tavrı insan ve din konusunda aradığımız müsâmahanın ipuçlarını veriyor.

“Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” hükmü, dînin özüne dâir yapılacak tefekküre zemin veriyor. Çünkü insan din için değil, din insan içindir. Halifetullah sıfatını hâiz insan, dinler vâsıtasıyla insanın iç dünyasını (geçmiş tecrübeler ışığında) daha kolay tasfiye edilebiliyor. Temelinde ilâhî aşk bulunan İslâm dîni de aslında yeni bir din değildir. Allah indinde(baştan beri) tek din İslâm’dır. Hz. Adem’den bu yana gelen bütün semâvî dinler İslâm’dır.

Nitekim Âmentü’de Kitaplar’a ve Peygamberler’e iman şarttı, insanlık tarihini bu noktadan birleyen anlayışın en veciz bir hükümdür.

İslam’ın büyük ölçüde eski gelenekleri -dinleri- toparlayıcılığı gayet sarihtir. Neshettiği hükümler istisnâ edilirse ana sistemde tevhid ana fikri dâimâ eksen teşkil etmiştir. O bakımdan özünde tek Tanrı inanışı ve tevhid mesajı bulunan Töre’nin târihimizdeki devamlılığı yadırganacak bir durum yaratmaz.

– “Muhabbetin İctimâîleşmesi veya Töre ile Türkleşmek”, Yeni Toplum, S.1, İstanbul, Mayıs 1992, s.136-139.

Başkaldırı Günlüğü

Kelimeler kaleme başkaldırıyor..
Saldırıyor ünlemler cümle bileklere…
İneklere şapka çıkarıyor hazret-i tabiat..
Biat ediyor sonra ateşe ve suya..
Çıldırasıya doğuyor gün gökdelen dağların arasından..
Sârâsından akvaryumlar da payını alıyor..
Zil çalıyor son dersine yürü yavrum..
Yum gözlerini ki bu en tatlı düştür..
Ama kelimeler de güpegündüz öldürülmüştür.

Kalemler kâğıda başkaldırıyor..
Daldırıyor süt sayfalarına mürekkebini..
Edebini takınmasa balta katil bile olur..
Boğulur belki ağaç denizinde majeste teknik..
Çentik çentik kıymaya çekilir eşref-i mahlûkat..
Tâkat yettirebilsek de ayakta durabilse kıyam..
Mayam biraz daha inatçı olaydı ne olurdu..
Durdu duracak kalbim dünyada öyle mi?
Hangi namuslu yaprağa yazmalı kalemlerin eylemi?

ğıtlar kimlere başkaldırıyor..
Çaldırıyor benliğinin beyazlığını kimlere?
Filmlere konu olacak olan yasamadıklarıdır..
Sandır, sarsıntılıdır, isyan solumaktadır çehresi..
Çaresi grevdir ve kalem tutan eller kırılmalıdır..
Haykırılmalıdır paylaşmanın azameti ve nankörlük dersi bir bir..
İstenmelidir binlerce yıllık teliften mahfuz alacak
Ancak bu teklif yazarın beyninden vurulması demektir..
Bu kâğıdın derhal burulması gerektir!

 

Saadet ve Virüs

0

Siyasette en büyük virüs hırstır.

Aşırısı aklı perdeler.

Akıl tutulması denilen olay bu olsa gerek.

Siyasette akıl tutulması olduğu zaman derin yanı karanlık güçlerin yapamadıklarını,

İnsanlar kendi kendilerine yaparlar.

Hayaller yıkılır, idealler yok olur.

Kırk yılda biriktirilen itibar kırk günde ters yüz olur.

Bir insan evliya bile olsa..

Başarabilirse terk edebileceği en son kötü huyu riyaset arzusudur.

Başarabilirse eğer.

Hataların büyüğünü büyük insanlar yapar.

Gelelim Saadet Partisindeki virüs meselesine

Saadet Partisindeki sıkıntı iki başlılıktan kaynaklanan bir durundur.

Aslında bu durum avantaja çevrilebilirdi.

Güven ve vefanın bulunması gereken partilerin başında Saadet Partisi gelmeliydi

Ama olmadı, olamadı.

Güvenin olmadığı yerlerde vefada olmaz, olamaz..

Haklı haksız meselesine dünyevi açıdan sandıkta seçmen,

Uhrevi açıdan Cenabı Hak karar verecektir.

Bizde samimi kanaatimizi ortaya koyacağız.

Muhterem Erbakan hoca geçmişte yaşanan siyası tecrübelerden çekindiği için mi?

Numan Bey ve ekibine güvenemedi?

Elbette bunların etkisi olabilir.

Kırk yılda bir tane bile kendinizin güvenip, halkın tasvip edeceği bir lider yetiştiremediyseniz

Biz değilse de sizin kendinizi sorgulamanız gerekmez mi?

Sonra güven olmadan vefanın olup olmayacağını nereden bileceksiniz?

Her ihtimale karşı bütün ipler elinizde olacak,

Siz kimseye güvenmeyeceksiniz, ama herkes size güvenecek..

Bu anlayış doğrumu?

Sorumluluk verilen insanlara, yetkide verilmeli ki

Başarılı mı, başarısız mı?

Vefalımı, vefasız mı?

Oldukları meydana çıksın…

Sn. Kurtulmuş’un Saadet Partisine Genel Başkan yapılması günümüzdeki gelişmelerden anladığım kadarıyla,

 Hoca ve yakın çevresi tarafından pekte istenen bir durumun değildi.

Tabanın baskısı sonunda Genel Başkan yapıldı ama ekibini kurmasına müsaade edilmedi.

Ekibini kurmaya kalkışınca da kıyamet koptu.

Saadet Partisi gibi iktidar alternatifi bir partinin son kongresi ve sonrasında  böyle tatsız olayların yaşanması hiç de hoş olmadı..

Burada elbette ki sn. Kurtulmuş ve ekibinin de hataları olabilir.

Kabul ediniz ki gençler bir hata yaptı,

Affetmek büyüklüğün şanından değil mi?

Sn. Şevket Kazan mahallinde istişare edecek insan bulamadı da mı?

Sn Önder Sav’a koştu

Kılavuzu Önder Sav olanın akıbeti kayyum olur.

Davacıdan kayyum olması da ayrı bir konu ya

Şimdilik oraya girmeyelim.

Yıllarını bu görüşe dava diye harcayan insanları çok ama çok üzdünüz.

Sadece kendi seçmeninizin değil, bu aziz milletinde gözünden ve gönlünden düştünüz.

Kırk yıldır partinin ve meclisin her kademesinde görev yaptınız,

Emeklerinizin karşılığını dünyada aldınız.

Allah(cc) elbette kendisi için yapılanları ahrette zayi etmez,

Ama görünen o ki dava; siz varsanız dava,

Yoksa o insanların hiç biri milli görüşçü değil miydi?

Hepsi gaflet delalet hatta ihanet içerisindeler miydiler?

Birazda gençlerin önünü açmanız gerekmez miydi?

Arkadan gelenler kendilerini ispat etmeleri için abi dedikleri sevip saydıkları insanların ölmesini mi beklemeliydiler?

Yoksa siz varsanız milli görüş var, yoksanız yok..

Listedeki insanlarda kahır ekseriyeti sizin kırk yıllık dava arkadaşlarınız değil miydi?

Müslümanlara bu kadar acımasızlık yakışıyor mu?

Bu dava başarıya ulaşacaksa bırakın Sizsiz ulaşsın..

Sizinle ulaşma imkânı olsaydı

Şimdiye kadar niye ulaşmadı?

Yoksa seçmen için dava olan husus sizin için bir şeymi?

Hep insanlara dava için fedakârlık yapılmasını anlatıp öğütlediniz.

Yoksa fedakârlığı hep başkalarının mı yapmaları gerekir?

Peki ya siz..

Siz büyüklersiniz,

Emredersiniz…

Demek ki insanları aldattınız.

Aldatan olmaktansa, aldatılan olmak daha iyidir

Köprüleri attınız,

Biliniz ki bu köprülerin tamiri isteseniz de kolay olmayacaktır.

Tabii siz tecrübeli insanlarsınız,

Yarınları gelecek seçimleri de hesaplamışsınızdır.

Ama bir hesabı yanlış yaptığınız kanaatindeyim.

Günümüz insanı 30-40 sene öncesinin insanı değildir,

Artık eskisi gibi sevdiklerini gözü kapalı sevmiyor.

Sizin anlattıklarınıza göre değil, vicdanının sesine göre karar veriyor.

Halkı koyun yerine koyarsanız size süt vermez.

Hatadan dönmek büyük bir erdemdir,

Erdemde en çok büyüklere yakışır.

Peygamberimiz(sav) bile Uhut savaşı istişareleri esnasında kendi görüşünün aksine gençlerin görüşüne göre karar vermedi mi?

Savaş sonrası durumu sorarsanız.

O verilen kararla ilgili değil.

Okçuların hatasıyla ilgilidir.

Tabi siz büyükler her şeyin en iyisini bilirsiniz..

Durum böyle devam ederse ki temenni etmem, ama görünen yürek burkan manzara bu.

Sn Kurtulmuş ve arkadaşlarının inatlaşarak olayı sen ben davasına döndürmemeleri gerekir.

Göründüğü kadarıyla bundan sonra bu iki kesimin aynı çatı altında siyaset yapmaları zor.

Onlar büyüklerine örnek olsun ve partiyi gerçek sahiplerine teslim etsinler.

Hocamız şu ahir ömründe daha fazla üzülmesin.

Mesele bitsin..

Hesap Allah'(cc)a kalsın.

Herkes önüne ve işine baksın.

Artık partinin başına Fatih bey’e mi yoksa Elif hamımı mı? Getirirler..

Orası büyüklerin bileceği iştir.

Bu yazı üzülerek kalbim burkularak yazdığım yazılardan bir tanesidir.

Bir gün gelip de bu insanlar için böyle bir yazı yazacağım aklımım ucundan bile geçmezdi.

Yinede sürçü lisan etti isem affola

Belki bunda da bir hayır vardır.

Allah(cc) bir şerri, bir hayra vesile yapar.

AK PARTİ’nin doğuşunda olduğu gibi,

Gönül dostunun deyimiyle,

Hak şerleri hayreyler,

Zannetme ki gayr eyler,

Görelim Mevla neyler,

Neylerse güzel eyler.

Burası sözün bittiği yerdir.

Şerlerin hayırlara vesile olması temennisiyle…

Midilli’nin İşgali

Hani şu Ayvalık’tan bakıp “yahu burası Midilli mi?” diye konuştuğunuz, Midilli’nin 1912 yılındaki işgalinden size biraz bahsetmek istiyorum. Bunun kendimce özel bir nedeni de var. Benim yaşamımda büyük emeği olan babaannem Midilli’li.

Midilli adasının Yunanistan tarafından 1912 yılında işgal edilmesi, askeri  ve tarihi açıdan incelenmesi ve Türk kamuoyunun önüne konulması gereken önemli bir konudur.

Atlas Dergisi Eylül sayısını “Ege’deki Yunanistan” ve Para Dergisi de son sayısını Bosna-Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Karadağ, Makedonya, Kosova ve Sırbistan’ı  sayarak “İş yapılacak 7 ülke” diye çıkartınca içimdeki duygular bir kez daha gün yüzüne çıktı ve bazı şeyleri sizlerle paylaşmak istedim.

Midilli’nin işgali, adada yaşayan müslüman Türklere çok pahalıya mal olmuştur. Çatışmalar sırasında ve bilhassa Osmanlı – Türk askerinin teslim olmasından sonra yerli rumlar çeteler kurarak Midilli’de pek çok taşkınlık yapmış ve savunmasız halka ve camilere saldırarak masum canlara kıymıştır.

Bu kıyımdan babaannemin, anne ve babası da öldürülmek suretiyle nasibini almış ve iki yaşlarındaki babaannem kahraman bir Türk subayının kucağında Ayvalık’a geçirilerek ölümden kurtarılmıştır.

Daha sonra bu kahraman subayımız babaannemi evlatlık alarak, Karşıyaka Alaybey’de (İzmir) bulunan ailesine teslim etmiş ve kendiside Kurtuluş Savaşına katılmıştır.

Babaannem, kendisinden büyük abisi ve ablasıyla 40 yıl sonra tesadüfler sonucu buluşmuştur. Velhasıl yüzbinlerce dramdan biri işte.

Ancak Atlas Dergisi’nin Rodos, İstanköy, Santorini, Sisam ve Midilli’yi sayarak “Ege’deki Yunanistan” başlığını atması ve bize Türk adalarını, Yunan Adaları olarak yutturmaya çalışması, nereden nereye gelindiğinin en bariz göstergesidir. Tıpkı Türk şehri Diyarbakır’ın, Musul’un, Kerkük’ün düştüğü durum gibi.

19. yüzyıl sonlarında Midilli’de 61 cami, 38 hamam, 7 tekke, 4 medrese ve 147 okul bulunuyordu. Buna karşılık günümüze intikal eden Osmanlı – Türk eseri son derece azdır.

Burnumuzun dibinde Ege’de bulunan Türk adalarını, Yunan kuvvetlerinin ikibuçuk ay gibi kısa bir sürede işgal etmesi, o dönem içinde bulunduğumuz gaflet, delalet ve ihanet çemberinin boyutlarını göstermesi bakımından çok ilginçtir.

Telgraf memurlarının büyük fedakarlıklarla çektikleri telgraflardaki yardım feryatları başkent İstanbul’da karşılıksız kalmıştır.

Halbuki Yunan tarafının hedefi; Ege Denizindeki bizim bugün Yunan Adaları dediğimiz  Taşöz’den Ahikerya’ya kadar uzanan onbir Türk Adasını kuzeyden güneye ele geçirmek ve Anadolu sahillerini Ege’ye kapatmaktı. Ve bu işgaller jet hızıyla 21 Ekim 1912 – 03 Ocak 1913 tarihleri arasında gerçekleşti. Yani Yunan hedefi tutmuş oldu.

Tabii bu işler hemen öyle pat diye olmuyor. Midilli’yi işgale hazırlanan Yunanistan, iki savaş gemisini beş ay önce Midilli kıyılarına göndererek hazırlık yaptırıyor. Bunu gören Midilli mutasarrıfı Faik Ali bey, Türk karasularında adeta alay edercesine dolaşan bu savaş gemilerine karşı gerekli tedbirlerin alınmasını, Osmanlı donanmasının ilgisizliğine de dikkat çekerek Dahiliye Nezaretine gönderdiği telgrafta özellikle talep eder. Ancak bu çağrılar cevapsız kalır ve adalarımız işgal edilir.

Bu gün başımıza gelebilecek olan şeyleri anlatanlara karşı takındığımız duyarsız tavırları bu ilgisizliğe benzetiyorum. Size bunları İdris Bostan tarafından yayınlanmış bulunan “Midilli’nin İşgal Günlüğü – 1912”  (Küre Yayınları – 2010) adlı kitabından aktarıyorum.

Son misalim ise onca zulüm, katliam arasında Yalı camii imamı Hafız Niyazi Efendi’nin seksenbeş yaşındaki yaşlı babasının yerli rumlar tarafından, tenasül uzvu ve bilekleri kesilmiş, sağ gözü testereli bir bağ bıçağı ile ayrılmış olarak öldürülmesine ait. Bu yüzlerce birbirine benzer olaydan sadece biri.

Adayı işgal eden Yunanlıların, işgal’de İngiliz botlarını kullanması,Midilli’deki Yunan kuvvetlerinin Girit ve buraya dikkat edin! Amerikalı gönüllülerle desteklenmesi geçmişte olduğu gibi bugün de nelerle karşı karşıya olduğumuzun bir delilidir.

Bu gün sözde Türk basının hakikatte Türk toprağı olan ve zorla elimizden koparılmış vatan parçalarımızla ilgili olarak, sanki oralar bizim değilmiş yada bizden değilmiş gibi yayın yapması içimi acıtıyor.

Ve ister istemez, günümüzde yaşananlarla mukayese yapmak zorunda kalıyorum. Anadolu’ya saldığımız barış gönüllüleri, depreşen bölücülük ve aldığı mesafe, Türk milletinin derin sessizliği ve çözülme emareleri hatıraların yeniden gözümde canlanmasına sebep oluyor.

Bu gün başkasının olarak gördüğümüz fakat aslında bizim olan topraklarımızı, Midilli örneğinde olduğu gibi gaflet ve ihanetin buluşması ile kaybettik. İnşallah yeni Midilli faciaları yaşamayız.