19.4 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1131

Allah Korkusu/Takvâ (2)

Cehennemden korunma, Cennete kavuşma yolu

Takvâ, Allah’a karşı sevgi ve yakınlığı sağlayan işleri yapmaktır. Takvâ, her şeyi sevilene feda etme noktasıdır. Allah’a karşı derin sevgi, Allah’tan umut ve Allah’tan korku… Bu üçlünün insan ruhunda meydana getirdiği hâl ve yaşayış tarzı takvadır. Bu üç hususu kendisinde toplayabilen kişi övgüye en layık makama ulaşarak “muttaki” (Takva sahibi) olur. Kur’an’da muttakiler şu ifadelerle övülmüştür: Muttakilerin dostu Allah’tır. (Casiye, 45/19) Allah muttakileri sever. (Ali İmran, 3/76-Tevbe, 9/4) Allah muttakilerle beraberdir. (Bakara, 2/194-Tevbe, 9/36) Allah Muttakilere güzel gelecek vaat eder. (Ra’d, 13/35) Âhiret muttakiler içindir. (Zuhruf, 43/35) Muttakiler güvenli bir makamdadır. (Duhan, 44/51) Cennetler ve her türlü nimetler muttakiler içindir. (Nebe’, 78/31-36, Kalem, 68/34)

Peygamberimiz (s.a.s.), insanların en değerlisi kimdir diye sorulduğunda; “En çok takva sahibi olandır” (Müslim, Fedail,168) buyurmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.) dualarında Yüce Allah’tan çeşitli nimetleri talep ederken, takvâyı da istemiştir: “Allah’ım, senden hidayet, takva, iffet ve kanaat dilerim.” (Müslim, Zikr,72) Bu şekilde dua ederek takvânın bizim için ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır.

Muttakilerin özellikleri Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmiştir: 1-Hidayetinin kaynağı Kur’an’dır.            2-Gayba iman ederler. 3-Kur’an’a ve Kur’an’dan önce indirilenlere inanırlar. 4-Ahirete tam bir imanla inanırlar.  7-Namazı kılmaktadırlar. 8-Allah yolunda infak ederler. 9-Allah’ın hidayeti üzeredirler. 10-Bu inanç ve salih amellerle kurtuluşa ererler. (Bakara, 2/1-5)

İşte bu özelliklerle mü’mini üstün bir dereceye ulaştıran takva, insan için en üstün şeref ve değer kaynağıdır. (Hucurat, 49/13) Bunu elde etmek için de sağlam bir imanla birlikte farzları titizlikle yerine getirmek ve büyük günahlardan kaçınmak şarttır. Bundan sonra da “sakıncalı şeylere girme endişesiyle, bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terk etmek” (İbni Mace, Zühd, 24) takvaya ulaşmanın ikinci yoludur.

Tam bir Allah korkusu, bütün emirleri yerine getirmek, şüpheli şeylerden ve küçük günahlardan dahi sakınmakla elde edilir. Bunun için de iyi bir helal ve haram bilgisine ihtiyaç vardır. Bu hikmetten olsa gerektir ki, ayet-i kerimede “Kulları içinde Allah’tan hakkıyla ancak âlimler korkar” (Fatır, 35/28) buyrulmaktadır. Yüce Allah Kur’an’da, sadece muttakilerin amellerini kabul edeceğini ve sadece takvâ sahibi olanların, O’nun hidayetiyle doğru yolu bulacaklarını bildirmiştir: “Allah, ancak muttakilerden (korkup sakınanlardan) kabul eder.” (Mâide, 5/27)

İlahî emirler, takvâyı gerçekleştirmek ve insanın kalbine hiç çıkmayacak şekilde yerleştirmek için farz kılınmıştır: “Ey iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de oruç farz kılındı. Umulur ki, takvâ sahibi olursunuz.” (Bakara, 2/183) Takvâ, büyük ve şerefli bir makamdır. Allah, kendisine yakınlığın ölçüsü olarak takvâyı göstermektedir: “Gerçekten, sizin en üstün olanınız, Allah katında, en çok takvâ sahibi olanınızdır.” (Hucurât, 49/13)

Allah, kendisine veli-dost olarak takvâ sahiplerini seçmiştir: “O’nun asıl velileri (dostları) sadece muttakilerdir. Fakat onların çoğu bunu bilmez.” (Enfâl, 8/34)  “Haberiniz olsun, Allah’ın evliyası (velileri-dostları), onlar için korku yoktur; onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar iman edenler ve ittika edenler (Allah’tan korkup sakınanlar)dır. (Yunus, 10/63-64)

İnsanlar, Hz. Âdem ve Havva’dan çoğalmaları itibariyle yaratılışta eşittirler. Bu açıdan soy ve soplarıyla övünmeleri yersiz ve yanlıştır. Çünkü gerçek ve yegâne üstünlük takvâ üstünlüğüdür: “Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi uluslara ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, takvâ bakımından en üstün olanınız (Allah’tan en çok korkup sakınanınız)dır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberi olandır.” (Hucurât, 49/13) Bir hadiste Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Arabın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.” (Ahmed b. Hanbel, V, 411)

Yüce Allah’ın emirleri ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in tavsiyeleri doğrultusunda takvâyı kuşanan mü’minler;  daha önce çocuğunu diri diri toprağa gömen, hak hukuk tanımayan insanlarken, karıncayı ezmemeye özen gösterecek bir merhamet abidesine dönüştüler ve dünyanın bir benzerine şahit olmadığı huzur ve mutluluk çağını oluşturdular.

(Haftaya devam edecek)

 

Uzaya Açılıyoruz

Kocaeli Milletvekili, Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, seçim öncesi Kocaeli’de hemen her kesim için “müjdeli haberler” vermiş!

Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği Başkanı Kemal Kaya; ” Ergün’ün her zaman esnaf ve sanatkarın yanında durduğunu, kendilerinin de Ergün’ün yanında olacaklarını” belirtmiş!

Kemal Kaya, sayıları 230’u geçen ve çoğu yabancı sermayeli büyük alışveriş merkezleri (AVM) karşısında küçük esnafın son 8 yıldır beklediği “Perakende Yasası” nı sormak aklına gelmedi herhalde!

Bu yüzden işyerini kapamak zorunda kalan, borç batağına giren, aldığı çeklerin karşılığını alamayınca kendi çekleri de karşılıksız kaldığı için hapislere düşen yüz binlerce Çek Mağduru için tek kelime bile etmemiş anlaşılan!

Bakan Ergün, sonra Ford işçileri ile yemek yemiş, 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı kutlamış!

Ne işçiler ne de sendikacılar;

“Uluslar arası Çalışma Örgütü ( İLO) hükümeti sürekli uyarıyor; “İş Yasaları, Sendikal Yasalarınızı İLO normlarına ulaştırın” diyor ama siz hala “12 Eylül Yasaları” ile köle düzenini sürdürüyorsunuz. Sendikalı işçi sayısı hızla azalıyor. Üstelik Torba Yasa ile de yeni ve ağır hükümlerle bizi adeta yok saydınız.” dememişler!

Esnaf-sanatkar ve işçiler bu kadar “uysal” olunca Bakan Ergün de hayli mutlu olmuş olmalı ki, yere göğe sığamamış, uzaya açılmış!

“2023’e kadar insansız savaş uçağımızı üreteceğiz. Hatta kendi uydumuzu uzaya fırlatacağız” demiş!

Böyle bir düşün gerçek olmasını her yurttaş gibi ben de isterim.

Ama, Allah’ın bana verdiği akılla da sorarım; “Hangi kaynakla?” diye!

350  milyar lira dış borç yükü altında, her yıl ortalama 45-50 milyar dolar borç faizi öderken, bütçe açığı hızla büyürken, nasıl olacak bu iş?”

Bakın, Türkiye’nin de üyesi olduğu OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) yeni bir rapor yayınladı.

Rapora göre, OECD üyesi 33 ülke arasında;

En yüksek gelir eşitsizliği olan üç ülkeden biri Türkiye! ( Ötekiler, Meksika ve Şili)

En düşük istihdam oranı Türkiye’de!

İşsizlikte ikinci ülke Türkiye!

Yoksullukta üçüncü ülke Türkiye!

Çocuk eğitimine devlet kaynaklarından en az para ayıran ülke Türkiye!

Bebek ölümlerinde birinci ülke Türkiye!

Kadınların doğurganlık oranının en yüksek olduğu ülke Türkiye!

İnsanların en kısa ömürlü oldukları ülke Türkiye!

İşte, acı ama gerçek tablo budur!

Tüm ulusal varlıkları yok pahasına yabancılara satılan Türkiye’de AKP iktidarı şimdi de “SUKUK-U İCRA” yoluyla, Otoyollar, Köprüler ve diğer kamu taşınmazlarını Arap sermayesine satmaya hazırlanıyor!

Biliyor musunuz?

Farkında mısınız olup bitenin?

Biz, gözlerimizi uzaya çevirirken, birileri ulusal servetlerimizi lüpletiyor ve daha da lüpletecek!

Siz, cambaza bakın cambaza!

12 Haziran Siyaset Okumaları 1/ İleri Demokrasi

0

İnsanımızın ‘okumadan âlim, yazmadan muharrir’ olduğu yönleri çoktur. 12 Eylül darbesine kadar bir köşe başında durup önümüze gelene; ‘benim başım ağrıyor’ deseniz, kimse bir doktora git demez hemen reçete yazardı. Din ve siyaset bilgimiz de bundan geri kalmazdı. Hepimiz biraz din adamı, biraz doktor genelde siyaset bilginiydik. Yani Türkler, kendi icatları ‘sacayağı’ gibiydi. Bu üç bilge yönümüzün bizi her konumda dengede tuttuğunu sanırdık.

Zamanla geliştik. Rahmetli Özal döneminde dört dörtlük olduk. En derin eksiğimiz  ‘ekonomi’ idi, sayesinde ‘ekonomist’ olduk. Biz öyle sanıyorduk ama hiçbirimiz tam değildik. Ömer Hayyam’ın tabiriyle ‘ şu üç günlük dünyada, ne tam kâfir olabildik ne tam Müslüman’ yarım yamalak yaşadık / yaşıyoruz.

12 Eylül darbesiyle birlikte o yarım siyaset bilgimiz de felç oldu. Nesiller siyasetten koptu / koparıldı. Siyasi partiler mezun veremeden kapandı / kapatıldı. Türk siyaseti yörüngesini şaşırdı, seçmen fırıldağa döndü.

12 Eylül’den bu güne 30 koca yıl geçti. Neler yaşadık neler… Vatandaş siyasete henüz ısınıyor. Siyaset yörüngesine oturuyor, deprem çadırlarının yerinde binalar yükseliyor, hasarlı partiler kendini onarıyor, acar partiler kurumsallaşıyor…

Bu durum, Milletvekili aday adayı müracaatları ve listelerin açıklanması sürecine vatandaşın ilgisinden açıkça anlaşılıyor ve bu olumlu gelişmeler liderler sultasına rağmen oluyor. Buna sevinmeliyiz; ilgi arttıkça gerçek demokrasiyle buluşma süresinin kısalacağını ümit ediyorum.

Demokrasi deyince içim sızlıyor. Siyasi partiler demokrasi sayesinde var oluyorlar. Varlık sebepleri halkın yönetime katılmasını sağlamak. Siyaset, halkın hizmetine girme sanatı. Siyasi partiler, halka hizmet aracı ve devleti yönetme aracı… Peki, Türkiye’de durum bu mudur? Ne gezer! Siyasi partiler, liderlerin sultasında. Lider, istediğini seçer. Halk,  seçtiğini sanır. Türkiye’de; siyasi partiler devlet imkânlarına ulaşma, siyaset bu imkânları üleşme aracıdır.

Gerçek böyle olmasaydı! Kendi günahının hesabını veremezken; yüz binlerce insanın vekâletinin maddi ve manevi sorumluluğunu almaya, 2,5 metrekare odalara hapsolmaya ve genel kurul salonunda okumaya bile fırsat bulamadığı kararlara oy kullanarak vebal altına girmeye; on binlerce insan böyle iştahla koşar mıydı?

Demokrasi olmadığı için sistem daha işin başında bu işe soyunanları ‘Ciğerci Kedisine’ çevirip onurunu kapının önüne bıraktırıyor. Omurgası alınanlar, ‘oyuncak hamuruna’ dönüp tam bir teslimiyet içinde, liderin elinde şekilden şekle giriyor. Adamda ne vicdan, ne irfan kalıyor… Hani nerede irfanı ve vicdanı hür nesiller? Kurtlar bile tasmalı!

Seçilenler, uğradığı bu ağır tahribatın acısını; ‘sayın vekilim, bir istirhamım var’ diye kapısında el pençe duran vatandaşlardan çıkarıyor. Bir kişinin elini öp, bin kişiye el öptür… Ne diyelim; vatandaşta bu ense, devlette bu kese oldukça, kula kulluğumuz bitmez bizim…

Bireyselleşmek… Özgürleşmek… Yönetime katılmak mı dediniz? Hadi oradan! Hâlâ mı anlamadınız, bizde buna ileri demokrasi deniyor ve şimdi demokraside uzmanlaşıyoruz. Sacayağı-dört dörtlük derken yıldızlaşıyoruz, Türk yıldızı oluyoruz çünkü artık ileri demokrasiyi konuşuyoruz!    

Dünyanın neresinde ve hangi demokrasisinde bizim siyasilerimizin kullandığı iletişim dilinin bir benzeri var? Bu hakarete varan iletişim dilini niye tercih ediyorlar? Kitleleri düşündürmemek, seçmeni takım taraftarı gibi yapıp kayıtsız şartsız kendilerine bağlı kılmak ve aralarındaki iletişimi koparmak için olamaz mı?

Bir takımı tutmak için hangi bilgiye ve düşünceye ihtiyaç var, düşman olduğumuz takım olmasaydı, takımımız maçı hangi takımla yapardı ve tek takımlı ligde bize gerek kalır mıydı diye düşünen kaç taraftar var? Seçmen de olmamalı! Akıllar ve vicdanlar bypas edilmeli ki, kimse aklını kullanmasın. Kör âşık olup partiye, lidere ebedi bağlı kalsın. Siyasi yapılarımızda liderin dediğini muhakeme etmek ve gerektiğinde hayır demek mümkün mü?  Allah, omuz üstünde bu başı niye vermiş; kaş, göz, ağız, burun ve kulakları taşısın diye mi ve beyinlerinin olduğunu hatırlamasılar diye mi gizlemiş dersiniz?

Kalemi elime 12 Haziran Genel Seçim okumalarında bulunmak için almıştım ama ben neler yazdım. Borcum olsun onu da yazacağım… AKP, CHP, MHP ve BDP Listeleri ne anlama geliyor, Manisa ve Türkiye genelinde durum nedir, ne olabilir, kim kendine yenik?.. (devam edecek)

 

Musallataşı Sendromu

Bu yazı baştan sona okunmadan doğru anlaşılamaz..

Nasıl olsa bu saf cemaat hakkını helal eder düşüncesi ortadan kalkmalı.

Her camide birkaç cenaze musalla taşında kalmalı.

Bak o zaman insanlar hakka hukuka nasıl dikkat ederler.

Bu mevzuya dönmek üzere buraya bir nokta koyalım.

Hayat sonu olan bir kavramdır.

İnsanlar ölmek için doğarlar.

Dünyaya gözlerini açtıkları andan itibaren tüm canlılar için geri sayım başlamıştır.

Doğumun sebebi ölümdür.

Yaşamanın sebebi nedir?

Herhalde ezmek sömürmek ve güçlünün zayıfı boğazlaması olmamalıdır.

Kendi istek ve iradesiyle dünyaya gelmeyen canlılar,

Kendilerini bu dünyaya getiren iradeyi tanımak,

Sevgi saygı çerçevesinde mutlu bir hayat sürmek için yaşamalıdırlar.

Bu gün bu durum ne müslümanlar arasında geçerli.

Ne de müslümanlarla gayrimüslimler arasında..

Sebep

İnsanların içlerinde musalla taşı sendromu yokta ondan.

Toplumda huzur güven hak ve adaletin sağlanmasının iki temel şartı vardır.

1 – Sevgi saygı:

Esas olan budur.

Her insanın fıtratında bu özellik vardır ama zamanla insanlar bu vasıflarını yitirirler.

Hayatı sadece dünyadan ibaret sayarlar.

Hedeflerine ulaşmak için her yolu meşru görürler.

2 – Korku:

Sevgi ve saygının olmadığı yer ve zamanlarda,

Toplumun huzurunu olmasa bile düzenini sağlamak için korku elzemdir.

Bu korku yerine göre maddi ve manevi olabilir.

Bu korkuların en caydırıcısı musalla taşında kalma korkusudur.

Sevgi yok, saygı yok, korku yok olunca insanlar canavarlaşıyor.

Merhum Mehmet Akif’in ifadesiyle

‘Dişsiz mi idi bir insan,

Onu önce kardeşleri yerdi’

İnsanlarda bu iki husustan biri olmayınca sırtlanlara bile rahmet okutur hale geliyorlar.

Toplumun düzenini sağlayacak olan bu korku

Bazen Allah korkusu bazen kanun korkusu..

Bazen da cenaze namazının kılınmayarak tabutunun musalla taşında kalma korkusu olmalıdır.

İşte musalla taşı sendromu dediğimiz hadise budur.

İnsanlar alıp vermezler,

Verip alamazlar,

Kullanılır bir kenara atılırlar.

Kul hakkı, kamu hakkı onlar için bir mana ifade etmez.

Herkes birbirine katakulli yapmanın hesabını yapar.

Toplum her kesimiyle o kadar kirlendi ki

İnsanlar hayatta iken ödeşerek anlaşarak helalleşmeyi unuttular.

Nasıl olsa bu saf müslümanlar cenaze namazımı kılarken haklarını bana helal ederler.

Tabii suçun yarısı yâda çoğu cemaattedir.

Böyle bir insanın naaşı pardon leşi musallaya gelince,

Bir yâda birkaç kişi bu adam şu şu sebeplerden dolayı kötü bir insandır ben hakkımı helal etmiyorum dese,

Mağdur olan diğer kazıkzedeler de onlara destek verir.

Hoca efendide sarığı, cübbeyi çıkararak cenazeyi musalla taşında öylece bırakır.

Varisleri, yoksa yakınları borçlarını ödeyerek milletle halelleşinceye kadar öylece kaldı mı.

Korkmayınız bu durum karmaşaya sebep olmaz,

İlgilenen olmadı mı?

Körfez’e yâda bir çukura atılıversin.

Üç beş cenaze böyle musallada kalınca,

Bak o zaman toplumu nasıl musalla taşı sendromu kaplıyor.

Millet hakka, hukuka nasıl riayet ediyor.

Birbirleriyle ödeşerek helalleşme yarışına giriyor.

Kabızlık, ishale dönüşüyor

Millet rahatlıyor.

Aksi halde temiz toplum,

Temiz siyaset,

Temiz ticaret,

Hepsi hikâyedir.

İnsanlar bu sendromu dünyada yaşamazlarsa da,

Sırat köprüsünde yaşayacaklar.

İnsanlar ahretteki cezayı önemsemeseler de,

Musalla taşındaki rezilliği önemserler.

Bu düşünceyi birçokları yadırgayabilirler.

Ama insanlar dünyayı kurtarayım derken ahiretlerini kaybediyorlar.

Ya Rabbi sen bizleri dünyada ve ahrette böyle bir sonla karşılaşmaktan muhafaza eyle.

AMİN

                                                                                                 

 

Kim Öğretti Alfabeyi

Sevgili Ali Rıza BİNBOĞA Öğretmenin bu meşhur şarkısını hemen hatırladınız değil mi? “Kim öğretti Alfabeyi; Aaaa, Beee, Ceeyi”
“İlk öğretmenin kim senin; kim öğretti alfabeyi? …  Güzel şarkı değil mi?

Şimdi Güney Doğuda tabelalar değiştiriliyormuş, isimler, yönlendirme tabelaları, reklam tabelaları filan. 

Bunlara hiç itirazım yok şahsen. Ancak ne düşünüyorum biliyor musunuz? Bunları kim okuyacak? Yani oradaki Kürtler bu tabelaları okuyacak ve anlayacaklar mı?

Cevabınız EVET ise işte o zaman şarkıya başlarım; KİM ÖĞRETTİ ALFABEYİ?  Aaa, Beee, Cee yi; İLK ÖĞRETMENİN KİM SENİN?

Evet onlara kim öğretti alfabeyi?  Ana dili tamam aammaa velakin; Ana Dilin de bir okuma yazması var ve onu da öğrenilmek gerekiyor.

Burada duruyorum ve Rahmetli annemi hatırlıyorum. O, yeni Türkçe okuma bilmezdi. Bir gün gazeteye bakarken babam gazeteyi elinden çekti. Annem ağlamaklı olmuştu. Aradan (15) gün geçince annemin gazete okuduğunu en azından başlıkları tek tek okuduğunu hayretle görmüştük.

Annem 15 günde okumayı öğrenmişti. Kimden nasıl onu bilemiyorum. Ama gazete haber başlıklarını okuyordu. Sadece bir şeyi okuyamadı; “Baş Piskopos MAKARİOS”  Bunu bir türlü söyleyememişti. Sonunda “Baş Papaz” dedi ve kestirmeden işi halletti. Gülmüştük.

Sonra torunum Cansın’ın okuma macerası var.

Önce tek kelime; AKBANK’ı öğrendi gördüğü yerde eliyle işaret ediyor ve tekrarlıyordu; AKBANK. .. sonra Cansın TEKEL’i öğrendi. Bunlar benim çalıştığım yerlerdi. İsimleri görünce; Dede: AKBANK; Dede: TEKEL. Derdi. Sonra benzin alırken MOBİL’i öğrendi. İşte bu ÜÇ KELİME onu OKUMAYA götürmüştü. Hiç kimse başka hiçbir şey öğretmedi ama, o da, bu üç kelimeden sonra kendi kendine gazete okumaya başladı.. 

Şimdi önce tabela asacaksın, sonrada o tabelada ne yazdığını öğreteceksin. Yani Kürtçe Okuma yazma öğreteceksin. Eee, kolay işte; Annem 15 günde öğrendi, Cansın (3) yaşında öğrendiler. Ve kolayca öğrenmişlerdi. Bundan kolay ne var? 

Acaba kazın ayağı öyle mi?

Öyle değildi işte; KÜRTÇE bu Ülkede çoktan öğretiliyordu.

Şimdi sıkı durun;

Aşağıdaki bölüm budan ÜÇ YIL ÖNCE yayınlanmış bulunan; “Aslında ZOR Değil” -CİNİUS Yayınları 2008 Doğan SOFRACIOĞLU”  –  “Sayfa 145,  Zor, Aslında Zor Değil” 

Bakınız orada neler yazmışız?

Şimdi yine hatırlanacaktır; bu hikaye anlatılınca, o bölgeden bir STK Başkanı bize;

“Eee Tabii Öyle olacak aksi halde siz; Halkları yok etmeden yana oluyorsunuz demektir”

Demişti.  Biz asla böyle düşünmüyoruz.  Ama bakınız neler oluyor.

Ve şimdi sormak istiyorum;

O öğretmene sormak istiyorum;

Hani O bizimle İzmir’de konuşan genç vardı ya; işte o şimdilerde (40) yaşlarına geldi.. Ve hala işçi olarak çalışıyor. Allahtan sevimli dürüst bir çocuk da, daha da k. Ya hiç bu taraflara gelemeyenler Onlar ne oldu acaba?

Ali BABACAN da KIRK Yaşında Onlar da Ali Babacan olabilir miydi?

Onlardan da bir Kamuran İNAN çıkarmıydı?

Onlarda bir Hikmet ÇETİN Olabilir miydi? Hatta bir Turgut ÖZAL olamazlar mıydı?

Onlara YAZIK etmediniz mi?

Onlar daha Ortaokul’dan Sıfır Türkçe ile dönerken,  belki çobanlığa bile razıyken dağa çıkmış olabilirler mi acaba?

Onlara BEŞ YIL bu Ülkenin Resmi Okulunda Türkçe Yerine KÜRTÇE Tedrisat yaptırdınız ve onları cemiyetin, toplumun dışına attınız.  Bunu sözüm ona bir ideal için yaptınız. Ama nereden ilk okuldan sonraki okullar Lise ve Üniversite de Kürtçe olsaydı ne ala.. Ama işte orada sen in öğrettiğin KÜRTÇE İle kaldılar. Haa şimdi tabelaları bari okusunlar diyorsanız buna da saygı duyarım.

Ama bana kalırsa O çocukları GÖZ GÖRE GÖRE HARCADINIZ..

İşte yaptığınız ortada..

Milletler şimdi kendi dilini bırakıp tamamen İngilizce tedrisat yapmaya ve Dünya ile entegre olmaya çalışıyor; siz ise modası çoktan geçmiş bir ideal için onları adeta ellerinizle yakıyorsunuz.  

Gizli, gizli Kürtçe Öğrettiğiniz ve Liseden dönen o çocuklara yazık değil mi?  Asıl Asimilasyonu siz yapmış olmadınız mı?

İşte gidin bakın bir tanesi İzmir’de Migros’ta işçi.  Pırıl, pırıl bir genç.. Ya diğerleri?

Diğerleri, Mardin’de Nusaybin’de çoban ise öp de başına koy.. Ya kandilde militan ise.. 

Ali Babacan, Kamuran İNAN, Hikmet ÇETİN, Turgut ÖZAL yerine kandil..  Baydemir yerine kandil

Buyurun işte sizin eseriniz.

 

Boğaz Kavgası

Başbakan, “çılgın projesini” açıkladı; İstanbul’un Avrupa yakasında Karadeniz’den Marmara’ya yaklaşık 50 kilometrelik ikinci bir yapay boğaz açılacakmış.

Yeni bir projeyle karşılaştığımda şu dört basit soruyu sorarım;

Niçin?

Kimin için?

Kaça mal olacak?

Kaynağınız nedir?

Başbakan ilk soruya; “İstanbul Boğazı’nın yükünü ve riskini ortadan kaldırmak için” yanıtını veriyor.

İkinci, üçüncü ve dördüncü sorularımın yanıtı yok!

“Daha proje aşamasında”  imiş!

Proje aşamasında, yani ayakları yere basmayan bir düşünceyi “çılgın proje” diye açıklıyor Erdoğan!

Neden?

Tam seçim arifesinde gündemi kendi hesaplarına göre değiştirmek!

İçeriğini, ayrıntılarını, maliyetini, kime yarar kime külfet getireceğini düşünmeden; “Görüyor musun adamdaki vizyonu, bak ne müthiş projeleri var!”

Peki, bu projenin kaça mal olabileceği ve ne kadar zamanda biteceği hakkında bilgin var mı? Yok!

Kimim işine yarayacağı, ceremeyi kimin çekeceği hakkında fikrin var mı? Yok!

Türkiye’nin gerçeklerine kısaca göz atalım;

Bizzat Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan açıkladı ki; Türkiye’nin toplam 350 milyar dolar iç ve dış borcu var.

2011 Bütçe’sinde bu yıl ödenecek FAİZ gideri; 47.5 milyar lira!

Dış ticaret açığı gitgide büyüyor! 2010 yılı ilk 6 aylık döneminde 48.6 milyar dolar!

Bütçe açığı 50 milyar dolar civarı!

Tarım ve Hayvancılık öldürülmüş, Güney Amerika ülkelerinden hayvan ithal ediliyor! Pirinç ve mısır ABD’den geliyor!

İşsizlik tehlikeli boyutlarda, yatırım yok!

Esnaf, zanaatkar, küçük ve orta ölçekli sanayici perişan.

Dışarıdan yüksek faizle “sıcak para” gelmese, belki emekli ve memur maaşları ödenemeyecek!

Vatandaşın büyük kısmı “yoksulluk sınırı altında” yaşamaya çalışıyor.

Eğitim hamiyetli işadamlarının ve velilerin, sağlık ve sosyal güvenlik özel şirketlerin eline bırakılmış!

Doğu ve Güneydoğu’da halk yatırım bekliyor.

Sen, İstanbul’a üçüncü köprü, Körfez’e köprü ve İzmir’e otoyol peşindesin! Çünkü, “otomotiv sektörünün ağababaları öyle istiyor!”

Onlar otomobil, kamyon, otobüs satacak diye, benim torunlarımın rızkını harcıyorsun!

Neden DEMİRYOLU yapmıyorsun?

Neden DENİZ ULAŞIMINI yok sayıyor, hatta İDO’yu yok pahasına satıyorsun?

Şimdi de Trakya tarafında “İkinci Boğaz Köprüsü” öyle mi?

Kim yapacak? Kaça yapacak? Kaynağını nereden bulacaksın?

Trakya bölgesinde boş alan mı kaldı?

Birilerini yeniden toprak ve rant zengini mi yapacaksın?

Yoksa seçim öncesi palavra mı atıyorsun?

Millet boğaz kavgasında sen, bir başka boğaz kavgası ile milleti oyalayıp uyutuyorsun!

Hem ayıp hem de günahtır, günah!..

 

Bir Kutlu Gündür; Türkçülük Bayramı

0

Bu gün Türkçülük bayramı, gün hasbihal günü, ocağa muhabbet ateşini atma günüdür. Aşk ile yanan ateşi ne kar, ne de tipi söndürebilir. Ocak yandıkça kutlu davanın önündeki duman perdesi ortadan kalkar, ışığımızla niceleri aydınlanır. Burası Aydınların gönül ocağıdır, ülkü denen nazlı gelinin salındığı köşktür, saraydır. Ocağımızın kıymetli gönüllüleri;  varlığınız daim, davamız kutlu, muhabbetimiz bakî, bayramınız kutlu olsun.

Türkçülük ve Türk milliyetçiliği, Türk’ün tarih sahnesine çıktığı günden beri var olan ve sonsuza kadar da devam edecek olan bir kutlu davadır. Bu dava, tarih boyunca kâh tarihin akışları, kâh aydınların ve yöneticilerin ihanetleri ya da hataları yüzünden defalarca darbe almış ise de, asla kaybolmamış ve kaybolmayacaktır. İşte bu darbelerden biri 3 Mayıs 1944 yılında gerçekleştirilmiştir. İşte bu yüzden 3 Mayıs büyük bir öneme sahiptir. O gün Türkçülük, zamanın hükümetinin siyasî manevrasına kurban edilmek istenmiştir. Atatürk’ün devletin temeline yerleştirdiği “Türk Milliyetçiliği” ilkesine büyük bir darbe vurulmaya çalışılmıştır.

İşte bu hareket sonucunda 24 Büyük Türkçü, çeşitli işkence ve cefalara maruz bırakılmıştır. Ancak bugün daha da iyi anlaşıldığı üzere “zor” davayı asla engellememiştir. Nitekim biz Türk Milliyetçileri, yapılan bu haince işkenceleri, bazı gaflet ve hatta hıyanet erbabı gibi dünyaya şikâyet ederek değil, elimizin-kolumuzun kırılmakla bağlanamayacağını, bu acılı başlayan günü bayram yaparak ilan etmiş bulunuyoruz. Hepimizin bayramı zaten kutludur, şimdi ziyadesiyle kutlu olsun.

Ancak bu büyük Türkçüleri anmak ve hatırlamak bizim için bir vefa borcudur: Fehiman Atlan, Hüseyin Nihal Atsız, Nurullah Barıman, Saim Bayrak, Sait Bilgiç, Dr. Hasan Ferit Cansever, Muzaffer Eriş, Cihat Savaş Fer, Orhan Şaik Gökyay, Fazıl Hisarcıklılar, Heybetullah İdil, Yusuf Kadıgil, Hüseyin Namık Orkun, Cemal Oğuz Öcal, Hamza Sadi Özbek, Nejdet Sançar, M. Zeki Sofuoğlu, Cebbar Şenel, Hikmet Tanyu, Dr. Fethi Tevetoğlu, Prof.Dr. Zeki Velidi Togan, İsmet Tümtürk, Reha Oğuz Türkkan ve Başbuğ Alparslan Türkeş.

Bu gün bayram olarak kutladığımız günlerde büyük acı ve sıkıntılar çeken bu büyük Türkçüler, ülküdaşlarına zamanın kapılarını açıp, şanlı erlere, ülkü denen nazlı gelinin yoluna, damarlarından kopardıkları al renkli gülleri serdiler. Ülkünün kutlu yürüyüşünde, hep birlikte ser verdiler, kalp verdiler, gül derdiler. Bizi böyle bir yolu yürüme imkânına kavuşturduğu için, bu büyük dava adamlarını minnet, şükran ve rahmetle anıyor, Mevla’ya sonsuz şükürler ediyoruz.

Bu büyük dava adamlarına görülen işkenceler, Atatürkçü politikadan uzaklaşmanın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Hâlbuki bütün dünyanın cephe aldığı Türk devleti, kendi başına kalınca, kalkınmanın yolu olarak sağlam bir milli kültüre dayanmayı ilke edinmiştir. Bütün bu faktörler Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde ve amaçlarının belirlenmesinde itici bir rol oynamıştır. Doğrudan doğruya Türk milletine dayanan devletin lideri olarak Atatürk, bu ortamın odak noktasında bulunmuştur. Başka bir ifadeyle, böyle köklü bir Türk milliyetçiliğinin içerisinde yetişmiştir. Burada verilen mücadele ise taşıyla, toprağıyla, yaşayanıyla, şehidiyle Türk olan vatanın sonsuza kadar yaşatılmasıdır. Atatürk, “bu memleket tarihte Türk’tü, bugün Türk’tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır”  sözü ile davasının özünü ifade etmiş bulunuyordu.

Bütün bunlara rağmen, Atatürk’ün vefatına müteakip milliyetçilik âdeta yaklaşılmaması gereken zararlı bir görüş olarak yorumlanmıştır. Milliyetçiliğe ve milliyetçilere gerici, ırkçı, kafatasçı gibi sıfatlar yakıştırılarak hareket gözden düşürülmeye çalışılmış, milliyetçiler de türlü cezalara muhatap tutulmuştur. Bütün bu saldırganlık ve sapkınlıklarda da Atatürk maskesinin ardına gizlenilmiş, Atatürk milliyetçi değilmiş gibi gösterilmeye çalışılmıştır.

Daha sonraları da “Atatürk milliyetçiliği” tabirinin arkasına sığınılarak, Türk milliyetçiliği ezilmeye çalışılmıştır. Derin köklere sahip Türk milliyetçiliği belki de iyi bir niyetle uzlaşma adına baltalanmıştır. Ancak bilinmektedir ki Atatürk’ün bizatihi kendisi de bir “Türk milliyetçisi”dir. Nitekim bu ifade doğrudan doğruya Atatürk’e ait olup, anlamak için allâme-i cihan olmaya da gerek yoktur: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.”

Atatürk sadece içeride değil, dış Türkler konusunda da büyük bir hassasiyete sahipti. Nitekim, Atatürk’ün talimatlarıyla bu istikamette Türkistan Türkleri ile Anadolu Türkleri arasındaki tarihi ve kültürel bağların koparılmamasına yönelik olarak müesseseleşmeye gidilmiştir. En önemli iki unsur olan dilde ve tarihte birlikteliğin temin edilmesine yönelik olarak gayet ince siyasetler güdülmüştür. Dolayısıyla Atatürk’ün düşüncesinde ülkü, bir menşe yani soy birliğidir. Kökü ise tarihtedir. Dil birlikteliğin sağlanmasında temel araçlardan biridir. Aslolan manevi köprüyü sağlam tutmaktır. Dil, inanç, tarih, kültür birer köprüdür.

Atatürk bu hususu 1933 yılında, Cumhuriyetin onuncu yılı münasebetiyle verilen Cumhuriyet Balosunda kendisinin düzenlemiş bulunduğu açık oturumda şöyle dile getirmektedir:

” …bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az bir şey kalacak, ya da hiç kalmayacaktır. Devletler ve milletler bu idrakin içinde olmalıdırlar!.. Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir.. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını hiç kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı imparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan imparatorluğu gibi, parçalanabilir, ufalanabilir.. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler.. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir.

İşte o zaman, ne yapacağını bilmelidir!. Bizim, bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız!..

Milletler, buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil, bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür… Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; bizim onlara yaklaşmamız gerekli.”  

Günümüzde Atatürk’ün yıllar önce gerçekleşeceğini gördüğü durum tecelli etmiştir. Ülkü, milenyumlu değil ama Turanyumlu yıllarda daha da açık bir şekilde belirmektedir. Bugün acaba hakikatin peçesi mi kalkmıştır? Bu soruya verilecek cevap esasında “hayır” olacaktır. Zira hakikat zaten bir asırdır üzerine Moskof kızıllığı çökmüşse de gün ışığı gibi parlıyordu. Ancak peçe bazı gözlerin önüne çekilmişti ve aklı başından uçmuş kafaların hayâli de aklı da ortadan kalkmıştı. En nihayet çekiç tepeye inince yarım yamalak da olsa akıl yerine oturdu. Bunun gibi orak, sadakatli ihanet peçesine takılıverdi, peçe yırtıldı ve ışık görüldü.

Karanlığa alışmış gözler bir müddet ışıkta görme hususunda zorluk çektiler. Görmeye başlayınca da gözlerinin gördüğünden başkasına inanmayanlar, her ne hikmetse bu defa gözlerine inanamadılar. Ancak görüntü oldukça berraktı. Tarih, Türk milliyetçiliğine gönül vermiş sağduyulu aydın ve devlet adamlarını haklı çıkardı, solduyuluları ise haksız.

Kızılelma kendi öz suyu ile beslenerek, bugün, dalında olgunlaşmaktadır. Ancak bütün bu olanlara rağmen hâlâ bazı aydınlar Turan kelimesinden ürkmektedirler. Ne gariptir ki aynı kâbus Ruslarda da vardır. Ancak söz konusu aydınlar korkularına gerekçe olarak Rusların Panislavizmini göstermektedirler. Onlara göre böyle bir gerçek varken Turan kavramının anılması tehlikelidir. Hâlbuki böyle bir gerekçe ancak tersi için söz konusu olabilir. Yani panislavizmin panzehiri olarak Turancılık kullanılmalı şeklinde yorum yapılabilir.

Kızıl elmanın, Rus emperyalizminin uğursuz tahakkümünden sıyrıldığı ve dalında nurlandığı şu günlerde, bu kadar sarhoşluk ve acziyet yetmez mi? Böyle bir yapılanmanın yaşanacağını haykırıp, çilesini hem de büyük acılarla çekerken gösterilen gayretkeşlik, neden bugün ölü toprağı serpilmişçesine bir sessizlik ve hareketsizliğe dönüşmüş durumda? Olabileceklerin heyecanı da mı bizleri uyandırmıyor? Bu heyecan ki bazı ölüleri bile diriltti. Cem Karaca bir Türküsünde “Bu asla bir Turan değil, muhteşem bir tufandır, kavuşan el âlem değil, can ile cânândır” diyor. Peki dirilere ne oldu? Unutmayalım ki ülkü bizlerle kaimdir. 

Kutlu davanın, Kutlu yolcuları! Sesimizi kim kısabilir? Nefesimiz bitmeden feryadımızı kim durdurabilir? Toprağa girmeden elimizi kim bağlayabilir? Bütün dünyaya haykıracağız ki, bugün bütün olup bitenler karşısında Türk’ün askerî, siyasî ve ilmî olarak eli kolu bağlı değildir. Türkçülüğün kutlu davası mutlaka gerçekleşecektir. Bunu gerçekleştirecek olanlar da bizleriz.

Eğer bunu ne ile yapacağımızı hala soranlar olursa onlara son söz olarak haykıracağız: “MUHTAÇ OLDUĞUMUZ KUDRET DAMARLARIMIZDAKİ ASİL KANDA MEVCUTTUR”.

                         

Kanal İstanbul ve Ekonomi Tetikçileri

Başbakan R.T. Erdoğan “çılgın projesini” açıkladı. İstanbul’un batısında Karadeniz ile Marmara’yı birleştirecek yaklaşık 50 kilometrelik bir kanal yapılmasının planlanmakta ve böylece İstanbul Boğazı’nda tanker ve gemi trafiğinin yarattığı tehlikelerden korunması hedeflenmekte. Ayrıca İstanbul’un gelişimi bu tarafa kaydırılacağından, şehircilik ve konut yönü ağırlıklı bir proje olarak dikkati çekmekte.

Proje, muhalefet tarafından “Türkiye’nin yatırım önceliği açısından yanlış bir proje olduğu,” “yeni rant alanları yaratma çabası olduğu” ve “içinde insan olmadığı” gibi tezlerle eleştirilmekte.

Buna karşılık mesela, ABD’de faaliyet yürüten mimarlık ve mühendislik sektörünün önde gelen firmaları Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kanal İstanbul adlı projesinden övgü ile söz ediyor.

Ben bu konuyu 19 Ekim 2010 tarihinde yazdığım bir yazıdan alıntılarla yeniden değerlendirmelerinize sunuyorum:

Türkiye’miz için “heyecan verici projelerin” hazırlanması ve bu projelerin etap etap hizmete sokulmasını her Türk vatandaşının memnuniyetle karşılayacağı şüphesizdir. Ancak bazı hususların göz ardı edilmemesi çok önemlidir.

Türkiye’nin tasarrufları yatırımları yapmak için yetersizdir. Dış kaynak kullanmak suretiyle büyümek durumundayız.

Yabancı sermayenin gelmesi için iyi para kazanacağını görmesi lazım. Türkiye’nin en ucuz maliyetli, ödemesi en kolay krediyi kullanması ve projeden sağlanacak faydanın azamisini ülke ekonomisine kazandıracak tedbirleri almak ta hükümetin görevi.

Projelerin öncelik sıralamasını çok iyi yapmak zorundayız. Osmanlı Devletinin aldığı ilk dış borçlarla Dolmabahçe Sarayı gibi verimsiz, geri dönüşlü olmayan yatırımlar yaptığını ve bunun sonuçlarını hatırlarsak bu sözün önemi daha iyi anlaşılır.

Dar gelirli bir ailenin uzun vadeli kredilerle, evine öncelikli ihtiyacı olmayan eşyalar alması, bugünkü yaşantısını renklendirici harcamalar yapması ilk başta aile fertlerini mutlu eder. Fakat uzun vadede yaşacak sıkıntıların ve var olan varlıkların da kaybına yol açacak hesapsızlıkların bedeli ağır olabilir.

Ekonomi Tetikçilerine Dikkat!

Büyük devletler ve uluslar arası dev şirketlerin geri kalmış ve gelişmekte olan ülke kaynaklarını sömürmek ve siyasi, askeri taleplerini gerçekleştirmek için ekonomik projeleri kullandığına dair John Perkins‘in yazdığı “Bir Ekonomi Tetikçisinin İtirafları” isimli kitabını okumuş veya hakkında yazılanları duymuş olabilirsiniz. Kendisi de bir ekonomi tetikçisi olan Perkins’in yazdıklarını kısaca hatırlatmak istiyorum.

“Zengin ülkeler (Türkiye gibi) fakir ülkelere ‘Ekonomi Tetikçisi‘ gönderiyor. Ekonomi tetikçileri ‘uzman olarak’ ülke sorunlarını inceliyor. Raporlar hazırlıyor, projeler geliştiriyor. Bu projelerin bir an önce yapılması gerektiğine kamuoyunu ve hükümetleri inandırıyor. Sonra da bu projeleri hangi firmaların yapabileceğini, hangi kuruluşların kredi verebileceğini söylüyor…

Ülkenin gündeminde olmayan, önceliği olmayan projeler, öncelikli işler haline geliyor. Ülkeler teklif edilen kredileri (bir fırsat, bir nimet imişçesine) kabul ediyor.”

“Sonuçta ülke, kendi önceliği olmayan projeler yüzünden büyük borçlar altına giriyor. Borçlanan ülke “Ekonomi Tetikçisi”ni yollayan zengin ülkeye ‘bağımlı’ duruma geliyor. İşte o çizgiden sonra devreye zengin ülkenin politikacıları giriyor. ‘Bağımlı ülkeyi’ istedikleri biçimde kullanıyor.”

Perkins anlatıyor: “Ekonomi tetikçisi olarak bizlerin amacı küresel imparatorluk kurmaktır. Bizler, diğer ülkeleri şirketlerimizin, hükümetimizin, bankalarımızın kölesi haline getirmek için uluslararası finans kuruluşlarını kullanan elit bir grubuz. Mafyanın yaptığı iyilikler gibi Ekonomi Tetikçileri de görünüşte bazı iyilikler yapar. Örneğin elektrik santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, teknoparklar gibi altyapı hizmetleri için borç temin ederler. Bu borçların önkoşulu, bütün bu projelerin Amerikan inşaat ve mühendislik firmaları tarafından gerçekleştirilmesidir. Aslında paranın çoğu Amerika’yı hiç terk etmez (..) transfer edilir.”

“Para hiç vakit geçirmeden şirketlere (kreditörlere) döndüğü halde borçlu ülkenin anapara artı faizin tamamını ödemesini isteriz. Eğer Ekonomi Tetikçisi çok başarılı ise borç tutarı o kadar büyük olur ki, birkaç yıl sonra borçlu ülke ödemeleri aksatır. Bu olduğunda biz de mafya gibi diyetini isteriz. Birleşmiş Milletler’de Amerika’nın isteği doğrultusunda oy verme, askeri üs kurma veya petrol gibi değerli kaynaklara el koyma şeklinde olabilir bu diyet…”

“Bir ülkenin ekonomisi tamamen ele geçirildikten sonra, tüm temel organları yavaşça ele geçirilir. Devleti devlet yapan kurumlar paramparça edilir. Siyasetine, ordusuna, polisine, yargısına, eğitim sağlık sistemlerine sızılır. Ülke felç edilir.”

“Eşzamanlı olarak etnik ve dini gruplar kışkırtılır. Feodal ağalardan uyuşturucu baronları yaratılır. Milli dokular bozulur, millet içine ‘halkların özgürlüğü‘ tohumlanır, ‘kendi kaderini tayin hakkı‘ isteyen halklar, ne hikmetse hep petrol bölgelerinde ortalığı kasıp kavurur..”

Ekonomi Tetikçisi kullanmak sadece ABD’ye mahsus değil. Büyük ülkeler ve güçlü şirketlerin çoğunun benzeri usuller kullandığını söyleyebiliriz.

Önemli bütçe kullanan Belediyelerde de, yeterli teknik ve entelektüel kapasitede yönetici ve teknik elemanları olmadığı halde, yöneticilerin birden ufuklarının açılıp, büyük projelere soyunmaları, bu kurumlara da ekonomi tetikçilerinin yardımcı(!) olduğunun bir göstergesi olabilir.

Ulaştırma Bakanlığı bana bu hükümetin en başarılı bakanlıklarından biri gibi görünüyor. Teknik açıdan büyük projeleri gerçekleştirmenin heyecanını taşıyan bir kadro olduğunu seziyorum. Fakat işler sadece teknik bir konu değil.

Ülkemizin büyük kaynaklarına mal olacak ve gelecek nesillerin hayatını etkileyecek projelerin her yönüyle incelenmiş, öncelik sıralaması yapılmış, kredilerin ödenebilirliği, projelerin verimliliği, “bağımsızlık- karşılıklı bağımlılık” çizgisinin hesap edilmiş olduğunu ümit etmek istiyorum.

Merhamet ve Tevazu

Başkalarına acımak, şefkat göstermek, esirgemek, çaresizlerin yardımına koşmak, dinimizin başta gelen ahlâk kurallarındandır. Merhamet etmek, temiz ruhlu insanlara yaraşır. Yalnız insanlara değil hayvanlara ve bütün canlılara merhamet edilmelidir.

Yüce Peygamberimiz bir Hadisinde şöyle buyuruyor:

“Yerde olanlara merhamet ediniz ki, size de gökte olanlar merhamet etsinler.”

Merhametli olmanın yanında müslümana yakışan mütevazi olmaktır. Mütevazi olmanın zıddı kibir ve böbürlenmedir. Kişinin kendisini büyük görmesi, kendini olduğu mertebeden daha yukarıda göstermeye gayret etmesidir.

“Allah Teâla iktisatlı olanı zengin eder, israf edeni fakir düşürür. Tevazu göstereni yükseltir. Kibirlenen kimseyi de Alçaltır.” (Camiu’s-Sağir)

Yüce Allah  şöyle buyurur:

“Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse Allah mü’minlere karşı alçak gönüllü kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları seveceği onların da kendisini seveceği bir kavim getirir ki onlar Allah yolunda savaşırlar. Ve hiçbir kınayanın kınamasından (dedikodusundan) çekinmezler. Bu Allah’ın lutf-i inayetidir ki onu kime dilerse ona verir. Allah ihsanı bol olan, en çok bilendir.” (Mâide,54)

Başka bir ayetin meali de şu sakildedir:

“And olsun size kendinizden öyle Peygamber gelmiştir ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Bütün mü’minleri cidden esirgeyicidir, onları bağışlayıcıdır O”  (Tevbe,128)

Cenab-ı Allah  şöyle buyuruyor;

“Muhammed Allah’ın Rasulüdür. Onun maiyetinde bulunanlar da kafirlere karşı çetin (ve metin), kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükû edici, secde edici olarak görürsün. Onlar Allah’tan (daima) bir fazl (u kerem) ve rıza isterler. Secde izinden (meydana gelen) nişanları yüzlerindedir. İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıflan da (şöyledir: Onlar) filizini yarıp çıkarmış gitgide onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, ayakları üzerine doğrulup kalkmış bir ekine benzerler ki bu kafirleri öfkelendirmek içindir. İçlerinde iman edip de iyi amel (ve hareket) de bulunanlara Allah hem bir mağfiret hem büyük bir mükafat vaad etmiştir.” (Feth, 29)

Bu ayet-i Kerimeden şu sonuçlar  çıkarılabilir;

1-Merhamet ve tevazu sahibi olmak,

2-Müslümanlar birbirlerine karşı merhametli, mütevazi ve güler yüzlüdürler, kafirlere karşı ise onurlu, vakarlı ve yerine göre serttirler.

3-İnançlı bir müslüman doğru bildiği konuda hiçbir şeye aldırmaz. Kınayanların dedikodusundan çekinmez.

Tevazu, kusurlarını bilmek, Yüce Allah’ın azameti karşısında nefsini hiç bilmektir. Tevazu, davranışlarımızda ölçülü, yumuşak olmak, günlük hayatımızda karşılaştığımız olaylar karşısında irade, akıl ve mantık çizgisi dışına çıkmamaktır. Yoksa, tevazu; hiç bir şekilde alçalmak, miskince insan haysiyet ve onurunu ayaklar altına almak demek değil, tam aksine haddini bilmek, karşısındakinin de hakkını bilmektir.

Nitekim Yüce Allah; mütevazi kimseler için; “Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler.” (Furkan, 63) buyurmuştur. İşte bu vasfı taşıyan insanlar dünyada, huzur ve mutluluğu yakalama imkânına sahiptirler. Gurur ve kapris peşinde olanlara, huzursuzluk vermek için kendi kaprisleri bile yeterli gelebilir.

Yüce Allah Peygamberimize şöyle buyuruyor:

“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever” (Âli İmran,159)

Gururlu ve katı yürekli ve kaba davranıldığı taktirde tebliğ ve irşad olmaz demektir. Yani zorla hiç kimseye bir şey yaptırılamaz. O halde dini anlatan kişiler, din görevlileri bizler, yumuşak kalpli, mütebessim ve sabırlı olmak zorundayız. Yoksa dine hizmet yerine, belki de insanları dinden uzaklaştırmış olabiliriz.

Çok kişiden duymuşuzdur, ben çocukken camiye Kur’an öğrenmeye gittim, hocanın sopasını yiyince bir daha uğramadım. Belki de sopaya rağmen derse devam eden ve Kur’an öğrenende vardır elbette, ancak bu yol dini sevdirme açısından geçerli bir davranış değildir.

Yüce Allah:”Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara,263)  Buyurur.

Atalarımızın “tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” dediği söz, bu ayetin tefsiri gibidir.

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size, çirkinliği ve hayâsızlığı emreder. Allah ise size kendi katından mağfiret ve bol nimet va’dediyor. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir. Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara,268-269)

Büyüklük kompleksine kapılarak, insanları ezerek ve hatta en yakın arkadaşlarını bile kendinden uzaklaştırmak, ne insana ve ne de bir müslümana yakışan bir şey değildir. Ailede tesis edilecek sevgi, topluma yansıyacak, toplum düzelince seçilenlerde kendileri gibi düzgün insanlar olacağı için devlet de sağlam olacak, böyle istikrarlı devletler sayesinde dünya da düzelecektir.  O halde diyebiliriz ki dünyanın kurtuluşu sevgidedir, felaketi ise; kin, nefret ve sevgisizliktedir.

Mala, cana, namusa ve mukaddesata karşı olmayan kötülüğün karşılığını vermek yerine, öfkenin dinmesini beklemek müslümanca bir davranıştır. Bu davranış, ailede, arkadaşlar arasında ve toplumun her kesiminde geçerli bir çözümdür. Şair ne güzel söylemiş:

Arif ol kim, sözü önden söyleme

Sana kimse sormayınca, ken dözünden söyleme

Hakk kulağı iki, bir etmiş dili

İki işit, birden artık söyleme

 

Cenab-u Hakk şöyle buyuruyor:

“Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler.” (Furkan,63)

Bazı istisnalar olabilir ama genel olarak toplumda barışı ve düzeni sağlamada en geçerli yol budur. Bugün buna; birbirine tahammül deniyor, bir tartışma programında, en affedici ve en anlayışlı ve efendi olan insan hepimiz tarafından taktir edilir. Yüce Yaradanımız bu yolu bize asırlar önce göstermiştir. Peygamberimiz; tartışmada haklı olsa bile, fazla ısrar edilmesini hoş karşılamamıştır.

Her devirde olduğu gibi bilhassa devrimiz, ikna devridir, İslami tebliğde ve eğitimde geçerli olan bu yöntem, bütün dünyanın kabul ettiği bir yöntemdir. İnsanın fıtratı doğuştan İslam’a uygun ki; dünya genel ahlak prensiplerinde benimsenen hususlar, İslam’ın da kabul ettiği ahlak prensiplerine uygunluk arzetmektedir. Hoşgörülü olmak, sevgi, dostluk, yardımlaşma vb. duygular genel olarak insanların kabul ettiği prensiplerdir. Yalan, hırsızlık, dedikodu, iftira, cana kıyma, namusa ve mala tecavüz, kavga vb. hususlar da, yasak ve hoş görülmeyen davranışlardır.

Namık Kemal KARATAY’ın bir şiirinde:

Benim ağzım pek yandı ama siz dikkat edin

Yalnız layık olan adama hürmet edin,

Haddini kim bilmezse ona hakaret edin,

Ele alçak durmayın, onu hakikat sanır,

Eşeğe gem vurmayın kendini at sanır.

 

Ziya Paşa da:

Her şahsı harim-i hakka mahremmi sanırsın,

Her tac giyen çulsuzu Ethemmi sanırısın

Dehri ararsan binde bir adam bulamazsın

Adem görünen harları adammı sanırsın

En ummadığın keşfeder esrarı derunu

Sen herkesi kör, âlemi sersemmi sanırsın.

Karşılıklı konuşurken veya bir topluma hitab ederken onların içinde belkide bizden daha Allah’a yakın, daha bilgili, bizim bilmediğimiz fakat Allah’ın bildiği iyi meziyetleri olabilir. Ayet-i Kerimede “Her ilim sahibinden üstün bir ilim sahibi bulunur.” (Yusuf,76) buyurulur. Her şeyi bilen ise Yüce Allah’tır. Allah Teâla’nın bilgisi bizatihi bilgi, sınırsız ve mutlak bilgidir. Bizim bilgilerimiz ise sınırlı, izafi ve geçicidir.

İnsanlar hakkında merhametli, insaflı, hoşgörülü ve iyi niyetli olmalıyız. Bu konuda hatırıma gelen bir kıssayı anlatmakta yarar görüyorum.

Bir zamanlar, birbirine bitişik iki çiftlikte yaşayan iki erkek kardeş vardı. Günlerden bir gün bu iki kardeş arasında bir anlaşmazlık baş gösterdi. İki kardeş arasında o zamana değin ilk kez görülen anlaşmazlık, giderek büyüdü ve kardeşler arasında ayrılığa neden oldu. İki kardeş, birbirlerine yalnızca küsmekle kalmadılar, yıllardır ortaklaşa kullandıkları tarım makinelerine değin sahip oldukları tüm araç gereçlerini ve mal varlıklarını da ayırdılar. Küçük bir yanlış anlama sonucu başlayan anlaşmazlığı izleyen ayrılık, giderek büyüyen bir uçuruma dönüştü ve en sonunda yerini, karşılıklı kullanılan hoş olmayan sözlere bıraktı. Bunun arkasından da beklenenler oldu ve kardeşler arasında önce şiddetli bir kavga, sonra da ürkütücü bir sessizlik yaşanmaya başladı.

Bir sabah, bu iki kardeşten büyüğünün kapısına bir usta geldi. Elinde büyük bir marangoz çantası vardı. Ev sahibinden geçici bir iş istedi:

-Yapılacak ufak tefek bir işiniz varsa, size yardımcı olmak isterim, dedi. “Elimden hemen her iş gelir. Birkaç gün çalışırım, işi bitiririm.”

Büyük kardeşin aklına o an bir iş geldi.

-Evet, sana göre bir işim var, dedi ve küçük kardeşinin çiftliğini işaret etti. “Şu derenin karşısındaki çiftlik, komşumundur. Daha doğrusu, benim küçük kardeşime aittir o çiftlik. Geçen haftaya dek benim çiftliğimle onun çiftliği arasında bir otlak vardı. Sonra o, buldozeriyle oraya ırmak bendi yaptı ve şimdi aramızda, otlak yerine, çiftliklerimizi birbirinden ayıran bir dere var.”

İş isteyen adam, büyük kardeşin söylediklerini dikkatle dinledikten sonra sordu :

-Benden ne yapmamı istiyorsunuz? dedi. Büyük kardeş önce kuşkusunu, sonra da kararını açıkladı:

-Kardeşim bunu, bana acı vermek için yapmış olabilir, dedi. “Fakat şimdi ben, onun yaptığından daha büyük bir şey yapacağım.”

Bunları söyledikten sonra adamı aldı, ahırların olduğu yere götürdü ve duvarın dibinde yığılı duran kütükleri gösterdi. “Senden, bu kütükleri kullanarak, iki çiftlik arasında üç metre yükseklikte bir çit yapmanı istiyorum” , dedi. “Kaç gün çalışırsan çalış, nasıl yaparsan yap ama bana öyle bir çit yap ki, gözlerim kardeşimin çiftliğini artık görmek zorunda kalmasın”.

İş arayan usta, başını salladı:

-Sanırım durumu anladım, efendim, dedi. “Şimdi bana çivilerin, kazma ve küreğin yerini gösterin ki hemen işime başlayayım.”

Büyük kardeş ustaya kazma, küreğin ve çivilerin olduğu yeri gösterdikten sonra, alışveriş yapmak için kasabaya gitti. Usta ise, tüm gün boyunca ölçerek, keserek, çivileyerek sıkı bir biçimde çalışmaya koyuldu.

Akşam güneş batarken o işini bitirmiş, çiftlik sahibi büyük kardeş ise alışverişini tamamlamış, kasabadan dönüyordu. Çiftliğe gelir gelmez ustanın yaptıklarına baktı ve şaşkınlıktan gözleri, yuvalarından fırlayacakmış gibi açıldı. Karşısında, yapılmasını istediği çit yoktu ama derenin bir yakasından öteki yakasına uzanan görkemli bir köprü vardı. Biri kendi çiftliğinin toprağına, öteki küçük kardeşinin çiftliğinin toprağına oturtulmuş sağlam iki ayak üzerinde, yanlarındaki korkuluklarına varıncaya dek tüm ayrıntılarıyla yapılmış ve tam anlamıyla “usta işi” denilecek kusursuzlukta bir köprü uzanıyordu.

Seyrederken, karşıdan birinin geldiğini gördü. Dikkatle baktığında gelen kişinin, komşusu, yani küçük kardeşi olduğunu anladı. Kardeşi, kollarını iki yana açmış olarak köprünün karşı ucundan kendisine doğru koşar adımlarla yürüyordu:

-Benim sana karşı yaptığım bunca haksızlığa ve söylediğim bunca kötü sözlere karşın sen, bu köprüyü yaptırarak nedenli iyi ve ne denli büyük bir insan olduğunu gösterdin, dedi ağabeyine. “Şimdi bir büyüklük daha yap ve sen de kollarını açarak bana gel…”

Köprünün iki ucundan ortaya doğru yürüyen kardeşler, köprünün ortasında bir araya geldiler ve özlemle kucaklaştılar. Büyük kardeş bir ara arkasına baktığında, çantasını toplayıp, oradan ayrılmakta olan ustayı gördü

-Gitme, dur, bekle? diye seslendi ona. “Sana yaptıracağım birkaç iş daha var, çiftliğimde…”  Usta gülümsedi:

-Ben buradaki işimi tamamladım, gitmem gerek, dedi ve ekledi: “Yapmam gereken daha çok köprüler var…”

Köprüleri kurabilecek gücümüz hiç eksik olmasın. Köprüleri kurduktan sonra da, yıkılmaması için sık sık bakımını yapmalı, yani sevdiklerimize zaman ayırmalı, onları ziyaret etmeli gönüllerini almalıyız. Dargınları barıştırmalıyız, köprüleri yıkmak değil gönüller arasında köprüler kurmalıyız.

Peygamberimiz (a.s.) gönüllere köprü kurmuş, insanları engin merhametin temsilcisi olarak birbirine bağlamış, barıştırmış ve kardeş bir toplum oluşturmuştu. Şairin, “Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi” dediği devirde bunu yapmıştı. Şimdi ne oldu insanoğluna, İslamiyet yetmemiş gibi, haşa İslamiyet böyle bir iddiadan uzaktır, ancak insanlık ondan uzaklaştı. Çarenin kaynağından uzaklaştıkça çareyi başka yerlerde aramaya başladı. İslam dini gibi büyük bir nimete sahibiz, gayesi merhamet, tevazu, dostluk ve kardeşlik olan dinin mensuplarıyız.

Aslında merhamet ve tevazu sahibi kişi, kendisini diğer insanlardan aşağıda hissetmez, hiçbir şekilde miskin de olmaz. Mütevazi olan, malını helal yollardan kazanan, yumuşak ve güzel huylu olan, kimseye kötülük etmeyen, herkesle iyi geçinen,  iyi bir kişidir.

“Allah için mütevazi olanı, yüce Allah yükseltir.”

Hadis ve ayetlerde zikredilen bu hususlar Allah ve Resûlü tarafından övüldüğü gibi, insanlar nezdinde de hem sevilir ve hem de bu vasıflara sahip kişiler saygın ve sevilen insanlardır.

Kibirlenen kimseye kibirli davranmak; sadaka gibi sevaptır, sözü, kibirli kimseye karşı kibirli davranılabileceğini ifade etmektedir. Kibirli kimseye karşı mütevazi davranmak kişinin kendine zulüm etmesi demektir. Savaşta düşmana tevazu gösterilirse düşman cesaret kazanır, bize silah olarak döner. Dolayısıyla kendimize zulmetmiş oluruz. Kötü fikirli insanlara, günahı yaymak isteyenlere, malı, makamı ve soyuyla övünenlere tevazu hoş karşılanmamıştır.

Ne mutlu Allah için tevazu gösteren ve  Allah için birbirini sevenlere…

Pul’un Babası Sir Rowland Hıll

İnsanlar bilinen tarih boyunca, bir birlerine haber ulaştırmak için sürekli yeni yöntemler geliştirmişlerdir. Bu süreçte mesajlarını ulaştırabilmek için bazen koşmuşlar bazen tam tam çalmışlar kimi kez de  dumandan işaretler yapmışlar veya kuşları kullanmışlardır.

Daha sonra menzilden menzile ulaşarak hizmet veren atlı görevlilerden oluşan bir sistem uygulanmaya başlatılmıştır. Örneğin, Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’un  fethinden sonra Tatar atlılardan oluşan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun her köşesine ulaşan muazzam bir haberleşme ağını meydana getirmiştir.

Ancak 1800’lü yıllarda pek çok alanda olduğu gibi haberleşme konusunda da birbirini takip eden önemli yeniliklere tanık olunmuştur.   Hele dönemin başında,  buhar gücünün sonunda ise petrol ve elektrik enerjilerinin denetim altına alınması vapur, tren ve uçak gibi vasıtaların devreye girmesi haberleşmeye yepyeni boyutlar getirmiştir. Artık Telefon, telgraf, radyo, fotograf makinası, televizyon ve saire gibi pek çok enstruman hizmete girmiştir.

Pul ve Pul’un Babası Sir Rowland Hill…

1800’lü yıllara geri dönersek asrın ortalarına doğru  İngiltere’de posta hizmetleri belli kurallara bağlanarak uygulanmaya başlanmıştır. İnsanlar isteklerini ve duyurularını  bir kağıda yazarak, üstünde karşı tarafın adresi bulunan bir zarfa yerleştirir ve posta idaresine teslim ederlerdi. Gönderi yerine ulaşınca alıcı bedeli öder ve mektubu alırdı.

Londra’da yaşayan genç bir kız, kendisine gelen mektupları alıyor şöyle bir baktıktan sonra, özür dileyerek postacıya geri iade ediyordu. Bu nedenle para ödemiyordu. Belli bir süre devam eden bu durum posta idaresinin dikkatini çeker. Durum teşkilat başkanına bildirilir. Başkan genç kızın maddi zorluk içinde olabileceğini düşünerek posta bedelinin işletme tarafından ödenmesini ve mektupların genç kadına verilmesini söyler.

Mektuplar genç kıza bedelsiz olarak verilir. Ancak kendisinden ilginç bir yanıt alınır. “Çok teşekkür ederim. Ben mektupları almıyorum çünkü içleri boştur. Mektupları nişanlım gönderiyor. Kendisiyle anlaştığımız çok küçük bazı işaretleri zarfın üstüne koyuyor ve ne demek istediğimizi anlıyoruz ve böylece haberleşiyoruz” der.

Posta idaresi başkanı Mr. Rowland Hill, bu açık yürekli genç kadına teşekkür eder. Posta idaresinde  artık yeni bir sistem uygulamaya konur. Eski düzen değiştirilir ve ücret bu defa alan yerine gönderenden alınır.

Posta ücretinin ödenmesinde ve denetiminde kolaylık sağlamak amacıyla,  zarfın üzerine yapıştırılan, bir penny değerinde küçük siyah bir kağıt üretilir. Tarih 06 Mayıs 1840’tır. Ve ilk pul üretilmiştir. Mr. Rowland Hill, pulların babası lakâbını alır. İngiltere Kraliçesi, hizmetlerinden dolayı  kendisine, “Sir” ünvanını verir.

Daha sonra pullar Kraliçe, Kral ve önemli kişilerin, olayların, ulusal özel günlerin ve bunun gibi figürleriyle basılır.

Meraklı bir hanım pulları aldığı mektuplardan sökerek, evinin bir duvarına yapıştırmaya başlar. Pullar çoğalınca arkadaşlarının dikkatini çeker. Pul biriktirenler çoğalır. Böylece de pul koleksiyonculuğu ( Filateli) başlamış olur.  

Dünyada bütün ülkelerde, basılan pullar o devletin ismini taşır. Tek bir istisna vardır. O da pul’u ilk defa basıp kullanan İngiltere olduğundan bu devletin pullarında ismi kullanılmama özelliği vardır.